‘’Yorgunluk ve sakatlık üzerine‘’
Futbol dünyasında yaşanan sakatlıkların nedenlerinden birinin yorgunluk olduğuna ilişkin ciddi bir inanç olmasına karşın Beşiktaş teknik direktörü Sergen Yalçın bu inanca tepki gösterdi.
Yalçın, sakatlıkların ne antrenmanla ne de kondisyonla ilgisi olduğunu söyleyip, yaşanılanların özel hayatla da ilgisi olmadığını sözlerine ekledi. Peki, o zaman bu kadar çok sakatlık neden yaşanır?
Evet, Türkiye Ligi Avrupa’nın en sert liglerinden biri… Çok eskiden beri topa değil rakibe sert davranılır. Ancak yaşanılan sakatlıkların çok büyük bölümü darbeye bağlı yaşanılan davranışlarla ilgili değil. Çoğu futbolcu sprint atma pozisyonunda kas sakatlığı yaşamaktadır.
Büyük takımların yoğun programı
Özellikle büyük takımların Avrupa mücadeleleri göz önüne alındığında, Sergen Yalçın’ın söylemlerinin aksine sezon başı hazırlık döneminin iyi geçirilmemesi, yoğun maç programlarının içerisinde kaliteli antrenman izlencelerine yeterince yer verilememesi ve özel yaşam dikkatsizliği nedeniyle futbolcular sakatlanmış olabilir. Ya da antrenmanlarda yeterince kuvvet çalışması yapılmaması…
Kulüplerde oluşturulan sağlık ekibi antrenmanların kalitesinden sorumlu değildir. Onlar antrenman denetçisi de değildir. Teknik adamlar kendilerince yeterli düzeyde kondisyon, kuvvet antrenmanları yaptıklarına inanabilir. Ancak antrenmanın süresinden çok yoğunluğu önemlidir.
Fazla maç yapmak nedeniyle “antrenman yoğunluğu” yeterli düzeye çıkartılmazsa önce yorgunluk şikayetleri sonra da sakatlıklar yaşanabilir.
Hayvanın canı yanar insan acı çeker
Sakatlıkların bir de psikolojik yanı vardır. Özellikle çok ağır, çapraz bağ sakatlıkları yaşayan sporcular için değerli hocamız ortopedi uzmanı aynı zamanda spor hekimi olan Prof. Dr. Kut Sarpyener “insan bir defa ölür ama ağır sakatlıklar yaşayan sporcular iki defa ölür” derdi.
Hatta çapraz bağ sakatlığı yaşadıktan sonra ameliyatla sahalara dönen futbolcuların bir daha asla başlangıçtaki performanslarına ulaşamayacaklarını da sözlerine eklerdi.
Ağır sakatlıklar yaşayan futbolcuların futbol alanını ağlayarak terk ettiğine çoğumuz tanık olmuşuzdur. Bu gözyaşları anlamsız değildir. Çünkü herhangi bir kemiği kırılan hayvanın canı yanar. Oysa benzer sakatlı yaşayan insan ise “acı çeker”. Acı çekmenin sadece fiziksel değil toplumsal ve psikolojik yanı da vardır.
Sporcunun yaşamı, toplum içindeki konumu neredeyse tepetakla gider. İnsan bunları düşünüp geleceğine ilişkin yaşayabileceği sıkıntıları da düşünüp, kurgulayarak acı çeker. Bu acıların yaşanmaması için antrenman programlarının bilimsel olarak düzenlenmesi ve özel yaşamlar, uyku-beslenme ve antrenman ilişkisi çağın gereklerine göre düzenlenmelidir…
‘’Başka bir futbol var mıdır?‘’
Avrupa Futbol Şampiyonası’ndan sonra başlığın anlamdaşı olabilecek söylemlerle çok karşılaştık. En son Beşiktaş-Dortmund karşılaşması ile yeniden gündemimize geldi “başka bir futbol”. Peki, futbolun farklı oynanan biçimleri var mıdır gerçekten?
Evet, çoğu 1800’lü yıllarda kalmakla birlikte bugün de futbolun değişik biçimleri var. Sözgelimi Amerikan Futbolu… Ancak bizim sözünü etmeye çalıştığımız bu değil. Modern futbol ortaya çıkalı beri hep aynı mantıkla oynana geldi.
Ne var ki, strateji ve taktiklerle birlikte teknik, taktik, kondisyon ve mental anlamda sürekli bir değişim ve gelişim oldu. Bu gelişime ayak uyduranlar ilerledi, gelişti geride kalanlar ise oynanan oyuna “başka bir futbol” demeye başladı.
Kültür havuzunda veri toplamak…
Herhangi bir konuda gelişmek istiyorsanız birikim yapmak şarttır. İster futbol havuzuna veri toplayın isterseniz kumbara ya da kasanızda para biriktirin. Zaman içerisinde bu birikimler dönüşüme doğru hareket edecektir.
Sanatta ve sporda olduğu kadar bilimde de düşünce değişimlerinin motoru yaratıcılıktır. Bunu söylerken bir şeyi yoktan var etmeyi kastetmiyorum. Bilim, nesnel bilgilerin mekanik biçimde toplanması ve mantık yasalarıyla kaçınılmaz yorumlara ulaşılması değildir; gerçek bir insan etkinliği örneğidir.
Bilimsellik ile toplusallık farklıdır. Toplumsal bir etkinlik olan futbolu da değiştirip dönüştürecek olan bilimdir.
İnsan etkinliklerinin en soylusu ve bir o kadar da karmaşığı olan futbolda ilerlemenin en etkin yolu kültürel havuza mümkün olduğunca çok veri aktarmaktan geçer.
Eski yöntemlerle bugünün sorunları çözülemez
Futbol dediğimiz ve ülkemizde bugün bile birçok sırrı çözülmemiş sorunlu bir alanla yaklaşık olarak yüz yıldır başa çıkılamamışsa, o sorunun eski yöntemler ve eski kurallara göre toplanan verilerle de çözülmesi beklenemez.
Bugün geldiğimiz nokta da ne yazık ki futbola ilişkin ne doğru sorular sorabilmişiz ne de doğru yanıtlar alabilmişiz. Doğru yanıtlar alamayınca da sağlam temellere oturtamamışız futbolumuzu. Onun içindir ki, başka yerlerde başkalarının oynadığı futbol bize “başka” gelmektedir.
Futbol sıçrama yapmaz!
Doğa yasaları her yerde aynıdır, futbol her yerde futboldur, futbolun atak ve savunma ilkeleri de her yerde aynıdır. Futbol sıçrama yapmaz! Futbola sıçrama yaptıran kültür havuzunda topladığınız insan emeğine dayalı verilerdir.
Bugünkü liberal kapitalist üretim ilişkilerinde ne yazık ki bir kişinin rahat etmesi için on kişinin sıkı çalışması gerekiyor. Ancak bizim futbol dünyamızda ortalama bir çalışma ile herkes rahat etmek istiyor. Yeryüzü bize çalışmadan besin sunmadığı gibi futbolda bize çok çalışmadan keyifli anlar sunmaz! Başka bir futbol düzeyine ulaşmak istiyorsak bambaşka çalışma yöntemlerini yaşam ilkesi haline getirmek gerekiyor. Düzenli olarak işleyen bir yapıdan başka hiçbir şeyden medet ummamak lazım…
‘’Terim, Güneş'e destek mi verdi?‘’
Ülkemiz futbol dünyasında teknik direktörlerin içten gelen bir samimiyetle birbirlerine destek verdiği durumlarla az karşılaşırız. Bu bağlamda Fatih Terim’in Şenol Güneş hakkında söyledikleri dikkat çekicidir. Ancak Terim’in konuşmasının içeriği olmasına karşın içten olduğuna ilişkin kuşkularım var. Söylenenler bilimsel gerçeklerle çelişiyor, duygusallıkla sınırlı kalıyor.
Fatih Terim kariyerindeki bir teknik direktörün söyledikleri toplumda yankı uyandırabilmelidir. Sözgelimi Terim şöyle konuşabilirdi: “Şenol Güneş’ten önce de sonra da defalarca Ulusal takımın başında bulundum. Ne yazık ki, bütün bu gelişmelerin yaşanmasında benim de Güneş kadar kusurum var. Ulusal takımın başında en çok sahaya çıkan bir hoca olarak bir milli takım geleneği ve kültürü oluşturamadım. Bu yüzden benim bıraktıklarımın bir devamı olan Şenol Güneş’in elinde yeterince bilgi ve birikim olmadığından ancak bu kadarını yapabildi. 40 yıla yaklaşan teknik direktörlüğüm sırasında bir tek teknik adam yetiştiremedim. Yanıma aldıklarımın tümü benim söylediklerimi onaylayan adamlar olduğu için gelişemediler.”
Milli takıma neden Alman altyapı hocası
Hatta eğer Kuntz ile anlaşma yapılırsa ortaya çıkıp “Bugün gelinen noktada Ulusal takımın başına Almanya Alt yapı hocalarından Stefan Kuntz’un getirilme çabaları da, yanımızda hoca yetiştirememenin bir sonucudur” diyebilmelidir.
Şenol Güneş’e destek ancak böyle olur. Yani ortada bir başarısızlık varsa onu paylaşarak… Fatih Terim destek vermek istiyorsa şöyle konuşmalıydı belki de: “Bilim organize olmuş sağduyu değildir, en heyecan verici yönüyle, sezgi adını verdiğimiz eski, insan merkezli önyargıların karşısına güçlü kuramlar çıkartarak, dünyaya ilişkin görüşümüzü, yeniden formüle eden bir etkinliktir. Sağlık bilimlerinden doğa bilimlerine, hukuktan sosyoloji, psikoloji, mantık, felsefeye, istatistikten matematiğe tüm bilim dallarını bünyesinde toplayan futbolda yaşanılanlardan tek başına teknik adam sorumlu tutulamaz. Bugün artık futbol tek başına teknik adamlara bırakılamaz…”
Çoktan terk edilmiş görüşlere sığınmak…
Bu tür bir konuşma Güneş’e destek verir ve toplumun hangi konular üzerine dikkat kesilmesinin yolunu da açarak insanların o yöne doğru yol alması konusunda kalıcı mesajlar verir.
Karşımızda böylesi devasa bir işkolu varken çoktan terk edilmiş olması gereken görüşler kendini öne çıkartıp alttan alta etkinliğini sürdürmesine engel olunmalıdır.
Şenol Güneş, Fatih Terim’den duymak istediğimiz desteğin aksine bilime sırtını çevirip “futbol bilim değildir” diyerek eski görüşlere sığınıp kendi sonunu hazırladı.
‘’Şenol Güneş takımdan da meslekten de kopmuş‘’
Hollandalılar en son söyleyeceklerini en başta söylermiş. Cem Dizdar öyle diyor. Ancak bizim Anadolu’da da benzer sözler vardır. Örneğin Kars, Ardahan ve Iğdır bölgesinde “lafı alnının çatısına vurmak” diye bir deyim vardır. Eh, övünmek gibi olmasın ben de o topraklarda dünyaya gelmiş, ama küçük yaşlarda İstanbul’u mesken tutmuş biriyim.
Lafı alnının çatısına vurmak salt lafını en başta söylemekle sınırlı değil. Alın insan bedeninin en sağlam yeridir. Lafla orda gedik açarak insanı kendine getirmek, yaptıklarının farkına vardırmak anlamına da gelebilir. Alın öylesine sağlamdır ki, orda oluşan yaralanmalar insanın davranışlarını bile değiştirebiliyor.
1800’lü yıllarda İngiltere’de tünel yapımı için dinamit patlatıldığı sırada bir küçük taş parçası işçinin birinin alnına saplanmış. Dolayısıyla ön beyine de hasar vermiş. İşçi sağlığına kavuştuktan sonra davranışlarında değişiklikler baş göstermiş. Bu sayede “Frontal Lopotomi” hastalığı bulunmuş. Bu bağlamda lafı alnının çatısına vurmak derinliği olan bir öz değiştir.
Derin analizlere gerek yok her şey meydanda
Benzetme ve değim yerindeyse bu satırların yazarı Avrupa Şampiyonası’nın bitiminde lafı Şenol Güneş’in alnının çatısına vurmuştu. Ne demiştik? “Güneş’in teknik adamlık yaşamı sona ermiştir.” Bundan sonra en fazla, kariyerine bakılarak Azerbaycan ya da İran taraflarından teklif alabilir. Daha ötesinin olabileceği çok zor…
İlk başta söylediğimi bugün hemen hemen herkes söylüyor. Çok derinlere gidip sosyolojik, psikolojik ve filozofik analizler yapmaya gerek yok. İki basit uygulama Güneş’in takımdan ve meslekten koptuğunu göstermektedir.
Yusuf Yazıcı ile Efe Can’a bakın
Fransa liginin şampiyon takımının oyuncularından biri olan, genç ve dinamik Yusuf Yazıcı’yı iki ortalamanın altındaki takıma karşı oynatıp, Hollanda karşısına çıkartmayıp yedek kulübesinde yanınızda oturtuyorsunuz. Bu nasıl bir teknik adamlık uygulamasıdır?
Efe Can’ı sağ kanatta başlatıyorsunuz sonra sağ beke daha sonra da sol beke alıyorsunuz. Eminim ki bu saçma uygulamayı dünya üzerinde yapan ilk teknik adam Şenol Güneş’tir.
Efe Can bu denli yetenekli, becerili, üst düzey ve her konumun hakkını verebilecek bir oyuncuysa neden Alanyaspor’dan öteye gidemiyor? Bu da Şenol Güneş’in her şeyden kopup kendi dünyasına sığındığını, içine kapandığını gösterir.
Fikret Orman neden yalvardı?
Şu yalvarma sorununa gelince söylenecek tek şey var; bir teknik direktör kendinin ateş altında ablukaya alınması için bu denli çok cephe açmaz. Beşiktaş’ta çalışırken yöneticilere çektirdiklerini ben biliyorum.
Bu bağlamda, Fikret Orman’ın “alın, bizi kurtarın” diye yalvarması doğrudur. Güneş’in iletişimsiz ve geçimsiz olduğunu da Trabzonluların söylediğini daha önce yazmıştım…
‘’Alanı ve oyunu kontrol etmek…‘’
Bugün artık Total Futbol’un önde gelen bir temsilcisi olmasa da, portakalların geleneğinde bu oyun yapısının izleri tamamen silinmiş değil. Hollandalılar için bugün bile alan ve alanın nasıl kontrol edileceği önemlidir. Top sendeyken sahayı genişlet; top sende değilken de alanı daralt, rakibinin oyun kurmasını zorlaştır.
Rus teknik adam Viktor Maslov ile başlayan ve Total Futbol’un tanıtımında en önemli rolü oynayan Hollandalı Rinus Michels ile devam eden, bugün artık bütün Avrupalıların oyun felsefesi haline getirdiği alanı ve oyunu kontrol etme düşüncesi ne yazık ki bizde henüz tam oturmuş değil. Belki de bu yüzden inişli, çıkışlı insanları şaşırtan değişik sonuçlar alabiliyoruz.
Karadağ maçı ve Hakan Çalhanoğlu
Alanı ve oyunu kontrol etmek futbolcuların kendi başlarına uygulayabilecekleri bir oyun yapısı değildir. Teknik direktörün oyuna ve futbola bakışıyla ilgilidir. Alanı ve oyunu gereği gibi kontrol etmeyi içselleştirebilirseniz Karadağ’a attığımız ikinci gol gibi güzel takım oyunu örneklerinin sayısını çoğaltabiliriz.
Cebelitarık karşılaşmasının ikinci yarısında oyuna giren ve neredeyse tek başına skorun değişmesine katkıda bulunan Hakan Çalhanoğlu gibi hem bireysel hem de takım oyununa yatkın futbolcuların etkisini de artırabiliriz.
Aslında Hakan Çalhanoğlu’nun oyuna etkisi ve Karadağ maçındaki ikinci gol bize bir önemli gerçeği hatırlatıyor. Bizim Çocuklar nitelikli bir futbolcu grubu. Bu grubun Avrupa Şampiyonası’nda başarılı olabileceğini en başta söyleyip yazanlardanım.
Hollanda büyük turnuvaların gediklisi
Ne var ki bir takım kolektifi yaratamamak, alan ve oyunu kontrol etmede aşama kaydedememek yüzünden bugün Dünya Kupası finallerini bile zora sokmuş durumdayız. “Biz Hollanda’yı ilk maçta 4-2 yendik yine yeneriz” mantığı doğru değildir.
Dünyada yenilmeyecek takım yoktur ancak Hollanda spor sanatını kolektif hale getirebilen ülkelerin başında gelmektedir. Yenilgilerinden çok daha fazla başarıları vardır.
Başarı, devamlılığı olan bir eylemdir. Bizim henüz bu anlamda bir başarımız yok. Hollanda ise büyük futbol turnuvalarının gediklisi bir futbol ülkesi…
Futbolu iyi anlamak için futbolun içindeki unsurların ilişkilerini anlamak gerekir. Bu ilişkileri kuracak, geliştirecek, pekiştirecek ve anlaşılır hale getirecek olan öncelikle teknik direktördür.
Futbol takımlarına ilişkin bir sorun ortaya çıktığında bütün gözlerin teknik direktöre çevrilmesi belki acımasız ancak anlamsız değildir.
Teknik adam dokunuşunun önemi
Hollanda Total Futbol uygulamasının ilk başlarında Ajax ile 4.2.4 sistemiyle oynuyordu. Ancak takım prese döndüğünde topun geri kazanılmasında sorun yaşanıyordu. İşte bu noktada bir teknik direktör dokunuşu Total Futbol uygulamasının önündeki engeli kaldırdı. Feyenord’un Avusturyalı teknik direktörü Ernst Happel ilerideki dörtlünün birini orta alana çekti. Böylece Hollanda futbolunda 4.3.3 geleneği yerleşmiş oldu.
Hollanda gibi bir takımı kendi sahasında sadece futbolcuların becerisi ve olumlu nitelikleriyle yenemezsiniz. Happel’in dokunuşu kadar oyunu geliştirici futbolun evrimine katkı yapacak bir hamle beklemiyoruz elbette Şenol Güneş’ten.
Ancak zorlu bir maçı iyi yönetip futbolcuları arasındaki kolektiflik bağlarını güçlendirecek hamleleri görmek hepimizin hakkıdır.
‘’Akıntıya karşı yüzmek‘’
Herhangi bir tehlikeyi etkisiz kılmak ya da güzelliklerin bize nereden ulaştığının farkına varmanın en etkin yolu kaynağa ulaşmaktan geçer. Akıntıya karşı yüzmek zordur ama insanı geliştirir amacına ulaşmasında fark ya da farkındalık yaratır, kaynağa vardırır.
40 yılı aşkın bir zaman önce Hollanda Ulusal takımının öncülüğünde ortaya çıkan Total Futbol’dan günümüzde onun değişik bir varyantı olarak kabul edilen gegenprese kadar yapılan tüm baskı çeşitleri futboldaki tehlikeleri kaynağında bitirmek amaçlıdır.
Futbolda tehlikenin kaynağı neresidir? Bizde, bu konu gündeme geldiğinde hep savunmada yapılan hatalara dikkat kesilir insanlar ancak öyle değil! Nasıl ki dağın yamacından ortaya çıkıp ovaya doğru akan suyun kaynağı yukarıdaysa ve siz gerekli önlemleri almazsanız yaşamınıza müdahale olacağı gibi futbolda tehlikenin kaynağı da rakip takımın savunmasından başlayan atak girişimleridir. Futbolda pres bu nedenle icat edilmiştir, kaynakta olanların farkına varmak için…
Presin evrim süresinde övüncümüz Özkan Sümer’dir
Aklım erdiğinden beri hücumun kaleciden, savunmanın ise en uçtaki forvet oyuncusundan başladığı söylenir ve ben buna tanığım. Total Futbol, şok pres ve gegenpres evrimi süresince bugün artık en uçtaki forvet rakip kaleciye baskı yapıyor. Yani pres kaleciye bile yapılıyor.
Bu süreçte bizim övüneceğimiz bir konu şok presin yaratıcısının ve ilk uygulayıcısının bir Türk yani geçen yıl sonsuzluğa uğurladığımız Özkan Sümer’in olmasıdır. 1979 yılında Trabzonspor’a şok pres uygulatıp takımını başarıdan başarıya koşturan Özkan Sümer’in kalecisinin Şenol Güneş olması da işin bir başka ilginç yanı.
Total Futbol’u Hollanda sayesinde doyasıya izledik ancak bu pres çeşidinin ayrıntılarını 1980’li yılların başında yanında hocalığa başladığım Adnan Dinçer’den öğrendim. Adnan Hocam öylesine ustalık ve beceriyle pres yaptırırdı ki bazen sahada dalıp onu izlerdim.
Pres yapmayan oyuncu Tanrı’dan sonra da gelse de oynatmazdım
Dolayısıyla futbolda pres konusu benim damarlarıma işlemiştir ve sonrasında çalıştığım tüm takımlarda uygulattım. Prese katılmayan oyuncu Tanrı’dan sonra gelse de benim takımlarımda forma bulamazdı.
Şimdi dönüp Şenol Güneş’e bakıyorum; insan Özkan Sümer’in öğrencisi, futbolcusu olur da ondan etkilenmez mi? Karadağ takımına karşı pres uygulatmaz mı, büyük olasılıkla Cebelitarık’a karşı da prese dayalı bir oyun oynatmayacaktır. Çünkü dağarcığında böyle bir oyun şekli yok.
Denebilir ki Şenol Güneş’in kendi oyun tarzı var, keşke olabilseydi. Futbolcularına sahada inisiyatif veren eski hocası Ahmet Suat Özyazıcı’dan bile etkilenmemiş.
Şenol Güneş’in mi yoksa Burak Yılmaz’ın istekleri mi?
Güneş her şeyi futbolcunun insafına terk edip kendini kenara çekmiş. Burak Yılmaz’ın istedikleri Şenol Güneş isteklerinin önüne geçmiş. Sahadaki uygulama ve görüntüler böyle söylüyor.
Bilindiği gibi presin temel amacı, topu kullanan rakip oyuncuyu baskı altına alarak olabilecek en kısa sürede ve rakip kaleye en yakın yerde topu kazanmaktır. Bizim Ulusal takımımızda böyle bir amaca yönelik herhangi bir eylem gördünüz mü, Şenol Güneş’in tüm dönemlerinde.
Bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek var ki o da bir futbol takımının topu kazanıp ya da kaybettiği anlar en hassas durumlardır. O anda karmaşık hatta kaotik bir ortam vardır. Bu karmaşık ortamı en kısa zamanda düzenli bir şekilde geçiş oyununa dönüştürebilen takımlar başarılı oluyor.
Tutku ile birbirine bağlı futbolcu kolektifi yaratılmazsa…
Bu başarıyı sağlayan ise forvetlerin atacağı goller değil takımın yani yaratılan kolektifin içindeki oyuncuların birbirleriyle olan tutku düzeyindeki iletişimidir. Arriho Sacchi bu durumu “forvetlerin gol atmaktan başka da görevleri var, topun olduğu her yer bizim için pozisyondur” şeklinde özetliyor.
Kuşkusuz sözünü ettiğimiz bu uygulamaları futbolun pratiğine doğru olarak aktarmak için atletik ve mental nitelikleri çok yüksek oyuncular gerekmektedir. Bu bağlamda biz bu futbol şeklinin Hollanda’ya hatta Norveç’e karşı uygulanmasını beklemiyoruz.
Ama en azından Karadağ’a karşı uygulansaydı. Cebelitarık karşısına da bu düşüncelerle çıkılmayacaksa grup maçlarının devamına ilişkin nasıl bir umudumuz olabilir?
‘’Şenol Güneş tamam da ya sonrası…‘’
Ulusal takımımızın Avrupa Şampiyonası finallerinde oynadığı maçlardan sonra Şenol Güneş’in geleceğine ilişkin düşüncemi net biçimde belirtmiştim. Güneş’in teknik adamlık yaşamı İsviçre maçından sonra resmen olmasa da insanların kafasında bitmiştir.
Nedeni ise çok açıktır. Şenol Güneş takımı yönetemiyor, modern anlamda herhangi bir düzen kuramıyor ve oyuna müdahalesi hiçbir olumlu sonuç vermediği gibi takımı daha da geriye götürüyor. Bir teknik direktörün yaptığı her değişiklik kötü sonuç verir mi?
Hollanda maçını kazandığımız halde yaptığı oyuncu değişiklikleri bile takımı geri götürdü. Oyuna Aldığı Caner Erkin’in takımı ne duruma düşürdüğünü unutmadık. Sonra da onu savunmasının zayıf olduğunu kamuoyunun önünde söyleyerek bir daha milli takıma çağırmadı.
Şenol Güneş’ten başka kaleci kökenli teknik adam var mı?
Yanlış bilmiyorsam Avrupa’da ulusal takımların başında kaleci kökenli teknik adam yok. Sadece Rusların başında vardı onu da Avrupa Şampiyonası’ndan sonra görevden aldılar. Zaten artık kalecilerden teknik direktör yapılmıyor. Onlardan sadece kaleci antrenörü olarak yararlanılıyor.
Karadağ maçında attığımız ikinci gol ve yediğimiz goller takım ve Şenol Güneş hakkında yeterince bilgi veriyor. Yusuf Yazıcı’nın attığı ikinci golün yapılışı takımımızın aslında nasıl nitelikli bir ekip olduğunu kanıtlıyor. Yediğimiz goller ise takımın hocasından hiçbir yardım almadığını gösteriyor.
Genel takım savunmasının yetersizliği golü yedirdi
Yenilen ilk gol genel olarak savunmada Merih Demiral’ın yerini boşaltmasına ve Mert Müldür’ün adamını kaçırmasına bağlanıyor. Oysa asıl neden daha derinde, takımın genel savunma anlayışının hoca tarafından kurgulanamamasında…
Rakip oyuncu orta alanda gol pasını verdiği sırada bizim takımda tam yedi kişi o anda geriye koşmaya çalışıyor. Oysa pası verecek oyuncuya baskı yapmak gerekirdi.
Bunun için oyunun önceden planlanıp kurgulanması zorunludur. Türkiye Karadağ ile oynuyorsa, iki stoperi orta alana basıp rakibi kendi alanına hapsetmek zorundadır.
Bu planı hazırlayacak olan hoca, uygulayıcıları da futbolculardır. Bu düzene uymayan oyuncunun adı ne denli büyük, kariyeri ne kadar yüksek olsa da kendini oyunun dışında bulmalıdır.
Forvetteki oyuncular baskı yapamıyor mu?
İleride görev yapan Cengiz, Burak ve Kerem rakibe baskı yapamaz demek doğru değildir. Hoca isterse yaparlar, yapmıyorlarsa yapanları bulursunuz.
Yediğimiz son dakika golü de takıma hoca elinin değmediğinin göstergesidir. Takımda kimin baraj yapacağı bile belli değil.
Kaleyi hemen hemen karşıdan gören ve ceza çizgisine yakın bir yerden rakip duran top kullanıyorsa Burak Yılmaz ceza alanının içinde ne işe yarar? Orta yapılmayacağı açık değil midir? O zaman barajın birinci adamı Burak olacak.
İddia ediyorum. Maçın görüntüsü televizyondan izlenip fiziksel ve matematiksel hesapları yapılsın. Eğer Burak dördüncü adam olarak baraja girseydi top ona çarpıp ya dışarı gider ya da geri dönerdi.
Sonuçta elbette ki ulusal takımın tek sorunu Şenol Güneş değil. Ancak Güneş’in yaptığı hamlelerin yüzde sekseninden fazlası yerine oturmuyor, sonuca olumlu yansımıyor. Bu vahim bir durumdur ancak daha da vahimi Şenol Güneş’in yerine koyacak bir hoca da yoktur.
Büyük takımların ve Ulusal takımın başına geçebilecek insanların yolu ama bilinçli ama farkında olmadan çok yıllar önce kesildi. Onlar sistemin dışına itildi. Böylece Şenol Güneş tek seçenek olarak kaldı. Ne yazık!
‘’Oğuzhan, Ljajic ve Salih Uçan‘’
Ali Rıza Sergen Yalçın Bey, 12 milyon liraya çalışacakken kendisine bir yıl çalışma bedeli olarak 30 milyon Türk Lirası’nın kapısını aralayan Rıdvan Dilmen’in programına konuk oldu. Bütün Türkiye’nin gözünün önünde yapılan bu danışıklı dövüşün elbette ki bir karşılığı olacaktı. Ne var ki bedelin bu kadar erken ödenmesini de doğrusu beklemiyorduk.
Neyse, bizde böyle şeyler hep olur ama “canım bunda ne var, dostluk ilişkisidir” denilip geçilir. Ancak Dilmen-Yalçın ikilisinin arasındaki bağın sadece dostlukla sınırlı olmadığını bilen bilir. Bunu da geçelim…
Ali Rıza Bey dobra bir insandır ya… Dilmene de aynı özelliğini yansıtarak konuşmuş. İki dakikalık bir video gösterisinin içinde Ghezzal’ın bir top alış verişini görünce menajer arkadaşına “hemen gönder” demiş.
“Hemen gönder” yerine “bize göre” diyebilseydi…
Sergen Yalçın’ın gördüğünü neden şimdiye kadar başka biri görememiş? Sergen Hocak “hemen gönder” yerine keşke “tam bizim ortamımıza göre” diyebilseymiş daha gerçekçi bir yaklaşımda bulunabilirmiş.
Çünkü modern futbolun oynandığı ülkelerde bu yöntemle futbolcu transferi yapılmayalı çok yıllar oldu. Topla ilişkileri iyi olan futbolcuların bizde baş tacı edilmesi ise yeni bir durum değil.
Eskiden futbolcu transfer edenler “ben futbolcuyu yürüyüşünden tanırım” derlerdi, bugün de çok şey değişmiş değil. Ancak bir tık aşama yaptığımızı da söylemeliyim. Çünkü oyuncunun yürüyüşünden, top alışverişine kadar aşama yapmışız.
İşte o top alışverişi iyi olan Salih Uçarı’da Ali Rıza Bey tarafından transfer edilmiş olmalı büyük olasılıkla. Ancak Salih Uçar’ı bir bakışta değil yıllardır izledikten sonra takımına kazandırdı.
Sergen Yalçın’a sorularım var
Yaşı neredeyse Oğuzhan Özyakup’a yakın olan Uçar’ı transfer ederken Sergen Yalçın hiç düşündü mü? Oğuzhan’ın topla ilişkilerinin Salih’ten çok daha iyi olduğu halde onun dünyasına neden giremiyor?
Örneğin şu sorular geldi mi Ali Rıza Bey’in aklına: Salih Uçan Fenerbahçe’de olmadı, Roma’da hiç olmadı acaba Beşiktaş’ta olur mu? Olacaksa bu takımlarda neden barınamadı?
18 yaşında CSKA Moskova’ya transfer edildikten bir sezon sonra Türkiye’ye geri gönderilen Ulusal takımın neredeyse değişmeyen futbolcusu olan, İstanbul’un üç büyüklerinde de yıllarca forma giyen Caner Erkin için “ne yeteneği var” diyen Yalçın, Salih Uçar’da hangi yetenekleri gördü?
Beşiktaş daha önce de topla ilişkileri iyi olan Ljajic’e gerçek bir servet ödeyerek transfer etmişti, şimdi o Ali Rıza Bey tarafından kadro dışı bırakıldı. Salih Uçar, Ljajic’ten daha iyi bir futbolcu mu? Oysa Alanya’da yerini bulmuştu, orada takımında söz sahibi olacak kadar da iyi oynuyordu.
Üç büyükler seviyesi başka bir dünya
Sadece topla olan ilişkilerine bakılarak transfer edilen futbolcular belli ki üç büyükler seviyesinde yeterli olmuyor. Ligimizde bir yere kadar dayansalar da Avrupa maçlarında eksikleri özellikle de kondisyonel niteliklerinin yetersizliği gün gibi açığa çıkıyor.
Varlıklarını sürdürebilmeleri için de, bedenlerinin olanaklarının dışına çıkmaya çalışıyorlar. O zaman da ya kırmızı kart görüyorlar ya da sakatlıkla yüz yüze kalıyorlar. Salih Uçan da Oğuzhan ve Ljajic’in durumuna düşmesin…