‘’Fatih Terim'in maç sonu konuşması…‘’
Galatasaray teknik direktörü Fatih Terim Sivasspor maçından sonra şimdiye değin pek tanık olmadığımız uzun bir konuşma yaptı. Değindiği konular çeşitliydi ancak derinliği olmayan yüzeysel konuşmalardı. Konuşmanın içinde medya mensuplarını memnun edecek hatta manşete taşınacak nitelikte konular vardı. Ne var ki çoğu tek yanlıydı ve Sivasspor’un hakkını vermiyordu.
Bir önceki yazımın başlığı teknik direktörlerin nasıl konuştuğu üzerineydi. Teknik adamların konuşmalarının teknik analiz ve bilgi içermesi gerektiğine değinmiştim. Sivasspor’un hakkını vermenin altında da bu analizler yapabilmek becerisi yatmaktaydı.
Sözgelimi, Fatih Terim Linnes’in yaptığı geri pas hatasına değinirken Yatabare’nin de hakkını vermeliydi. Çünkü golde ve oyunun genelinde yüksek toplardaki etkinlikleri ile bilinen Marcao ve Donk’un çaresiz kaldıklarını ve Yatabare’nin üstünlüğüne değinmeliydi. Max Grader’in her pozisyonda Linnes’i zor durumda bıraktığına, onun çabukluğu, çalım becerisi ve kıvraklığına önlem alamadığını da göz önüne alıp bir şekilde anlatabilmeliydi. “1,5 defa gelip iki gol attılar” diyerek kayıplar geçiştirilemez.
Öte yandan Sivasspor’un attığı ikinci golü “taçtan gol yenir mi” anlayışıyla geçiştirmek de pek anlaşılır gibi değil. Max Grader’in çektiği şutu Muslera çelince ortada kalan top sonrası futbolun doğasına özgü son derece değişik bir durum ortaya çıktı.
Galatasaray’ın iki stoperi Donk ve Marcao topa Boyd’dan en az bir metre daha yakınken arkadan gelen Sivassporlu futbolcu topa yetişti. Bu pozisyonda “sporcu futbolcu” ile sadece futbolcuların farkı ortaya çıktı. Maç sonrasında “bu maç Beşiktaş için de önemliydi” diyerek pot kırmaktan öte profesyonel futbolculuk kusuru işlese de Boyd’un sporculuğuna sözümüz olmaz.
Fatih Hoca’nın düzenli olarak hakemlerin Galatasaray’a haksızlık ettiği şeklindeki şikayetleri karşısında insan şu soruyu sormadan edemiyor: Futbolun içindeki unsurların hepsi kusursuz da bir tek hakemler mi kötü? Gazetelere yazı yazmaya başlayalı 37 yıl geçti. Bu soruyu ilk yazımda da sormuştum.
Peki, sadece hakemler hatalıysa o zaman Terim Hoca neden futbolcularının hatalarına, saha zeminine, Türkiye’deki futbol yöneticilerinin ve konuşmalarının genel durumuna değindi? Teknik direktörlerin takım kurguları, oyun anlayışları, oyuncu değişiklikleri, oyuna müdahaleleri, geliştirdikleri strateji ve taktikler, yeni konular ve değişiklikler üzerine kafa yormaları çok mu doğru, hep dört dörtlük mü?
Örneğin Mesut Özil’in kısa erimde Fenerbahçe’de oynayamayacağını, oynamaya zorlanırsa sakatlanacağını yönetici bilemez ama teknik adam bilecek. Erol Bulut bilebildi mi?
Benim bildiğim Fatih Terim en zor koşullarda bile sorumluluğu önce kendi üstüne alırdı. Son dönemlerde üstünden atmaya çalışıyor. ABD’nin 34. Başkanı Dwight D. Eisenhower 1951 yılında da NATO’nun başkanlığını yapmıştı.
Liderlik hakkındaki görüşü şöyledir: “Her liderin herkesin, gözü önünde, kendi seçmiş olduğu emrindekilerin yaptığı hataların sorumluluğunu kabul etmesi, aynı şekilde zaferleri içinse herkesin gözü önünde övgüye layık görecek kadar mütevazılığa sahip olması gerekir.”
Terim’in alçakgönüllülük konusundaki düşüncesini ve davranışlarını herkes bilir. Sorun o değil, asıl mesele kendisinin seçtiği ve sahada konumlandırdığı emrindekilerin sorumluluğunu artık almayıp, puan kayıplarında yan yollara sapmasıdır.
‘’Teknik adamlar nasıl konuşmalı?‘’
Teknik direktörlerin maçlardan sonra yaptıkları konuşmalar çok zamandır dikkatimi çeken bir konudur. Çoğu zorunluluktan dolayı baştan savma konuşmalar yaparken Erol Bulut gibi iletişim eksikliği nedeniyle derdini anlatamayanlar ya da Antalyaspor maçından sonra istedikleri gibi oynamadıklarından şikayet edip rakibini suçlayan Sergen Yalçın türü konuşmalara da tanık olmaktayız.
Ancak Sa Pinto gibisine ilk kaz rastlamaktayım. Portekizli teknik adam Beşiktaş maçından sonra ağız ucuyla Beşiktaş’ın iyi takım olduğunu söylese de, rakibinin attığı iki güzel golü rastlantılara ve kendi konsantrasyon hatalarına bağladı. Hatta yanlış tercüme olmadıysa iki golü de, topun o bölgeye rastlantı sonucu gelmesine bağladı.
Bunu duyunca kulaklarıma inanamadım. Oysa Beşiktaş iki golünü de takım oyunu ile hazırlayıp son noktada golcüsünün bireysel becerisinin kusursuz bir şekilde pratiğe yansımasıyla kazanmıştı. Aboubakar zihinsel esnekliği ve vuruş becerisi ile futbolun en güzel iki anını yaşattı izleyenlere. Yani kısaca takım kavramı ve son noktada gerekli olan bireysellik. Bu arada futbolda bireyselliğin nerede ve nasıl kullanılması gerektiğinin de iki örneğini izledik.
Genelde teknik direktörler özelde Sa Pinto bu söylediklerim türünden izleyenlere bilgi verecek konuşmalardan neden kaçınırlar? Kendi eksikliklerini dile getirmek bir yana rakibin iyi yaptığı birkaç hareketi övmek çok mu zor? Teknik direktörler hiç mi tenis maçları izlemezler. Teniste maçı ya da kupayı kazanan oyuncu konuşmasının anlamlı bir bölümünü rakibine ve onun ekibine övgü dolu sözler söylemeye ayırır.
Sa Pinto baştan söylediği yanlış sözleri toparlamak için Beşiktaş iyi takım dedi ama hiç de inandırıcı olamadı. Rakibe pozisyon vermediklerini söyledi ancak maç bir ara 5-0 olabilirdi. Kendi hatalarından gol yediklerini ileri sürmek elbette ki Beşiktaş’ın yaptıklarının üzerini örtmez. Takımı aldığı yerden nerelere getirdiğinin üzerini ise hiç örtmez. Gaziantep FK’yı neredeyse ilk üç pozisyona aday konumdan alıp ligin orta sıralarına kadar inmesine ilişkin konuşmalar yapmasını beklerdik Sa Pinto’dan.
Teknik direktörlerin yasak savma anlamında konuşmalar yapmasının nedenlerinden biri de, basın toplantısında sorulacak soruların önceden, seçilerek bir elde toplanması olsa gerek. Demek ki tehlikeli sorular elemine ediliyor. Gazetecilikte kolay muhabirlik dönemi başladıktan sonra, kolay ve zararsız sorular devri de başlamış oldu doğal olarak…
‘’Üç puanı Fatih Terim kaybetti‘’
Futbol bir takım oyunudur dersem herhangi bir kehanette bulunmuş olmam her halde. Ne var ki futbola ilişkin bildiğimiz basit, anlaşılabilir deyim ve sözcükler yeri geldiğinde karmaşıktır. Bu sözcükler aynı Rusların oyuncak bebeği Matruşka’ya benzer. Çektikçe içinde yeni bir bebek çıkar.
Takım oyununa bağlılık bozulduğunda, oyuncu ya da teknik adamlar oyunu bir oyuncak gibi gördükleri anda karşılarına çıkan yeni durum belki biraz daha küçük bir Matruşka değil ama daha tehlikelisi, disiplinsizliktir ki bunun acısını bütün takım çeker.
Bu konuda eleştirilmesi gereken ilk insan Fatih Terim’dir. Terim takımla ilgili neyi eksik gördü ki ikinci yarıya çıkarken üç oyuncusunu soyunma odasında bıraktı. Oysa takım oyuna hakimdi, net gol pozisyonları yakalıyordu. Her şey yolunda seyretse ilk yarının sonunda Galatasaray soyunma odasına en az iki fark önde giderdi.
Oyuncu değiştirme konusunda bizde her kafadan bir ses çıkıyor. Ancak teknik direktörler bu söylenenlere bakıp kahraman olmaya kalkmaz. Oyunun gereği ne ise ona bağlı kalarak görevini yapar. Oyuncu değişikliğindeki genel anlayış şudur:
Eğer bir sakatlık ya da beklenmeyen anormal durumlar söz konusu değilse ikinci yarıya aynı kadro ile çıkılır. Oyuncular ilk devrede istenilen performansa ulaşamasalar da, hocanın devre arasındaki konuşması, belki yeni taktikler ve motivasyon desteği oyuncuyu kendine getirebilir. Dolayısıyla ikinci yarının 10-15 dakikalık bölümünde takımına bir daha dikkatle bakar teknik adam. Sonrasında gerekiyorsa hamlelerini yapmaya başlar.
Peki, Fatih Terim ne yaptı? Büyük olasılıkla birilerine sinirlenerek ya da “Fatih Hoca ne yaparsa doğrudur” anlayışıyla yaptığı değişiklik sonucunda takımın bütün kimyasını bozdu. Bir anda dört forvetle oynayıp iki beki ve stoperlerden birini ileri göndererek takımı disiplinsizlikten kıvranan bir hale getirdi. İkinci yarının hemen başında yenilen ikinci golde Lobjenidze’nin Marcao’ya yaptığı hareketleri dünyanın en iyi takımlarında bile ender görürüz. Ankara temsilcisi o denli iyi oyuncuya sahipse neden lig sonuncusuydu maç önceki konumuyla?
Galatasaray oyuncu değişiklikleri sonucu disiplinden kopunca Marcao rakibiyle baş başa kaldı. Üstelik sağ stoper konumundaydı. Diğer oyuncular daha 45 dakikadan fazla zamanı olan bir maçı kurtarmak için karşı kaleye çullanmışlardı.
Dikkat edin, Marcao ile Donk gereksiz işlere soyunduğunda Galatasaray’ın başı dertten kurtulmuyor. Stoperlerin oyun kurması başka bir şey, başına buyruk oynaması ise bambaşka bir anlayıştır. Marcao ileriye çıkıp oyuna atak anlamında katıldığı her an final paslarını rakibe verdi. Aynı Beşiktaşlı Welington gibi…
Hakem hataları hep vardı, VAR geldikten sonra da devam ediyor ve VAR’dan sonra gelebilecek daha çağcıl sistemlerde de olacaktır. Elimizde vicdan ve adalet ölçecek hassas bir terazi olmayacağına göre hatasız maçlar izleyemeyeceğiz. Ben bunlara değil oyunun oynanış biçimine bakmayı bu işe başladığımdan beri ilke edindim. Galatasaray hakemin düdüğü ile değil Fatih Terim takımını “Terim gibi” yönetemediği için kaybetti.
Ankaragücü karşısında izlediğimiz Galatasaray bir Fatih Terim takımı değildi, antrenörlüğe yeni başlamış stajyer bir antrenörün yönettiği takım gibiydi. Kendi yaptıklarımızı görmeden başkalarının yaptıklarını doğru değerlendiremeyiz…
‘’Ali Koç'un küçük dokunuşu…‘’
Trabzonspor maçından sonra Başkan Ali Koç’un medyaya yaptığı açıklamalar sırasında kendisine sorulan bir soru oyunun kazanılması yolunda kapı açıldığına ilişkin önemli bir veriydi kanımca. Soru Caner Erkin’in kadro dışı bırakılması ve Trabzon’a götürülmemesi hakkındaydı.
Fenerbahçe Başkanı Ali Koç böyle bir kararı tek başına kimsenin alamayacağını söyledi. Koç’un konuşmasını televizyondan izlerken aklıma kendi uygulamalarım geldi. Birinci ligde Çorluspor teknik direktörlüğü yaparken bir yıl önce gol kralı olmuş, Beşiktaş altyapısı ürünü santrfor Ercan’ı ve ikinci ligde Eyüpspor teknik direktörü iken yine gol kralı Mustafa Yanık’ı kadro dışı bıraktığımı anımsadım.
İkisi de oyundan aldığım sırada Caner Erkin gibi el hareketi yapmışlardı. Yönetim kurullarının tamamını karşıma alarak kararımı vermiştim. Haftalarca arkadaşlarını tribünden izlediler. İleriki dönemlerde tekrar forma verdiğimde ikisi de gol sayılarını ikiye katladılar. Bu kararları verirken yirmili yaşların henüz ikinci yarısındaydım.
8-10 yıl aralıksız teknik direktörlük yaptım hiçbir kararımı yönetimlere danışarak almadım. 30-35 sene önce uygulama genelde bu şekildeydi. Ya da teknik direktörlerin dirayet ve kişilikleriyle ilgiliydi. Futbol o denli büyüdü ki artık tek başına kararlar alınamıyor, ortak akıl daha yol gösterici oluyor.
Ancak Caner Erkin’in İstanbul da bırakılması kararının Erol Bulut tarafından alınmasına ya da önerilmesine aklım yatmıyor. Büyük olasılıkla son oyununa çıkacak bir konumdaki teknik adamın böyle bir kararda etkin olması Erol Bulut’un içinde bulunduğu bugünkü koşullarda kolay da değildir.
Teknik adamlar ve ilgili yöneticilerin beyin fırtınası yaptıkları sırada konuya dokunan Ali Koç olmuştur muhtemelen. Futbol böyle bir etkinliktir ve böyle olması da oyunu güzelleştiren unsurlardan biridir. Yani futbolda küçük bir dokunuştan büyük sonuçlar alabiliyorsunuz. Aynı basit bir top kontrolü sonucunda atılan gol ile şampiyonluk kazanılması gibi…
Caner Erkin’in yaptığının yanına kar kalmaması Fenerbahçe’yi yönetenlere takımın olanaklarını ve büyüklüğünü anımsatmış, sahada alınacak sonucun da yolunu açmıştı. Maç üzerine büyük senaryolar yazılıp sayfalarca analiz yapılabilir.
Hani, ben hep teknik direktörlerin futbol üzerine yeterince düşünmediklerine ilişkin şikayetçi olurum ya, Ali Bey’in küçük dokunuşu Erol Bulut’u düşündürmüş ve Szalai’i sol bek oynatma kararı ile üç puana giden yolun kapısını aralamıştı.
Abdullah Avcı Caner Erkin üzerinden planlama yaparken Macar oyuncu Ekuban’ı adeta sahadan silerek benzetme yerindeyse Trabzonspor’u tek kanatlı bir kuşa döndürmüştü. Ekuban, Szalai’nin kuvvet, dayanıklılık ve temposu karşısında başka alanlara kaymak zorunda kalarak etkisiz hale gelmişti. Rakibin etkili silahlarından biri olan Ekuban’ın arkasına “baskın basanındır” anlayışıyla giden Szalai’nin özgüveni takımada yansımıştı.
Yönetimlerin takımı yönetmekle birlikte, teknik adamların işine karışmadan onların sarsılan otoritelerini yeniden kazanmaları, özgüvenlerinin yerine gelmesi için fırsat yaratıcı girişimlerde bulunması da bugünün futbolunun gerçeklerinden biri olsa gerek.
Ali Koç takım üzerindeki bulutların dağılmasında önemli bir rol oynadı. Artık Fenerbahçe’nin şampiyonluk şansı en az lig sıralamasında üstünde bulunan diğer büyükler kadardır.
‘’UEFA standartlarında oynayabilmek…‘’
1990 yılında İtalya’da yapılan Dünya Kupası gol açısından tarihin en kısır turnuvası oldu. Bu turnuvanın hemen arkasından kalecilerin geri pasları elle tutmaları yasaklandı ve oyuncuların arkadan girişimlerine bir standart getirildi. Daha önce yürürlüğe giren galibiyete üç puan verilmesini de göz önüne aldığımızda gol kısırlığına çözüm gelebileceği düşünülmüştü. Ne var ki öyle olmadı, gol nadide bir çiçek olma özelliğini korudu.
Bunun üzerine UEFA üye ülkelerinin futbol oynama biçimine yön vermek amacıyla futboldaki kurslara bir standart getirdi. UEFA PRO lisans kurslarında eğitim alan hocalara takımlarını nasıl oynatmaları gerektiği konusunda bir eğitim taslağını öngördü. Buna göre, takım hücum ederken ataklar stoperlerden başlar, kaleci bir libero gibi oynayacak, savunmanın önündeki serbest adam rakip atakları kesmekte birinci derecede sorumlu olacak.
Atakların geliştirilmesi mutlaka kanatlardan olacak, amaca yönelik bir şekilde hızlı paslarla top dolaştırıp rakibi yormaya dayalı bir hücum felsefesi oluşturulacak, kanat oyuncuları içe kat etmek yerine, rakip beklerden taç çizgisine doğru giderek kurtulup orta yapmayı deneyecek. Eskiden kanat oyuncuları taç çizgisine doğru yönlendirilirdi. UEFA’nın yeni standartlarında bekler kanat oyuncusunu çizgiye değil içe doğru yönlendirmektedir. Çünkü içe dönülünce birçok oyuncuyla karşılaşabilecek hücumcu. Ama beki geçip çizgiye inerse yapacağı orta ya da vereceği gol pası savunmaları zora düşürecektir. Rakibin ceza alanı içindeki tehlikeli ataklarında kaleci topu almak için çıktığında stoperlerin biri kalecinin diğeri de kalenin güvenliğinden sorumlu olacak…
Bu standart eğitim planlamasının en yeni öğrencisi Sergen Yalçın’dır. Bu nedenle Beşiktaş UEFA standartlarını uygulamaya çalışıyor. İkinci takım ise Galatasaray’dır. Çünkü Fatih Terim, UEFA standartlarının devreye girip içselleşmeye çalışıldığı yıllarda Türkiye Futbol Direktörüydü. Standartlara uyulması konusunda ne denli titiz ve duyarlı davrandığını yakından bilmekteyim. Terim’in isteği doğrultusunda, teknik direktörlük belgemi 2012 yılında UEFA PRO lisansı ile güncellerken o kurslarda 12 saat de ders vermiştim.
Sergen Yalçın’ın güncellemelerin en yeni öğrencisi olmasının yanında, kendi isteğiyle alt yapının başına getirilen Beşiktaş’ın eski kaptanlarından Mehmet Ekşi’nin kulüpte bulunması da önemli bir etkendir. PRO lisans kurslarında yıllar yıl hocalık yapan Mehmet Ekşi ile Sergen Yalçın’ın arasında çok sağlam bir dostluğa dayanan diyalog olduğunu da yakından bilmekteyim. Çünkü Ekşi, futbol oynadığı dönemde Yalçın’ın hocalığını, kurslarda da öğretmenliğini yaptı.
UEFA’nın getirdiği standartlara bir makine düzeni ile uymak olanaklı değil elbette. Sonuçta uygulayıcı olan insan ve insanların duyguları, coşkuları, sevinçleri, kaygıları ve beklentileri vardır. Bu nedenle standartlaşmış oyunun içinde görev alan baş aktörlerin oyuna kişiliğini koyması bir anlamda “standart sapması” diyebileceğimiz değişkenlik ve yaratıcılığı devreye sokmaktadır. Beşiktaş’ta bu aktörler her takımdan fazla olduğu için ekip beklenmedik bir çıkış yaptı. Kimdir bu aktörler? Aboubakar, Ghezzal, Rosier, Larin, Souza…
Takım oyunu çok önemlidir ama bir üst düzeye çıkmak için oyundaki yüksek karakterlere ihtiyaç vardır. Ya da bu yüksek karakterler oyunu ve rakibi kendi istekleri doğrultusunda zorlayıp senaryoyu kendi istekleri doğrultusunda yorumlayabilirler. Ancak senaryonun aslına bağlı kalmak şarttır.
‘’İstatistikler Erol Bulut'a ne söylüyor?‘’
Fenerbahçe-Göztepe maçından bir gün önce bu köşede yayımlanan yazımızda sayısal verilere ilişkin görüş belirtmiştik. Yazıdan bir gün önce de aynı Fenerbahçe gibi Alanyaspor’da topla yaklaşık yüzde yetmiş civarında oynayarak Galatasaray’a kaybetmişti.
Bugünün futbolunda topa sahip olarak oynamak büyük takımların stratejisi haline geldi. Ancak, zamanı geldiğinde topla çok oynamanın yerine daha az ama nitelikli oynamak da bir seçenektir her takım için.
Sayısal veriler maç kazanmaz ama fikir verir demiştik. Fenerbahçe ligin deplasmanda en fazla kazanan takımıdır ancak iç sahada ise en fazla yitiren büyük takımdır. Özellikle iç saha oyunlarında topa sahip olunduğu halde neden maçlar kaybediliyor? İstatistikler Erol Bulut’a ne söylüyor?
İlk başlarda savunma ile uğraşıldı. Çünkü gol yeniyorsa en kolay yol savunma ve kaleciye yüklenmektir. Kaleci takımın temel direklerinden biri olduğu için kusuru defansta arayıp ara transferde Szalai’yi transfer ederek sorunun çözümleneceği sanıldı. Macar stoperin oynadığı maçlarda alınan puanların kaleci Altay’ın kişisel becerisiyle kazanıldığı dile getirilse de yeterince hakkı verilmiş sayılmazdı.
Dünyanın en iyi savunma oyuncularını da alsanız orta alan ve forvet hattı yeterince organize olmayan takımların başına nelerin geleceğinin tipik örneğini yaşıyor Fenerbahçe. Sarı lacivertli takım topla yüzde yetmiş oranında oynuyor ama forvetlerinin rakip kaleye nasıl gideceğine ilişkin yeterince hazırlanmış plandan yoksun takım. Son oynanan Göztepe maçında rakip ceza alanı içerisinde rekor derecede girişim var ancak bu hamlelerin hiçbirinde sonuç alacak nitelikte uygulamalar da yok.
Ceza alanı çevresi ve içinde her oyuncu kendi başına buyruk oynuyor. Evet, forvet oyuncuları yeri geldiğinde inisiyatif almalıdırlar. “Savunma organizasyon, forvet inisiyatiftir” diye çok eski bir futbol deyimi vardır. Ancak bugünün savunmacıları ve kurulan çok adama dayalı savunma sistemleri ne inisiyatif almaya ne de çalım atmaya izin veriyorlar.
Zamanında futbolcu şimdilerde yorumcu olan bazı dostlarımız Fenerbahçeli forvetlerin çalımla adam geçemediklerinden şikayetçi oluyorlar. Onlar bugün sahaya çıksalar eminim ki o çalımların hiçbirini atamazlardı.
Hatta futbol tarihinin en büyük iki çalımcısı Brezilyalı Garrincha ve İngiliz Stanley Matthews bile bugünlerde belki yine futbolcu olurlardı ama o çalımların büyük bölümünü atmalarına izin verilmezdi. Matthews kendine özgü çalımları ile “Sir” unvanı almıştır.
Onun içindir ki çalım rakip ceza alanı içerisinde tek başına kalındığında başvurulan bir bireysel taktiktir. Aynı Göztepeli Halil Akbunar’ın yaptığı gibi…
Fenerbahçe rakip ceza alanı içinde en az 3-4 oyuncuyla sayısız girişimde bulundu. Birlikte nasıl hareket edileceğinin planları netleşmediği için gol yolları bulunamadı. Ama buna karşın amatör kümede yapıldığında lisansları yırtılacak kadar büyük bir hataya ortak olan oyuncuların savunma yetersizliği ile kalesinde gol buldu.
Erol Hoca onca transfere ve onca yatırıma karşın oyunun gidişatını değil sadece oyuncu değiştiriyor. Üstelik değiştirdiği oyuncuların tamamına yakını forvet ya da ileriye dönük oynayan oyuncular.
İstatistikler Bulut'a “tamam ileride çok oynuyorsun” diyor zaten. Ancak sayısal verilerin söylemediği “ileride nasıl oynanacağıdır.” Onu da sayılar değil hocalar bilecek…
‘’İstatistikler maç kazanmaz, fikir verir‘’
Alanyaspor-Galatasaay karşılaşması kafaları karıştıracak kadar değişik pozisyonlar ve sayısal veriler ortaya koymuştur. Öyle ki maçta yaşanılanlara bakıldığında, Alanyaspor’un ikinci devrede topa yüzde 77 oranında sahip olması Einstein’in o ünlü yorumunu özetliyordu sanki: “Önemli olan her şey sayılamaz, sayılabilen her şey de önemli değildir.”
Analitik biliminin ve yaşamda her şeyin sayılabilir olduğu düşüncesinin her geçen gün önem kazandığı bir dünyada sayılar ve verilerin gün geçtikçe önem kazandığı da yadsınamaz. Öyleyse denebilir ki, futbolda reformun öncülüğünü yapanlar için işin sırrı, neleri saymaları gerektiğini bulmak ve saydıkları değerlerin neden önemli olduğunu bilmektir.
Kuşkusuz istatistikler futbolcuların yüreklerinin nelere kadir olduğunu ölçmez ama yaptıklarının ne anlama geldiği konusunda herkese özellikle teknik adamlara neleri kullanabilecekleri hakkında fikirler verir.
Az çabayla çok iş yapmak futbolda her zaman karşımıza çıkan bir gerçektir. Alanyaspor karşısındaki Galatasaray gibi eğer bir takım topa daha az sahip olarak, daha az pas yaparak, daha az şut çekerek ve topa daha az dokunarak daha iyi sonuçlar alabiliyorsa bu onların daha verimli oynadıkları anlamına gelir.
1984 yılında Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladığım günlerde hep bir iddiada bulunurdum. Çünkü futbolda istatistikler ilk kez o yıllarda Cumhuriyet’te kullanılmaya başlamıştı. Eğer bir takım topa çok az sahip olup maçı kazanıyorsa mutlaka yaptığı iyi işler vardır. Derin istatistiksel verilerde derin anlamlar vardır.
Alanyaspor oyunun ikinci yarısında topa yüzde 77 oranında sahip olmuş ama bu üstünlüğünü doğru vuruşlar yaparak lehine çevirememiştir. Ya da o doğru vuruşları yapacak kalitede oyunculara sahip değildirler. Buna karşı Galatasaray savunması doğru hamleler yapıp rakiplerinin vuruş anındaki becerisini bozmuş olabilirler, ek olarak da kaleci Muslera’nın deneyimi sayesinde tehlikeleri savuşturmuş olabilirler. Oyunun uzatma dakikalarında Mustafa Pektemek’in kafayı 7,32 metrelik kale boşlukları yerine Muslera’nın ayağına nişanlaması ise ne Uruguaylının becerisi ne de Galatasaray’ın nitelikli savunma anlayışıyla açıklanabilir. Demek ki artık “Mustafa Pektemek, gol demek” değil.
Oyun Galatasaray ataklarına dönüştüğünde sarı kırmızılı takımın daha kaliteli ve becerikli forvetlere sahip olduğu gerçeğiyle karşılaşabiliriz. Üstelik Galatasaray bu oyun anlayışını forvetlerine güvenerek bir stratejiye bağlı taktik anlayış olarak uygulamış olabilir.
Kaybettiği yedi maçta topa yüzde 65-70 arasında sahip olan Alanyaspor’un, topa sahip olarak maçı kaybedebileceği rakipler tarafından sayısal veri olarak değerlendirilip, topu onlara bırakarak kendi kalelerini korumada başarılı olmuşlar demek ki.
Topa daha fazla sahip olan Alanyaspor’un atakları sırasında son derece basit savunma hataları yapması da sonuca etki eden faktörlerden biri. Santra yuvarlağından kaçırılan bir rakibe gol atıncaya değin engel olamıyorsanız topa sahip olmak anlamını yitirir.
Alanyaspor’da bireysel olarak hata yapan oyuncu sayısı da az değil. Topla fazla oynuyorsunuz ama bu oyun anlayışının içine birçok basit hata yerleştiriyorsunuz. Örneğin Salih Uçar’ın kenarlardan kullandığı duran toplar ve köşe vuruşları… Salih bu uygulamaları yaparken topa vuruş anında bileğini büküyor. Oysa topa doğru vurmak, hız kazandırmak ya da doğru falso vermek için bilek bükülmez, bilek kilitlenir.
Bu yüzden Salih hiçbir ortayı doğru yapamadı. Ayrıca kanatlardan geliştirilen ataklarda yapılan ortalar, topla buluşan oyuncular tarafından çaprazdan kaleye vuruldu. Oysa kale önünde çok uygun durumdaki arkadaşlarına toplar İngiliz alışkanlığı ile indirilebilirdi.
Salih ve diğer arkadaşlarının yaptıkları yanlışlıklar maç süresince devam etti ama iyi teknik adam olarak bilinen Çağdaş Atan bu yanlışları bizim gibi izledi sadece. Futbolda sonucu mükemmel hareketler değil basit olanlar belirler. Basitin kusursuzluğunu futbolcu bilmeyebilir ancak teknik adamlar bilmelidir.
‘’Mesut Özil'in yaratacağı kelebek etkisi…‘’
Şampiyonluk yarışı içinde olan takımlar bir yana, ligin orta sıralarındaki ekipler bile kalesinde Fenerbahçe kadar çok pozisyon görmüyor. Bunun bir ya da daha fazla nedeni olabilir. Ancak şu futbol gerçeğine dikkat çekmeden diğer nedenler ya yardımcı ya da önemsiz olabilirler: Futbol öyle bir oyundur ki, futbol alanının bir ucunda yaşanan bir değişimin öbür uçta mutlaka radikal bir etkisi vardır.
Sözgelimi Fenerbahçe forvetlerinin top rakibe geçtiği anda yalancı, rakibi değil kendi arkadaşlarını aldatıcı gölge presi yapmaları. Öncelikle presin koşma ya da rakibe bilinçsiz saldırma işi değil, takım halinde yapılan organizasyon olduğunu bilmek gerekir. Forvette başlatılan presin arkası orta alan oyuncular ile doldurulamaz, savunma da orta alana çıkıp alanı daraltmazsa pres değil kandırmaca olur ki Fenerbahçe’nin yaptığı bundan başka bir şey değil.
İlerideki tek santrfor ve onun arkasındaki üçlü göstermelik baskı yapıyor, doğal olarak rakip savunma bu yalancı presi kolayca bozup ilerideki dörtlüyü pas ile geride bırakıyor. Sonrası ise belli, sayısal üstünlük rakibe geçiyor, onlar da savunmanın arasından kolayca boşluk buluyor. Şimdi bir de Mesut Özil sorunu var.
Mesut nasıl sorun olabilir diye karşı çıkanların sayısının fazla olacağını biliyorum. Mesut bir zamanlar dünya yıldızı olabilir. Onun transfer edilişinin altında türlü nedenler de olabilir. Örneğin, forma satmak, adıyla rakipler üzerinde baskı oluşturmak, Salgın nedeniyle ekonominin bozulduğu bir dönemde Fenerbahçe adının dünyada daha fazla duyulmasını sağlamak gibi…
Ne var ki, Mesut’un adı medyada ses getirmesine karşın futbolunun şimdilik hiçbir parıltısı yok. Bir yıla yakın bir zaman futbol oynamamaktan dolayı alışkanlıklarını ve maç formunu yitirmiş. İlk kez oynadığı Hatayspor karşılaşmasında 17 dakika alanda kaldı, sadece bir kez topa dokunabildi. Sağ tarafa basit bir pas verdi, Nazım’ın yaptığı ortayı rakip kendi kalesine attı. Futbolda 17 dakika o kadar uzun bir zamandır ki, sonuç 3-5 kez değişebilir. Oysa Mesut topa sadece bir kez dokunabildi.
Hagi’de yaklaşık aynı yaşlarda Türkiye’ye geldi. Ama sahaya çıktığı birinci dakikadan itibaren liderliği ele alıp neler yaptığını bütün Avrupa’ya göstermişti. Mesut’un sorunu işte burada... Hiçbir şey gösteremeyecek gibi duruyor sahada. Sanki futbolu unutmuş. İnsan futbolu unutur mu demeyin sakın. İnsan belli bir zaman ara verdiği her şeyi unutabilir. Örneğin üç ay kalkmadan sırt üstü yatarsa en çok bildiği yürümeyi unutur. Lev Yaşin’den sonra Sovyet Rusya’nın en büyük kalecisi olarak kabul edilen Rinat Dasaev, İspanya’nın Sevilla takımına transfer olduktan sonra 10 yıl orada kaldı. Bu süre içerisinde hiç Rusça konuşmadığı için ana dilini unutmuştu. Ülkesine döndüğünde konuşmak için yeniden Rusça dersleri aldı.
Mesut son oynadığı Karagümrük maçında bir orta yaptı, iki rakip savunmacı birbirini bozunca Thiam yaşamının en kolay golünü attı. 80 dakika sahada kaldığı süre içerisinde topu alıp ya sağa, sola ya da geriye pas olarak verdi. Bir tek rakibi geçmedi, rakip kaleyi tehdit eden bir orta yapmadı ya da şut çekmedi. Gol pasını bırakın bir tek derin top atmadı. Savunma oyuncusu Szalai bile daha fazla derin pas girişiminde bulundu.
Bir zamanlar dünya yıldığı olan ancak futbolun dünü yutma özelliğinin devreye girmesi nedeniyle parıltısını yitirmiş olan Mesut varken zaten pres yapmayan Fenerbahçe baskı ile kendisini nasıl kabul ettirecek? Sahanın bir ucunda yaşananlar diğer ucundaki uygulamaları etkilemez mi? Yani küçük çaplı bir kelebek etkisi yaratılmaz mı? Neydi kelebek etkisi? Kaliforniya’da kanat çırpan bir kelebeğin yarattığı hava akımı bir ay sonra İstanbul’da fırtınaya neden olur…