‘’Şimdi değilse ne zaman?‘’
Dünyada sermayenin el değiştirdiği, eskiden sermayeyi elinde barındırabilen sektörlerin değiştiği herkesin malumu, sağır sultan bile duydu. Dijital dünyanın gelişimi ve bu dünyanın yarattığı devler, birçok pazarı büyüttü, değiştirdi ve geliştirdi. Buna en güzel örneklerden biri, şu ara bir dijital platformda yayında olan benim de her gün çok severek kullandığım Spotify’ın hikayesi “The Playlist” dizisinde anlatılanlar. Spoiler vermeden çok kısa bahsetmek gerekirse, müzik endüstrisinin dijital içerik tüketimine ve üretimine uygun hale gelmesi ve bu süreçte yaşananları konu alıyor.
Futbol endüstrisinde de bu değişim ve dönüşüm söz konusu. Geçtiğimiz aylarda Barcelona’ya stadından formasına sponsor olan Spotify’dan zaten bahsetmiştik. Hatta o yazıda, futbol endüstrisinin bu gibi kurumlarla ortak bir gelir modeli veya dijital içerik tüketicisini direkt hedefleyen iş modelleri oluşturamazsa sonunda her formanın bir Formula 1 aracına dönüşebileceğini belirtmiştik. Şimdi buna benzer başka bir haber spor gündeminde yerini aldı. The Athletic’in haberine göre Google, Tottenham stadına sponsorluk için en ciddi adaylar arasındaymış. Sponsorluğun hacmi ile ilgili net bir bilgi yok ancak yaklaşık 1 milyar euroya mal olan bir stadın sponsorluk bedeli de benzer yerlerde olacaktır. İngiltere, futbol ekonomisi konusunda ders alınması gereken bir yer olduğu için, Barcelona’daki sponsorluktan mutlaka daha az ödün verilerek bir anlaşma yapılacaktır. Fakat ok yaydan çıkmış durumda, bu dijital devlerin, sektör oyuncularının entegrasyonu öyle ya da böyle olacak, her ülkede, her ligde, her takımda…
Ben de bizim futbol dünyamızdaki tüm paydaşlarımıza bir soru sormak istiyorum. Futbol, altyapı, hakemler ve ilgili tüm bileşenler olarak Avrupa’yı yakalamak zor ancak tabii denemek, hedefi oraya koymak da gelişimin bir parçası. Ülke olarak, dijital entegrasyonumuz hiç azımsanmayacak kadar yüksek ve iyi durumda. Sosyal medya platformlarından e-ticaret sitelerine, mobil oyunlara kadar durum böyle. Ülkede de hala ciddi ölçüde futbol izleyicisi varken, işin teknik kısmında yarışçı olmaya çalışırken bir yandan da daha avantajlı olduğumuz, halihazırda pazarlama alanında yarışçı olmak mantıklı değil mi? Bu alanda yarışmacı olabilmek sadece dijital entegrasyonla ilgili değil tabii, içeriğimizin, yani futbolumuzun da bir şeyler vaat etmesi gerekiyor. Siz de kabul edersiniz ki bu alanda umutsuz olmamızı gerektirecek bir durum yok. 83 milyonluk bir nüfus, doğru kullanırsa birçok kaynak ve neredeyse Türkiye’nin her şehirde güzide takımımız var. Şeker, un, yağ her şey hazır, pastayı yapacak bir irade, bir kolektif akıl şart sadece…
‘’Çok Güzel Hareketler Bunlar‘’
Dünya futbolunda 2022-2023 sezonuna genel anlamda bir giriş yapıldı diyebiliriz. Ligimiz de hızlı ve çekişmeli bir şekilde başladı. Bu sene bir futbolsever olarak dileğim sadece futbol anlamında rekabetçi olmayan aynı zamanda da iletişim/pazarlama olarak kulüplerimizin güzel anlamda birbirleriyle rekabet etmesi. Ben de bu ay yazımda, yaz döneminden beri gözüme takılan güzel birkaç işi paylaşmak ve açıkcası benim de çok heyecanla karşıladığım bir haberi paylaşmak istedim.
Galatasaray’dan Fark Yaratan Transfer Tanıtımları
Hepimizin bildiği ve tahmin ettiği üzere, çoğu futbolseverin en sevdiği dönem genellikle transfer sezonları oluyor. Doğru veya yanlış birçok haber, kafada kurulan takımlar, transfer çalımları gibi konular gündemi yoğun bir şekilde meşgul ediyor. İsimler büyüdüğü zaman ise, beklenti de büyüyor. Kulüplere de hem transfer hamlesi olarak hem de duyurusu anlamında bu beklentiyi karşılamak düşüyor. Bu sene ligimize birçok büyük isim transfer edildi. Bunun sevindirici ama bir o kadar da düşündürücü yanları var. Bu detaylara buradan çok girmeyeceğim tabi… Ancak transfer duyurularında fark yarattığını düşündüğüm Galatasaray’a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Özellikle Mertens ve Torreira transferlerinin duyurusunda kullandıkları Twitter Space aktivasyonu çok güzel düşünülmüş, farklı bir işti. Böyle işler hem kendiliğinden haber oluyor hem de etkisi çok daha uzun sürebiliyor. Twitter’ın spor gündemi üzerindeki etkisi ve etkinliğini anlamak için bu işte uzman olmaya gerek yok. Böyle bir mecrada, bu kadar büyük isim ile böyle bir işe kalkışmak hem cesaret hem de vizyon işi. Bu vesileyle böyle bir duyuru planladıkları için Galatasaray İletişim ve Pazarlama ekibini daha sonra da buna katılım gösteren futbolcuları tebrik ediyorum.
Fenerbahçe’den Futbolun İyileştirici Gücüne Katkı
Toplumlarda zıtlık yaratan herhangi bir olgu, kurum, platform iyi kullanılırsa aynı zamanda birleştirici veya iyileştirici bir güce dönüşebilir. Fenerbahçe’nın yakın zamanda başlattığı ve her hafta uyguladığı bir proje tam da buna örnek. Sarı-lacivertliler, sezon başından itibaren, tedavi altında olan çocukların seremoniye çıkma hayallerini gerçeğe dönüştürerek, her hafta iç saha maçına dijital olarak bir kardeşimizle sahaya çıkıyor. Sahaya çıkan bir futbolcunun elinde yer alan tabletle dijital de olsa orada olabilmek, kardeşlerimize hem moral oluyor hem de unutamayacakları bir deneyim yaşama imkanı sağlıyor. Örnek olması ve çeşitlendirilerek çoğalması gereken bu uygulamaya umarım diğer kulüplerimiz, farklı şekillerde futbolun iyileştirici veya birleştirici gücüne katkı sağlamak adına hayata geçirirler. Fenerbahçe Kulübü’ne ve bu projenin hayata geçirilmesine vesile olanların akıllarına ve emeklerine sağlık…
‘’Zaman her şeyin ilacı mı?‘’
Her yeni başlangıçta, enseyi karartmamanın, optimist olmanın hayatta önemli bir meziyet olduğunu düşünür ve uygun olan koşullarda elimden geldiğince böyle bakmaya çalışırım. Sürekli optimist bir yaklaşımı da doğru bulmayarak, hayatın her alanında olduğu gibi denge sağlanması gerektiğine de inanırım. Sonuçta hayatın birçok alanı gri bölgelerden oluşuyor, burada konuştuğumuz spor, futbol, iletişim de böyle alanlar. Ancak bazı kurumlar, bu gri alanları düzenlemek ve düzenlemelerini denetlemekle yükümlüdür. TFF de bu kurumlardan biri.
Yeni tazelenen TFF yönetimi de göreve başladığında yine buradan optimist bir bakış açısıyla konuyu ele alıp, beklentilerimizi dile getirmiştik. Süper Lig’in resmi web sitesi için çalışmalar olduğunu ve sosyal medya hesabının açıldığını söylemeden diğer konulara geçmek haksızlık olurdu. Süper Lig’in resmi hesabının gidecek çok yolu olmasına rağmen, bir adım atıldı sonuç olarak. Henüz etkileşim alabilecek ya da farklı bir içerik görmedik. İyi bir web sitesi yapılacağına da, bu işe talip olanları iş hayatından bildiğim, tanıdığım için az çok tahmin edebiliyorum. Ancak bunlar sadece iletişimin araçları, tabi efektik ve verimli olmaları önemli ancak TFF gibi bir kurumun paydaşlarıyla (takımlar, hakemler, oyuncular vb.) yaptığı pro-aktif ve re-aktif iletişimin tarzı ve içeriği de en az araçlar kadar önemli.
İlk olarak, kadroda izin verilen yabancı oyuncu konusuyla ilgili çok enteresan bir süreç yaşandı. Yabancı sayısı ile ilgili kimsenin anlamadığı bir metin yayınlandı ve açıklayıcı olmaktan uzak bir metin olduğu için de herkes farklı yorumlayabildi. Bazı takımların avantajına, bazı takımların dezavantajına geldiği yönünde konuşmalar başladı. Sonra bir açıklama daha yapıldı, konunun ilk anlaşıldığı gibi değil, 14+3 olacak şekilde ve +3’ün de birçok kuralı olduğu anlaşıldı. Tüm bu karmaşanın iletişim açısından en talihsiz kısmı ise bu açıklamanın lig başladıktan sonra, oynanan bir haftanın içinde bazı takımların maçları oynandıktan sonra yapılmasıydı. Zamanlama yanlış, içerik karmaşık sonucu da kaos oldu tabi.
İkinci önemli bir konu da hakemlerle ilgili yaşanıyor. Hakemlerin niyetine, kalitesine vs. burada hiç girmeyeceğim o konu benim uzmanlık alanım değil ancak, açıklanan ve sürekli ortada gezen bir algoritma meselesi var. Dünya üzerinde herhangi bir işte veri kullanılıyor ve bu veri daha sonra işlenerek bir içgörüye dönüşüp ona göre karar alınıyorsa herkese bunu alkışlamak düşer. Malum veri, bu dünya düzeninin petrolü ve her zamankinden daha güçlü. Türkiye gibi bir coğrafyada özellikle konu futbolsa, bu şekilde getirdiğiniz bir yeniliğin iletişimi de şeffaf olmalı. Eğer gerçekten böyle bir algoritma varsa ve hakemler buna göre atanıyorsa, bu algoritmanın nasıl çalıştığını demo bir hafta seçilerek anlatılması şart. Hakemler nereden puan alıyor, nereden kaybediyor şeklinde insanların kafasında bir şeylerin canlanması gerekir. Eğer bir hafta tüm kamuoyunda kötü bir maç yönettiğine dair ortak kanı oluşmuş bir hakem ondan sonraki hafta yien görev alabiliyorsa, bunu insanlara algoritma diyerek açıklayamazsınız.
Sonuç olarak TFF yönetimi hala yeni sayılır ve tam anlamıyla eleştirmeden süre vermek gerekir. Takip ettiğim spor kamuoyunda da bu vaktin Kasım’a kadar olduğu belirtiliyor. Umarım Kasım’da doğru iletişim uygulamalarını ve adil bir şekilde yönetilen bir Türk futbolunu buradan yazmak nasip olur.
Son olarak, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı kutluyor, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını rahmet ve minnetle anıyorum.
‘’Bu defa farklı olsun‘’
Ligler bitti, çoğu futbolseverin en sevdiği dönem; transfer dönemi başladı. Tabiki de birçok taraftar takımın yaptığı, yapacağı transferle ilgilenip, hazırlık maçları, erken Avrupa maçı oynayan takımlar derken odağını yeni sezona çevirmiş durumda. Ancak geride bıraktığımız sezonun sonrasında Türk futbolunda önemli bir değişim yaşandı.
Belli bir süredir, bizim de burada bahsettiğimiz hatalı ve paydaşları arasında bir uzlaşı olmadan yönetilen futbolun yönetimi değişti. Özellikle iletişim alanında hem pro-aktif hem de re-aktif süreçlerde yapması gereken aksiyonlarının çok gerisinde kalan TFF, yeni yönetimiyle geçtiğimiz dönemde bu alanlarda yaşanan sorunların farkında olduğunu en azından şimdilik gösterdi diyebiliriz.
Öncelikle paydaşların uzlaşma alanları arasında yer alan Rezerv Lig ve yabancı kuralı konusunda hızlıca yol alındı. Kulüplerin bu iki konu ile ilgili kesin ve net duruşları kamuoyunda biliniyordu. Rezerv ligin ve yabancı kuralının şu ekonomik ortamda kulüplerin elini rahatlatacağı kesin. Tabi belli bir süre uygulanıp, meyvelerini her anlamda aldığımız 14 yabancı kuralının en doğru yöntem olduğunu düşündüğümü belirtmek isterim. Futbolcunun yerlisi yabancısı olmaz, iyisi ve kötüsü olur. En azından geçtiğimiz sene yer alan kural devam ettirilerek yerli piyasasının daha da yukarıya çıkmasının önüne geçildi. Son dönemde yurtdışından ülkemize gelen oyuncuların, çok daha yüksek bonservis bedelleriyle ihraç edildiğini de hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekiyor. Bu durum, kulüplerin vizyonlarını ve stratejik planlamalarını hazırlarken; hem yeni gelir kalemi olarak hem de dünya futbolunu daha detaylı bir şeklide inceleme ve öğrenmelerine yardımcı olmaktadır.
İletişim tarafına baktığımızda da, hem Süper Lig’in web sitesi hem de sosyal medya hesapları için bir çalışma başlatıldığını öğrendik. Bunlar çok sevindirici gelişmeler ancak sürecin nasıl yönetileceğini de dikkatli bir şekilde incelemek lazım. Umarım yıllardır atıl kalan futbolun hem dijital hem de geleneksel iletişimi tekrar olması gereken duruma gelir. Yönetimin içinde iletişim anlamında değerli isimler var, umarız bu defa farklı olur.
‘’Kendi Kalesine Atılan En Güzel(!) Gol‘’
Burada ele aldığım konularda, iletişim/pazarlama ve rekabet yönetimi alanında yurt dışından hep iyi örnekler verdik. Tüm Türkiye’nin zaman zaman düştüğü “Avrupa ne yaparsa yapsın iyidir” tuzağına düşmeden bir konuyu ele almam gerektiğini düşündüm. Avrupa’nın göbeğinde, medeniyetin “beşiğinde” yaşanan bir Şampiyonlar Ligi Finali rezilliğine ve tarihin kendi kalesine atılmış en güzel golüne değinmemek olmazdı.
Öncelikle işin insani boyutunu konuşmak gerek. Bileti olan taraftarların stada alınmamasından tutun da polisin agresif bir şekilde futbolseverlere müdahalesine kadar tamamiyle korkunç bir süreç. İngiliz ve Fransız tarafları bu süreç için birbirlerini suçlayarak; Fransız tarafı ve UEFA 75 bin adet olması gereken bilet miktarının sahte biletlerle 110 bin adet olduğunu, İngiliz tarafı ise bilet okuyucularının problemli olduğunu belirtmişti. Ne olursa olsun, bir senelik futbol takviminin içindeki en büyük organizasyon olan Şampiyonlar Ligi Finali’nin taraftar açısından bu hale gelmesi çok ama çok büyük bir skandala ve çok fazla insan mağduriyetine yol açmıştır.
İşin bir de futbol boyutuna gelirsek, bu olaylardan ve iddia edilene göre program akışındaki sorunlardan kaynaklı 36 dakikalık, tam 3 kez yaşanan maçın başlangıcının ertelenmesi konusu var. Maç başlangıcına kadar nereden tutarsanız tutun elinizde kalan bir Şampiyonlar Ligi Finali ve bu finalin ‘medeniyetin beşiği’ olarak gösterilen lokasyonu Paris var...
Sonuç olarak iletişim anlamında UEFA bir açıklama yayınladı ve bağımsız bir rapor hazırlandığını duyurarak, taraftarlardan özür diledi. UEFA'dan yapılan açıklamada, "UEFA, Şampiyonlar Ligi finali öncesinde korkutucu ve üzücü olaylar yaşamak ya da bu olaylara tanık olmak zorunda kalan tüm taraftarlardan içtenlikle özür dilemektedir. Hiçbir futbol taraftarı bu duruma düşürülmemelidir ve bu bir daha yaşanmamalıdır." ifadeleri kullanıldı.
Yetmez. Sorunu yaşayan tüm taraftarlara bir paydaş iletişimi yapılması, gerekirse maddi ya da manevi tazminat ödenmesi şarttır. Hangi taraftarın ne zahmetlerle, fedakarlıklarla oraya geldiğini bir saniye düşünseniz bile yapılan ayıbın büyüklüğü ortaya çıkıyor.
Başlığımızda da belirttiğimiz gibi “Kendi Kalesine Atılan En Güzel Gol” çünkü bu durumun herhangi başka bir Doğu Avrupa veya Akdeniz ülkesinde gerçekleştiğini düşünmek bile istemiyorum. Herhalde o ülke bir daha herhangi bir organizasyona bırakın ev sahipliği yapmasını, aday bile gösterilmesi imkânsız olurdu!
Bu vesileyle Cem Yılmaz’ın Yahşi Batı filminde söylediği bir repliği tekrar hatırlatmak isterim:
“Batı’nın iyi yanlarını alacaksın”...
‘’Hayal bile edemeyecek noktaya gelmek‘’
Dünya futbol kamuoyunun ilgisini son zamanlarda en çok Manchester City – Liverpool rekabeti çekiyor. Özellikle önce Cristiano Ronaldo’nun, sonra da Messi’nin ayrılması ve ekonomik dengesizlikler sebebiyle La Liga ve Real Madrid – Barcelona rekabeti, tahtını Premier Lig ve City – Liverpool’a kaptırmış durumda. İşin teknik, taktik boyutunun ve belki de yıllar sonra futbolu kökünden değiştiren Cruyff gibi anılacak olan Guardiola ve Klopp’un, etkisini bir kenara bırakacak olursak, ligi pazarlamanın yanında, rekabeti pazarlayabilme becerisi de en az bir önceki saydığımız faktörler kadar önemli.
Mazisi yok ama değeri çok!
Hepimizin malumu, Premier Lig’in esas rekabeti Manchester United ve Liverpool arasındadır. Hatta Premier Lig’in kurulduğu yıldan bu yana bir türlü başarı yakalayamamış Liverpool, Ferguson döneminde Manchester United’ın da iyice gerisinde kalmıştı. Fakat dünyadaki en büyük rekabetlere baktığımızda, o rekabeti büyüten çoğunlukla mazileri olmuştur. Güncel performans, dönemin sonuçlarını belirse de rekabetin büyüklüğünü her zaman isimleri ve geçmişleri belirlemiştir. Manchester City gibi sermayeye satılmadan önce büyük rekabetlerde neredeyse hiç adı olmayan bir takımı şu anki olduğu noktaya getirmek, satın alan yönetim kadar Premier Lig’i bir eğlence aracı ve ticaret olarak görüp pazarlayabilenlerin de başarısıdır. Liverpool ise 2015’te Klopp’un gelişiyle birlikte halihazırda geninde olanları ortaya çıkarmaya başladı. Son 6-7 senede çok kısa dönemler dışında hem İngiltere’de hem de Avrupa’da sürekli rekabet ettiler, etmeye de devam ediyorlar. Bir adım geriye atan La Liga ve Real Madrid – Barcelona rekabetinin eksikliğinden doğan dünya futbolunun en üst seviye rekabet açlığını bir nevi gidermiş oldular.
Bir maçtan fazlası: 10 Nisan City - Liverpool
Puan durumu, Şampiyonlar Ligi’ndeki olası bir final öncesi moral avantajı, şampiyonluk yarışında mental üstünlük gibi birçok anlam ifade eden maçta, biraz da mesleki bakış açısıyla bir alanda yapılan işler fazlasıyla dikkatimi çekti. Maçtan önce iki teknik adam da özel bir röportaj verdiler ve belki de tüm dünyayı maçın atmosferine sokmaya başladılar. İki hoca da birbirine övgü dolu sözleri ve uzun dönemli bakış açılarıyla böyle bir rekabetin oluşmasında hem ne kadar etkilerinin olduğunu hem de bunu başarabilmenin yollarını gösterir gibilerdi. Sonrasında maça iyice yaklaşmışken, son döneme damga vuran bu rekabetle ilgili videolar, içerikler üretilmeye ve servis edilmeye başlandı. Maçın sonucu 2-2 biterken, şahane bir futbol oynandı ve en üst seviyede olduklarını herkese gösterdiler, diyebiliriz. Maç sonunda iki teknik adam da sıcağı sıcağına kenara geldi, röportaj verdi ve yine bu sefer canlı olarak tüm dünya önünde birbirlerini daha iyi yaptıklarını kanıtlar nitelikle sözler söylediler, görüntü verdiler.
Peki bize ne kaldı?
O gün bizim ligimizin en pazarlanabilir maçı olan Fenerbahçe – Galatasaray karşılaşması vardı. Bir sürü alanda uçurum olan karşılaşmayı tabii ki karşılaştırmayacağım. Ama o gün fark ettim ki yeni sezonun başlamasına sadece 4 ay varken; yayıncısı, federasyon başkanı, kurulları, yabancı kuralı, kaç takımla oynanacağı belli olmayan bir futbol endüstrisinin, içinden bu denli fair-play, karşılıklı saygı, aynı denli rekabet isteği, sağlam sabredilen yapılar içeren bir rekabet çıkarmasını artık hayal bile edemeyecek noktadayız. Belki de hiçbir zaman İngilizlerin seviyesine ne pazarlama anlamında ne de teknik/taktik olarak gelemeyeceğiz ama en azından denediğimizi görmek bile futbol sevgisini hiç istemeyerek bu trajikomik futbol ortamından dışarıya kaydıran Türk futbolseverlere yetecek de artacak bile.
Herkesin geçmiş bayramını kutlarım.
‘’Galatasaray-Barcelona: Bir eşleşmeden daha fazlası‘’
Galatasaray, Barcelona ile eşleştiğinde, işin teknik tarafındaki zorluk bir yana, iletişim açısından, reklam açısından birçok fırsat da beraberinde geldi. Tabi keşke, tüm Barcelona kariyeri boyunca herhangi bir Türk takımıyla eşleşmediği için Türkiye’ye gelemeyen Messi’yi de bu denkleme katabilseydik çok güzel olurdu. Hoş, belki Messi olsaydı UEFA Avrupa Ligi’nde göremezdik belki Barcelona’yı ama Ronaldo’yu birçok kez canlı izlemiş Türk futbolseverler olarak Messi konusunda da böyle bir eksiklik yaşayacağımız varmış, neyse..
Ligde hiç olmadığı kadar kötü giden Galatasaray için bu eşleşme, hem Avrupa’ya hem de kendi taraftarına bir şeyleri kanıtlama fırsatıydı, iyi de kullandı. Bu sene Avrupa’daki üstün performansını, bu eşleşmenin iki ayağındaki maça da taşıdı Galatasaray. Son dönemdeki yayın ihalesinden, hakem operasyon skandalına, borç batağındaki kulüplerden, seviyesiz ve birbirini baltalayan rekabet ortamına güneş gibi doğdu bu eşleşme. Peki bu eşleşmeden futbol hariç gerekli dersleri ve avantajları çıkardık mı veya kullandık mı?
Barcelona, Galatasaray ile eşleştiği andan itibaren adeta bir iletişim dersi verdi diyebiliriz. İki kulubün ortak değerlerini, Hagi, Popescu, Arda Turan, çok güzel ve şık bir biçimde kullandı. Tanıtım videoları sadece kendi taraftarları tarafından değil, Galatasaray taraftarları tarafından da çok beğenildi ve paylaşıldı. Hem Türkçe hesaplarından hem de global hesaplarından bu eşleşmeden çıkarabilecek tüm etkileşimi çıkardılar. İşin teknik tarafı kadar, bu kısmı da bence çok öğretici ve değerliydi, umarım örnek alan kulüplerimiz, yöneticilerimiz vardır…
“Spotify Camp Nou”
Dijital dünyanın gücünün nereye geldiğini günümüzde fark etmek çok kolay ancak bu son gelişme hepsinden daha dikkat çekici. Formasına sponsor almayı yeni sayılabilecek kadar yakın zamanda kabul eden bir kulüp, “tahminen” mali zorluklar sebebiyle, stadının isminin başına Spotify ismini sponsor olarak aldı. İspanya’da bulunan bir gazetenin haberine göre sponsorluk rakamının 280 milyon euro olduğu söyleniyor. Spotify için mükemmel bir reklam alanı ve sponsorluk iletişimi olduğu çok açık. Ancak bu sponsorluk, değişen ve gelişen sermaye gücünün, dijital dünyanın elinde olduğunu bir kez daha kanıtlamış oldu. Bundan 10 sene önce, böyle bir platformun Barcelona gibi bir kulübün stadına sponsor olacağını biri söyleseydi, herhalde ona deli muamelesi yapılırdı. Sermayenin dijital dünyaya kaydığı kesin iken, futbolun gelecekte, bu seviyede tutunabilmesi için ihtiyacı olduğu parayı bulması için, kendinden daha ne kadar ödün vereceğini bize zaman gösterecek. Bunun ne kadar ileri gidebileceğini merak ediyorsanız, Formula 1 araçlarına ve sürücülerin giydiklerine bakabilirsiniz….
‘’Ne Ekersen Onu Biçersin!‘’
Başlıktan da anlayacağınız gibi, Türkiye’deki futbolun değer düşüklüğünün sebebini dışarıda değil, çuvaldızı direkt kendimize batırarak içeride aramalıyız. Biz de iletişim boyutlarıyla batıralım ve rekabet etmeye çalıştığımız dünyayla kendimizi kıyaslayalım. Öncelikle, yayın ihalesi ile birlikte, soyut bir şekilde bahsedilen Türkiye’deki futbolun değer kaybetmesi konusu, somut olarak herkesin karşısına dikilmiştir. Daha önce senelik verilen rakamlar, 5 senelik için telaffuz edilmeye başlanmış ve Türkiye’deki futbol endüstrisinin acı tablosu ortaya çıkmıştır.
İşin enflasyon, döviz kuru, yabancı sınırı gibi konularına tabi ki girmeyeceğim ama bu saydıklarımın da sürece negatif katkı yaptığı ortada. İletişim boyutunda ise, neredeyse doğru hiçbir şey yapılmıyor diyebilirim.
30,8 Milyon… Bu rakam İngiltere Premier Lig’inin sadece Twitter hesabının takipçisi sayısı. İngiltere’yi endüstrideki yerini göz önüne aldığımızda çizgi dışı kabul edersek ve La Liga, Bundesliga, Ligue 1, Seria A gibi ligleri de top 5 lig arasında değerlendirip dikkate almazsak, karşılaştırma için Portekiz Ligi’ni ele aldığımızda bu rakam; 435 bin. Peki Türkiye Süper Ligi’nin Twitter takipçi sayısı kaç? 0 , bir hesabımız bile yok. Bırakın Twitter hesabını, kendine ait bir web sitesi bile yok. Günümüzde sosyal medya, dijital mecraların önemini gibi eskimiş konulara girmeyeceğim ama özellikle Twitter’ın spor iletişiminde ne kadar önemli olduğu bu kadar barizken, en azından bir Twitter hesabının açılmamış olmasını anlayabilmek pek mümkün değil. Hepsini geçtim, yapılan anlaşma gereği maçla ilgili kulüpler, oyuncular yayın pozisyonları veya maç sonu paylaşım malzemesi olabilecek enstantaneleri paylaşamıyor. Belli bir süreyi, anlaşılmış bir tutar üzerinden yapılabiliyor. Bunun yayıncı kuruluştan bağımsız en başta TFF tarafından mutlaka genişletilmesi gereken bir önemli bir detay.
Türk futbolunda sosyal medyayı etkin kullanmaya çalışan kulüplerimiz, ligin lokomotif takımları olan büyük külüplerimiz var. Ancak sosyal medyayı etkin kullanmak kadar, ligin değerine zarar verecek, rekabeti kavgaya çevirecek, iletişim aksiyonlarının alınmaması da önemli. Elbette bir yarışma söz konusu ve bunun gerektirdiği bir boyut mutlaka olmalı fakat ligin kalitesini ve dışarıdan bakıldığında ilgi çekmesini bu rekabete saygı unsurunu eklediğinizde sağlayabiliyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde Şampiyonlar Ligi eşleşmesi için Ajax’ın yaptığı paylaşım, büyük yankı uyandırdı ve ilgi gördü. Tüm kulüplerin örnek alması gereken ders niteliğinde bir içerik olduğunu düşünüyorum.
İşin bir de başkan seviyesinde yapılan talihsiz açıklamalar boyutu var. Her sene bir kulüp başkanı hakemler arasındaki FETÖ’cülerden, adam kayırmalardan bahseden açıklamalar yapıyor. Yayıncı kuruluşla da en az 1 kere mutlaka bir sorun çıkıyor. Tüm bu yaşanan “kriz” adı altında polemik seviyesinde kalan konular da kamuoyunda bir rüzgar yaratıp esip gidiyor. Ortada gerçek bir sorun varsa bile, doğru düzgün bir iletişimi asla yapılmıyor ve aksiyon alınmıyor.
İşin özeti kendimiz çalıp, kendimiz oynuyoruz. Sonra da bir kurum gelsin, yayın haklarına iyi bir tutar ödesin istiyoruz. Tüm bu problemlerin esas kaynağı ise, hiçbir zaman özeleştiri yapamamamız ve olduğumuz yeri, yapmamız gerekenleri kabullenmememiz. Klişe olacak ama, bir sorunun çözümü, o sorunu tanımlama ile başlar. Biz bırakın tanımlamayı, sorunun kendisini bile daha itiraf edemiyoruz…