‘’Yorumcu Sergen Yalçın'dan inciler‘’
İster Sergen Yalçın gibi şöhretli olun isterseniz sıradan bir vatandaş, yaşadığımız dönemin temel özelliklerinden biri her şeyin kaydedilmesidir. Özellikle toplumun gözü önünde görevler üstlenmişseniz her hareketinize dikkat etmeniz gerekmektedir.
Söz gelimi, 1998 yılında İstanbulspor’un futbolcusu olan Sergen Yalçın Beşiktaş karşısına çıkar Fenerbahçe Stadı’nda. O maçta ben de Yeni Yüzyıl gazetesi adına tribündeydim. Maç öncesi zemini kontrol amaçlı sahaya çıkan Sergen Yalçın, Beşiktaşlı taraftarların protestosuna uğradı.
Onun seyirciye karşı orta parmağını havaya kaldırıp küfürler savurması gözümün önündedir. Ertesi gün basından öğrendiğimiz demecinde ise şöyle demişti: “Bir gün Beşiktaş’a dönüp, onlara sahada göstereceğim.”
30 bin taraftar o parmağı unutmuştu bile…
Sergen Yalçın 2003 yılında Beşiktaş’a döndü ve şampiyonluk yaşadı, yani sözünde durdu. Beşiktaş ile teknik direktör olarak sözleşme yaptığında ise imza törenine katılan 30 bin Beşiktaş taraftarı gökyüzünü delen o parmağı çoktan unutmuşlardı bile. Sergen Yalçın şu günlerde artık Beşiktaş tarihinin en önemli figürlerinden biri olarak medyanın övgüler yağdırdığı teknik adamlardan biri.
Yaptığı işler kadar sözünü esirgememesi ile de ünlü olan Sergen Yalçın bir zamanlar televizyonda futbol yorumculuğu yapmaktaydı. 31 Mart 2013’de bir TV kanalında Caner Erkin hakkında söyledikleri yenilir, yutulur cinsten değil. İsteyen kolaylıkla bulup izleyebilir.
“Caner Erkin’in hiçbir yeteneği yok!”
Caner Erkin hakkında benim de düşüncelerim pek olumlu değil. Ancak Sergen Yalçın kadar ağır konuşmayı hiçbir zaman beceremedim. Yalçın diyor ki. “Caner Erkin’in hiçbir yeteneği yok! Ne oynadığını anlamıyorum, çözemiyorum ve bilemiyorum!
Caner sol bek mi, sol açık mı, ön libero mu yoksa santrfor mu? Fenerbahçe’de oynamak onun için lütuftur, Eskişehirspor’a gitse kadroya giremez. Bir oyuncu 18-19 yaşında Rusya’ya gidiyorsa oradan İspanya’ya ya da İngiltere’ye gitmelidir. Gitmeyip geri dönüyorsa bulunduğu yerin kıymetini bilmelidir.”
Sergen Yalçın yeteneğin ne olduğunu biliyor mu?
Sergen Yalçın’ın haklı olduğu taraflar vardır kuşkusuz. Ancak Yalçın ile ayrıldığımız konu “yetenek” gerçeğidir. Üç büyüklerde ve Ulusal takımda uzun yıllardır futbol oynamış birinin yeteneksiz olduğundan söz edilemez.
Bu süre içinde ayakta kalmayı da sadece yetenek ile açıklayamazsınız. Sergen Yalçın’ın bilmediği ve bugüne kadar birçok teknik direktör, yorumcu ve futbolcu gibi öğrenemediği konu da budur.
Daha önce defalarca yazdım. Yetenek gayrete hayrandır. Doğal yetenek ancak çok çalışarak ortaya çıkar ve gelişir. Sergen Yalçın her şeyi salt yeteneğe bağlayarak, Kilyos’ta mahalle arasında başladığı futbol topuyla ilişkilerini, Beşiktaş altyapısında yaptığı çalışmalarla geliştirip kendini var eden koşulları inkar etmektedir.
Zaten altyapıda gösterdiği azim ve kararlılığı üstyapıda yeterli görüp çalışma temposunu düşürdüğü için yerelde kalıp, evrensele ulaşamamıştır.
‘’İlkeler mi yoksa Emre Belözoğlu mu?‘’
Fenerbahçe’nin gündemindeki asıl konu genel kurul olmasına karşın teknik direktör seçimi ve bu konuda karar verilmesi seçimin bile önüne geçmiş durumda. Şu ana kadar Ali Koç’tan başka aday olmadığına göre Koç’un seçileceği onun da Emre Belözoğlu ile devam edeceği kabul görüyor.
Belözoğlu’nun devam edeceğini düşünen yorumcular “Emre Hoca ile yeni sezona başlanacak” şeklinde görüş bildiriyorlar. Emre Belözoğlu hoca mıdır? Türkiye’de, Süper Lig’de görev yapmanın koşulları vardır. UEFA PRO Lisans sahibi olup “hoca” unvanını almak ilk koşuldur. Belözoğlu’nun bir diploması vardır ama Fenerbahçe’de birinci adam olmaya yetmiyor.
Federasyon ve Antrenörler derneği neden rahatsız olmuyor?
2002 Dünya Kupası’nda üçüncü olan Ulusal takım oyuncularına federasyon 15 günlük özel bir kurs açarak katılımcılara A diploması verdi. O kursta ders verdim, Rahmetli Gündüz Tekin Onay Emre Aşık’ın diplomasını da benim vermemi istedi, verdim. BU özel kurstan dolayı Emre Belözoğlu A diploması sahibidir.
Türkiye’de federasyon ile kulüpler danışıklı dövüş yaparak ilkeleri yerle bir edip hülle yoluyla birbirlerini aldatıp diploması yetersiz hocalara çalışma izni veriliyor. İşin en ilginç yanı bu uygulamadan kimsenin rahatsızlık duymamasıdır. PRO Lisansım olduğu halde teknik adamlık defterini yıllar önce kapattım ancak ne Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği ne de kişisel olarak teknik adamlar benim kadar rahatsızlık duyuyorlar.
Yıllarca uğraşıp PRO lisans alanların emeğine yazıktır
İnsanlar yıllarca uğraşıp teknik direktör diploması almaya çalışıyorlar. Sözgelimi Cevat Güler spor akademisi mezunudur. Buna karşı amatör çalıştırıcı kursundan başlayarak yaklaşık olarak 20 yılda teknik direktör unvanını alabildi. Bu insanların verdikleri emeğin hiç mi değeri yok?
Sergen Yalçın başka takımlarda PRO lisansı olmadan çalıştı. Şenol Can, Çağdaş Atan ve Ömer Erdoğan’ın da bildiğim kadarıyla diplomaları yetersiz. Aynı durumdaki Emre Belözoğlu’da yasal ve etik olarak hakkı olmadığı halde “hoca” unvanı aldı!
Beckenbauer’e bile diploma şartı koşuldu
Almanya da diploması olmayan Franz Beckenbauer’e Almanya milli takımı sorumluluğu verildiğinde ülkede kıyamet koptu. O günlerde İstanbul’da olan Udo Lattek’e(Avrupa’da 16 lig şampiyonluğu kazandı) konuya ilişkin bir soru sormuştum. Yanıtı şöyle oldu: “Almanya’nın futbol kültürü bunu kaldıramaz.
Franz teknik adamlığa devam edecekse kurslara katılmak zorundadır. Aksi halde ilkeler yerle bir olur.” Nitekim Beckenbauer 1990 yılında Almanya’nın başında dünya kupasını kazandığı halde hocalığa devam edemedi.
Bizden de bir örnek vermek gerekir: Ali Uras’ın federasyon başkanı olduğu zaman diplomasız Mustafa Denizli milli takım hocasıydı. O günlerde teknik direktörlük kursu açılmıştı ve Denizli’de katılacaktı. Ali Uras Denizli’ye engel olup “Sen milli takım hocasısın, o kurslarda ders verirsin ancak” diyerek Futbol Federasyonu neden göz yumar?
Denizli’ye engel oldu. Bunun üzerine Tevfik Eroğlu’nun müdürlüğünü yaptığı Cumhuriyet tarihinin en iyi eğitim dairesi, Eroğlu’nun ilkeler uğruna istifa etmesiyle dağıldı.
Türkiye’de bine yakın PRO lisanslı hoca var. İçlerinden biri bile Fenerbahçe hocalığına layık değilse Eğitim Dairesi bu diplomaları neden dağıtıyor? İlkeler mi yoksa kişisel ilişkiler mi?
Bu konuda Türkiye Futbol Federasyonu ve Antrenörler Derneği duyarlılık göstermezse kim engel olacak etik olmayan, ilkelere dokunan teknik adam sözleşmelerine?
‘’Belözoğlu ile gelecek yıl da kaybedilebilir‘’
Emre Belözoğlu’nun futbol oyununa ilişkin görgü ve bilgisi elbette ki değerlidir. Ancak büyük hocalarla çalıştığını, onlardan çok şey öğrendiğini söylemesi ise sanıldığı kadar değerli değildir.
Hepimize gelecekte iyi bir insan ve önemli bir meslek adamı olmak için örnek alacağımız kişiliklerin olması gerektiği öğretilse de, insanın yapıp ettikleri için kimseyi kendine örnek almasının doğru olduğunu sanmıyorum.
Çünkü durum, koşullar asla aynı değildir ve özyapı farklılıkları da davranışa değişik bir hava katar. Bu yüzden iki kişi aynı şeyi yaparsa, yaptıkları aynı olmaz.
Aradan zaman geçmiştir, şartlar değişmiştir, toplamda köprünün altından geçen su aynı değildir. Belözoğlu’nun birlikte çalıştığı hocaların uygulamaları da eldeki futbolcular da değişmiştir.
Teknik direktörlüğün reçetesi yoktur!
Teknik direktörlüğe başladığım 1982 yılında ilk öğrendiğim antrenman ve teknik direktörlük uygulamalarının reçetesinin olmadığıydı. Günümüz bilgisayar dönemine çevirecek olursak denebilir ki, teknik direktörlük ve antrenman uygulamaları “kopyala yapıştır” yöntemiyle amacına ulaşmaz.
Eminim ki, Emre Belözoğlu PRO Lisans kursuna gitmediğinden UEFA’nın antrenman yöntemlerini bile standart hale getirdiğinden haberi yoktur. Teknik direktörlüğün arkasında ne denli başarılı bir futbol kariyeri olursa olsun, özyapısını bilgi ile örtüştürüp sarmalamadan başarılı olamaz!
Bu noktada Belözoğlu’nun, özyapısının takımı olumlu anlamda etkilemek yolunda az da olsa avantajı vardır. Ancak bilgi ve yöntem olmadan bu özelliğinin sürekliliği olmaz!
Orijinal ile kopyalanan farklıdır
Başkalarından görüp öğrendiklerinizle belli bir yere kadar gidebilirsiniz ancak gittiğiniz yerin daha ilerisine varmak için orijinallik, kendine özgü davranışlar vazgeçilmezdir. Bu da ancak bilgi ve deneyimin özyapı üzerinden biçimlenmesiyle olasıdır. Başkalarından kopyalanıp alınarak yapılanlar, orijinal kimliğe uymaz.
Futbolda kaybetmek kolay, kazanmak zordur. Ne denli deneyimli olursanız olun futbolda öyle bir sorunla karşı karşıya kalırsınız ki, ilkokula yeni başlamış öğrenci konumuna gelirsiniz. O anda kaybettiğinizi bir daha yerine koyamazsınız. Bu nedenle futbol zordur hatta sonsuzdur…
Bu yargıyı daha da basite indirgeyecek olursak, biten sezonun sondan ikinci maçında, şampiyonluk Emre Belözoğlu’nun ayağına kadar değil avuçlarının içine kadar geldi. Ancak Belözoğlu o maçı kazanmak için yeterli olacak strateji ve taktik bilgisine sahip değildi.
Takımını sadece gol yememek üzerine bir planlama ile sahaya çıkartsaydı belki de şampiyon olacaktı. Ne var ki Emre Belözoğlu’nun dağarcığında bu bilgiler henüz yok! Yeni sezonda da olmayacağına göre Fenerbahçe gerçek bir teknik direktör bulmak zorundadır…
‘’Fatih Terim Galatasaray'ın neresindedir?‘’
Galatasaray Kulübü başkanları ile Fatih Terim’in çekişmesi ne ilktir ne de son olacaktır. Terim kulüpte çalışmaya devam ederse yeni seçilecek yönetimlerle de benzer sorunlar yaşanacaktır.
1996-97 sezonunun ilk yarısının son maçında Ali Sami Yen Stadı’nda Fenerbahçe’ye 4-0 yenilip liderden 9 puan geriye düşen Galatasaray teknik direktörü Fatih Terim’in arkasında duran başkan Faruk Süren, takım Avrupa şampiyonu olduktan sonra “seçilmişlerle atanmışlar” vurgusunu yapıp gece yarısı Terim’in görevine son vermişti.
Ünal Aysal “eleman” demişti
Mustafa Cengiz’in “Fatih Hoca ile çalışmam” demesine karşı zamanında hocanın görevine son veren Süren “bakalım Terim yeni seçilecek yönetimlerle çalışacak mı” diyor. Zaman içerisinde elbette ki her şey değişiyor ancak daha önce söylenenler anlamını yitirmiyor.
Ünal Aysal Fatih Hoca için kulübün çalışanı anlamında “eleman” dedi. Bu söylem teoride doğru olsa da Terime yüklenen anlamlar yanında kırıcı olmuştu. Türkiye’nin en fazla lig şampiyonluğu kazanmış, bu başarıların yanına da Avrupa kupasını koymuş bir hoca, 50 yıl içinde olduğu kulübünde en fazla sorun yaşayan görevlilerden biri olmuş, defalarca görevine son verilmiştir.
Teknik direktör mü yoksa kulübün sahibi mi?
Mesleği teknik direktörlük olan bir insan bir kulübün içinde neden çalıştığı yönetimleri tedirgin eden, zaman zaman onları taraftarlarla karşı karşıya getiren bir konuma gelir? Ücret karşılığında profesyonel olarak çalışan bir teknik adam neden kulübün divan üyeliğine kadar yükselir. Dünyada bunun örneği var mıdır? Fatih Terim teknik direktör mü yoksa kulübün gizli sahibi mi?
Aklın ve bilimin yol göstericiliğinde değil de, gönül gözüyle yol alındığında kavramlar birbirine karışıyor. Kavram kargaşası yaşanınca da, profesyonel bir iş insanı olan Fatih Terim Galatasaray ile sınırlandırılıyor.
30 yılı aşkın bir zamanıdır Galatasaray ile Ulusal takım arasında gidip gelen bir teknik direktör doğal olarak o kulüp içerisinde yönetimlerden daha sağlam bir yer edinir. Terim başka takımlarda görev yapsaydı kuşkusuz bu denli Galatasaray ile özdeşleşmezdi, yönetimler de “Terim baskısı” nı daha az hissederlerdi.
Gündüz Kılıç örneği…
Zamanında Gündüz Kılıç Beşiktaş teknik direktörlüğü yaptı. Başarılı oldu, Beşiktaşlılar tarafından takdir edilip saygı gösterildi. Sonra görevinden ayrıldı, Galatasaraylılığından da bir şey yitirmedi. Keşke Fatih Terim’de Fenerbahçe ya da Beşiktaş’ta çalışabilse, bu sayede Galatasaray’ın içinde ya da dışında kaldığı dönemlerde yönetimler üzerinde baskı unsuru olmasaydı.
Gerek Galatasaray başkanlarının Fatih Terim ile ilişkileri gerekse hocanın kulübe yaklaşımı için söylenebilecek son söz şu olmalı kanımca; Bu yaşlardan sonra yaşamın zevklerine yakın olmaktansa, olumsuzluk ve karmaşasına uzak durmak daha iyidir…
‘’Şöhretin bedelini kimler ödeyecek?‘’
Her ne kadar şöhreti “en pahalı yalnızlık” şeklinde tanımlayanlar olsa da, şöhretli insanlar sıra dışıdırlar ve ünlü olmanın yolunu sıra dışı başarılar açar. Gölgenin bedeni izlemesi gibi şöhret de başarıyı izler. Aynı gölge gibi şöhret de başarının bazen önünde bazen de arkasında ilerler.
Ne var ki şöhret de paranın paylaşımına benzer, paylaşıldıkça azalır. Bir başka deyişle şöhrete aynı kurum içinde ne kadar çok kişi ulaşırsa o kadar azalır ya da kazanılması zorlaşır. Hiç kuşku yok ki, başarının getirdiği şöhretin bedelini, aynı kurumun içinde yıllardır bulunup, en zor koşullarda taşın altına elini sokanlar öderler.
Yüksek miktarlar nasıl ödenecek?
Çifte şampiyonluk kazanan Beşiktaş’ta yaşananlar sanki böyle bir şeydir. Futbol yoluyla şöhreti artanların talep ettikleri paraların nasıl elde edilip, nasıl dağıtılacağı… Kulağımıza geldiğine göre Sergen Yalçın, geçen yıl kendisine ödenen paranın bu yıl üç kat artırılmasını talep etmiş. Oysa yine bildiğimiz kadarıyla Sergen Yalçın parasal değerlere pek önem vermezmiş!
Başta Ghezzal olmak üzere Aboubakar ve Rosier’de şöhretlerini katladığına göre onların fiyatı da birkaç misli artacaktır. Peki, bu yüksek miktarlar nasıl ödenecek?
Bilindiği gibi artık futbol takımlarının her biri ticari bir işletme. Dolayısıyla bu işletmelerde günümüz kapitalizminin kuralları geçerli. Bir yere yatırım yapmak için başka yerlerden kısıtlama yapmak gerekir. Konuyu futbol düzlemine çektiğimizde karşımıza çıkan görüntü şudur:
Bazıları şöhreti hak eder!
Sergen Yalçın’ın yeniden kazandığı şöhretinin, Aboubakar, Gehezzal ve Rosier’in geliştirdiği ününün bedelini Beşiktaş Kulübü’nde birileri ödeyecektir. Bunlar en başta Necip Uysal, de Souza, Atiba gibi emekçilerdir.
Sergen Yalçın takımı şampiyon yaptığına göre en çok payı o alacak! Necip, Souza ve Atiba’nın hocayı kurtardığı, futbol deyimiyle ipten aldığı maçların kritik anları da şöhrete kurban edilip, unutulup gidecektir. Şöhretlilerin kazanımlarını yerli yerine oturtmak için de gerekçe hazır olacaktır: “Eh, ne yapalım? Bazı insanlar şöhretlidir, bazıları ise şöhreti hak ederler. Diğerleri ise onların şöhretinden yararlanırlar!”
‘’Teknik direktörler gezgine benzerler‘’
Teknik direktörlerin yaşamı gezginlerin hayatına benzer bir bakıma. Özellikle yabancı teknik direktörlerden çok duymuşsunuzdur, faklı kültürleri, farklı yaşamları yakından tanımak için yeni transferlere yönelip değişik kentler ya da ülkelere doğru yol aldıklarını.
Gezginlerin gittikleri değişik coğrafyalarda nasıl ki nesneler ve olaylar göründükleri ya da bildiklerini sandıkları gibi değilse, teknik adamlar da anlaşma yaptıkları kulübün içine girdiklerinde hiçbir şeyin uzaktan göründüğü gibi olmadığını fark ederler. Yanına varıldığında uzaktan göründüklerinden farklı bir biçime bürünür her şey; yaklaştıkça, var olanlar sanki dönüşür.
1982 yılında İstanbul Boğazı’nın tarihsel takımlarından biri olan Beykoz’da ilk teknik adamlığa doğru adım atarken her şeyin ne kadar farklı olacağını düşünüp heyecanlanmıştım. İçine girdiğimde ise ne kadar çok sorun ve hatta dert olduğunu tez zamanda gördüm. Dertler sadece Beykoz ile sınırlı değildi. Öğrenmekten başka mutluluğun olmadığına hep inansam da, çalıştığım her takımda benzer mutsuzluklar yaşadım.
Henüz yirmili yaşlarının ortasında bir teknik adam başladığı yerde onca sorunla karşılaşırsa geleceğe nasıl umutla bakar? Her ne kadar o günlerde moda olan geleneksel söylemlerle, yöneticiler gönlünüzü almaya çalışsa da, dertleri zevk edinmemek için boğazın karşı yakasına kendini atmanın fırsatını kolluyor insan.
Genç bir teknik adam adayı olduğumdan olsa gerek “Beykoz’un Karakulak suyunu içen buradan ayrılamaz” dedilerse de, o günlerde sadece altı kişiyi taşıyabilen motor Yeniköy iskelesine doğru yol alırken, Deri Kundura Fabrikası’nın önündeki çamur deryası antrenman sahasına bakakalmıştım. Gezgin, Beykoz iskelesinden uzaklaşırken içinden çıktığı büyük sorunlar da, arkada kalıp küçülmeye başlamıştı.
Bir teknik direktör ne denli başarılı olursa olsun her yıl yeni sorunlara doğru yol alır. Sergen Yalçın biten sezonun en başarılı teknik direktörüdür. Çifte kupa kazandıktan sonra “eve gidip televizyon izleyeceğim” dedi.
Evden çıkıp yeni sezon için kulübe doğru yol almaya başladığında hiçbir şeyin bıraktığı gibi olmadığını görecektir. Nesneler de sorunlar da yaklaştıkça dönüşecek, gözünde büyüyecektir…
‘’Şampiyonlukta en büyük pay kimin?‘’
Bu sorunun yanıtı futbol var olduğu sürece tartışma konusu olacaktır kuşkusuz. Çünkü futbol bütününe baktığımız yerden görünenler hep farklı olacaktır. En azından bilgi ile bakanlarla duygu ile baklanların gördükleri arasındaki ayrım dikkat çekecektir.
Marcel Desailly’nin anılarının toplandığı “Kaptan” adlı kitapta Desailly şöyle demişti: “Milan’ın başarısında kulübün paspasçısından başkanına kadar herkesin paya vardır.” Başarılarda teknik direktörü en büyük pay sahibi yapmak, başarısızlıklarda ise onları yerin dibine sokmak gibi keskin yargılarda bulunmak bize özgü bir düşünce tarzı olsa da, dünyanın her yerinde benzerlerine rastlamak olasıdır.
Sergen Yalçın ne dedi?
Popüler kültür uzun anlatımların içinden süzerek su yüzüne çıkarttığı sloganları insanların belleklerine nakşeder. Kolay elde edip kolay tüketime alışmış günümüz toplumları da, uzun analizler yerine, takım olmanın kriterlerini elinin tersiyle iterek gücü bir noktada toplamayı daha anlaşılır olması nedeniyle ön plana çıkartır.
Sergen Yalçın bile şampiyonluktaki büyük payı futbolcularına verdiği halde popüler kültür “Sergen Yalçın” demekte ayak diretir. Zamanın tadının değiştiğini her gün biraz daha hisseden bizim kuşaklar “takım” diye ayak direse de, dolambaçlı yolları bırakıp kestirmeden önümüze geçen bugünkü kuşaklar bizlere “aklınızı boşuna zorlamayın” diyerek, uzun yıllar içinden deneyim yoluyla edindiğimiz “takım oyunu” nu bizden alıp kendi bireysellikleri içine hapsederler. O hapishaneden de bir kahramanın öncülüğünde çıkarlar; Sergen Yalçın.
Şampiyonluk engelleri “takım” ile aşılır
Oysa deneyim deniz feneri gibidir. Sadece önümüzü aydınlatmaz aynı zamanda bizi tehlikelerden de korur. Deneyimlerden edindiklerimizi takımın içinde bir yerlere yerleştirirsek gün gelir bizi en zor anlarımızda ayağa kaldırır.
PAOK’a elendiğinde kara kara düşünen hatta görevini bırakan Sergen Yalçın’ın ekonomik nedenlerle yeni bir hoca bulunamayacağı için ısrar edilip, transfer sözü ile görevde kaldığını bilmekteyiz. Transfer edilen dört oyuncu deniz feneri gibi “takım oyunu” nun yolunu aydınlattı, ekibin içinde ortaya çıkmayı bekleyen Atiba ve Vida’nın deneyimlerinin de devreye girmesine neden oldu.
Şampiyonluk bir sonuçtur. Bu sonuca ulaşmak için uzun ve engellerle, tehlikelerle dolu bir yolculuk yapmak gerekir. Yol boyunca karşılaşılan zorluk ve tehlikelerden korunmanın tek yolu “takım olmak”tır. Sergen Yalçın da bu takımın parçalarından biridir.
‘’Hangi kadro daha derindir?‘’
Beşiktaş’ın şampiyonluğunun değeri hatta en değerli şampiyonluk olduğu sınırlı kadroya sahip olmasıyla ilişkilendiriliyor genel olarak. Biz, olaylar üzerine fazla yoğunlaşıp, düşünmeden sayısal çoğunluğun nitelikli olduğunu zanneden bir anlayışa sahibiz.
Oysa niteliksiz çoğunluktansa nitelikli azınlığın daha iyi olduğu üzerine bir genelleme çok uzun zamandır yapılmaktadır. Buradaki niteliksizlikten kastımız futbolcuların takımlarına katkısıdır. Düzgün kişilik, özyapı ve kariyere sahip oyuncular çeşitli nedenlerle istedikleri verim düzeyine ulaşamayabilir.
Fenerbahçe’nin kadrosunun kalabalık olduğunu ama derinliği olmadığını daha ligin ortasında yazmıştım. Küçücük bir istatistik bu gerçeği sayısal veri olarak da ortaya koymaktadır. Beşiktaş’ta sekiz oyuncu 30 maç ve üzerinde forma giymiştir. Bu sayı Fenerbahçe’de dört, Galatasaray’da ise sadece ikidir. Marcao 37 maç, Taylan Antalyalı ise 30 karşılaşmada görev yapmış.
Bu verilerin gösterdiği iki ana başlık vardır. Çok fazla oyuncu değiştirerek kadroları sahaya sürmek futbolda verim almayı engellemektedir. Fenerbahçe ve Galatasaray kadrosundaki sayısal çoğunluk nedeniyle devamlılığı ve takım dayanıklılığına ulaşamamışlardır.
Ya da hocalar bu kalabalık kadroları doğru yönetememişler. Sakatlık ve salgın nedeniyle kadro değişiklikleri elbette önemlidir ancak nitelikli bir “takım olmak” için Galatasaray ve Fenerbahçe’nin kalabalık kadroları yeterli olamamış.
Günümüz futbolundaki en önemli saçmalıklardan biri yorgunluğu ileri sürerek rotasyon işgüzarlığına girişmektir. Sergen Yalçın bilerek ya da bilmeyerek rotasyondan vazgeçti. Bu uygulama Beşiktaş’ın şampiyonluğundaki kriterlerden biri oldu kanımca. Beşiktaş’ta hiç oynamaması hatta transfer bile edilmemesi gereken Nsakala bile 26 maç oynamış.
Oluşturulan futbolcu kadrosu içinden takıma en yararlı futbolcuları seçip onlarla devam etmek başarının temel faktörüdür. Siz oluşturduğunuz ana kadroyla yola devam edersiniz, görev yapamayacak duruma gelen futbolcunun yerine yenisini alırsınız. Fenerbahçe’de adı ve kariyeri büyük ama yararlılığı tartışma konusu olan oyuncu sayısı fazladır. Bu nedenle kadrosu Beşiktaş kadar derinlikli değildir.
Fenerbahçe’nin yeni transferlerinin içinde sadece Pelkas 30 maç oynamış. Geçen yıl da takımda olan kaleci Altay 33, Ozan Tufan 32 maçta görev yapmış. Bir de Caner Erkin 30 maç oynamış. O da geçmiş yıllarda Fenerbahçe’de forma giydiği için yapıyı biliyor. Belki de temel sorun yapılan transferlerde…
Beşiktaş’ın sezon boyunca yükünü taşıyan oyuncuların maç sayıları ise şöyle: Atiba ve Ersin 35, Vida ve Welinton 34, Larin ve Rosier 33, Souza 32 ve Ghezzal 30. Asıl yükü çeken oyuncuların içinde Aboubakar, N’Koduo, Mensah, Ljajic, Oğuzhan Özyakup, Gökhan Töre Milli takıma seçilen Rıdvan Yılmaz ve Dorukhan, takımın jokeri Necip Uysal ve Cenk Tosun yok! Hangi takımın kadrosu daha derinlikli?