‘’Merhaba futbol!‘’
Her futbol sezonu başlangıcında artık geleneksel hale gelen ‘Merhaba futbol’ yazımı bu kez karışık duygular içerisinde kaleme alıyorum. Son yılların en zor sezon başlangıcını yaşadığımızı itiraf edeyim. Kulüplerin mali yapılanmaları, yayın/cı krizi derken artık ligimiz başladı. Elbette futbolumuzu kuşatan çalıları tam olarak budayamamış olsak da her zaman Türk futboluna umudumu korudum. Özlem ve heyecanla beklediğimiz ligimiz sonunda başladı ve bundan sonra bu güzel oyunun tadını çıkaralım. Bakın daha ilk hafta da Galatasaray’ın 53 yıl sonra ilk kez alt ligden bir takıma sezonun ilk maçında kaybetmesi, son 4 sezondur sadece tek bir kez 3 farklı mağlup olan Beşiktaş’ın aldığı sonuç ve Fenerbahçe’yi liderliğe getiren bol gollü galibiyet. Avrupa kupaları maçlarına çok iyi başlangıç yapan bundan daha da önemlisi Ünal Karaman yönetiminde pozitif futbol oynayarak hepimizin gönlünü kazanan bir Trabzonspor. Hepsi bize 34 haftalık maratonun geçmiş sezonlara göre daha heyecanlı geçeceğini gösteriyor.
Filozof ve kayıkçı
Yepyeni sezon, yepyeni heyecanlar, keyifler, hüzünler, yeni transferler, eskimeyen tartışmalar gerginlikler içinde büyük rekabet bizi bekliyor. İster pembe gözlük takmış olalım; bu rekabet içinde hayatı ıskalamayalım, tıpkı filozof ile kayıkçının arasında geçen diyalog gibi...
Bir filozof fırtınalı bir havada karşı kıyıya geçmek için kayıkçının küçük sandalına biner ve aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Filozof: Tarih hakkında hiçbir şey biliyor musun?
Kayıkçı: Hayır!
Filozof: O zaman ömrünün yarısını boşa geçirmişsin. Peki, hiç matematik öğrendin mi?
Kayıkçı: Hayır!
Filozof: O zaman ömrünün yarısından çoğunu ziyan etmişsin. Tam bu anda büyük bir dalga sandalı devirir, filozof ve kayıkçı suya düşerler.
Kayıkçı: Peki sen yüzme biliyor musun?
Filozof: Hayır!
Kayıkçı: O zaman sen ömrünün tamamını boşa geçirmişsin. Kıssadan hisse, hayatı anlamlandırmaya çalışırken bazı temel şeyleri ıskalamamak ve hayatın değerini bilmek gerekir.
Önemli olan keyif almak
2019-2020 futbol sezonu başladı. Sezonun sona ereceği 17 Mayıs 2020 tarihine kadar hepimiz futbol yorumcusu olarak teknik, taktik direktörlük yapacağız. Evde, sokakta kahvede, hakem, hoca, yönetici kararlarına, futbolculara dair açılımlar getireceğiz: “Hoca 3-5-2’de neden israr etti anlamadım. Adamın futbol felsefesi yanlış. İşin matematiğini bilmiyor, Dön 4-4-2’ye, çıkar şunu, al sağ tarafa fuleli, driplingci filancayı, besle tandemi... Ah biraz tarih bilseler, bak 80’de şu maçta ne olmuştu... Vizyon yok bunlarda... Halbuki dünya futbolunda...” Hal böyle iken önümüzdeki 10 ay boyunca futbolun felsefesi, tarihi, matematiği havada uçuşacak. Sonra ligler bitecek, dönüp arkaya baktığımızda, o tartışmalardan geriye hiçbir şey kalmamış olacak. Sadece “Bu lig güzel geçti mi, kimin maçından, oyunundan, yönetiminden zevk aldım?” diye düşüneceğiz. O sezonun sonunda, o anları yaşamış olmamın hazzı, eğlendiğimiz, coştuğumuz, güldüğümüz, ağladığımız, kızdığımız zamanlar, kısaca duygularımız ve duyumsadıklarımız bir hoş seda olarak kalacak. Üçün beşin ikinin, matematiğin, felsefenin hesabını yapmadan, gönül verdiğiniz renklerin, sevgilinin seyir zevki ile hayatımızın bir eğlencesi olarak gördüğümüzde bir şeyleri ıskalamamış olacağız. Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Kasapoğlu’nun dilediği gibi karşılıklı ithamlar yerine sadece futbolun konuşulduğu yine TFF Başkanı Nihat Özdemir’in dediği gibi de ne kadar çok futbol konuşur ne kadar az tartışırsak bu oyunu o kadar çok sevdirir, ilgiyi artırırız. Şu ölümlü dünyada futbolu anlamlandırmaya çalışmaktan daha çok, futbolu hayatı yaşar gibi güler yüzle yaşamak bizi mutlu kılacak. Kayıkçının denize düşen filozofa dediği gibi, “Ömrümüzün tamamını boşa geçirmemek” için, futbolu sadece futbol olarak, bu “Basit” zevkleri ile yaşacağımız bir sezon diliyorum.
‘’Düğüm çözülecek (mi?)‘’
Bu satırları okuduğunuz sıralarda, yıllarca ertelenen sorunlarla iyice içinden çıkılmaz bir hale gelen Türk futbolunun geleceği ile ilgili tarihi bir görüşme yapılacak.
‘Yayın krizi’ veya ‘yayıncı krizi’nin aşılması için aylardır peşrev yapan kulüpler ve beIN Sports yetkilileri, TFF Başkanı Nihat Özdemir’in hakemliğiyle mindere çıkacaklar. Her 2 tarafın da her rüzgarla sağa sola savrulmasını bekleyemeyiz ama unutmayalım‘dik duracağım’ diye esnemeyen dalın kırılması kaçınılmazdır.
Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi; Türk futbolu 3 Temmuz’dan sonra en kritik dönemini yaşıyor. İyi kötü kulüplerin sürdürülemez borç yükünün içinde olmasına alışmıştık ama uzun zamandır en azından bu boyutta bir yayıncı krizi ile karşılaşmamıştık. Liglerin başlamasına 2 hafta kala yayın krizi hâlâ ameliyat masasında.
Yeni kriz kaldıramayız
Tabii ortamın bu kadar geril(e)diği durumlarda zamanında Amerika ve Rusya’nın başlattıkları ve Amerikan argosunda ‘chicken’ (tavuk, korkak) denen oyun hemen aklıma gelir. Bu oyunda, iki sürücü, son hızla arabalarını birbirinin üzerine sürerken; bir taraf kendi sinirlerinin sağlamlığına güvenir ve diğer tarafın son anda direksiyonu kıracağını ümit eder. Maalesef bu oyun, Dünya Savaşı’ndan önce oynandı ve savaş çıktı. Umarım kulüpler ile yayıncı kuruluş ‘chicken’ oyunu oynamıyorlardır.
Türk futbolu yeni bir krizi kaldıramaz. Anlaşılan, ortada çözülmeyi bekleyen bir düğüm var. Tabii düğüm varsa düğümü çözecek birileri de vardır. Bu karmaşık, zor düğümü çözmeye aday kişi de Federasyon Başkanı olacak.
Müzakerede ‘Nihat abi’ ruhu ve zarafetiyle TFF Başkanı’nın düğüm çözme yetisini ortaya koyacağını düşünüyorum.
‘’Aslan'ın şifresi belli‘’
Galatasaray stratejik felçten döndü, transferde atağa kalktı. Uzun zamandır Galatasaray ’ı yazmak istiyordum. Son günlerde transfer borsasının en hareketli takımı Galatasaray olunca gündem kendiliğinden oluştu. Yine son 10 yılda hep battı batacak denilen Galatasaray hem ligde hem de Şampiyonlar Ligi’nde hedefe ulaşabilmek için içlerinde Babel gibi üst düzey oyuncunun bulunduğu transferlerin ardından Falcao, J.Michael Seri, Alex Teixiera, Emre Mor gibi oyuncularla da ilgileniyor. Galatasaray’ın üst düzey yöneticilerinden aldığım bilgiye göre bu sene ki transfer politikasının ana felsefesi bonservis bedeli ödemeden son yılların en iddialı takımını oluşturmak. Bu yüzden yeni gelecek transferlerin şifresi de bonservisi elinde kaliteli oyuncular olacak. Doğrusu oyuncuların mevkileri, takıma faydalı olup olamayacakları gibi analizlere girmeyeceğim. Fanatik Gazetesi’nin değerli futbol yazarları Mehmet Demirkol, Ali Ece ve Cem Dizdar’ın köşelerinde bunları keyifle okuyoruz.
Kimse şans vermedi
Beni ilgilendiren 2017 yılında sürdürülemez bir borç batağı içerisinde idari ve sportif açıdan da tam bir tıkanmışlık içinde ve her saniye ensesinde UEFA Demoklasin kılıcını hisseden Galatasaray’ın nasıl bugünlere geldiği. 2017 yılının Aralık ayında olağanüstü seçimde hiç kimsenin şans vermediği Mülkiyeli Mustafa Cengiz’in Başkan, tüm sorunları zarafet ve güleçliği ile çözen Abdurrahim Albayrak ve yıllar önce Başbakanlık bürokrasisinde birlikte çalıştığımız yakın çalışma arkadaşım bir başka Mülkiyeli Yusuf Günay’ın başkan yardımcılığına gelmesi tarihi bir dönemeç olmuştur.
Cengiz’in payı büyük
Özellikle de Mustafa Cengiz’i ben Roosvelt’in ölümü üzerine ABD Başkanı Harry Truman’a çok benzetiyorum. ABD kamuoyu eski bir çiftçi olan Truman’ın başarılı olamayacağını düşünüyordu. Kendisine yapılan eleştirilere kulağı tıkayan Truman önce 2. Dünya Savaşı’nın bitmesinde tarihi bir rol oynadı. Cengiz de bu süreçte yoluna döşenen çakıl taşlarını ustalıkla temizledi ve son 2 yılda Galatasaray’ı şampiyon yaptı. Başkanvekilleri ile bu kadar uyumlu bir Başkan daha önce hiç görmediğimi de ifade etmeliyim.
Taraftar kayıtsız kalmadı
Başkan Cengiz, kulübü her aşaması mayınla döşenmiş UEFA’nın men kıskacından kurtarırken nakit darboğazı içinde ki Galatasaray’ın acil nakit ihtiyacı Yusuf Günay’ın liderliğinde yürütülen sermaye artışı operasyonu ile kulübün kasasına 147 milyon 500 bin lira girdi. Yönetimin bu başarısına taraftarda kayıtsız kalmadı. Store satışları 80 milyondan 130 milyona, ortalama maç günü sayısı 17 binden 40 binlere yükselirken son 10 yılın en büyük gelirleri elde edildi ve Sportif A.Ş. ilk kez kara geçti.
Sadece rakipleriyle uğraşmadı
Tabii Galatasaray Yönetimi sadece rakipleri ile değil içeride ki muhalefetle de uğraşmak zorunda kaldı. Ne zaman kulüpte işler yoluna girse hemen bu muhalefet devreye giriyor. Önce Adnan Polat’a kongrede yapılanlardan sonra bir benzerini de Mustafa Cengiz yaşadı. Her 2 başkana yapılanlara bakınca Galatasaray’da Kissinger’in tabiriyle “süpürülüp atılmayan bir tek diplomatik gelenek ” kalmadığını gösteriyor.
Kaybedilen değerler zor gelir
Galatasaraylılar’ın yıllardır övünerek ve adeta ders verircesine kullandıkları “Galatasaray’da kol kırılır yen içinde kalır ”deyimi bundan sonra Galatasaray’ın lügatinden çıkmış oldu. Polat, Cengiz gider ama bu kaybedilen değerler zor gelir. İşte gerçek “stratejik felç”de budur. Neyse ki dirayetli yönetim sayesinde Galatasaray içine düşürülmeye çalışılan stratejik felçten çıkmış bugün transferin en gözde kulübü olmuş ve artık taraftarın kulübüne ve yönetimine sahip çıktığı bir döneme girmiştir.
‘’Kulüplere sensör‘’
Geçen hafta ‘Kulüpler stres testinden geçecek’ başlıklı yazımın ardından TFF Başkanı Nihat Özdemir ve Kulüpler Birliği Başkanı Fikret Orman’ın ortaklaşa yaptıkları basın toplantısı ile bir bakıma kulüplerin mali yapıları için uygulanacak yol haritasını açıkladılar. Basın toplantısında dikkatimi en çok Orman’ın benim benzetmemle dayanaksız sala binmiş giden kulüplerimiz için ‘deniz bitti’ sözünü kullanması oldu. Artık halının altına süpürülecek, göz ardı edilemeyecek büyük bir problem ile karşı karşıya olduğumuz ortada.
Önleyici tıp!
TFF Başkanı Nihat Özdemir de aldığı sorumluluğun bilinci ile kulüplerin yeni dönemde sıkı bir denetimden geçeceğini söyleyerek kulüplerin kurtuluş reçetesinin Kulüp Lisans talimatı ile ilgili detaylı bilgi verdi. İçlerinde yakından tanıdığım çok değerli üyeleri de barındıran Kulüp ve Lisans Kurulu bu süreçte bir bakıma bankacılık sistemini regüle eden BDDK gibi bir işlev üstlenecektir. Adeta bir sensör görevi yapacak kurul. Kuracakları uyarıcı sistemle arabayı (kulüpler) duvara çarpmadan ‘sensör’ alarmını devreye sokabilecekler. Tıpkı önleyici tıp felsefesinde olduğu gibi amaç grip olmadan, zatüreye yakalanmadan, kanser olmadan hastayı (kulüpleri) korumak olacaktır.
İngiltere’ye bakalım...
Enseleri karartmaya da gerek yok. Krizi fırsata çevirmek de kendi ellerimizde. Şu an futbolun tüm paydaşları ortak bir amaç için el birliği içerisinde. İngiltere futbolunun holiganlarla mücadele ederken kurdukları sistem sayesinde bugünkü endüstriyel büyüklüğe ulaştıklarını unutmayalım!
‘’Spor Türkiye‘’
Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Muharrem Kasapoğlu göreve geldiği ilk günden itibaren ülke sporuna yön vermek için ‘Spor Türkiye’ projesinden bahseder. Detaylarını henüz bilmesek de Bakan’ın 3 Ocak tarihinde Sabah Gazetesi’nden Fatih Doğan’a verdiği röportajda 8 sütuna manşet “Mevcut elbise bize dar ve demode” sözlerinden Türk sporunda değişimin işaret fişeğini yaktığını anlıyoruz.
Sözleri heyecan verici
Öyle ki sevgili Fatih bunu, Cumhuriyet tarihimizin en büyük projesi olarak kamuoyuna müjdeledi. Bakan Kasapoğlu projenin ana hatlarını çizerken “Amaç dünyanın gelişmiş spor ülkelerini her alanda yakalamak. Bunun için birçok radikal adım daha atacağız” sözleri çok önemli ve heyecan verici.
Strateji hayat bulursa...
Eğitim ve Yargıda Reform Stratejileri’nin hem de Külliye’de açıklandığı bugünlerde Sporda da Reform Stratejisi’nin hayat bulma ihtimali dahi güzel. Külliye’de atılacak 2023 Spor Vizyonu tohumlarının gelecekte nasıl verimli ürünler verdiğini göreceğiz.
Çile yumağı
Böyle iddialı bir çıkışla Kasapoğlu büyük bir sorumluluğun altına girdi. Çünkü Türk sporunun yeniden yapılanması 80 yıllık bir çile yumağıdır ve elbette bu çileyi hemen çözmek hayalcilik olur. Ama Kasapoğlu gözü pek bir çıkışla çile yumağından ilk ipliği çekmek için yola çıkmış bulunuyor. Sporun tüm bileşenleri burada el birliği ederek bu zorlu yolda Bakan’ı yalnız bırakmamalıyız.
Reformu tek başına yapamaz
Her ne kadar “Her şey önderin nefesi kadardır” sözüne inansam da Kasapoğlu’nun bu zorlu süreci tek başına yapabilme şansı da çok azdır. Spor artık geçmiş dönemlerin aksine büyük bir endüstri olmuş; sporcuları, kulüpleri ve federasyonları, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nden Türkiye Milli Paralimpik Komitesi’ne, Amatör Spor Konfederasyonları’na, belediyelere, üniversitelere ve spor medyasına kadar çok büyük bir çok paydaş grubu bulunmaktadır.
Her şeyi Kasapoğlu yapamaz
Şahsen ben Bakan’ın “Elbise dar ve demode” sözleri üzerine hiç bir kesimden toplu iğne ucu kadar bir görüş, açıklama görmedim. Türk sporunun geleceği sadece Bakan Kasapoğlu’nun sırtına yüklenecek bir konu mudur? Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu’nun bir benzeri Spor Bakanlığı’nda da kurulsa büyük bir sinerji yaratır..
Hepimize görevler düşer
Sonuçta her Bakan’ın böyle bir yola çıkarken zihinsel olarak beslenmesi de gerekmektedir. Sorumlu makam Bakan olsa da O’nun alacağı kararların sağlıklı ve doğru olması için hepimize görevler düşmektedir. Tıpkı, Henry Kissinger’ın meşhur ‘Diplomasi’ kitabında dediği gibi; “Entellektüeller uluslararası sistemlerin çalışmasını analiz ederler; devlet adamları ise bu sistemleri kuran kişilerdir. Analist hangi sorunu inceleyeceğini kendisi seçebilir; devlet adamı ise sorunları önünde bulur.
82 milyonun projesi
Analist üzerine risk almaz. Devlet adamı ise bir tek tahmin yapma hakkına sahiptir; yaptığı yanlışlardan geri dönüş yoktur. ”Burada konu spor olduğu için entelektüellerin ve analistlerin yerine gazeteci-yazar, devlet adamı yerine de Spor Bakanı ’nı koyun! İşaret fişeğini yakan Bakan Kasapoğlu olsa da; Spor Türkiye’ 82 milyonun projesidir..
‘’Kulüpler stres testinden geçecek‘’
Sanırım 2010 yılıydı. Avrupa Birliği finansal sistemin yüzde 65’ini oluşturan 91 bankayı “stres testi”ne sokmuştu. Bu testte yanlışı fazla olan bazı İspanyol bankalarının testileri kırılmış ve bu fırtına futbolda da İspanya Ligi’ni vurmuştu. Önce bazı bankaları stres testinden geçemeyen İspanya’da bu kez de bazı kulüpler UEFA’nın stres testinden geçememişti. Mallorca aşırı borçları sebebiyle Avrupa kupasından ihraç edilerek testi kırılmıştı. Böylece UEFA’nın Finansal Fair-Play planına iki yıllık bir süre kalmışken kulüplere gözdağı vermiş ve ciddiyet testinden geçmişti. O günden bugüne kadar Avrupa’da birçok kulüp UEFA’nın stres testinden başarıyla geçerken birçoğu da testiyi kırdı. Ya bizim test ve testilerimiz... Her sabah uyandığımızda her bir ağızdan koro gibi “kulüplerimiz batacak” sözlerinin yaşandığı ülkemizde UEFA’nın radarından kulüplerimizin ucuz kurtulduğunu söyleyebiliriz. Öyle büyük cezalar almadık ama artık yumurtanın kapıya dayandığı da bir gerçek.
Mali kural
O zamanlar ‘Futbola da mali kural gerek’ yazımda şunları yazmıştım. “Dayanaksız sala binmiş giden kulüplerimizin bu gelişmeleri ne kadar takip ettiği bilinmez ama zaman sıkıştırması içerisine girecek olan yöneticilerimizin bu sürede kulüplerini sağlıklı bir yapılanma modeline hazırlamaları kaçınılmaz. Son günlerde ekonomi sayfalarında bir mali kural rüzgarıdır esip gidiyor. Kamu maliyesi politikalarına uzun vadeli öngörülebilirlik getirmek, ekonomide güven ve istikrarı güçlendirmek, artan kredibiliteyle beraber risk priminin düşmesini sağlayarak kamu borçlanma maliyetini azaltmak için mali kuralı devreye sokuyor. Mali kural ile iş dünyasının özlem duyduğu, ekonomiye uzun vadeli bakış açısı ve yol haritası ortaya konulması hedeflenmişken, kulüplerimizin de uzun vadeli projeksiyonlara ihtiyacı olduğu kaçınılmaz. Devlet kendi mali disiplini için kendisini bağlarken, herhalde kimse dernekler statüsüyle yönetile(meye)n ve 1.5 milyar Dolar’ı aşan borcu olan kulüpleri, kulüplerine pranga vuran başkanları böyle başıboş bırakamaz...”
‘Demirören’i de unutmayalım’
İşte bugün TFF’nin yeni kulüp lisans talimatı bu konuda gerçekten Türk futbolunun geleceği açısından bir dönüm noktası olmuştur. Tabii burada bu sahneyi hazırlayan ve yıllar önce düştüğü şike girdabından Türk futboluna kurtaran Yıldırım Demirören’i de unutmayalım. Yiğidi öldür hakkını teslim edelim, büyük bir liderlik örneği göstermiştir. ‘Demirören yumurtayı dik tutabilecek mi’ başlıklı yazılarımda da bu süreci detaylı olarak anlatmıştım. Bence Türk futbolunda ilk kırılma noktası buydu.. Şimdi ikinci kırılma noktasındayız. Yani bir bakıma kulüpler için de ‘beka’ sorunu ile karşı karşıyayız.
Amaç yaşatmak!
Yalnız şunu da unutmayalım. Amaç kulüpleri yaşatmak olmalıdır. Futbolda mali disiplin demek, kulüplerin bütçe açığı verme hastalığı da denilebilecek problemi gidermek için bir disiplin getirmek, aşırı borç stokunun büyümesini engellemektir. Aksi halde nelerle karşılaşacağını peşinen kabullenmektir (aşırı borçtan yani bütçe açığından dolayı puan silme, kayyuma devretme ve küme düşme...)
Yetki artık TFF’de
Yeni kulüp lisans talimatı ile UEFA’nın bu yetkisi artık TFF’ye geçmiştir. Yani artık kulüplerin bir araya gelerek oluşturduğu Federasyon ile kendi göbek bağımızı kendimiz keseceğiz.. TFF bundan sonra sadece Türk futbolunu regüleetmenin ötesinde futbola da mali kural getirme gibi yeni bir işlevi de üstlenmiş oldu. Tabii bu yetki beraberinde bir çok zorluğu da getirecek.. Her hakem hatasının günlerce kamuoyunda tartışıldığı ortamda stres testinden geçemeyen kulüplere puan silme, hatta küme düşmeye kadar cezalar vermek hiç de kolay bir iş değil.. Dayanaksız salda giden kulüpleri önce sağlam bir limana demir atmak, sonra da onları sağlam ve pusulası belli bir gemi inşa etmek gerekiyor.
Ateşten gömlek!
Bir yandan Türk futbolunu borç batağından kurtarmak diğer yandan da kulüplerimizi sağlıklı bir yapı içerisinde üst düzey rekabette tutmak için “şişedeki 2 Akrep’e elini sokan” TFF’nin yeni Başkanı Nihat Özdemir’in seçilmeden önce ‘ateşten gömlek giyiyorum’ dediği de bu olsa gerek.
‘’Şiddete kırmızı kart!‘’
Ülkemizde ilk kez 2005 yılında tribün terörü ile mücadele de bir yasal düzenleme yapıldı. O günden bugüne süreçte zaman zaman patinaj yapmamızın temel nedeni sorunu bir bütün olarak görmeyip sadece “yasa çıkacak, dertler bitecek” gözüyle bakmamızdır. O yüzden en sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyeceğim.. Tribün terörü ile mücadele sadece yasayla değil “takip” ve “kararlılık” yaklaşımı ile uygulamada olduğunun altını çizmek istiyorum.
Devrimin devamı
Detaylarını dün Fanatik Gazetesi’nde okuduğunuz haberde Sporda Şiddet ve Düzensizliği Önleme” konusunda yeni bir yasa teklifi ile kapsam genişliyor. Ülkemizde de bugüne kadar Spor sahalarında şiddeti önlemek üzere 2 yasa hayata geçmişti. İlki 2005 yılında Mehmet Ali ™ahin’in Spordan Sorumlu Başbakan Yardımcısı olduğu dönemde TBMM’de yasalaşmış o zamanlar kamuoyu bunu ‘devrim olarak’ nitelendirmişti. Tribün terörü ile artık topyekün mücadele başlayacaktı. Tabii uygulama da bir çok sorunlar yaşansa da toplumda sporda şiddete karşı önemli bir algı oluşmuştu.
Passolig ortada...
İlk yasanın yürürlüğe girmesiyle zaman içerisinde bir çok eksik olduğu görülmüş bu kez Faruk Nafiz Özak’ın Spordan Sorumlu Bakan olduğu 2011 yılında 2. yasa yürürlüğe girmişti. İngiltere, Hollanda gibi tribün terörüyle başarıyla mücadele etmiş ülkelerin çalışmalarından da yararlanılan yasanın belki de en önemli yeniliği bugün kamuoyunun Passolig olarak bildiği elektronik bilet/kart uygulaması hayata geçmesiydi. Yasa o dönem büyük tepkilere uğrasa da bugün elektronik bilet/kart uygulamasının ne kadar başarılı sonuçlar verdiği ortada. Son 1 yıldır süren çalışmalar sonucunda yeni kanun teklifi hazırlandı ve dün Meclis’e yasalaşmak üzere Ak Parti tarafından Meclis’e sunuldu.
Bakanlar çalışıyor
İlgili Bakanlar Mehmet Kasapoğlu, Süleyman Soylu ve Abdülhamit Gül ile bürokratların yaptığı çalışma bir bakıma sistemin paslanmış menteşelerine yağ dökmek olarak adlandırılabilir. Bence yasanın tamamen değişmesi yerine iskeleti iyi bir şekilde kurulmuş yasanın gelişmelere göre güncellenmesi çok isabetli bir karar olmuştur. Yani bir bakıma “tamamlayıcı sigorta” gibi adeta “tamamlayıcı bir yasa” olmuştur.
Destek olma zamanı
1985’ten bu yana tribün terörü ile ‘devlet eşkiyalara sert yapıyor’ yaklaşımıyla hareket eden İngilizler de bugüne kadar tam 9 kez yasalarını revize etmişlerdir. Güncel gelişmelere göre sistemlerini gözden geçirmişler ek yasalarla bugünlere kadar gelmişlerdir. Biz de tıpkı İngilizler gibi süreç içerisinde gördüğümüz eksiklikleri güncelleyen bir yasayı hayata geçirmeye çalışıyoruz. Daha önce çıkarılan 2 yasa çalışmasında bürokrat alarak görev aldığım için rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki söz konusu spor olunca iktidarı ve muhalefeti ile büyük bir destekle yasalaşmasına destek olurlar. Bu sefer de böyle olacağına inanıyorum.
Diğer branşlara da...
Yasa teklifi ayrıca Basketbol, Voleybol ve Hentbol gibi branşlarda da elektronik bilet/ kart uygulamasının önünü açtı. Ancak bunun için ilgili Federasyonların görüşü Gençlik ve Spor Bakanlığının onayı vermesi şartı konulmuş. Aslında bu uygulamaya hemen geçilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyim. Yeni yasa teklifi ülke sporumuz için hayırlı olsun!
‘’Rüzgar farklı esiyormuş!‘’
Bakan Kasapoğlu, İzlanda yolunda... Fransa maçında elde ettiğimiz sonucun ötesinde oynanan futbol karşısında heyecanını ve coşkusunu bir dakika bile saklayamıyordu. Maçın devre arasında görüştüğümüzde de haklı bir gurur ve hepimizin başını döndüren futbolun keyfini çıkarıyordu. Her golde yanındakilere sarılıyor, çak yaparak sevincini protokolden bağımsız paylaşıyor ve duygularını açığa çıkarmakta bulunduğu makamı bir engel olarak görmüyordu. Sanki O da Konya’da tribünleri dolduran 40 bini aşkın taraftarın yıllardır ertelediği ve özlemle beklediği coşkusuna eşlik etmek istemişti. Taraftar kimliği Bakan kimliğinin önüne geçmiş gibiydi. Evet, Gençlik ve Spor Bakanımız Mehmet Kasapoğlu’ndan bahsediyorum.
Bravo Kasapoğlu
Son olarak İzlanda’da yaşanan ‘rezalet’ üzerine A Milli Takımımız desteklemek üzere son anda İzlanda’ya gitmesini de bir devlet adamı karakterinin öne çıktığını görüyoruz. İzlanda’da yaşananlar sadece futbol değil, futbol üzerinden Türkiye’nin itibarı ve prestiji ile ilgilidir. Kasapoğlu’nun İzlanda seyahatini ben böyle okuyorum. Eski bir profesyonel futbolcu ve Trabzonspor Başkanlığı görevlerinde de bulunan Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak’ın isteği üzerine Avrupa’da çıkış yapması beklenen bazı ülke futbollarını ve altyapılarını incelemeye başlamıştık.
Hayretle izledim
Hatırlayabildiğim kadar önceliği de Belçika ve İzlanda’ya vermiştik. Belçika futbolunun Barcelona’dan çok etkilendiği çok ortadaydı ama esas ilgimizi küçük bir ülke olan İzlanda çekmişti. 300 binin biraz üstünde nüfusu ile bizim birçok ilimizden hatta ilçemizden daha küçük hem de 9 ay kış dönemi yaşayan bir ülkenin nasıl bir futbol sistemi kurduğunu anlatan çalışmaları hayretle takip etmiştim. Bunun detaylarını bir başka zaman anlatırız ama her antrenörün daha küçücük çocuklara 4-4-2’yi, hızlı tek top ve basit oynayan tam bir “Takım oyunu” ile yarattıkları ekolün sonucunda ulusal maçlarda bizi bir şekilde yenmeleri ve Avrupa Şampiyonası’nda elde ettikleri başarıları hep beraber yaşadık.
Aklımdan çıkmadı
Futbol felsefelerini incelerken bütün bunlardan daha çok İzlandalılar’ın şu cümlesi dikkatimi çekmişti: “Tamam futbolun beşiği İngilizler.. Bizim nüfusumuz 300 bin, onlar ise 65 milyon.. Ligleri dünyanın en çok izlenen ve en pahalı ligi. Bizim onlarla baş etmemiz mümkün değil. Ama bizim İzlanda’da rüzgar biraz farklı eser.” Bir bakıma meydan okuma olarak da değerlendireceğimiz, “İzlanda’da rüzgar farklı eser” cümlesi o gün bugündür hiç aklımdan çıkmamış, yarattıkları ekolü ve başarılarını saygıyla izlemiştim.
Onlara yakışmadı
Önceki gün TFF Başkanı Nihat Özdemir ve Yönetimi ile A Milli Takımımız’ı havaalanında 3 saatten fazla bekletmeleri, özel eşyalarına kadar tek tek aramaları, Emre Belezoğlu röportaj yaparken mikrofon yerine bulaşık fırçasının uzatılması... Evet gerçekten İzlanda’da rüzgar biraz farklı esiyormuş. Bu çirkin davranış ve görüntüler olmadı... İzlanda’ya yakışmadı. Fransa karşısında destan yazan A Millilerimiz oyun disiplininden bir an bile kopmayan İzlandalılar’a karşı oyunu 90 dakikaya yayarak doğru rüzgarı öğretmesini diliyorum. Başarılar Türkiye...