Arama

Popüler aramalar

‘’Futbolda yerleşik transfer bilgileri sorgulanmalı mıdır?‘’

Yabancı oyuncu sayısının azaltılmasının en kestirme yolu tutarlı bir altyapı düzeni, teknik ve taktik disipline daha fazla odaklanmak olduğu halde takımlarımızın ağırlıklı olarak gözlerini yabancılara dikmesi bu transfer döneminin de temel gerçeği gibi görünüyor. Göstermelik de olsa teknik direktörlerin 20 yaş altı yerli gençleri, sezon başı çalışmalarına alması heyecan vericidir. Ancak kamp dönüşü bu gençlerin yerinde yeni transfer edilen oyuncuların alacağı da açıktır.

Bir futbolcuyu transfer etmek, oyuncunun takım ve bölge, hatta coğrafya değiştirmesi göz önüne alındığında kolay değildir. Beşiktaş’ın eski teknik direktörlerinden İngiliz Gordon Milne’in bu konuda bana söyledikleri bugün bile belleğimdedir: “Transfer risktir. Mesafe uzadıkça transfer edilen futbolcunun verimi düşer. İstanbul’un karşı yakasından alınan oyuncuyla, Afrika’dan transfer edilen futbolcunun performansı aynı olmaz” demişti Milne. Bu görüşten hareket edersek en iyi, ekonomik ve uzun süreli verim alınabilecek oyuncular altyapıdan yetiştirilecek futbolculardır. Doğaldır ki tutarlı bir altyapı düzeniniz varsa…

Söz konusu yeterlilikte bir altyapı düzeniniz yoksa transfer döneminde dışarıya yönelmek de, doğal olmakla birlikte yöneticilerin işine gelmektedir. Kulüplerin kasaları tamtakır olsa da işin kolayına kaçmak günümüz yöneticilerinin yapısal özelliğidir. Yönetici, sportif direktör ve veri grubu devreye girince de, futbolcu transfer etmek teknik direktörün tekelinde olmuyor. Kulüplerin bir araştırma grubu var. Bu grubun uzun süreli çalışmaları sonucunda edindikleri veriler transferde itici güç oluyor.

Bugün dünyanın her yerinde keşif yolculuğu söz konusu olduğunda yerleşik inanç ve kanıları zorlayanlar huzur kaçırıcı konuma geliyorlar. Bu huzur kaçırıcı yeni duruma da en çok teknik adamlar karşı çıkıyor. Sözgelimi “Hangi oyuncuyu transfer edeceğimi istatistikler söyleyemez. İstatistikler bir oyuncunun yüreğinin boyutunu ölçemez” diyerek veri grubuna karşı çıkıp, gücü elinde tutmaya çalışan teknik adamlar da az değil.

Türkiye’de geçmişten bu yana gücü elinden bırakmayan Fatih Terim’e, 1996 yılında bilgisayar verilerini kullanmak konusunda öneride bulunmuştum. Hocayı, konunun uzmanı Doç.Dr. Gül Tiryaki ile tanıştırmış ve Tiryaki’nin, Macaristan Ulusal takımının oyununu bilgisayar analizleri ile çözümlemesi üzerine maçı 2-0 kazanmıştık. Bu başarı tarihimizde ilk kez Avrupa Futbol Şampiyonası’nın finallerine gitmemizi sağlamıştı. Fatih Terim’in o günlerde başarıyı tek başına sahiplenmek isteyen bir yapısı olduğundan Gül Tiryaki’yi İngiltere’ye götürmemişti.

Doğaldır ki maçı kazanmamız tamamen bilgisayar verilerine bağlı değildi. Veriler futbolcularımızın yüreğinin boyutlarını ölçmese de, futbolda başka hamlelerin var olabileceğinin en azından ipuçlarını verebilir.

Teknik direktörlerimizin transfer dönemlerinde işini ciddi yapan, kendini kanıtlamış veri gruplarının ortaya koyduğu istatiksel verilerden korkmaması gerekmektedir. Çünkü sayısal verilerin bize ne söylediğini görmek, inançlarımızın doğru olup olmadığını anlamak, doğru değillerse de onların yerine neyi koymamız gerektiğini göstermelerini sağlamak anlamına geliyor ki, bu durumun yarattığı fark hiç de küçümsenmemeli. Günümüzün bilimsel ve sayısal verileri futbolcuların performansını yüzde bir ile yüzde üç arasında artırabiliyorsa, bu artışın genel takım performansına katkısı çok büyük olabiliyor…

08 Temmuz 2019, Pazartesi 17:32
YAZININ DEVAMI

‘’Dostoyoveski mi yoksa Kruse'mi daha “kumarbaz”?‘’

“Bir yenilgi yalnızca gelecek bir galibiyetin başlangıcıdır. Bir kumarcı asla nihai olarak kaybetmez; defalarca kaybeder, ama sonunda kazanan kumarcı olur” diyor ünlü Rus yazar Dostoyeveski. “Kumarbaz” adlı kitabında 25 yaşındaki Alexey İvanovic’in kumar ve aşk ile olan ilişkisini konu eden Fyodor Mihaylovic Dostoyeveski kumar oynamanın tutkusu ve felsefesini anlatır. Aslında romanın kahramanı Alexey İvanovic, Dostoyevski’nin ta kendisidir. Kumar borçlarını ödeyebilmek için romanını 25 günde yazdığı söylenir. Hatta bir dergide Dostoyevski eleştirisi okumuştum. O eleştiride kitabını yayıncıya teslim etmesi için üç günü vardır. Moskova’daki iki stenocudan biri hastadır diğeri ise Sen Petersburg’a yılbaşı tatili için gitmiştir. Petersburg’a gidip stenocuya kitabını yazdırarak yayıncıyla girdiği iddiayı da kazanır. Kitabının bir yerinde İngiliz, Alman ve Fransızların yaşam ve kumar anlayışlarını da eleştiren Dostoyevski “Alman idolüne tapınmaktansa, her şeyimi kumarda kaybedip, ömrümce bir Kırgız çadırında göçebe yaşamı sürdürmeği yeğlerim” demiştir.

Ömrümde hiç kumar oynamadım, şans oyunu ve benzerlerinin de hiç birini bilmem. Ama kumar ve şans oyunlarını sadece oynatanın kazandığını bilirim. Ayrıca kumarın uzun sürede insanın kalp ve damar sistemini berbat ettiğini de bilirim. Büyük kumar oynayanlar genetik olarak ne kadar sağlam olsalar da sonunda kalp damar sistemlerinin iflas ettiğini bilimsel gerçek tespit etmiştir.

Dostoyevski bir Alman idolüne tapınmayacağını açıkça söylemesine karşın biz Türkler, Alman idollerine kumar kadar olmasa da tutkuyla bağlıyızdır. Bizim gençliğimizin Beckenbaurli, Breitnerli, Rumeningeli, Oweratlı, Grabovoskili, Gerd Müllerli, Alman milli takımı hepimizin idolüydü. Bugünün gençliğinin Alman idollerinden biri de Fenerbahçe’nin yeni transferi Max Kruse’dir.

Kruse, Almanya’nın en önemli “yetiştirici” takımlarından biri olan Werden Bremen kökenli. Bremen’in yetiştiriciliğini yıllar önce Almanya’da bir hafta birlikte olduğumuz eski Trabzonspor yöneticilerinden Tuncay Bender’den bilirim. Bremen’in stadında Tuncay Bender’in özel koltuğu vardı o günlerde.

Werder Bremen yetiştirdiği gençlerle Almanya Ligi’nde fırtına gibi eserken ve Tuncay Bender ile o günleri gözlerken Max Kruse en fazla 3-4 yaşlarındaydı. Bremen kökenli Kruse şimdi bir Fenerbahçeli. Performansı ile ilgili birçok bilgi medyaya yansıyor. En çok yadırgadığım da devamlılığının olmaması konusundaki şikayetler…

Kimse kimseye şu soruları sormuyor: Kumar, özelde poker tutkunu olan, on binlerce Euro kazanç ya da kayıpları olan bir futbolcunun devamlılığı olur mu? Dostoyevski’yi aratmayacak bir kumar tutkunu olan Kruse kendini futbola nasıl verebilir? Transfer edilmeden önce varsa konunun uzmanlarına soruldu mu? Bu soruların sorulmaması Fenerbahçe’nin cemaatçi, muhabir döven, gazeteci tehdit eden, ırkçı bir futbolcusunun yanında bir de kumarcısının olmasını normal karşılanması anlamına gelmez mi?

04 Temmuz 2019, Perşembe 15:30
YAZININ DEVAMI

‘’Abdullah Avcı'nın doğru tespiti…‘’

Başakşehir ve öncülü İstanbul Büyükşehir Belediyespor’da istikrarlı çalışmaları ile Türkiye’nin başarılı hocaları arasında önemsenecek bir yer edinen Abdullah Avcı’nın lig öncesinde doğru tespitler yaptığı söylenebilir. Bunların içinde en çok dikkatimi çeken Ouaresma’ya yaklaşımıdır. Yazılı ve görsel medyada Portekizli hakkında değişik görüşler ortaya atılsa da, kanımca Avcı’nın, Quaresma’ya yaklaşımı olumsuzdur.

Avcı’nın ağzından kadro planlamasında düşünmediği söylentileri de dikkat çekicidir. Beşiktaş’ın transfer eyleminde henüz netleşmiş bir hamlenin olmadığını dolayısıyla gelecek günlerde düşüncelerin tersine döneceği olasılığını da göz önünde tutarsak Abdullah Avcı’nın, Quaresma ile çalışmama isteğini normal buluyorum.

Çünkü yıllardır Quaresma’nın “tek başına oynamak” isteğini gündemde tutmaya çalıştım ve bugünün futbolunda böyle bir oyuncu yapısına yer olmadığının altını da çizdik. Sorun da burada zaten, bizim futbol anlayışımızda tek başına oynayan ve çok çalım atan oyuncuya sempati vardır. Ancak modern futbolun genetiğinde de şöyle bir gerçek vardır: Eğer tek başına önüne gelen rakibine çalım atmak ya da tek başına goller atmak bir mükemmeliyet göstergesi olsaydı herkes minik takım maçlarına koşardı. Bilindiği gibi minik takım oyuncularının yardımlaşma duygusu, paslaşma ya da taktik düşünceleri gelişmemiştir. Bu nedenle tek başlarına oynayarak bolca çalım atarlar ve maçlarda çoğunlukla çift haneli gol sayısına ulaşılır. Buna karşın kimse minik takım maçlarına ilgi göstermez.

Quaresma minik takım oyuncusu anlayışıyla maçtan eğlence çıkarmaya çalışarak oynuyor. Şenol Güneş bu gerçeğin farkına varamadı. Abdullah Avcı’nın dikkatini çeken ilk gerçek ise Quaresma’nın sözünü etmeye çalıştığım yapısı oldu. Avcı, takımına hoca elini değdirmeye çalıştığı için Beşiktaş’a kadar yükselebildi.

Abdullah Avcı Başakşehir’den ayrıldıktan sonra eski takımın futbolcularının çoğuna transfer teklif ediliyor. Demek ki, bir hocanın çalıştırdığı takımın futbolcularını geliştirme ilkesini gerçekleştirmiş bir hocadır Avcı. Türkiye’de hocaların büyük çoğunluğu bu gerçeği kulak arkası etmektedir. Süper Lig’i göz önüne aldığımızda, otuz takımlı bir ligde, bir sezon geride kaldığında hocaların kendilerine sorması gereken soru şudur: Bu kulüpte ne bıraktım, oyuncularıma ne verdim, onlara nasıl bir gelişme imkanı tanıdım? Kanımca Avcı bu soruya gönül rahatlığıyla olumlu yanıt verebilir. Çünkü adını kimsenin bilmediği oyuncular şu anda transferin odak noktasında. Böyle bir hocanın Quaresma ile uğraşmayacağı açık değil mi?

01 Temmuz 2019, Pazartesi 15:18
YAZININ DEVAMI

‘’Ahmet Ağaoğlu'da kendini aştı!‘’

Sporumuzun önde gelen yöneticileri ile bir şekilde karşılaştığımızda, onların söyledikleri iddialı şeyleri bir yere kaydederim. “Yazılmamak ricasıyla söylüyorum” uyarısı yapılmamışsa o sözlerin bir gün önemli hale geleceğini deneyimlerimden bilirim. Çünkü insanoğlunun söylediklerini tersini yapmak gibi bir eğilimi vardır.

İstanbul Teknik Üniversitesi(İTÜ) Beden Eğitimi Bölümü kuruluşundan bu yana eğitim öğretimin bahar döneminde seminer dizisi düzenler. Onlardan birine konuşmacı olarak Ahmet Ağaoğlu’nu davet etmiştik. Ağaoğlu o günlerde Golf Federasyonu başkanıydı. Konuşması bittikten sonra başkan ile çay sohbeti yaptık. O sırada samimiyetimize dayanarak kendisine İTÜ futbol takımından söz ettim. Amatör kümede türlü sıkıntılarla yürütmeye çalıştığım takımımız için nasıl bir destek bulabileceğimizi tartışmaya açmak istedim. Birden o samimi, sevecen Ağaoğlu barut fıçısına döndü; “ben hiçbir zaman futbola bulaşmam” dedi. Belli ki golfun entelektüel tepesinden bakınca futbol ona “avam” görünüyordu. Dolayısıyla ben de konuğumuzu üzmemek için konunun üzerine gitmedim ve söylediklerimi yutmak zorunda kaldım.

Aradan yıllar geçti ve Ahmet Ağaoğlu futbola öyle bir bulaştı ki Trabzonspor’a başkan oldu. Yani 10 yıl önce söylediklerinin tam tersini yaptı. Yapmasına bir itirazımız yoktur. Ne var ki benim yadırgadığım golfun sakin ortamından gelip gürültülü futbol ortamında herkesten daha üst perdeden ses çıkarmaya çalışmasıdır. Özellikle hakemler ve rakipleri üzerine söylemleri tehlikeli, futbolcularına ilişkin yorumları komiklik ötesi bir komedidir.

Ersun Yanal’ın “Biz şampiyon olacağız” sözlerine gösterdiği tepkiyi “rakiplere saygısızlık” olarak değerlendirmesi son derece yerindedir. Ama bu kadar çok kulüp başkanı varken ve Ağaoğlu futbol dünyasının en yeni üyelerinden biri olmasına karşın her konuda konuşmaya kalkması sesini de görüntüsünü de çabuk eskitir.

Abdülkadir Ömür’ü Mbappe il kıyaslaması kuşkusuz Trabzonspor yandaşlarının hoşuna gitmiştir. Zaten konuşmasının asıl amacı da tribünlere mesaj göndermek içeriklidir. Abdülkadir gelişmekte olan iyi bir futbolcu olabilir. Ama henüz kendisini kanıtlamış değil. Abdüllkadir 10 yılı aşkın bir süredir hiçbir uluslararası turnuvaya gidemeyen milli takımımızın yedek oyuncularından biridir. Mbappe ise 2018’de Rusya’da oynanan Dünya Kupası şampiyonu Fransa’nın en iyi iki oyuncusundan biridir. Yani Abdülkadir henüz yereldir. Son oynadığımız İzlanda maçında 35 yaşındaki rakip oyuncunun karşısında Yusuf Yazıcı’nın fiziksel olarak nasıl çaresiz kaldığını gördük.

Sporun tüm dallarında fizik kalite giderek daha da önemli hale geliyor. Trabzonspor’un iki genç oyuncusu da henüz evrensel boyutlara ulaşmış değiller. Başkanın söylediği abartılı sözler onlara da zarar verebilir. Zamanında Yusuf Erdoğan’da en az onlar kadar önemli bir çıkış yapmıştı. Ama sonrasında neredeyse dağıldı, şimdilerde yeniden toparlanmaya çalışıyor ki, ikisinden de aşağı değildi. Başkanların görevleri arasında oyuncularının performans düzeyini belirlemek yoktur. Ayrıca genç oyuncuların önümüzdeki yıllarda başına neler geleceği de belli değildir. Eğer Abdülkadir’e önerilen paralar gerçekçiyse hiç durmayın, gönderin derim…

27 Haziran 2019, Perşembe 13:39
YAZININ DEVAMI

‘’Ersun Yanal ilkelerinden ödün mü veriyor?‘’

Memleketin en tepe noktasındaki yöneticilerinden yerel idarecilere kadar herkes, uzun yıllardır popüler kültürün cazibesine kapılmışken sporun, futbolun içindeki etkin insanların bu değişimden etkilenmemesi olası mıdır? Kuşkusuz, popüler kültürün yıllardır kulaklarımıza fısıldadığı söylemler hepimizde kulak dolgunluğu oluşturmuştur. Bu kültürün etkisini azaltmak ilkelere bağlılıkla mümkün olabilir.

Yanal tribüne mi oynuyor?

Sözü Ersun Yanal’ın yeni sezona ilişkin değerlendirmelerine getirmek istiyorum. Yanal’ın bir kısım medyaya yansıyan “Biz şampiyon olacağız, diğer takımlar kendi aralarında sıralamayı belirlesin” sözleri ne Fenerbahçe gibi büyük bir camianın başındaki teknik direktöre ne de bireysel olarak Yanal’a yakışır. Çok yakından tanıdığım Ersun Yanal’ın bu tür sözleri söyleyebileceğine inanmak istemiyorum. Ancak söylediğini varsaysak bile buna “popüler söylem etkisi” deyip geçiştirebiliriz.

Yanal sistem adamı olmaktan uzaklaşıyor mu?

Ne var ki spor biliminin verilerine tutunup, bugünlere gelmesinde önemli bir etkeni ilkesel olarak yok sayma noktasına gelen Yanal’ın “bilimden uzaklaşma” çabası bu konuda ödün vermeyen biz akademilileri rahatsız etmektedir. 22 Haziranda 40. mezuniyet gününü kutlayan spor akademililerin içinden çıkıp kendi yerini bilimle değil popüler kültür ile sağlamlaştırmaya çalışan Yanal “sistem adamı” olmaktan “düzen adamı” olmaya doğru hızlı bir evrim geçirmiştir.

Topuk Yaylası’na neden gidiliyor?

Çok uzun yıllar değil, 2014-15 sezonunda Fenerbahçe’nin başındayken Başkan Aziz Yıldırım’ın baskılarına boyun eğmeyerek takımı Topuk Yaylası’na götürmemiştir. Antrenman biliminin verileri ona yol göstermiş dolayısıyla deniz seviyesinden yaklaşık 1000 metre yükseklikteki bu tesis kısa süreli çalışmalar için futbol takımlarına uygun olmadığı konusunda büyük olasılıkla Aziz Bey ikna edilmişti. Sonuçta Fenerbahçe o sezonu şampiyon bitirdi.

Comolli bile Topuk Yaylası’na karşı çıkmıştı

Geçen sezonun başında Damien Comolli’nın, Topuk Yaylası’ndaki sezon başı antrenman programına karşı çıkmasına karşın o günkü teknik direktör Hollandalı Phillip Cocu takımı Düzce’ye götürdü. Yeni transferlerin medyaya tanıtımı orada yapıldı. Futbolda başarıyı etkileyen birçok faktör var kuşkusuz. Ancak başarısızlığın nedenlerinden biri Topuk Yaylası’nda yapılan “kısa süreli” antrenmanlar olabilir. Bu konuyu en iyi bilen teknik adamlardan biri Ersun Yanal’dır.

Yanal bilimden ödün veriyor

Peki, Yanal neden en azından uzun süre değişmez olan bilimsel ilkelerden ödün veriyor? 1 Temmuz’da sezon açılıp 3 Temmuz’da Topuk Yaylası’na varılacak programa karşı çıkmıyor? Kulübün içinde bulunduğu ekonomik nedenlerle mi, yoksa “Fenerbahçe’nin başında ne kadar uzun süre kalabilirsem o kadar iyi olur” düşüncesiyle mi? Eğer ikincisi önemseniyorsa Yanal’ın Topuk Yaylası dönüşü ve lig başında işi çok ama çok zor olacak...

24 Haziran 2019, Pazartesi 13:44
YAZININ DEVAMI

‘’Emre Belözoğlu'nda bir bit yeniği mi var?‘’

Mallorca’da otel odasında toplantı

Galatasaray’ın 2000 yılının 20 Mayısında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da UEFA Kupası’nı kazanması yolunda önemli engellerden biri İspanya’nın Mallorca takımıydı. 20 Mart 2000’de Mallorca adasında oynanan maçı ben de yerinde izledim Fanatik adına. Maç oynanmadan önce Emre üç arkadaşıyla birlikte otel odasında toplanırlar. Belözoğlu yıllar sonra TRT Diyanet’te(2015) o toplantıyı anlatır: “Mallorca maçı öncesi odada dört oyuncuyuz. İsimlerini söylemeyeyim. O gün odada bulunan diğer ağabeylerle birlikte dua ettik. Namaz, tespih işte… O gün maçı dört golle biz kazandık. Golleri de odanın içindeki dört kişi attı.”

Galatasaray maça son derece kötü başlayıp ilk yarıda kendi sahasından çıkamamasına karşın 44. dakikada Arif Erdem’in golüyle soyunma odasına önde gitti. Basın tribününde maçı birlikte izlediğimiz rahmetli Coşkun Özarı’nın bana “Metin bu gol yetmez. Bunlar ikinci yarı bizi dağıtırlar” dediği hala kulaklarımdadır. Ne var ki Galatasaray 48. Dakikada Ermer Belözoğlu ile skoru 2-0’a getirdi. Sonrasında maç adeta koptu. Odadaki dörtlüden ikisi ilk iki golü diğerleri de so iki golü atmıştı; Hakan Şükür ve Okan Buruk…

DGM’de Fetullah sorgusu…

Bu dört oyuncunun malum terör örgütünün başı ile bağlantısını bilmeyen yok. Golleri atanın ikisi yurt dışına kaçtı. Emre Belözoğlu ve uzantıları da ya aldatıldık ya da “vatana hayırlı işler yaptığını sanıyorduk” şeklinde, deyim yerindeyse “kıvırarak” kendilerini kurtardılar. Emre Belözoğlu’nun 30 Aralık 2003’te Fetullah Gülen propagandası yapmaktan ötürü Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde sorgulandığını biliyoruz. Işık Okulları’na yardımları da işin bir başka yönü… Daha önemlisi Emre Belözoğlu’nun imam nikahını kıyan FETÖ’cü Sait Alpsoy, Emre Belözoğlu’nun evindeki toplantılara hocalık yapar. Eski Fenerbahçeli Bekir İrtegün o toplantıların ayrıntılarını savcılara verirken içeri alınıyor ama bir güç ev sahibi Emre’yi kurtarıyor…

Gene de bunların hepsini bir kenara koyabiliriz. Çünkü genç insanlar yanılabilir, tuzağa düşebilir… Peki, Emre Belözoğlu’nun yaşı kemale erdiği günlerde ortaya koyduğu sporun hiçbir yanı ile bağdaşmayan davranışlarına ne diyeceğiz?

Belki de sicili en bozuk Türk futbolcu

Newcastle’da oynarken siyahi oyunculara karşı ırkçılık yaptığını bilmeyen yok. Maç anında rakibine doğru gırtlak kesme işareti yaptı, Muhabir dövdü, kendini eleştirenleri hedef alan yumruk hareketini Basın Tribünü’ne yöneltti. Şimdilerde o yumruğu hatırlayan yok her nedense…

Neredeyse futbola özgü bütün ilişkileri kırıcı, dökücü, kavgacı, ırkçı ve şiddet içeren bir futbolcunun Fenerbahçe gibi bir büyük camiaya vereceği ne olabilir? Seçilmiş kişi neden Mehmet Topal değil de Emre Belözoğlu olabiliyor. Mehmet Topal’da Galatasaray’da parladı, İspanya’ya gitti ve Fenerbahçe’ye döndü.

Emre’ye var da Mehmet’e neden yok?

Topal’ın futbol hayatı da özel yaşamı da ter temiz. Üstelik Fenerbahçe’de ihtiyaç neredeyse orada oynadı. Benim ikisiyle de bugüne değin bir merhabam olmadı. Ne görüyorsam onu değerlendiriyorum. Mehmet Topal kulüpten uzaklaştırılmaya çalışılırken, uzaktakine yol neden yakın edilir? Hiç hak etmediği halde Milli takıma alınıp parlatılıp, gündeme oturtulmasının altında ne var? Bu kuşku beni öldürürse hiç şaşırmayın!

19 Haziran 2019, Çarşamba 21:19
YAZININ DEVAMI

‘’Duhan Aksu'nun hatırlattıkları…‘’

Fenerbahçe altyapısından yetiştikten sonra İstanbulspor’a transfer olup yeni sezon öncesinde Fransa takımı Lill ile ön protokol imzalayan Duhan Aksu’nun Fanatik’e, Zafer Büyükavcı aracılığı ile söyledikleri futbol dünyamızda ses getirdi. Dostum Cem Dizdar TRT’deki programında “hiç kimsenin söyleyemediklerini söyledi” deyince bu yazıyı kaleme almak şart oldu.

Futbolcunun kondisyonel yeteneklerini bilen var mı?

Özünde “hiç kimsenin söyleyemedikleri” yerine “unuttuklarımızı hatırlattı” denilseydi daha doğru olurdu, bu konuda yıllardır söylenenlere de haksızlık edilmezdi. Yabancı futbolcu mezarlığına dönüştürülen liglerimizde asıl değerler gerçekten unutuldu. Duhan Aksu’nun “atletizm gördüm” demesinin altında yatan gerçek futbolcuların kondisyonel yeteneklerinin(sürat, kuvvet, dayanıklılık, sprint kuvveti…) Türkiye’de gerekli ilgiyi görmemesidir. Bizde teknik adamlardan tutun da yorumculara kadar en çok çalım yapan oyuncunun en yetenekli olduğu sanılıyor. Çoğu yorumcu yeteneğin anlamını tam olarak bilmeden “yetenekli” ya da “düz” futbolcu yaklaşımıyla ayrımcılık yapıyor. Bu satırların yazarı tarafından dilimize kazandırılan “kondisyonel yetenekler” terimi ısrarla vurgulanmasına karşın deyimin içeriğini anlamayanlar tarafından kulak arkası edilmiştir.

Futbola özgü atletizm yeni mi?

Oysa jimnastik sporun anası, atletizm ise babasıdır klasik yaklaşımı benim yaşımdan da eskidir. Yani hangi spor dalı ile uğraşırsanız uğraşın o spora özgü jimnastik ve atletizm hareketlerini uygulamanız gerekmektedir. Duhan Aksu’nun anımsattığı futbola özgü atletizmin ne kadar eski olduğunu somut şekilde anlatabilmek için yaşanmış bir örneği sizlerle paylaşmak isterim.

Sadece top becerisi yeter mi?

Atilla Özalp 12 yaşında Fenerbahçe’nin seçmelerine katılır. Fenerbahçe alt yapısının başında Eskişehirspor efsanesini yaratan Abdullah Gegiç vardır. Seçmeye katılanlara önce çift kale maç yaptırılıyor. Çiftkaleyi dışarıdan izleyen Gegiç henüz oyunun başında “şu sarı çocuğu bana getirin ” der. Atilla, Hoca’nın yanına vardığında Gegiç şunları söyler” Aferin oyunun iyi. Üç gün sonra ikinci aşamayı yani atletizm seçmelerine katılmayı hak ettin “.

Yusuf Yazıcı yaşlı İzlandalı’nın peşinden koşarken…

Atilla bu söylenenlere hiçbir anlam veremez. Üç gün sonra gittiği ikinci aşamada 50 ve 100 metre koşular, yüksek atlama, uzun atlama ve dikey sıçrama testlerinin hiç birinde gerekli olan dereceleri tutturamaz. Gegiç Hoca sarışın çocuğu yanına çağırıp “Sen alt liglerde futbol oynayabilirsin. Ama biz Fenerbahçe’yi uluslararası düzeyde temsil edebilecek futbolcular arıyoruz” diyerek sarışın çocuğu semtine gönderiyor. O da semtinin takımı olan Üsküdar Anadolu’da(bugünkü konumuyla birinci lig) oynayıp İstanbul Teknik Üniversitesi öğrencisi de oldu. Trabzonspor başkanı Ahmet Ağaoğlu’nun paha biçemediği Yusuf Yazıcı’nın koşuda 35 yaşındaki İzlandalı futbolcu ile baş edememesi bana sarışın çocuk Atilla Özalp’in dramını anımsattı.

Duhan Aksu’nun söylediklerini 45 yıl önce öğrendik

Abdullah Gegiç’in Fenerbahçe’de uyguladığı bu gerçeeği biz 45 yıl önce spor akademisinde öğrenmiştik. Ne var ki Türk futbolunda hakim olanlar bizlerin yolunu keserek, bizleri futbolun içinde barındırmayarak futbolumuzun doğru bilgilerle donanmasına ve dolayısıyla gelişmesine engel oldular. Bugün Türkiye Futbol Federasyonu’nun eğitim alanında görevli bütün çalışanları eski futbolcu. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor’da futbolu bırakmış eski oyuncular politik olarak seçilmiş durumda. Futbol eğitiminin eski futbolcularla yürütülebileceği yanlışına öylesine kendimizi kaptırmışız ki, Duhan Aksu futbolda atletizmi görünce “futbol dünyamızın çağ dışı” olduğuna vurgu yapmış. Yeni olmasa da Zafer Büyükavcı ve Duhan Aksu’ya konuyu güncelledikleri için teşekkür etmeliyiz. Yeni seçilmiş federasyon başkanımız Nihat Özdemir bu gerçeğe el atar mı acaba?

16 Haziran 2019, Pazar 12:26
YAZININ DEVAMI

‘’Balıkçıya balık tutmayı öğretmeliyiz…‘’

İzlanda’nın balıkçılık ve küçükbaş hayvan üretiminin dışında her ihtiyacını dışarıdan giderdiğini, bu ülkeye 1989’da gittiğimde öğrenmiştim. O günlerdeki kişi başına düşen ulusal gelirleri de 30 bin doların üzerindeydi. Daha sonra ülke ekonomik olarak çökünce öz kaynaklarına döndüler. Bugün milli futbolcularının büyük çoğunluğu ülke dışında oynuyor, İngiliz futbolunun bir benzerini oynamaya çalışıyorlar. Fransa gibi bir futbol devini rahatça yendiğimiz halde, İngiliz futbolunun basit bir uygulamasından öteye geçemeyen İzlanda karşısında hep sorun yaşıyoruz.

Üstelik bu sorunlar futbol boyutunu da aşıyor zaman zaman. 1989 yılında Cumhuriyet gazetesinde yazıyordum. İzlanda ile İtalya 90’ın grup maçlarından biri için karşı karşıya gelecektik. Başkent Reykevik’in 40 kilometre uzağındaki Keflavik Havaalanı’na indiğimizde bir Air Bus uçağı dolusu Türk’ün valizleri ortada yoktu. Hepimiz İstanbul’un Eylül sıcağından, kısa kollu giysiler ile sıfır derecedeki İzlanda’ya inip bavullarımızın kaybolduğunu öğrendiğimizde na yapacağımızı şaşırdık.

Ne var ki İzlandalı yetkililer bizi adanın soğuk havasında etkilenmemize engel olma çabası içinde otelimize ulaştırdılar. Yanlışlıkla Cenevre’ye giden bavullarımız ise üç saat sonra bize ulaştırıldı. İşe komplo teorisi üreterek başlarsanız bu gelişmeler için her şey söylenebilir. Ancak İzlandalı yetkililerin özel çabasını görünce “insanın olduğu yerde hata da olur yanlışlıkta” deyip geçtik. 1989’daki maçı da 2-1 kaybedip, İtalya 90 umudumuzu orada bırakmayı havaalanında yaşananlara bağlamadık.

Elbette ki, kafilemize yapılanların tutulacak bir yanı yok. Bir sporcu kafilesine, ülkemizin gözbebeği konumundaki Ulusal takımımıza yapılan çirkin uygulamanın da sporun ruhuyla ilişkisi yoktur. Bu çirkinliği maçın önüne alıp yenilgimizi havaalanı psikolojisi ile ilişkilendirmekte anlamsız. Bize garip ve hatta onur kırıcı gelen davranışlar Avrupalılar için normal karşılanabilir ya da o andan eğlence çıkarmak için mikrofon yerine fırça uzatılmış olabilir. Bu fırçanın 2005 yılında İsviçre Ulusal takımına maçtan sonra uygulanan şiddetin baş sorumlusu, bir başka maçta rakibine gırtlak kesme hareketi yapan, adı ırkçılıkla anılan ve bütün bunlara karşın milli takıma çağrılıp kaptanlık kolluğu teslim edilen Emre Belözoğlu’na yapılması bir yazgı mı yoksa rastlantı mıdır?

2005’teki o maçtan sonra da, Fanatik’te yazdığım köşemde “önce kendimize bakıp, kendi düşünsel dünyamızı temizlemeliyiz” demiştim. Bugün de benzer bir söylem ve Gandi’nin o ünlü sözüyle durum tespiti yapmak istiyorum: “Göze karşı göz isterseniz bir gün dünya kör olur”. İzlanda ile oynayacağımız rövanş maçına Türk konukseverliğinin en güzel örneğini vererek hazırlanmalıyız. Bu konukseverliğin bayrağını da en önde Şenol Güneş taşımalıdır. İşte o gün İzlanda balıkçısına balık tutmayı öğretmiş oluruz.

13 Haziran 2019, Perşembe 13:38
YAZININ DEVAMI