‘’Konuşmak mı yoksa dinlemek mi?‘’
Çok eskiden beri kulağıma küpe olmuş bir genel yargı vardır. Derler ki, konuşan değil dinleyen insan öğrenir. Bütün genellemeler gibi bu yargının da bir eksik tarafı var gibi. Konuşan olmazsa kimi nasıl dinleyeceğiz.
Ülkemizin futbol ortamı öyle bir hal aldı ki, herkes konuşuyor. Kamyon şoförünün dediğini hepimiz biliyoruz. Biz sadece futbol dünyamıza dönecek olursak denebilir ki bilgisi olan konuşacak, öğrenmeye istek ve hevesli olanlar da, iş olsun diye değil bilgi dağarcığını doldurmak için dinleyecek.
Hani, son zamanlarda 8+3 sadece insanlarımızın değil teknik direktörlerin de kafalarını karıştırınca futbol dünyası yabancı, yerli, genç, ihtiyar futbolcu pazarının içinden çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar.
Sergen Yalçın konuşmaz mı?
Herkes fikir beyan eder de Sergen Yalçın durur mu? Beşiktaş’ın şampiyon unvanlı teknik direktörü yine kitabın tam ortasından konuşmuş! Ne demiş Yalçın: “Bu ligde gücü ve yeteneği olan oynar.”
İlk bakışta gayet mantıklı bir yaklaşım… Ancak altını eşelediğiniz zaman Ali Rıza Sergen Yalçın Bey’in yaşamındaki çelişkilere de dokunuyor bu mantıklı görünen tümce. Şöyle; Yalçın’a sormak isterim Nsakala’mı yoksa Rıdvan Yılmaz mı daha yetenekli.
Bu iki oyuncunun yeteneklerini ölçecek birtakım testler biliyor musunuz, biliyorsanız uyguladınız mı? Yoksa yanılma olasılığı her zaman olan göz ucuyla mı saptadınız Nsakala’nın yetenek ve güç fazlalığını.
Avrupa Şampiyonası’ndaki Danımarkalı futbolcu Christian Eriksen’den sonra Nsakala’da yüreğimizi ağzımıza getirdi. Daha önce futbol sahalarında yaşadığımız acı olaylardan sonra sıradan sakatlıklar bile hepimizi endişeye düşürüyor.
Nsakala’nın nesine güveniyor Sergen Hoca?
Geçen yıldan bu yana ısrarla Nsakala konusunu deşmeme karşın Ali Rıza Bey onun yeteneğine güveniyor da, bütün ülkenin ve Ulusal takımın sol beke ihtiyacı olduğu halde Rıdvan’ın dünyasına bir türlü giremiyor.
Futbolcunun dünyasına girmek dediğinizde bu işi en iyi bilmesi gereken teknik direktörler olduğunu da kabul etmeliyiz.. Avrupa Şampiyonası’nda Şenol Güneş Rıdvan Yılmaz’ı oynatmak istemişte onun başka dünyalarda olduğunu görüp vazgeçmiş. Yani Güneş’de Rıdvan’ın dünyasına girememiş.
Peki, rahmetli Özkan Sümer nasıl oluyor da çalıştığı her futbolcunun dünyasına girip onun dünyasını değiştirebiliyor. Örnek mi istiyorsunuz, işte Yusuf Yazıcı…
Yusuf Yazıcı’nın dünyasını kim değiştirdi?
Yusuf Yazıcı, Özkan Sümer aramızdan ayrıldığı zaman hakkında ne dedi? “Hayallerimin sınırlarını kaldırdın, dünyamı değiştirdin, esin kaynağım oldun.” Zaten Sümer’in teknik direktör tanımlamalarından biri de şöyle:
“Teknik adam güdüleyici değil ilham verici olmalıdır.” O Özkan Sümer, başka bir dünyaya göç etmeden önce son ürününü de Yusuf Yazıcı, Uğur Can Çakıcı ve Abdülkadir Ömür’ün dünyalarına girerek verdi.
Konuşmak kolay dinlemek ve yapmak zordur
Peki, Ali Rıza Sergen Yalçın Bey de Beşiktaş altyapısında çalışmadı mı? Orada dünyasına girebileceği hiç mi çocuk yoktu? İnsan iki-üç yıl çalıştığı altyapı da adalesi güçlü ve yetenekli bir çocuk çıkartamaz mı? En azından, zamanı yetmese bile orda gördüklerinin peşine düşmez mi?
Diyeceksiniz ki, gözünün önündeki Rıdvan Yılmaz’ı görmeyen, ısrarla oynatması sonucunda “ben bu takımın oyuncusu değilim” diyerek bedeni bile kendine isyan eden Nsakala kolaylığına kaçıyorsa, bir de şampiyon olmuşsa neden kendini yorsun Ali Rıza Bey?
Ancak herkes çok iyi biliyor ki hazıra dağlar dayanmaz. Şenol Güneş de beş yıl üst üste şampiyon olabilecek bir takımdan ancak iki şampiyonluk çıkarabildi, hazır yemek yüzünden. Sergen Yalçın’da hazırın nimetlerinden faydalanıyor. Faydalansın faydalanmasına da bari konuşmalarına dikkat etsin… Konuşmak kolaydır, dinlemek zordur hele yapmak çok çok daha zordur…
‘’Normali baş tacı etmek…‘’
“Bir teknik direktörde eksik olmaması gereken tek şey dürüstlüktür.”
“Teknik direktörlük sahip olduklarını kullanma sanatıdır.”
“Disiplin, körü körüne itaat etmek değil, öğrendiğini iyi uygulayabilmek demektir.”
“Günlük zaferler için kestirme yollar arayanlar, gerçek ve kalıcı zaferler için yolları kapayanlar olmuştur.”
“Teknik adam güdüleyici değil ilham verici olmalıdır.”
Yukarıda tırnak içine aldığım özlü sözler herhangi bir Antik Çağ bilgesine değil, bizim Karadeniz’in sınırlı ama verimli topraklarından filizlenmiş, ne yazık ki geçen yıl zamansız olarak kaybettiğimiz Özkan Sümer’e ait.
Bu sözler Sümer’in yayıma hazırlanan kitabından, teknik adam, yönetici ve futbolcular, hatta yönetme sanatı üzerine söylenmiş onlarca sözünden sadece birkaçı.
Takımın teknik patronu teknik adam olmalıdır
Vitor Pereira hakkında yazılı medyada çıkan haberleri okuyunca aklıma rahmetli Sümer geldi. Onun olduğu yerde asla çok başlılık olmazdı. Futbolun teknik anlamda tek patronuydu. Yöneticiler ya da kulüpteki başka görevliler kendisine teknik anlamda bilgi vermek için kıvranırlardı ama asla cesaret edemezlerdi. Bu kötü bir şey mi, Özkan Sümer diyaloga kapalı biri miydi? Hayır, Sümer herkesi dinler ama söyleyenlerin konumundan, makamından ve isteklerinden asla etkilenmezdi.
Futbolun teknik yanını yönetmek teknik adamın olması gereken normal görevidir. Peki, olması gereken normal davranışları neden baş tacı ediyoruz. Yanıtı gayet basit… Çünkü Türkiye’deki teknik adamların geneli takım yönetmekten çok farklı hesapların peşinde olmalarıdır.
Oyuncunun geçmişi ve kariyeri değil bugünü önemlidir
Neymiş, Pereira Mesut Özil’i bile yedek bırakmış. Mesut Özil, Fenerbahçe’ye geldiği günden bu yana sadece maçların son 15-20 dakikalarında rakip yorulduğu zaman görev yapabilirdi. Eğer o günkü teknik kadro bunu yapabilselerdi Mesut sakatlanmaz ve büyük olasılıkla bu sezona daha hazır girerdi. Daha Mesut Özil Türkiye’ye geldiği günlerde “Fenerbahçe Mesut olabilir mi” başlıklı yazımızda bunları etraflıca yazmıştık.
Bir teknik direktörün yapması gereken normal uygulamalarından biri yaşına, geçmişine, kariyerine göre değil de, o gün ortaya konulan performansa göre oyuncularına forma vermektir. Özkan Sümer’in söylediği dürüstlük böyle anlarda belli olur.
Gerçi teknolojik olarak dürüstlüğü ölçecek bir buluş henüz yapamadık ama tutarlılık ve forma dağıtımındaki adalet teknik adamın dürüstlüğü konusunda bizlere bilgiler verebilir.
Geçen yıl Fenerbahçe’de olmayan gerçek anlamda bir teknik kadroydu. Bu sene var. Ama bu da hiçbir başarının garantisi değil! Siz dağların katmanlarından süzülerek bize ulaşan duru su gibi olan bilgiyi kullanın, teknik adamlık ilkelerinizden ödün vermeyin başarı er ya da geç sizi mutlaka bulup, ödüllendirecektir.
‘’Alsancak'a Sait Altınordu yakışır‘’
Cumhuriyet öncesinde İzmir’de yaşayan Rumların futbol oynadığı alana 1929 yılında Alsancak Stadı inşa edildi. Sanırım İstanbul’da, 1911 Çırağan Sarayı yangınından sonra 1930’larda Beşiktaş’a tahsis edilen Şeref Stadı’ndan da eski.
Dünyadaki tüm stadyumlar güneş ışınlarının etkisi göz önüne alınarak kaleleri Kuzey-Güney yönüne gelecek şekilde inşa edildiği halde Şeref Stadı Güney tarafını İstanbul Boğazı’na yaslamış bir biçimde Beşiktaş-Ortaköy arasında, Batı-Doğu yönüne yapılmıştı.
Bir zamanlar İstanbul’un üç büyüklerinden başka Beykoz, İstanbulspor, Vefa, Feriköy, Kasımpaşa ve Karagümrük takımlarının da “maç sahası” olan Şeref Stadı ne yazık ki Çırağan Oteli’ne kurban edilmiştir. Cumhuriyet’in kuruluş döneminin futbol kültürü Çırağan Oteli’nin bahçesine gömülmüştür.
Alsancak İzmir takımlarının ortak stadıdır
Alsancak Stadı’da bir zamanlar 1.Lig’de oynayan Altay, Göztepe, Altınordu, Karşıyaka ve İzmirspor’un ortak maç sahasıydı. Depreme dayanıklı olmadığı gerekçesiyle yıkılıp yeniden yapıldı. Şimdi tartışma konusu olan bu stada verilecek isimdir.
Cumhurbaşkanının Mustafa Denizli adını öne sürmesi kuşkusuz bu adı favori konumuna getiriyor. Ancak İzmir futbolu denilince Mustafa Denizli’yi bırakın Metin Oktay’ın bile önünde saygı ile eğileceği Sait Altınordu gibi bir futbol efsanesi Alsancak’a yakışır.
Metin Oktay Sait Altınordu’ya hayrandı
Metin Oktay futbola Sait Altınıordu aşkı ve tutkusu sayesinde başlamış. Sadece maçlarına değil antrenmanlarına bile gidermiş. İstanbul Üsküdar’da dünyaya gelen Sait Altınordu 16 yaşında Altınordu’ya transfer olmuş ve bu takımda 27 yıl içinde 847 kez forma giymiş.
Sanırım bu bir dünya rekorudur. Aynı takımın formasını 27 yıl giyen tek futbolcu Sait Altınordu’dur. Zaten FİFA’da resmi sitesinde bu büyük başarıyı belgelemiştir. Gerçi Alsancak’ta bir meydana adı verilen ve oraya büstü dikilen Sait Altınordu ölümsüzleştirilmiştir ama adını taşıyan bir stat olması Türklerin kadirşinaslığının bir belgesi olacaktır. Eminim ki Sait Altınordu ismini en çok Mustafa Denizli destekleyecektir.
Fahrettin Altay olmaz mı?
Üstelik Alsancak Stadı’nın arazisinde Altınordu kulübü pay sahibidir. Sait Altınordu soyadını bu kulüpten almaktadır.
Sait Altınordu’dan sonra akla gelebilecek ikinci isim Fahrettin Altay’dır. Soyadını Altay kulübünden alan Fahrettin Altay, İzmir’in kurtuluşu sırasında şehre ilk giren süvari komutanıdır. Futbol ile ne alakası var diye soracak olursanız bir yanıtım var.
Roland Garros nedir? Teniste dört büyük turnuvadan birinin adı… Roland Garros Fransız savaş pilotu. Akdeniz’i boydan boya yakıt ikmalsiz geçen ve uçağında tepkimeli silah kullanan ilk savaş pilotu.
Başka bir geçiş sırasında uçağıyla Akdeniz’e düşerek yaşamını yitirmiş. Ne var ki yüz yılı aşkındır Fransızlar adına büyük ve geleneksel bir tenis turnuvası düzenliyorlar. Sait Altınordu’yu bütün Türkiye’nin tanıması onun takım ve forma aşkından çocuklarımız ve gençlerimizin esinlenmesi için “Alsancak Sait Altınordu Stadı” …
‘’Bir futbolcu neden boksa özenir?‘’
Futbolcuların maç esnasında saha içinde ya da soyunma odalarında birbirleriyle yaşadıkları sportmenliğe aykırı tutum ve davranışlar uzun aralıklarla da olsa yaşanmaktadır.
Hatırladığım ilk futbolcu kavgası Beşiktaş’ta yaşanmıştı. 1970’li yılların ortasında bir maçtan sonra Beşiktaşlı İhsan takım arkadaşı Zekeriya Alp’e tahta takunya ile saldırmıştı.
Hangi tür cezayı verirseniz verin bu tür davranışlar bundan sonra da yaşanacaktır. Çünkü saldırganlık insanın doğasında var.
Eğitim ve sporculuk felsefesi ile bu saldırganlık güdüsü törpülenmeye çalışılsa da, takım içi sürtüşmeler, ekonomik çıkarlar ve psikolojik ihtiyaçlar bazı futbolcuların birbirleriyle sürtüşmesine, taşın taşa sürtünmesi olgusuna benzer bir biçimde ateş çıkmasına neden olabiliyor.
Öç alma duygusuyla hareket edilmemeli
Bu ateşin kimi ne kadar yaktığı konusunun belirlenmesi ve yaraların sarılması da ancak spor hukuku çerçevesinde belirlenebilir.
Hukukta öç alma duygusuyla hareket edilemez. Ancak olay basit ve sıradan bir yumruklama olayı değil. Marcao’nun, milyonlarca insanın izlediği bir futbol maçında, herkesin gözünün önünde arkadaşını yumruklaması ile sokakta iki insanın kavgası arasında fark olmalı. Fark vardır hem de dağlar kadardır.
Anladığım kadarıyla futbolun özel bir yanı olsa da, olay genel hukuk kurallarının gösterdiği yoldan gidilerek çözülmeye çalışılır. Yani yaşanan olayın öncesi araştırılmalıdır. Bu düzeye gelmiş bir futbolcunun sokaktaki insan gibi davranamayacağı bilinmektedir.
Olayın öncesi araştırılmalıdır
Önceki maçlarda, hazırlık döneminde, kampta ya da antrenmanlarda neler yaşandı? Bunlar araştırılıp bir sonuca bağlandıktan sonra Kerem Aktürkoğlu ve Marcao’nun durumu netleştirilmelidir. Olayın altında hangi neden olursa olsun futbol alanındaki son görüntüler Kerem Aktürkoğlu’nnun sadece fiziksel değil psikolojik olarak da mağdur olduğudur.
Genç bir delikanlı olarak saldırıya yanıt vermemesi ise olayın daha da büyümesini engellemekle birlikte kendisinin sağlam bir sporcu özyapısına sahip olduğunu göstermiştir. Olaya duygusal baktığınızda yürek yaralayacak kadar dokunaklıdır ancak karar verirken duygulardan olabildiğince arınmak gerek.
‘’Beşiktaş'ı nasıl buldunuz?‘’
Son iki gündür en çok karşılaştığım soru bu. Elbette ki iyi buldum Beşiktaş’ı. Sezon başlarının zorluğu özellikle de ligin açılış oyunlarından beklentiler göz önüne alındığında Beşiktaş güzel görüntüler ortaya koydu.
Geçen sezonun başına geri dönüp o günlerdeki sıkıntılı durumları gözünüzün önüne getirdiğinizde takımdaki farkı zaten görürsünüz. O günlerde Sergen Yalçın kulübede takıma ilgisiz, yönetime ise kösmüş bir tavır içindeydi.
Rizespor karşısındaki Sergen Yalçın ise uzun bir maraton yarışı sonunda tüm rakiplerini arkada bırakmış bir atletin onuru ve gururu ile takımını yönetiyordu. Haksız da sayılmaz. Takımın yaklaşık bir sezon içinde nereden nereye geldiğini, herkesin beğenisini kazandığını o da biliyor.
Oturmuş kadro büyük avantaj
Hemen hemen aynı takımla sezona başlamak da kuşkusuz ekibin olumlu görüntüsüne katkı yapıyor. Kenan Karaman ve Salih Uçan yeni transferler, oyuna sonradan girenler ve 11’in diğer dokuz oyuncusu geçen yılın kadrosunda şampiyonluğun kazanılmasında rol üstlenmiş futbolcular…
Beşiktaş’ın yeni sezona başlangıcı bir bakıma geçen yılki Galatasaray’ın sezona girişini andırıyordu. Galatasaray’ın da oturmuş bir kadrosu vardı ve diğer tüm takımlardan iyi futbol oynamak bakımından farklıydı. Sonuçta Galatasaray iki gol averajı ile ikinci oldu.
Galatasaray yenilgisiz ikinci olmuştu
Hiç kuşku yok ki bu bir başarısızlık değil. Hatta 1985-86 sezonunda Beşiktaş iki yenilgi aldığı halde Galatasaray yenilgisiz ikinci oldu. Puanları aynıydı Beşiktaş averajla şampiyonluğa ulaşmıştı. Futbolun ilginç ama bir o kadar da insanları kendine bağlayan sonuçlarından bazıları bunlar.
Futbolda bu tür sonuçları başarısızlık ya da talihsizlik olarak kabul etmemek gerekir. İnsanların da takımların da yaşadıkları sürece başlarına türlü talihsizlikler gelebilir. Yaşamda insanların ya da kurumların başına gelenler değil, bunları nasıl algılayıp onlarla nasıl baş edilebileceğini bilmek yeni ileri hamlelerin yollarını açabiliyor. Geçen yazıda sözünü ettiğim gibi insanın sahip olduğu değerlerin farkında olması mutluluğun kapısını açan en önemli anahtardır.
‘’Önemli olan neye sahip olduğunuzdur‘’
Dünyanın başarılı olmuş teknik direktörlerinin hiçbiri mucize yaratmamışlardı. Beşiktaş’ın İngiliz teknik direktörü Gordon Milne “futbolda mucize yoktur, yaşanılan her şey futbolun doğasına uygundur” demişti bir zamanlar bana.
Bugüne değin futboldaki tüm taktikler eldeki futbolcuların onları başarılı kılmak için yapılan saha düzenlemelerinden doğmuştur. Dolayısıyla önemli olan neye sahip olduğunuzu analitik bir gözle değerlendirip üst düzeyde verim almak için tüm olanaklarınızı devreye sokmaktır.
Top oyunlarının ya da yuvarlak cisimlerle oynanan oyunların nerede oynandığına ilişkin çok çeşitli görüşler vardır. Ancak tartışmasız olan modern futbolun ilk kez İngiltere’de oynanmış olmasıdır.
Futbol ilk zamanlar neden havadan oynandı?
İngiltere de oynanan futbol denildiğinde bugün bile çoğumuz uzun pasa dayalı havadan oynanan futbolu anlarız. Çünkü modern futbolun ortaya çıktığı koşullarda topun yerden oynanması hemen hemen olanaklı değildi. O günlerin koşullarında İngiliz çocukları doğal olarak yürmeyi öğrenmeden kafa vuruşunu öğrenirlerdi!
Bütün sahalar balçık içinde neredeyse çamur deryasıydı. O koşullarda top yerden nasıl oynanacaktı? Zamanla sahalar düzelmeye, çimlendirilmeye başladıktan sonra da bu gelişmenin doğal sonucu olarak futbol yerden oynanmaya başlandı.
Ancak Avrupa’da başlayan yerden kısa paslı oyunu tutucu İngilizler kolay kolay benimsemediler. Gerekçeleri açıktı: “havadan uzun birkaç pasla gole gitmek varken çok pasa ne gerek vardı.” İngilizlerin haklı olduğu taraf şuydu: ne kadar çok pas yaparsanız hata oranı da o denli artar. Ama çok iyi yapılan üç pas gol için en garanti yoldu.
Havadan futbola ilk kez Bil Shankly karşı çıktı
Ne var ki Avrupa anakarasında yaygınlaşan pasa dayalı oyun geliştikçe İngilizler gerilediler, Liverpool Bil Shankly ile pas oyununun adadaki öncüsü oldu. Sivri dilli Shankly “futbol havadan daha iyi oynansaydı Tanrı çimleri gökyüzüne ekerdi” diyerek geleneksel İngiliz futboluna muhalefet ediyordu.
Günümüz futbol oyunu artık havadan uzun paslı oyun tarzını geride bıraktı. Artık çok paslı oyun ve bu oyun anlayışını presle bozmak önceliklidir. Bugün orta yapmak bile ilkellik olarak kabul ediliyor.
Ancak pasa dayalı oyunu oynayamayan, buna sabır gösteremeyen, bu anlayış üzerine yoğun çalışmalar yapmaktan kaçınan teknik direktörler eski İngiliz yöntemiyle var olmaya çalışıyorlar ki, bu anlayış bazen başarılı olur, bazı maçların kazanılmasına yarayabilir ama devamlılığı olamaz.
Bu futbol uzun vadede kimseye tat vermez. İnsan belli bir süre futboldan tat alsa da daha sonra futbolun değil kendisinin tadını çıkarmaya başlayacaktır ki o zamanda futboldan kaçış kaçınılmaz olacaktır.
‘’Bu sezon lig beklenmeyen misafir gibi mi?‘’
Yeni bir futbol sezonunun başlamasına artık birkaç gün kaldı. Her dönem, her yıl büyük bir heyecan ile beklenilen futbol sezonu bu sene sanki yolu gözlenen güzelden çok istenmeyen misafir gibi geliyor.
Kulüplerimizin bir türlü aşamadıkları hatta aşmak için gerekli çabayı göstermedikleri ekonomik zorluklar, diğer tarafta ise tüm dünyanın yaşamını alt üst eden salgın…
Tüm insanlığı korku ve endişe içerisinde bırakan salgının süregeldiği bu dönemde bir de ülkemiz özelinde yangınlarla başımız dertteyken futbolu özlemek yerli yerine oturmuyor kanımca. Ne var ki hayat devam ediyor, futbol da yoluna devam etmek zorunda.
Pandeminin verdiği acılar hafifler mi?
Belki de izleyenlere güzellikler sunacak, onların acılarını hafifletecek bir futbol sezonu kapımıza dayandı. Gerçekten böyle olmasını kim düşünmez, istemez ve hayal etmez?
Geçen yıl da hepimiz takımlara ilişkin türlü güzellikler hayal etmiş, öngörülerde bulunmuştuk. TRT’nin değerli spikerlerinden Levent Özçelik geçen sezon başında bana telefon ederek lige ilişkin görüşlerimi sormuştu.
Diğer takımlara göre oturmuş kadrosu ve hocasının deneyimini göz önüne alarak Galatasaray’ın ligi şampiyon bitireceğini söylemiştim Levent Kardeşime.
Beşiktaş’ın geçen yıl yaptığı hamle…
Ama dünya üzerinde yaşayan herkesi yanıltmak için kurgulanmış bir oyun futbol. Geçen sezonun başında Beşiktaş’ın en iyi derecesinin dördüncülük olabileceğini düşünüyordum. O ünlü dört transfer(Aboudakar, Josef de Souza, Ghezzal ve Rosier) gerçekleştirildikten sonra da Beşiktaş’ı kimsenin yenemeyeceğini Attila Gökçe’ye söylemiştim. İkisinde de yanıldım.
Futbolda zamanın bizim ve takımlar üzerinde meydana getirdikleri dönüşümleri matematiksel formüllerle hesap etmek ne yazık ki olası değil.
Başta futbolcular olmak üzere hepimizin sahip olduğu yetenekler, beceriler ve bilgi birikiminin uzun bir futbol sezonu boyunca istediğimiz düzeyde gitmediği, bu maharetlerin de dayanıklılık sorunu yaşadığı unutulmamalıdır.
Başaranlar kısa yoldan önünüze geçmiş olabilir
Onca sezon başı hazırlığa, çoğu zaman ince eleyip sık dokuyarak oluşturulan kadrolar, bazen ulaşmaya çalıştığımız hedeften çok daha farklı sonuçlarla yetinmek zorunda bırakabiliyor bizleri.
Futbol takımlarının yöneticileri ve teknik direktörleri eldeki futbolcu kadrosuyla birlikte ortaya bir eser çıkartmaya çalışırlar.
Eğer yapılan hesap ve planlama sonucunda istenilen eser ortaya çıkmıyorsa ya bazı temel hamlelerde geç kalınmıştır ya da başkaları daha kısa yoldan gidip önünüze geçmiştir. Geçen yıl Beşiktaş’ın yaptığı dört transfer bu kısa yolun pratik bir anlatımıdır belki de…
‘’Muslera'nın hataları!‘’
Şampiyonlar Ligi Ön Eleme karşılaşmasında yediği birinci gol sonrası Fernando Muslera çok eleştirildi. Eleştirilerin haklılık yanı vardı. Denebilir ki, kaleci son adam ve risk almamalıdır. Topu taca ya da rakip köşe vuruşu kullanmak üzere dışarı vurabilirdi. Bunlar doğrudur.
Ancak başlangıçta yapılan hataların insanların, kurumların, toplumların ve takımların başına bela olacağına ilişkin bir gerçek vardır ki, adına bilim dünyasında “Kelebek Etkisi” deniliyor. Konuyu futbol bağlamında ele alacak olursak, siz taç atışında ilkesel hata yapıyorsanız o hata son noktada başınıza iş açabilir.
Öncelikli yapılması gereken tacı ileriye doğru ve taç çizgisi boyunca kullanmaktır. Böylece hem savunma oyuncunuzun hem de kalecinizin hata yapma riskini azaltırsınız.
Kaleciye geri pası ne zaman verilir?
St. Jhonstone karşılaşmasında da geri pası sonucu Muslera penaltıya neden oldu ve kırmızı kart görerek oyun dışı kaldı. Kaleciye geri pası ne zaman verilmelidir? Topu başka bir arkadaşına verebilme, kornere ve taca vurma, bazen gelişigüzel ileriye topu vurma olanağı yoksa, tek çare kalmışsa kaleciye geri pası verilebilir.
Bir de işin felsefi boyutu vardır. Genç oyuncular sınırlı bilgi ile daha çok fiziksel yetkinliklerine dayanarak futbola ilişkin sorunlarını çözerken, Muslera gibi yaşı kemale ermiş futbolcular bilgi, deneyim ve beceriyle problem çözmeyi öncelikli hale getirirler.
Bu da daha fazla özgüven gösterisi anlamına gelir ki, futbolda kalede ve savunmada böylesi bir duyguyla davranmak başınıza iş açar. Galatasaraylı futbolcular Muslera ile oynarken bu gerçeği akıllarından çıkartmamalıdırlar. Latin Amerika’nın futbol geleneğinde topla oynamayı kaleciler de sever…