‘’Pas oyunu nedir, ne değildir?(2)‘’
Guardiola, La Masia’dan yetişen altyapı oyuncularından iki şey istiyordu; oyun felsefesi ve disiplin. Herkese eksiksiz bir bağlılığı da şart koşuyordu. Her oyuncuya ideal kilosunu koruması bakımından ödünsüz direktifler verdi. Buna uymayanlara verilecek cezalar da anlatıldı. Antrenmanlara ya da toplantılara geç gelen oyuncular 500’er Euro ceza ödemek zorundaydı. Bütün yeteneğine karşın, sık sık geç kalan Alyaksandr Hleb takımdan gönderildi. Takım birliğini bozduğu düşünülen Ronaldinho satıldı. Daha sonra uyum gösteremeyen Samuel Eyo’o ve Zlatan İbrahimovic piyasa değerlerinin çok altında ücretlerle takımdan gönderildi.
Xavi o günleri şöyle anlatıyor: “Artık küçük ayrıntılar çok büyük önem taşıyor ve psikolojik açıdan Pep’in yönetiminde bir yüksek lisans yapıyoruz. Her şey kontrol ediliyor ve çok iyi hazırlanıyor. Strateji, taktik ve rakiplerin bize karşı nasıl oynayacağı konularına çok kafa patlatıyoruz.”
Victor Valdez, Carles Puyol, Gerard Pique, Sergio Busqets ve Xavi, hepsi La Masia’dan çıkmış Katalan oyunculardı. Pedro, Messi, Andreas İniesta ve Tiago Alcantera ise özel olarak izlenip çok genç yaşta transfer edilmişti. Guardiola ve onun yerine gelen Tito Vilanova’da dahil olmak üzere teknik heyetin çoğu da La Masia’nın ürünüydü.
Bütün bu altyapı ürünü oyuncular Barcelona okulunun temel felsefesi olan ver-kaçlı oyunun erdemlerini çok küçük yaşlarda öğreniyorlardı. Diğer takımlar Barcelona’yı taklit etmeye çalışıyorlar, şu sıra bizim büyük takımlar da onların kötü bir taklidini yapmaya çalışıyorlar ama unuttukları bir şey var: Guardiola’nın Barca’sı Avrupa’daki rakiplerinden bile otuz yıl öndeyken bizim pas oyunu peşinde koşan hocalarımız ve takımlarımız ne kadar geridedir? Topa yüzde 70-80 oranında sahip olup da rakiplerine yenilen takımlarımız pas oyunu konusunda şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerekmez mi? Pas oyununu ve felsefesini yerleştirebilmek için bir kalemde dünyanın en iyi üç oyuncusunu takımdan uzaklaştıran Barca’nın yanında Beşiktaş’ı düşünün. Asla pas oyunu oynayamayacak olan Quaresma’yı iki yılda ancak gönderebildiler.
Pas oyunu nedir, ne değildir? Pas oyunu oynamak takım olarak farkındalık ister. Farklı niteliklere sahip tüm oyuncular istisnasız sahadaki görevlerinin farkında olmak zorundadır. Bu görevlerin tümünü uygulayabilecek taktik disipline uymak da olmazsa olmazdır.
Barcelona okulunun felsefesi özünde basitti: Futbol dünyasında sadece bir sır vardır; top ya bizdedir ya da değildir. Topa sahip değilsek onu geri almak zorundayız. Çünkü ona ihtiyacımız vardır. Bu eylemi de beş saniye içerisinde gerçekleştirmek zorundayız. Barcelona okulu, top onlara gelmeden etrafını görmeyi, çevresinde kimlerin olduğunu görmeyi, saniyenin onda biri kadar sürede bir kesme vuruşla ya da bir yumuşak pasla topun dolaşımını sağlamayı öğretir. Okuldaki eğitimin temel noktalarından biri de şudur: Eskisinden daha yoğun şekilde, topsuz alan hareketliliği ile rakip forvetleri kontrol altına alacak savunma oyuncularının, daha pas ayaktan çıkmadan tuzağa düşürecek kadar iyi bir teknikle alan yaratmak ve bu alandan yararlanmak…
Tiki taka’nın hücumdaki ana fikri hep pozisyonu doğru korumak, her zaman olmanız gereken yerde olmaktır. Dinamizm ve hareketlilik olacak ama yeri boşalan birisinin yeri bir başkası tarafından doldurulacaktır. Böyle olunca top kaybedildiğinde bile rakibin karşı atak yapması zorlaşacaktır. Diziliş bozulmadan hücum yapılırsa top yitirildiğinde, topu alan rakip oyuncuyu durdurmak da kolaylaşır.
Bizim takımların ve hocaların sorunları da bu noktadan başlıyor. Pas oyunu konusunda anlamlı bir temel eğitimi olmayan oyunculara tiki taka’nın kötü bir taklidini yaptırmaya çalışınca, yitirilen toplar ya kalenizde gol pozisyonu oluyor ya da gol ile sonuçlanıyor. Yaklaşık yüzde seksen oranında topa sahip olup da maçı kaybetmek sorunun nerede olduğunu gösteriyor zaten. Futbol gerçekçi bir oyundur, hataların üstü örtülemez…
‘’Pas oyunu nedir, ne değildir?‘’
2011 Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona, Manchester United’i 3-1 yenerken futbol olarak da perişan etmişti rakibini. Maçtan sonra United teknik direktörü Sir Alex Ferguson “kimse bize böyle esaslı bir dayak atmamıştı. Teknik direktörlük kariyerimde gördüğüm en iyi takım” demişti.
Ferguson’a “dünyanın en iyi takımı” dedirten Barcelona çok doğaldır ki birden bire ortaya çıkmadı. Birkaç büyük oyuncunun aynı anda aynı yerde bulunmasının ya da vizyon sahibi bir teknik adamın devrim yapmasının bir sonucu da değildi Barcelona gerçeği.
Dönüp geriye baktığımızda Barcelona’nın, dünyanın en iyi takımı unvanını alması yaklaşık kırk yıllık bir uğraşın sonucudur. 1960’lı yılların başı Barca’nın karanlık yıllarıydı neredeyse. Bu dönem Johan Cruyff’un takıma katılmasıyla son buldu. 1973-74 sezonnda Bernabau’da oynanan Clasico’da Barcelona, Cruyff’un öncülüğünde Real Madrid’i kendi evinde 5-0 yenerek adeta dağıtmıştı.
Maçtan bir hafta sonra Barca dergisinde çıkan yazıda “Cruyff sadece takımın geri kalanı için oynamakla kalmayıp takımını da oynatıyor” deniyordu. Bu büyük başarıya karşın 1978’da başkan seçilen Josep Luis Nunez, Cruyff’un önerisiyle “La Masia” denilen o ünlü futbol okulunun temelini attı.
Barcelona’nın dünyaya tanıttığı pas oyunu yani tiki-taka denilen oyunun temeli de La Masia’da atıldı. Tiki-taka deyimini ilk olarak koyu bir Bask milliyetçisi olan Javier Clemente ortaya atmıştı. Ancak kendisi, direkt futbol oynamak tarzını seçip salt pas yapmak için pas oyunu oynamayı hor görmüştü. Büyük bir olasılıkla Clemente pas oyununun ne olduğunu, nasıl oynanması gerektiğini ve bunu uygulamak için uzun zaman gerektiğini biliyordu.
Bugün bizim ligimizde pas oyunu adı altında pas aldatmacası yapan takımlarımızın hocalarının Clemente’den esinlenmesi gerekirse hemen direkt futbola geçmeleri gerekmektedir. Başta Beşiktaş olmak üzere pas yapmak için top dolaştıran takımlarımız gol yemekten kurtulamıyorlar. Hem de pas yaparken kaptırdıkları toplardan sonra…
Oysa Barcelona’nın oynadığı tiki-taka bir “ver-kaç” oyunudur. Bu uygulama her yapılışında bir ya da birkaç rakip oyundan düşürülür. Doğaldır ki böyle bir oyun yapısı da birkaç yılda ortaya çıkmıyor. Beşiktaş’ta dört yıl çalışmasına karşın Şenol Güneş bile bu oyunun yanına bile yaklaşamadı.
Cruyff’un oyuncu olarak Barcelona’ya büyük katkısı oldu. Ancak teknik direktör olarak yarattığı etki bundan çok daha büyüktü. Barcelona’ya teknik direktör olarak döndüğünde başkan Nunez’e önerdiği La Masia’nın meyvelerini verdiğini gördü. O günleri şöyle anlatıyor Johan Cruyff: “Oraya gittiğimde altyapıdan yeni bir oyuncu kuşağının yetiştiğini gördüm ve A takıma katılmaya hazır haldeydiler. Her beş altı yılda bir gerçekleşen bir döngünün sonuna gelinmesi altyapı üretiminin sonucuydu.”
2008 yılına gelindiğinde Cruyff’un önerisiyle takımın başına geçen Rijkaard, Barcelona teknik direktörlüğünden ayrılınca, 1996’da takımın başında olan Bobby Robson’un tercümanlığını yapan Jose Mourinho’nun adı geçiyordu teknik direktörlük için. Ancak sportif direktör Begiristain bu transferi veto etti. Felsefeyi kişilerin üstünde tutmak doğrultusunda öz kaynağa yönelerek o sırada henüz 37 yaşında olan ve sadece Barcelona’nın 3. Lig takımını yönetmekten başka kariyeri olmayan Pep Guardiola’yı getirdi takımın başına. Guardiola’da Cruyff’un önerisiydi…(sürecek)
‘’Oyun tartışılabilir ama sonuç iyidir…‘’
Club Brugge ile Galatasaray’ın karşı karşıya geldiği Şampiyonlar Ligi maçı tahmin edildiği ve beklendiği gibi başladı. Belçika temsilcisinin ileri uçtaki çabuk ve atletik oyuncuları Dennis,Okereke ve Diatta’nın, Galatasaray savunmasının arkasına yaptıkları koşular ve de orta alanda gerçek bir yıldız olan Vaneken’in gösterişli oyunu…
Bu oyun yapısı doğal olarak Galatasaray’ı kendi sahasına itti, ilk dakikalardaki rakip baskısını bu şekilde etkisiz kılmaya çalıştıktan sonra oyunda dengeyi sağlayıp çok pas yaparak, ilk yarıda topla daha fazla oynayan hatta pas üstünlüğünü de elinde tutan takım oldu. Brugge’ün ilk yarıda üç kez gol pozisyonu yaratmasına karşın bu devrede rakip kaleci ile karşı karşıya kalacak kadar değerli gol durumunu Galatasaray yakaladı. Babel kalitesinde ve deneyiminde bir oyuncunun deyim yerindeyse gözünü kapatıp çektiği şutu kaleciye çarptırması şanssızlıkla açıklanamaz. Kaleci Mignolet’in sol tarafındaki boşluğa yapılacak her türlü vuruş gol olabilir ve Galatasaray maçın gidişatını değiştirebilir, rakibine göre deneyimli oyunculara sahip olduğu için oyunu istediği gibi yönetebilirdi.
Maçın ikinci yarısı da ilk devrenin bir benzeri olarak başladı. Dakikalar 65’e yaklaştığı sırada Brugge üç önemli gol pozisyonu yaratmıştı. Bunların üçü de gol olabilecek nitelikteydi. Ancak savunmanın verdiği açıkları Muslera kurtarışlarıyla kapattı. Son derece hızlı ve genç forvetlere sahip bir takıma karşı defansın arkasında derin boşluklar bırakmak doğru muydu, tartışılır. Bu forvetlerin vuruş becerilerinin sınırlı olması ve Muslera’nın topa karşı “tepki kuvveti”nin yüksekliği Galatasaray’ı ayakta tuttu.
Maçın son dakikalarına doğru Nzonzi’nin eline çarpan topta iki önemli nokta vardı. Birincisi Şampiyonlar Ligi VAR’ının pozisyonu çok çabuk sonuçlandırması ikincisi ise bu pozisyonda bizim VAR hakemlerimizin büyük çoğunluğunun penaltıya hükmedecek olmasıydı. Top oyuncunun eline çarptı ama el doğal konumundaydı. Sonuç olarak Galatasaray’ın oyunu tartışılabilir ama Şampiyonlar Ligi’ne deplasmanda bir puan ile başlamak önemlidir. Bir diğer önemli konunu şimdiden altını çizmeliyiz: Brugge İstanbul’da daha tehlikeli bir takım haline gelebilir…
‘’Milli takım oyununu geliştirmeli ama nasıl?‘’
Ulusal takımın geçmişine yolculuk yaptığımızda, iskelet kadronun belli takımlardan kurulu olduğu dönemlerde başarı düzeyinin arttığı görülebilir. Bu anlamda zirve yaptığımız dönem Galatasaray ağırlıklı takıma denk düşer. Bilindiği gibi, Galatasaray’ı Avrupa şampiyonluğuna taşıyan kadro Ulusal takımın da iskeletini oluşturuyordu ki o ekip dünya üçüncülüğüne kadar ulaştı ve futbolcuların tamamına yakını Türkiye Ligi’nde oynuyorlardı. Tarihinde ilk kez dünya şampiyonu(2010) olan İspanya milli takımının 23 kişilik kadrosunun 20 oyuncusu La Liga’da oynuyordu.
Futbol oynamaya yatkın, özellikle işin etik yönüne özen gösteren yeni bir kuşak yakaladığımız konusunda hepimiz hemfikiriz. Bireysel olarak ele aldığımızda her futbolcumuz kaliteli ve gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da önemli takımlarda oynuyorlar. Ancak çok değişik takımlardan bir araya getirilen oyuncularda duygu ve düşünce birlikteliyi yaratmakta zorlandığımız Andora maçında net biçimde ortaya çıktı. Ulusal takımın kadrosunda Türkçe bilmeyen oyuncular bile var.
Dünya sıralamasında son sıralarda bulunan bir ülkenin milli takımına karşı yüzde 85 oranında topa sahip olduğumuz halde, karşılaşmayı bir son dakika golüyle kazanmanın ana fikri “top ile nasıl oynandığı” olmalı. Alanın dörtte üçlük bölümünü bize bırakıp sadece kendi ceza alanı etrafına kümelenen bir rakibi yenmenin en etkin yolu şut pozisyonları hazırlamak ve kanatlardan orta yapmak yerine, içe kat eden oyuncuları topla buluşturmak olmalıydı.
Beşiktaş teknik direktörü Abdullah Avcı çok haklı olarak siyah-beyazlıların Antalyaspor maçını örnek vererek belki de Şenol Güneş’e gönderme yapıyordu. Şöyle demişti Avcı: “Beşiktaş geçen sezon Antalyaspor maçında 56 orta yaptı ama maçı 3-2 kaybetti.” Buradaki anahtar nokta da ortayı karanlığa şişirilmiş toplar olarak değil de arkadaşına pas olarak vermektir.
Andora nüfus bakımından İstanbul’un bazı ilçelerinden bile küçük. Ancak bu küçük ülkenin temsilcisi sonuna değin mücadeleyi elden bırakmıyor ve büyük ülkelerin futbolcuları kadar koşuyor, rakibi bozabiliyor, bulduğunuz pozisyonlarda sizi rahatsız edip dengesiz vuruşlar yapmanıza neden olabiliyorlar. Değişen futbol dünyasında koşmanın hangi boyutlara geldiğini somutlaştıracak olursak şu örneği verebiliriz: Bugün liseler düzeyinde elde edilen koşular 1908 Londra Olimpiyatlarında elde edilen derecelerden daha iyi.
Öyleyse dünyanın en iyi takımları kadar koşacaksınız ve o koşunun üzerine de topla çok oynamak yerine “yerinde ve zamanında” oynamanın yollarını bulacaksınız. Medyamız maçtan sonra Emre Belözoğlu’nu yere göye sığdıramamış. Peki, bugünkü koşu temposuna 39 yaşına giren bir oyuncu nasıl ayak uyduracak? Onun düşük temposunu kapatmak için diğer oyuncular aşırı çaba göstererek yaratılan pozisyonlarda güç kaybı yaşayabilirler mi? Emre’yi yüzler kulübünün üyesi yapmak için Andora karşılaşması bir fırsat olarak mı görüldü?
‘’Büyük maçtan yansıyanlar…‘’
Doğrusunu isterseniz ne Fenerbahçe’den ne de Trabzonspor’dan Pazar akşamki büyük mücadeleyi beklemiyordum. Takımların futbolcu kalitesi bir yana sezon başı sıkıntılarının daha fazla hissedilebileceğini düşünüyordum. Ancak Fenerbahçe iyi oynadı, Trabzonspor’da rakibine karşı koymayı bildi.
Oyunun içinde zaman zaman çok kaliteli hareketler oldu. Örneğin Fenerbahçe’nin attığı gol… Kruse’nin savunma arasına delici koşusu, pası veren Rodrigues’in doğru yere koşusu birinci sınıf bir golün oluşmasına neden oldu. Gol çok basitmiş gibi görünebilir. Ancak Latinlerin “güzellik basitliktedir” sözünü anımsatacak kadar basitlikten güzellik çıkarttılar.
Fenerbahçeli Jailson olağanüstü oynadı. Karşısındaki Ekuban ile baş etmek hiç de kolay değildi. Ancak her defasında rakibini yakalamasını bildi. Dünkü maçta bir an Ekuban-Sadık Çiftpınar eşleşmesini düşündüm. Fenerbahçe adına facia olurdu. Geçen yıl Fenerbahçe’nin aşağılarda neden çile çektiğinin karşılığını da gösterdi dünkü karşılaşmanın savunma başarısı...
Trabzonspor’un kalecisi Uğurcan’ın kurtarışları takıma büyük bir direnç ve güven veriyor. Bu bağlamda, takım gol yemediğinde Ekuban ve Nwakaema ile rakiplerin canını hayli sıkacağa benziyor. BU ikilinin sürat ve çabukluğuna büyük bir direnç gösteren Fenerbahçe, bu sezon iyi savunma ile zirveyi zorlayacak gibi görünüyor. Ancak Uğurcan büyük bir kaleci olmaya doğru giderken gereksiz ve yersiz zaman geçirme isteğiyle bizleri düş kırıklığına uğrattı. Hiç ama hiç gerek yok!
Fenerbahçe’nin olumsuz tarafını özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz. Tandemdeki ikili arasındaki zincir bir kez koptu o da gol ile sonuçlandı. Ekuban kafayı vurduğu anda onu rahatsız edecek bir tek futbolcunun yakınında olmaması büyük bir kusurdur.
Emre Belözoğlu maça iyi başladı ancak 20 ile uzatmalarda dahil olmak üzere 47. dakika arasında topla sadece 5 kez buluştu, dört defa yan pas verdi, bir de etkisiz bir şut denemesi var. Maçın devamını getirememesi ise normal, Ersun Yanal’ın değişiklik hakkını ondan yana kullanmaması ise anormaldir.
Belözoğlu’nun maçtaki genel tavırları eskiden olduğu gibi öfke içeriyordu, maçtan sonra rakiplerine sarılması, onları samimi olarak kutlaması ise takdir edilmeli. Fenerbahçe’de Rodriuges ve Tolga’nın sonra da Ferdi Kadıoğlu’nun rakip savunma arasına yaptıkları koşular rakibi tedirgin etmek anlamında başarılıydı. Bir bakıma geçen yıl ki Galatasaray’ın oyununu anımsattılar. Ne var ki Tolga’nın seçim yanlışları Fenerbahçe’yi olası bir galibiyetten etti.
‘’Quaresma'nın sonu böyle olmamalıydı…‘’
Aslında geçen sezonun başında takımdan ayrılması söz konusu olan Quaresma, Şenol Güneş’in tribün tepkisinden korkması nedeniyle, koşulları zorlama pahasına İstanbul’da kaldı. Değişik dönemlerde tam sekiz yıl siyah-beyaz formayı giyen Portekizli için, başından sonuna değin hep karşı duran, oynadığı her maçı eleştiren tek yazarın ben olduğumu bilenler bilir.
Oynadığı kanatta bekine yardım etmeyen ve çoğunlukla forvet olarak görev yapan bir futbolcu sekiz sezonda ancak ve sadece 38 gol atabilmiş. Gazetelerin verdiği istatiksel verilere göre yaptığı asist sayısı ise 78. Quaresma tipindeki oyuncuların taç çizgisine yakın yerlerden yaptığı ortaların hiç biri asist olarak kayıtlara geçemez. Sadece bu ortalar değil köşe vuruşundan gelenler de asist olamaz. Çünkü bu iki durumda da, ceza sahasının içinde son vuruşu yapan oyuncu karşı savunmaları özel becerisiyle etkisiz hale getirerek golü atıyor. Bu bağlamda Quaresma’nın hanesine asist yazmamız için iğneyle kuyu kazmamız gerekiyor.
Değerlendirmeyi attığı goller üzerinden yaparsak, sekiz sezonda maç başına ortalama 4,5 gol atan bir oyuncunun takımına ne kadar yararlı olduğu da netleşir. Takım oyununa uyumsuzluğu, rakiplerine kasıtlı girişimlerde bulunarak gördüğü kırmızı kartlar, günümüz futbolunun gereklerini yerine getirmemesi, başına buyruk oyun anlayışı ve disiplinsizliği göz önüne alındığında da, eksi hanesi ve eksiklikleri de, oldukça kabarık.
Ancak bütün bunlara karşın, şu ya da bu şekilde Beşiktaş formasını sekiz yıl sırtında taşımış tek yabancı oyuncu Beşiktaş tarihinde. Böyle bir oyuncu ile yollar ayrılma konumuna gelindiğinde onu sıradan bir amatör oyuncu konumuna getirip tesislere girmesine bile izin verilmemesi hakça bir tutum değil kanımca. Bugünkü plaza anlayışının bir değişik yolu Quaresma’ya uygulanan. Hanı, plaza hayatında görevine son verilen çalışanın kartının iptal edilip kapı dışında bırakılması gibi bir şey yapılan…
Çalışma yeri olarak Fulya’daki suni çim alanın gösterilmesi ise bir başka saçmalık. Bana sorarsanız Quaresma, Beşiktaş’ta oynamayı hiçbir dönem hak etmedi. Ancak ona son olarak yapılanların da ne insani ne den sportif olarak bir değeri var. Bu durum futbol sınırları içindeki özyapımız oldu neredeyse. Önce baş tacı ediyoruz, sonunda ise yerin dibine sokuyoruz. Futbolcularla ya da teknik adamlarla olan ilişkilerimizin bir standardı olması gerekir. Uçlarda dolaşmaktansa ortalama bir tutarlılık hepimizin ilişkilerini kuvvetlendirebilir. Gökyüzünden yere indirilip sonra da yerin dibine sokmak bir “sportif tarz” olmamalı…
‘’Galatasaray'ın oyunu bozuldu…‘’
Henüz sezon başı… İki maçta yitirilen dört puan önemli değil! Geçen yıl, ligin sonlarına doğru sekiz puan geriden gelip şampiyon olmak gibi bir deneyime sahip Galatasaray. Ancak Galatasaray bu oyunuyla çok daha gerilere düşebilir puan açısından. Çünkü ilk iki maçta gördüğüm Galatasaray’ın oyununda ciddi bir bozulma var.
Önceki sezon İgor Tudur’dan görevi devralan Fatih Terim, Galatasaray’ın oyununda üstüne koyarak aşamalı bir gelişim sağladı. Bu gelişmenin temeli kanat oyunları üzerine kuruluydu. Sağ tarafta dönüşümlü olarak görev yapan Maicon ve Linnes’e orta alandan Feghouli katılıyor, futbol dilinde “örme” dediğimiz kısa bindirmelerle hem topu ileride tutuyor hem de rakip savunmaları delecek koşular yapılıyordu.
Sol taraftan ise, Terimin yarım sezonunda Rodrigues-Nagatomo, geçen yıl ise Onyekuru- Nagatomo ikilisi sağdaki etkinliğin bir benzerini gerçekleştiriyorlardı. Soldaki hareketliliğe Belhanda’da iyi bir destek verince Galatasaray neredeyse ezberlenmiş bir oyun ile amacına ulaşıyordu. Bu oyun yapısı öylesine otomatik hale gelmişti ki, yapıya uyma ihtimali olmayan Diagne bile düzeni bozamadı.
Galatasaray artık kanatlarda oyunu olgunlaştıramıyor. “Diagne etkisi” yetmiyormuş gibi bir de Emre Mor karmaşıklığı ortaya çıktı sağ kanatta. Fatih Terim, Emre Mor’un iyi bir futbolcu olduğunu mu zannediyor, bilemiyorum. Topla oynamayı bir Latin tarzı olarak benimsemiş Brezilya ve Arjantinli futbolcular bile onun kadar çalım atmıyor. Bu çağda böyle bir futbol uygulaması yok!
Fatih Terim elinin değdiği her futbolcuyu parlatacağını düşünüyor. Bu düşüncenin bir sakıncası yok, ancak önce futbolcu da günümüze uygun bir altyapı olmalı. Galatasaray’da iki hafta da iki oyuncunun kırmızı kart görmesi rastlantı değildir. İleride top tutulamayınca sürekli rakip kovalayan bir orta alan ve savunma yapısı ortaya çıkıyor. Rakiplerle sürekli boğuşmak zorunda kalan oyuncuların da yorgunluk ya da psikolojik nedenlerle kuraldışı davranması kaçınılmaz oluyor. Aslında oyunu kurmak zorunda olan futbolcular ne kadar çok rakip kovalarlarsa o oranda da hata yaparlar.
Fatih Terim’in bozuk oyun düzenini gözlerden uzak tutmak için, maç analizi yerine dikkatleri Falcao üzerine yöneltmesi bir teknik direktör manevrası olarak algılanabilir. Bu yapı ve düzen içerisinde Falcao gelse bile hızlı bir değişim çok zor görünüyor. Çünkü sol tarafta ne bir Rordigues ne de Onyekuru gibi çabuk, hızlı ve delici forvetler var. Babel çok iyi bir futbolcu ama öncülleri gibi rakip savunmaları bunalıma sokacak koşular yapamıyor…
‘’Şenol Güneş'in büyük tespiti!‘’
Beşiktaş’ın hazırlık döneminde eski takımının bir maçını izleyen Şenol Güneş “benden sonra hiçbir şey değişmemiş” demişti. Biz de onun bu görüşü üzerinden fikir yürütmüş kesin bir sonuca ulaşamamıştık. Siyah-beyazlı takımı Sivasspor karşısında izledikten sonra, Milli takımımızın hocasının ne demek istediği de net biçimde ortaya çıktı. Gerçekten de Şenol Güneş’ten sonra Beşiktaş’ta hiçbir şey değişmemiş!
İlk iki yılında “feda” sloganı ile kurulan sağlam yapıyı bozamayıp iki şampiyonluk kazanan Güneş son iki yılında deyim yerindeyse taş taş üstünde bırakmadı Beşiktaş’ta. Sonucunu da Sivasspor karşısında gördük. Dünyada hiçbir ülke yoktur ki Türkiye kadar fırsatlar ülkesi olsun, hiç hak etmeyenler hak etmedikleri yerlerde sefa sürsünler, sağlam bir yapıyı darmadağın ettikten sonra ülke futbolunun en tepe noktasında ödüllendirilsinler. Türkiye “fırsatlar ülkesi” nitelemesinde ABD’yi çoktan geçti!
İnsan merak edip sormadan duramıyor: Acaba, Abdullah Avcı Şenol Güneş’ın bıraktığı bozuk yapıyı göstermek için mi Quaresma, Caner Erkin, Gökhan Gönül ve Medel’i sahaya sürdu? Gördüğünüz gibi, Beşiktaş’ın yediği üç gol de bu dörtlünün değişik pozisyonlarda yaptıkları hatalar sonucunda oluştu. Her insan hata yapar. Zaten futbol hatalar oyunudur. Ancak sorun hatalarda değil yanlışlıklardadır.
Kafa olarak Beşiktaş ile bağlarını koparmış, sezon başında gönderilmeleri için her yol denendiği halde talibi çıkmayan, eşyalarını toplamışken yeniden bavul indiren Quaresma ve Medel ile maça başlamak hata değil, yanlıştır. “Bana dört genç oyuncu yeter” dedikten sonra işi bitmiş dört oyuncuyla maça başlamak hata değil, yanlıştır.
Bir önceki yazımda Johan Cruyff’un “İyi futbolcu topa bir defa dokunup nereye koşacağını bilendir” özlü sözünden bahsetmiştim. Topla her buluştuğunda topa beş defa dokunmadan ayağından çıkartmayan, nereye koşacağını bilmek bir yana top ayağında yoksa hiçbir yere koşmayan Quaresma ile nasıl sonuç alırsınız, nasıl pas oyunu oynayabilirsiniz? Benzer şekilde oynayan Ljajic ile nasıl pas oyunu oynanabilir? Ouaresma’dan, Visca olmasını beklemek hata değil, yanlıştır.
Bütün bu yanlışlıklar bir araya gelince takım tek anlamlı gol pozisyonu bulamadan 3-0 yenildi. Yenilgi bir yana Beşiktaş’ın en iyi oyuncularının genç kaleci Utku Yuvakuran ve stopere yeni transfer edilen Victor Ruiz olması anlamlı olduğu kadar düşündürücüdür de…