Arama

Popüler aramalar

‘’Futbolda ‘Nihat abi' modeli‘’

Genel olarak Türk siyasetinde yerini almış bir deyim “Abi”... Artık bundan sonra futbolda da “Abi” deyimi daha sık kullanacağımız bir döneme giriyoruz. 40 yıla yakın Türk iş dünyasının lokomotif holdinglerinden birisinin sahibi olarak Nihat Özdemir’in kendisini futbolun abisi olarak nitelemesinin altında sadece hepimizin yakından bildiği mütevazılığının yanında çok önemli bir mesaj olduğunu da düşünüyorum. “Abi” ve “Ağabey” diyerek toplumsal sınıfların oluşturduğu hiyerarşik ilişkiyi reddetmiş oluyor; yerine “ailevi” bir ilişki koyuyor. Yani futbolun tüm paydaşlarını kulüpleriyle, sporcularıyla, yöneticileriyle, medyasıyla herkesi bir “aile” gibi gördüğünün ifadesidir ‘Abi’...

Hayatım mesajımdır

Peki Özdemir nasıl bir başkanlık yapacak? Basın toplantısında bununla ilgili birçok ipucu verdi ama gelecekte muhtemel atılacak okları nasıl göğüsleyecek, karşılaştığı sorunları nasıl aşacak? ‘Bu hakemlerle lig bitmez’, ‘yabancı hakem gelsin’ gibi ezeli ve ebedi polemiklerimize ve kalem kavgalarına son verebilecek mi? Bugünden bunları bilmek mümkün değil ama geçmiş yaşam öyküsü de burada bize ipuçları da veriyor. Hani Gandi’nin şu “hayatım mesajımdır” sözünde olduğu gibi bazı insanlar hayata mesajlarını yaptıklarıyla verirler.

Matematik onun işi

Nihat Özdemir’in kamuoyunun çok az bildiği bir özelliği gençlik dönemlerinde Öğretim Üyesi olarak derslere girmesi ve özellikle matematiğe düşkünlüğü çok önemli. Hemen hemen her konuya bir matematikçi gibi yaklaşan yüksek mühendis.. Futbolda adalet arayışlarının yoğun olduğu bir dönemde artık bir motto olan “iyi matematik bilmeyen toplumda adalet olmaz” sözünü iyi bir matematikçi olarak yerine getirmeye çalışacaktır.

Karakter yansıması

Matematiği sadece iş hayatında değil 40 yaşından sonra başladığı Tenis ve 60’ından sonra başladığı Golf’de de kullandığını biliyoruz. Benim de birkaç kez izlediğim maçlarda da gördüğüm sayı alacağı her vuruşu, deliğe sokacağı her topu planlamadan atmadığını öğrendim yakın çevresinden. Maçtan önce simülasyon yapan ve maç içerisinde değişen şartlara göre nasıl oynayacağını planlayan ve gerektiğinde stratejisini değiştirecek kadar esnek olan Özdemir’in TFF Başkanlığında da kendisine atılacak okları nasıl savuşturacağı şimdiden hesaplamaması düşünülemez. Bence Tenis ve Golf gibi bireysel 2 branşı seçmesi tesadüfi olmasa gerek. Tenis ve Golf branşlarının özelliklerine bakınca aslında iş dünyasında sergilediği karakterini sahaya yansıttığını da görüyoruz. İş hayatını da ulusal rekabetten zamanla uluslararası rekabete çevirmiş aynı şekilde tenis ve golf de uluslararası rekabetin olduğu branşlar.

Duruş çok önemli

Agassi’nin bir boks maçı olarak değerlendirdiği ve gerçek bir düelloyu ifade eden tenis bilinenin aksine çok büyük bir mücadele ve fiziksel/mental dayanıklılık ve de strateji isteyen bir branş. Boks da olduğu gibi teniste de duruş çok önemlidir. Çünkü bir sporcunun hücum ve savunma gücü ile hızı, dengesine ve harekete her an hazır olmasına bağlıdır. Özdemir bu özelliklerinin yanında her topun peşinden koşan karakteri ile de kolay pes etmeyeceğinin işareti olarak görüyorum. TFF Başkanlığında da ‘strateji, dayanıklılık, mücadele azmi, pes etmemek’ gibi özelliklerini de yansıtacağını düşünüyorum. Golf branşı ile de dayanıklılık ve stratejinin yanına bir ‘Gandh’i sabır’ eklediğini de görüyoruz. Saatlerce süren golf oyununda üst düzey kondisyon ve sabır gerekiyor. TFF Başkanlığında da ‘adalet’, ‘pes etmemek’ ve ‘strateji’nin yanında en çok ihtiyacı olacağı şey; en iyi bildiği özelliği olan ‘sabır’ olacak.

Ok atanlar mı ne olacak?

Ok atanları yanına alır ve ilerler.. Bir bakmışız onların da desteğiyle ülke futbolunu zarif bir şekilde dönüştürüyor. Türk futbolu adına Nihat Özdemir’e başarılar dilerim.

30 Mayıs 2019, Perşembe 06:01
YAZININ DEVAMI

‘’Doğuştan savaşçı‘’

Doğrusunu isterseniz yarış pistlerinin efsanesi Schumacher’in pistlerde değil de kayarken yaşadığı talihsiz kazadan sonra onunla ilgili her türlü haberi yakından takip ediyorum. Son olarak hakkında bir film yapılacağı ve daha önce yayınlanmamış özel görüntülerin burada yer alacağı haberleri gündeme geldi. Büyük bir heyecanla bu filmi de bekliyorum. Hayatta olduğunu bilmek bile güzel efsanenin. Yıllar önce “Schumacher’in Büyük Randevusu” başlıklı yazımda kolay kolay pes etmeyeceğini ve bir şekilde hayata tutunacağını iddia etmiştim. Yazımın üzerinden tam 5 yıl geçmiş olmasına karşın Schumacher hâlâ yaşam mücadelesi veriyor.

Kolay pes etmez

Beni böyle bir yazıya yönlendiren de eski Formula 1 pilotlarından Niki Lauda’nın da hayat hikayesini anlatan ‘Zafere Hücum’ filminde ki bir sahneydi. Detaylarını aşağıda anlattığım sahneden yola çıkarak Schumaher’i, Niki Lauda’ya benzetmiş ve her ikisinin de doğuştan savaşçı olduğuna değinerek kolay kolay pes etmeyeceğini söylemiştim. Dün gece Lauda’nın 70 yaşında ve huzur içinde öldüğü haberleri ajanslara düşünce ben de yıllar önce hem Schumacher’i hem de Lauda’yı anlattığım yazımı tekrar yayınlamak istedim;

Destek mesajları geliyor

Daha 4 yaşında babasının kendisi için özel olarak yaptığı üstü açık mini yarış arabasıyla karting yaparak başladığı yarış hayatında dünyanın en başarılı Formula 1 pilotu oldu. Yüzlerce kez, “Ölümcül pistler”de burnu bile kanamadan şampiyonluklar yaşarken kader onu Fransa’da çocuklarıyla kayak yaparken yakaladı. Yaşam mücadelesi verdiği hastane yatağında 45’inci yaşına girdi. Her yerden destek mesajları geliyor. Hayranları hastane önünde bir dakikalık saygı duruşunda bulunuyor. Ferrari, “Forza (Ha gayret) Michael” mesajı veriyor. Eski tenis şampiyonu Boris Becker, Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada, Schumacher’in sağlığı için dua ettiğini belirtiyor. Eski ekibi mesajında, “Michael Schumacher hepimiz seninleyiz” ifadesine yer veriyor.

Ciddi yanıklar vardı

Schumacher’in eşi Corinna da “O bir savaşçıdır. Vazgeçmeyecek” açıklaması yapıyor. Ben en çok Formula 1 eski şampiyonlarından Avusturyalı Niki Lauda’nın ne diyeceğini merak ediyordum. Çünkü Niki de tam Corinna’nın dediği gibi bir savaşçı ve asla vazgeçmeyen bir pilottu. 1976 yılında korkunç bir kaza geçirdi. Almanya Grand Prix’sinde, yarışın ikinci turunda yoldan çıkan Lauda’nın aracı toprak bariyerlere çarptıktan sonra Brett Lunger’in aracıyla çarpıştı. Lauda aracına sıkışmıştı ve araç alev aldı. Lauda araçtan çıkarılana kadar özellikle kafasına doğru ciddi yanıkları vardı ve soluduğu sıcak toksik gazlar nedeniyle akciğerleri ve kanı zarar görmüştü.

Komaya girdi

Her ne kadar kazanın hemen sonrasında bilinci yerinde olsa da daha sonra komaya girdi. Büyük acılar veren vakum tedavisi yapıldı. Bir insanın bir günde en çok 1 saat dayanabileceği bu tedaviyi Niki doktorlarına baskı yaparak 3 saate çıkartmıştı. Sonra mucizevi bir şekilde Lauda kurtulmakla kalmadı, altı hafta (iki yarış) sonra yarışlara döndü. “Zafere Hücum-Rush” ismiyle vizyona giren gelmiş geçmiş en başarılı yarış filminde bu sahneler çok başarıyla ele alınıyor. o Niki Lauda, “Schumacher’e yalnızca Tanrı yardım edebilir, Michael’in yarış pilotu olarak pistlerde değil, oğlu ve arkadaşlarıyla kayak yaparken bir kaza geçirmesini mantığımla izah edemiyorum. Tanrı, anlamakta zorlandığımız kararlar alıyor” dedi.

O ruha sahipti

Necip Fazıl’ın unutulmaz mısraları hep aklımdadır: Randevu nerede, ne zaman saat kaçta? Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta”... Elbette ölümün nereden ne zaman geleceğini bilemeyiz. Ancak ben Niki’nin yaşam öyküsünü izleyince bir başka savaşçı Schumacher’in de iyileşeceğine inanıyorum. Alman Schumacher de tıpkı Avusturyalı Niki Lauda gibi doğuştan savaşçı bir ruha sahip.

22 Mayıs 2019, Çarşamba 06:01
YAZININ DEVAMI

‘’Adnan Polat'dan Demirören'e destek‘’

‘Demirören yumurtayı dik tutabilecek mi’ başlıklı yazımın hemen ardından Galatasaray Kulübü’nün her aşamasında görev yapan statükonun çarklarını değiştirmekten korkan ‘Beyaz (!) Galatasaraylıların’ üstelik Galatasaray’ın geleneklerine aykırı bir darbe girişimi sonrası görevinden ayrılmak zorunda kalan son yılların en karizmatik Kulüp Başkanlarından Adnan Polat ile konuştum..

Yıllar önce Galatasaray Başkanlığı sırasında akıntılara kapılmış dayanaksız sala benzeyen ve uçan kuşa borçlu Kulübü düzlüğe çıkarırken “Galatasaray stres testini geçer” başlıklı iddialı yazılar da yazmıştım. Ne yazık ki sürecini tamamlayamadan görevinden ayrılmıştı. Bugün Galatasaray Kulübü’nün içine düştüğü durumu anlamak için Adnan Polat dönemi ve sonrası anahtardır.

TFF Başkanı Yıldırım Demirören ve Bankalar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın’ın bugün ister ‘futbol da mali disiplin’ diyelim ister ‘futbolda mali kural’ veya ‘futbolda finansal fair play’ diyelim bu konuda en doğru yorumları uzun yıllar futbol sektöründe uluslar arası yönetici kalibresinde görev yapmış Adnan Polat’ın yapacağını düşünüyordum.

Tam da internette tarama yaparken Polat’ın TRT’nin başarılı spor programı Ajans Saatinde geçtiğimiz yıl katıldığı programda yaptığı açıklamanın başlığını gördüm: 'UEFA'nın Finansal Fair Play kurallarını öğretmesi ağırıma gidiyor'

Aslında hem röportajın metnine baktığımda hem de yaptığım konuşma da bugün getirilmek istenen modelin çerçevesini Adnan Polat geçmişte de uzun bir süre gündeme getirmeye çalışmış.

Polat diyor ki; Finansal Fair Play'i Türkiye'de anlatamadık. UEFA'nın ikaz etmiş olduğu yeni yönetmeliğini Türk spor kamuoyuna duyurmaya çalıştım. Bizde günü kurtarmaya önem verildiği için geleceği sağlama alma konusuna kimse sıcak bakmıyor. Taraftar neticeye bakıyor ama camialar taraftar gibi bakmamalı. Geleceğe yönelik dizaynlar yapması lazım. Finansal Fair Play'i Türkiye'de anlatamadık ya da anlayamadık. UEFA'nın Finansal Fair Play kurallarını öğretmesi ağırıma gidiyor. Türkiye'nin bunu kendi halletmesi lazım. Bu kuralları Türkiye'nin kendisinin uygulaması ve taviz vermemesi lazım. 2008'den itibaren 2012'den sonra hayatın daha zor olacağını anlatmıştım."

Türk futbol modeli

Bu sözlerden sonra; “Demirören ve Aydın’ın yol haritasını doğru buluyor musunuz” diye sordum..

“Kesinlikle doğru buluyorum.. Zaten bunları ben de yıllardır söylüyorum.. Bu yüzden atılan adım çok isabetli… Ancak..”

Devamında Polat’ın ‘ancak’ diye eklediği bölümde bu mali disiplinin başarılı olması için bir takım düzenlemelere ihtiyaç olduğunu da söyledi.

“Türk futbolunun yapısal değişikliğe gitmesi lazım. Türk futbolu modelini kurmalıyız. İngilizler gibi yaparsak Finansal Fair Play’i kendimiz kontrol ederiz.

Federasyon yönetiminin regülasyon görevi yapması, Kulüpler Birliği’nin şirket modeli ile yönetilmesi ve başına İngiltere’de olduğu profesyonel bir CEO’nun gelmesi ve Finansal Fair Play çalışmalarını bu kişinin yürütmesi gerekir. Kulüp Başkanlarından oluşan gelen Kulüpler Birliği yönetimi bu süreci götürmekte zorlanırlar.Küme düşürme, puan silme, Avrupa’ya gidememe gibi yaptırımlar olmazsa bu işin içinden çıkılamayacak”

UEFA kriterlerinin Türkiye’ye adapte edilmesi için regülasyon görevi görecek TFF ve yapısı değiştirilmiş Kulüpler Birliği ve Bankalar Birliği kulüplerin durumunu inceleyip fazla para harcamasını, kuralların dışına çıkmasını engellemesi gerektiğini düşünüyor Polat..

Tabii taburenin tek ayağını düzelterek sorunu çözemeyiz diyor ve ekliyor Polat “Taburenin diğer ayağı olan alt yapı.. Yani ülke futbolunun gerçek gelişimi için ülke içerisinden futbolcular yetiştirmemiz gerekiyor.. Yabancı sayısında da belirli sınırlamalar ile birlikte Türk futbolu bu dönüşümü yaparsa 3-4 yıl içerisinde hastalıklı yapısından kurtulur .”

Yeni Türk modeli ile böylece Polat’ın işaret ettiği gibi Finansal Fair Play’i UEFA’dan öğrenmemize de gerek kalmayacak.

17 Ocak 2019, Perşembe 13:26
YAZININ DEVAMI

‘’All Star mı Down Star mı?‘’

Konu Basketbol olunca benim gibi yaklaşık 20 yılını Yönetim Kurulu Üyeliği başta olmak bir çok alanında görev yapan, izleyen, Federasyonun neredeyse bürokrasi de paslanmış her menteşesine yağ döken, özerklik sürecinin önemli şahitlerinden birisi olan ve en sonda da Basketbolumuz da ki sorunları görerek “Türk Basketbolu Yukarı Doğru Düşüyor” başlığıyla rapor hazırlayan ve bunu değerli büyüğüm Aybars Hünalp ile yıllarca aynı gazetelerde görev yaptığımız Meriç Müldür’ün köşelerine konu eden birisi olarak her zaman hassas bir terazi de dururum..

Her yapılan icraatı anlamaya çalışırım ama anlamanın onaylamak olmadığı gerçeğini de göz önüne koyarak..

Hem yıllarca icraatın içinde ve karar alıcı mekanizmalarda çalışıp köşe yazıları yazmanın zorlukları ile birlikte bana bu özellik empati yapmayı da öğretmiştir.. Çünkü bazen yöneticiler istemedikleri kararları almak zorunda kalırlar..Rahmetli Bülent Ecevit’in “içine sindiremediğim karardı” dediği bir çok olay olmuştur. Aynı Ecevit, bu yüzden kendisine gelen eleştirileri de olgunlukla karşılardı.. Çünkü O’nun diğer bir yönü gazetecilik ve yazarlıktı..

Öğüt bilgeliğin kılıcıdır, eleştiri uzmanlığın neşteri..

İkisi arasında ise ince bir çizgi var..

Necip Fazıl’ın dediği deyimiyle: Ezberlerini bir salyangozun kabuğu gibi sırtında taşıyanlar’ öğüt ile eleştiriyi ayırt edemez..

Ergin Ataman’ın Tweeti

Dün akşam saatlerinde Türk basketbolu ile ilgili bir çok konu da düşüncelerini açıklarken eleştiri ve öğüt arasında ki farkı kavramış ve ülke basketbolunun gelişimine de damga vurmuş teknik adamlarından Ergin Ataman’ın Twitter hesabından yaptığı açıklama ile ilgili benim de bir şeyler yazmam gerekirdi. En azından eski bir yönetici, taraftar ve spor yazarı olarak..

Benim de içinde bulunduğum yönetimler de 3 önemli marka yaratmıştık. Birincisi toplumun her kesimine ulaşan 12 Dev Adam, ikinicisi 2000’lerin başından başlayarak 2010 Dünya Şampiyonası finalleri için 20/10 projeleri ve All Star etkinliği..

İlk 4-5 yıl tüm All Star organizasyonlarını yerinde diğerlerini de televizyonda izledim. Yaklaşık 5 saat süreyle çok keyifli anlar yaşardık..

İnanılmaz güzel ve başarılı organizasyonlardı. Federasyonu, yerli yabancı oyuncu ve teknik adamları, yayıncısı, sponsorları, tribün de ki ve evdeki seyircisiyle, sanat ve spor camiasından ünlü konukları, yarattığı ekonomik değeri ve tüm basketbol ailesiyle ülkemizde en önemli sportif markalarından birisi olmuştur.

Tahincioğlu Basketbol Ligi’nin 2019 All Star organizasyonun kadroları önce ki gün açıklandı..

İşte kadroda ki isimlerin belli olması üzerine üstelik de Avrupa Karması koçu olarak belirlenen Ergin Hoca’nın twiti büyük tartışma yarattı.. Diyor ki hoca; Avrupa’nın en iyi ligi diyorsak, All Star organizasyonunda NBA ve diğer ülkelerde olması gibi en üst düzey kadrolarda olması gerekirdi..

Şimdi tek tek oyuncular üzerinden bakmayalım sonuçta ligimizde mücadele eden her Türk ve yabancı oyuncu ve teknik adamların her biri çok değerliler..

Ancak, Ergin hocanın da ifade ettiği gibi Basketbol Federasyonu’nun en önemli markası ve tüm basketbolseverlerin merakla beklediği All Star’ın All Star için en iyi oyuncuların ve en iyi teknik adamların yer alması gerekmez miydi? .Tek tek oyuncuların isimlerini burada saymak istemem ama bugün Federasyon Yönetiminde bulunan gönüllü ve profesyonelleri sahaya çıkarsak daha güçlü bir All Star karması olurdu.. her biriyle yıllarca yönetici olarak birlikte olduğum Hidayet Türkoğlu, Ömer Onan, Hüseyin Beşok, Kerem Tunçeri, Ufuk Sarıca, Haluk Yıldırım..

Sözün özü Euroligue’de Avrupayı titreten Fenerbahçe’nin teknik adamı ve oyuncuları da burada olmalıydı..En iyi oyuncular en büyük organizasyonda olmalılardı. Bunu çözecek de doğal olarak Federasyondu..

Hangi saikle bu sürece girdiklerini de tahmin ediyorum, anlıyorum ama onaylamıyorum da..

Harun Erdenay’ın başkanlığı döneminde Basketbol Federasyonu CEO’luğu ve sonrasında Başkanlığının ilk yılında da son derece başarılı All Star etkinliği yapan Federasyon Başkanı Hidayet Türkoğlu günün sonunda rahmetli Ecevit gibi ‘içime sinmeyen bir karardı’ diyebilecek mi bilmiyorum ama bu gidişle All Star , önce Down Star olur, sonra da Off Star..

12 Ocak 2019, Cumartesi 21:28
YAZININ DEVAMI

‘’Gözyaşları içinde kortlara veda ederken‘’

15 yaşına merdiven dayamış Ankara Tohm (Türkiye Olimpiyat Hazırlık Merkezi) bünyesinde performans tenis sporcusu oğlumun gönderdiği video da Federer, Nadal, Djokoviç üçlüsüne meydan okuyabilmiş bir tenisçinin gözü yaşlı veda konuşmasını dinledim.. Oğlum Deniz’i de öyle etkilemiş ki “ üzüldüm adama, konuşmaya çıkarken bile çok kötüydü” yazmış mesajında.

Kim mi bu tenisçi?

Önce hikayesini anlatayım kendi gözümden.

'Suyu arayan adam'ın öyküsü Hint felsefesinde önemli bir yer tutar:

"Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı, gene suyu bulamadı. Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti. Fakat bir ses ona, 'Daha derinlere in, daha derinlere!' dedi. Daha derinlere indi ve suyu buldu."

Bana göre işte yıllar önce Hintli düşünürün yılmayan, vazgeçmeyen, sabırla çalışanlar için anlattığı "Suyu arayan adam" öyküsünün kahramanı Andy Murray idi.

Başarılı bir tenisçiydi, dünya sıralamasında 4.lüğe kadar yükseliyordu. Çeyrek finaller oynuyor, yarı finaller oynuyor, finallere kalıyordu. Ama bir türlü Grand Slam kazanamıyordu.

1987 Dunblane doğumlu Murray'e İskoç halkı şöyle sesleniyordu: "Andy, sen bir İskoç’sun, sende İskoç kanı var, biraz daha cesaretli olmalısın!"

Onlar Andy'den tarihlerinde özgür İskoçya'yı yaratan ve filmlere konu olan bir Cesur Yürek (Brave Heart) William Wallece olmasını bekliyorlardı.

Andy her maçına bu baskı altında çıkıyordu. Zaman zaman yılgınlığa düşmüyor da değildi. Gel gör ki, aynı zamanda bir tenis eğitmeni olan annesi, sevgilisi ve tüm İskoç halkı "daha derinlere in, daha derinlere" demekten vazgeçmediler. Daha önce birçok kez en derine inerek hedefine ulaşan efsane bir eski tenisçi Ivan Lendl'ın rehberliğine sığındı. Bir şövalye mücadelesini andıran, unutulmaz Wimbledon final maçında kaybettiğinde bile Roger Federer rakibinin suyu bulmaya yaklaştığını söylüyordu. Nitekim önce Londra Olimpiyatları'nda altın madalya, ardından Novak Djokoviç ile nefis bir mücadelenin sonunda daha derinlere indi ve suyu buldu: Amerika Açık Şampiyonluğu...

Murray sahada bu mücadeleyi verirken ekranlar da bir başka ünlü İskoç Sean Connery'yi gösteriyordu. Sir Alex Ferguson da tribünlerdeydi. İşte İskoç dayanışmasını bu maçta fark ettim.

Bu kez herkes ne zaman Wimbledon’ı kazanacak diye sormaya başladı. Beklentileri üst seviyeye çıkarmıştı. Yine İskoç kanı hatırlatılıyor bir başka baskı oluşturuyordu.

2013 yılında bu beklentiler gerçeğe dönüştü ama hiç de kolay olmadı.

Son derece tecrübeli ve çok formda bir rakibi vardı finalde: Novak Djokoviç

Tüm Britanya bu maça kilitlenmişti. Final maçındaki stresini bugün bile hatırlıyorum. Maçı kazandığındaki ruh hali inanılmazdı. Biraz şaşkın ama çokça mutlu ve gururlu. Artık o da bir Wimbledon‘ı kazanan bir Britanyalı idi.

2016'da mayıs ayındaki Roma Açık’tan itibaren, Wimbledon ve Rio Olimpiyatları’yla beraber ATP Dünya Turu Finallerinde dokuzuncu şampiyonluğuna uzanan Murray, üst üste 24. galibiyetini elde ederek kariyerinin en iyi serisini yakalamış oldu.

Böylece 2016 yılını dünya klasmanının 1 numarası olarak da kapatmayı başardı İskoç asıllı Britanyalı tenisçi.

Toplamda 3 Grand Slam yanında 2 kez de Olimpiyat madalyası sahibi Murray gözyaşları içinde yaptığı basın toplantısında şunları söylüyordu: Kendimi iyi hissetmiyorum. Uzun zamandır mücadele ediyorum. Yaklaşık 20 aydır çok acı çekiyorum. Elimden gelen her şeyi yapıtım ama işe yaramadı. Wimbledon’da tenisi bırakacağımı düşünüyordum ama sanırım Avustralya Açık son turnuvam olacak.

Elbette Murray, bu yolda yürürken kesinlikle yalnız değildi. Tüm ülke O’nun yanında,önünde, arkasında her yerde vardı. Tıpkı Liverpool taraftarının “asla yalnız yürümeyeceksin” dediği gibi her zaman destek oldular. Ona en iyi antrenman şartlarını çocukluğundan itibaren sağladılar. İnişler çıkışlar yaşadığı zamanlarda da umutlarını korudular ve bunu her zaman hissettirdiler.

Şimdi veda zamanı geldiğinde de O’na hak ettiği saygıyı göstereceklerdir.

Murray’i belki de son kez izlemek için önümüzdeki hafta başlayacak Avustralya Açık’ı kaçırmayın derim.

11 Ocak 2019, Cuma 14:23
YAZININ DEVAMI

‘’Demirören (yine) yumurtayı dik tutabilecek mi?‘’

Ne yazık ki yıllardır dövülerek şekil alan Türk futbolunun kangren olmuş 3 temel sorunu oldu.

Birincisi hepimize büyük acılar yaşatan tribün terörü.

İkincisi hepimizde bir travma oluşturan ve Türk futbolunda tsunami etkisi yaratan “şike” süreci.

Üçüncüsü de yıllardır hepimizin ağzına pelesenk olmuş “kulüpler batıyor, acil kulüpler yasası çıkmalı” sözlerinin işaret ettiği kulüplerimizin borç sarmalına düşmesi ve komik bir şekilde bunu da sadece bir yasayla düzeleceği inancına sahip olmamızdı. Tabii daha alt yapıdan oyuncu yetişmemesi, hakemlerin profesyonelliğe geçişi ve VAR sisteminin hayata geçmesi gibi önemli ama daha alt başlıkta ele alınması gereken sorunlar da yıllardır gündemimizde oldu.

Ama en temel önemli 3 sorunumuz oldu her zaman.

TFF’ nin İçişleri ve Gençlik ve Spor Bakanlığı ile yaptığı üst düzey çalışmalar sayesinde artık tribün terörü bugün ülkemizde minimum seviyeye inmiştir. Ara sıra meydana gelen olaylar da münferit hadiseler olarak değerlendirilebilir ve bunlar da normaldir. Unutmayalım 1980’lerden itibaren tribün terörü ile en büyük mücadeleyi en katı şekilde vermiş İngiltere’de dahi halen yılda ortalama 3000 taraftar için sahalardan men cezası veriliyor. Dolayısı ile bu bir süreç ama artık karamsar hava dağıldı tribünlerde. Eskiden “kötü taraftar iyi taraftarı kovardı”, bugün ise artık durum tersine dönmüş durumda. Alınan önlemlerle kötü taraftarlar artık stat dışına itilmiştir.

Gelelim yazının başlığını da oluşturan 2011’li 2012’li yıllara…

2011 yılında ki “Şike yasasının” ardından yaşananlar. Kulüp başkanlarından menajerlere futbolculara kadar uzanan tutuklamalar, kulüplerimize UEFA’dan verilen men cezaları, asırlık kulüplerin küme düşme tehlikesi yaşaması derken gerçekten sadece Türk futbolu değil tüm ülke bir travma yaşadı. 7 aylık görevinin ardından Mehmet Ali Aydınlar’ın TFF Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalması üzerine aynı zamanda Kulüpler Birliği Başkanı ve Beşiktaş Kulübü Başkanı Yıldırım Demirören TFF’ nin başına geçtiği günlerdi. Tekrar o günlere dönmek istemiyorum ama o zamanki travmayı ve hepimize düşen ümitsizliği de unutmamak lazım. Bunu “Futbol Büyük İskender'ini arıyor” yazımda belirttiğim ve teması “Gordion Düğümü” ne benzettiğim Türk futbolunun sorunlarının çözümünü Makedonyalı lider İskender'in hikâyesiyle anlatmıştım. Kimsenin çözemediği düğümü İskender kılıcıyla kesmişti. Karmaşık görünen sorunlara bulunan kolay ve kestirme çözümlere örnek olarak İskender'in kılıcı bir sembol olmuştu.

O zamanlar bu sorunun çözümünde kamuoyu da doğrusu ne Demirören’den ne de yönetiminden pek ümitli gözükmüyordu. Ülke de herkesi bir kasvet sarmıştı. Konuya dönemin Başbakanı olarak Cumhurbaşkanımız da dâhil olmak zorunda kalmıştı.

Ben de işte o sıralarda “Demirören yumurtayı dik tutabilecek mi?” başlıklı bir yazıyı artık tarihin sayfalarına karışmış Habertürk Gazetesi’nde ki köşemde kaleme almıştım. Başlığı, içeriği ve içinde ki hikâyesiyle belki de 10 yıllık yazarlık hayatımda en çok ilgi gören yazım olduğunu söyleyebilirim.

Yazımın girişini bu kadar uzun tutmamın nedeni TFF Başkanı Yıldırım Demirören ile Bankacılar Birliği Başkanı Hüseyin Aydın’ın kulüpleri borç batağından kurtaracak düğümü çözecek hamleleri başlatmasına değinmek için.

Burada en önemli nokta sadece düğümü kesmekle kalmıyorlar sorunu da çözecek bir modeli ve iradeyi de ortaya koymak istiyorum. Tabii futbol kamuoyunun genel ekseriyetinde büyük bir ümit ışığı yaratmış olmakla beraber halen naftalinli kafalarda da bu sorunun çözülemeyeceği kanaatini de görüyorum. Ne zaman bu ülke bir konu da çözüme gidecek bir adım atsa hemen dolambaçlı yollardan süreci baltalamak için hurafe gibi dedikodular piyasaya sürülüyor. En saçması da kulüplere kayyum atanacak iddiaları. Hâlbuki aynı kişiler hep bir ağızdan yıllardır “kulüpler battı, federasyon ve devlet müdahale etsin” diye içeriği belli olmayan ilkel söylemler üretmiyorlar mıydı? Sanki UEFA, devletin müdahalesine izin verecekmiş gibi bunları söylüyorlar.

Yine bir ümitsizlik, karamsarlık ve şüphe.

İşte o yüzden şu yumurtayı dik tutma hikâyesini tekrar anlatmak istiyorum.

Bakın tarihin en büyük kâşifin başından geçen öyküsüne.

“Kristof Kolomb, bir akşam vakti, İspanyollar arasında yemek yiyor. Misafirlerden çoğu, Kolomb'un şöhretini küçümsüyordu. Yemek arasında söz Amerika'nın keşfinden açılınca, içlerinden biri, yüksek sesle: "Oraları keşfetmek zor bir iş değil" dedi. Kolomb, bu söze karşılık bir şey demeden eline bir yumurta aldı ve masanın yanında oturanlara dönerek: "İçinizden hanginiz bu yumurtayı dik olarak dengede tutabilir?" diye sordu. Herkes bunu denedi, fakat hiçbiri başaramadı. O zaman Kristof Kolomb yumurtayı aldı, ucunu tabağın üstüne hafifçe vurarak yassılaştırdı ve yassı kısmını tabağa yerleştirdi. Elini yumurtadan çektiği halde, yumurta dik vaziyette dengede duruyordu. Hepsi bağırarak: "Bu zor bir iş değil ki!" dediler. Kolomb gülerek; "Doğru... Bu zor bir iş değil. Zor olan, bunu düşünebilmektir" dedi.

Bakalım Demirören de, Kolomb gibi yumurtayı dik tutabilecek kolay ve kestirme bir çözümü bulabilecek mi?

İşte tarihin ve hayatın gerçekleri; Kolomb, Hindistan'a gitmek üzere yola çıkıp Amerika'yı keşfetti. Sonra da Amerika'yı yeniden keşfetmenin anlamı kalmadı. Demem o ki, hem denemeden sonucu görülebilecek ya da çıkışa varan kolay bir yol yok hem de güçlü bir desteği arkasına alıp elini taşın altına sokanları kestirmeden kestirip atmadan, destek olmaktan başka bir çare...”

2012 Mart ayında bunları yazmışım. Daha sonra ki süreci hepimiz biliyoruz…

Türk futbolu sancılı süreçlerden geçerek bugünlere kadar geldi. Demirören’in yumurtayı dik tutması ile travmadan çıktık ama hala bekleyen yapısal sorunlarımız olduğu da ortada. Bunun gizlisi saklısı da yok zaten. Bunların en önemlisi ve acil olanı da kulüplerimizin 10 milyar liranın üzerinde artık döndürülemez ve sürdürülemez hale gelen borçları var. Bugüne kadar Kulüpler Yasası dışında bir çözüm önerisi getiremeyen futbol aktörleri için Demirören ve Aydın’ın ürettiği formülü post modern bir çözüm olarak görüyorum. Hem devletin içinde hem de dışında olduğu bir model bu. Her konuyu yasayla çözmeye çalışan ülkemizde farklı bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum bu çözümün. Çünkü devlet girdiği yere züccaciye dükkânına giren bir fil gibi olabilir. Ortalıkta ne var ne yoksa yıkabilir. Şike yasası sürecinde de son 40 yıl süreyle kimlerin hangi demeçleri vererek yasa çıkması isteğini derleyen bir çalışma yapmıştım. Gün geldi yasa çıktı ne oldu kolluk kuvvetleri futbolun içine girdi. Dolayısı ile de yıllarca devlet tarafında bu konularda çalışan birisi olarak Kulüpler Yasasına hep şüpheyle yaklaştım. Ve bunu da yazılarıma taşıyarak ortalıklarda dolaşan tasarının felsefesinin ve yaklaşımının doğru olmadığını anlatmaya çalıştım. Çözüm futbolun içinde olmalıydı. Kulüpler yasası ile devletin yapabileceği tek şey olabilir. Paslanmış menteşelere yağ sürmek. O da kulüp yöneticilerinin kendi dönemleri ile ilgili borçlanmasına ilişkin sorumluluk getiren tek maddelik bir yasa.

İşte bu yüzden geldiğimiz noktayı borç sarmalından kurtaracak bu yaklaşımı post modern bir yöntem olarak görüyorum. Fransızların spor yönetiminin temel felsefesini oluşturan en temel cümle “devlet federasyonların özerkliğine ve bağımsızlığına müdahale etmeksizin nüfuz eder”. Demirören / Aydın işbirliğinin içinde devletin olmaması mümkün değildir, ancak devlet futbolda ki krize bu kez müdahale etmemiş post modern bir yaklaşımla nüfuz ederek çözüm üretmeyi arzulamışlardır. Zaten medyada Cumhurbaşkanı ile Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açık desteğinin de olduğunu görüyoruz. Aksi de düşünülemezdi. Siyasetçiler de toplumun için de yaşayan kişilerdir.

Yıllar önce Rahmetli Özal’a “bir Başbakan olarak niçin bu kadar futbolla ilgileniyorsunuz” diye sorarlar. O da şu cevabı verir. “Ben bu toplumun Başbakanı değil miyim? Onların mutluluğu, öfkesi benim de problemim değil mi? Statlardan mutlu ayrılan ve üzüntülü ayrılan, hayal kırıklığı yaşayan her taraftarın konusu beni de ilgilendirir, çünkü ben de bu toplumun Başbakanıyım”.

Hatırlayın Özal futbolun ilk özerk yasasını çıkaran, Türk futbolunu toprak sahalardan çamurdan kurtaracak hamleleri yapan çim bu felsefe ve yaklaşım üzerine hayata geçirdi. Bugün de Erdoğan ve Albayrak bir türlü çözülemeyen ve Türk futbolunu saran borç kanserinden kurtarmak için yasa dışında bir çözümü hayata sokacak iradeyi ortaya koymuşlardır. Demirören de bana göre yumurtayı bir kez daha dik tutmayı başararak Türk futbolunda ki her basamağı cehennem ateşi gibi yanan sorunları tek tek çözebilmiş ve Türk futbolunun liderlik merdivenine yükselmiştir. Aslına bakarsanız büyük bir riskin de altına girmiştir. Sürecin başarılı ya da başarısız olması da gelecekte Demirören’in liderliğinin seviyesini de belirleyecektir. Dolayısı ile cayır cayır yanan kestaneleri eliyle toplamaya çalışıyor. Bu ön alma, sorunların arkasına sığınmak değil sorunların üzerine gitme cesareti bence bir liderlik tavrıdır.

Bundan sonra daha birçok değişiklik olacak.

Mesela tüm spor bakanlarının her daim çıkaracağız dediği ama bir türlü çıkmayan kulüpler yasası da gündemde daha farklı bir şekilde yerini alacaktır. En azından mevcut Gençlik ve Spor Bakanımız Mehmet Kasapoğlu selefleri gibi bu konuyla muhatap olmayacaktır.

Ve artık zengin başkan modelinden bir mesih gibi gelecek tüm borçları bir gecede çözecek mucizevi başkan arayışları yerine becerikli, ekonomi yönetimini bilen kulüplerin gelirlerini arttıracak özel projeleri hayata sokarken gider dengesini de sağlayacak CEO dönemlerinin de temeli atılmış oldu. Kulüplerde profesyonel marketing elemanları daha çok önem kazanacak. Aynı zamanda bu süreç alt yapıdan oyuncu yetiştirmenin çok önemli olduğunu ortaya koyacak ve kulüplerimiz daha çok alt yapıya önem verecektir. Süper Lig takımlarında Türk futbolcularını mücadele ederken görmek istiyorsak bunun tek yolu alt yapıları güçlendirerek Türk oyuncularının uluslararası arena da mücadele edecek seviyeye getirmekle olur. Ondan sonra sıra yabancı kuralına gelebilir ancak. Bir aşamayı tamamlamadan diğerine geçemeyiz.

İşte bu süreç aynı zamanda kulüplerimizin de yeniden yapılanmalarının yolunu açacak ve eski alışkanlıklardan vazgeçilecektir.

Türk futbolu yeniden take - off pozisyonuna geçmiştir.

PLASEBO ETKİSİ

Bu aslında ekonomik bir konu. İster dernek statüsünde ister şirket statüsünde bile olsa kulüplerin faaliyetleri bir futbol endüstrisinin bir parçasıdır. Dolayısı ile de konu teknik, oyuncu, hakem ve transferden daha çok futbol ekonomisi veya futbolun ekonomisi olarak adlandırabileceğimiz bir konudur. Türk futbolunda borçların yeniden yapılandırması söylemi dahi pozitif bir etki yaratacaktır. Adeta futbol ekonomisinde bir plasebo etkisi yaratacaktır.

Plasebo: Yoklukla gelen varlık. Beynin inandığına bedenin de inanması bir anlamda. Aldığımız bir ilaç-diyelim ki içinde şeker var, lakin biz mide ağrılarına iyi geldiğini zannederek yutuyorsak, midemize (bünyemize) faydalı olabiliyor hakikaten.

Bunun tersi ise "nosebo". Latince "zarar vermek" fiilinden geliyor. İnsan kullandığı ilacın ya da tedavinin kendisine kötü geleceğini düşündüğü andan itibaren ondan zarar görüyor. Beyin bir kez daha bedenden önde gidiyor. Doludizgin. Yani kötümserlerin kendilerine verdikleri zararın haddi hesabı yok.

Mesela Türkiye yıllardır IMF ile anlaşabileceği havasını plasebo etkisi gibi kullanıyor. Giderek artan bütçe açığına ve kamu kesimi borçlanmasına bakarak kamu maliyesinde eski sorunlu günlere dönüleceği korkusunu bir anksiyete haline getiren piyasaları yatıştırmak için IMF ile anlaşılacağı izlenimi yayılarak yaratılıyor bu plasebo etkisi.

IMF ile anlaşma olacağı haberini alan piyasalar tıpkı gerçek ilaç aldığını sanan hastalar gibi kendini daha iyi hissediyor. Bu etkiyi bozabilecek olan tek şey IMF’nin böyle bir anlaşmanın söz konusu olmadığı biçiminde yapacağı açıklama. Ama onlar da oyunu bozmuyorlar ve plasebo etkisine destek oluyorlar. Yine aynı şekilde Amerika ile ilişkilerimiz siyasi ve diplomasi alanında iyileşse ekonomimiz de bu iyimser havadan olumlu olarak etkilenmiyor mu? Konu aslında biraz da psikolojik ve beynimizde.

Ekonomide beklentilerin önemli olduğu 1930’larda Keynes’le birlikte anlaşılmış bir konu. Buna karşın beklentilerin en az gerçekleşmeler kadar etkili olduğunun kavranması çok daha yeni zamanlarda oldu. “Beklenti neyse gerçekleşme de o yönde olur”. Kanser gibi kulüplerimizin hücrelerine yayılmış borç sarmalından kurtulma beklentimiz ne kadar ümit var olursa o kadar daha kolay çözüme ulaşırız. Yönetilemez ve sürdürülemez yapıların kırılması sadece tek bir ilaçla olmaz. Beyinlerimizin de buna olumlu tepki vermesi gerekir.

Harvard Üniversitesi web sitesinde "Plasebo Çalışmaları" nı anlatırken düşündürücü bir ifade kullanılmış: "Hayal gücünün, güvenin ve umudun kudreti!" Üçü de ne kadar güç veriyor insanlığa: hayal gücü, güven ve umut.

İşte Demirören ve Aydın’ın ortak yayında yaptığı açıklamalarda ben kendi adıma bu 3 şeyi de gördüm:

Hayal gücü, güven ve umut…

FUTBOLA DA MALİ KURAL GEREK

Biliyorum geçmiş yazılarıma çok fazla sayıda atıfta bulundum ancak görüşlerimin bugün değil yıllar önce de aynı şekilde olduğunu ve uzun yıllar kamu tarafında da bu konularda çalıştığımı belirtmek isterim. O zamanlar ne Demirören TFF Başkanı idi ne de Aydın Bankalar Birliği Başkanı idi. 28 Mayıs 2010 yılında “futbola da mali kural gerek” yazımda yazdıklarımı bugün yapılan açıklamalar çerçevesinde okumak daha anlamlı hale gelmiştir.

“Mali kural ile iş dünyasının özlem duyduğu, ekonomiye uzun vadeli bakış açısı ve yol haritası ortaya konulması hedeflenmişken, kulüplerimizin de uzun vadeli projeksiyonlara ihtiyacı olduğu kaçınılmaz. Devlet kendi mali disiplini için kendisini bağlarken, herhalde kimse dernekler statüsüyle yönetile(meye)n ve 1.5 milyar doları aşan borcu olan kulüpleri, kulüplerine pranga vuran başkanları böyle başıboş bırakamaz.

Futbolda mali disiplin demek, kulüplerin bütçe açığı verme hastalığı da denilebilecek problemi gidermek için bir disiplin getirmek, aşırı borç stokunun büyümesini engellemektir. Aksi halde nelerle karşılaşacağını peşinen kabullenmektir.(aşırı borçtan yani bütçe açığından dolayı puan silme, kayyuma devretme ve küme düşme.)

Bunu yaparken disiplin ile sınırlama arasındaki fark da dikkate alınacaktır. “Her koşulda tartışmasız tasarruf” ve “her koşulda bütçe disiplini” bağnazlığı da doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü mali kural, disiplin ile esnekliği birleştiren bir yaklaşımdır. Bu durum kulüpler için de geçerlidir. Mali kuralın 4 temel ilkesi sanki kulüplerimiz için kaleme alınmış: Basitlik, doğruluk, saydamlık ve hesap verilebilirlik. Mali kural Avrupa Birliği’nin, futbolda da mali disiplin UEFA’nın temel ilkelerinden biridir. Demirören ve Aydın’ın başlattığı süreci de bir mali disiplin olarak adlandırabiliriz. Dayanaksız sala binmiş giden kulüplerimizin bu gelişmeleri ne kadar takip ettiği bilinmez ama sürdürülemeyen borçlar yüzünden hem “hamlesizlik” hem de “zaman sıkıştırması” içerisine girmiş olan yöneticilerimizin de artık kulüplerini sağlıklı bir yapılanma modeline hazırlamaları kaçınılmaz.

İLACIN DOZAJI

Yazıma ikinci bir başlık koymak imkânım olsaydı kesinlikle “Türk reçetesiyle çözüm” olurdu. Yalnızca birileri mutlaka acı ilacı içeceği ortada iken bu çalışma konusunda bütün kesimlerin ortak ve yoğun arzusu bende hem umut uyandırıyor ama aynı şekilde de şüphe doğuruyor olsa da burada ki en önemli konu; adeta tahta barakaya benzeyen ve dizginsiz ırmak gibi akan kulüplerimizi iyileştirecek ilacın bulunmasında, ama dozunun da ayarlanmasında. Ne demiş dünyaca ünlü İsviçreli hekim Paracelsus; "Her madde zehirdir, zehirli olmayan yoktur. Bir maddenin zehirli olmamasını sağlayan dozudur." Benim gözümde, can çekişen kulüplerimize can suyu verecek iddiası ile ölüm döşeğindeki hastaya verilecek ilaç ve dozu aynıdır. Bu nedenle, Demirören ve Aydın ilacın dozunu ayarlayan hekim gibi dikkatli ve hassas olmalıdır. Bence ikisinin işi herkesten daha zor. Şike sürecinde yaşadıklarımızı aklımızdan çıkarmadan, hastayı iyileştireyim derken dozunu kaçırmayalım…

Bu yüzden ‘yasasız çözümü’ çok önemli görüyorum…

Şimdi hepimize düşen görev de günah keçileri yaratmak değil ayağa kalkmayı başarabilmek zamanıdır. Demirören ve Aydın; Kennedy’nin dediği gibi “her bedeli ödeyecek, her yükü çekecek kadar” bu işin içine girdiler.

Demem o ki, hem denemeden sonucu görülebilecek ya da çıkışa varan kolay bir yol yok, hem de güçlü bir desteği arkasına alıp elini taşın altına sokanları kestirmeden kestirip atmadan, destek olmaktan başka çare…

İSPANYA NE YAPMIŞTI?

Süreçte ortalarda başarısız bir İspanya örneğinden bahsedilir. Uzun yıllar önce buna benzer bir çözümü hayata sokmaya çalışmış ama başarılı olamadığı yazılıyor çiziliyor. Ama unutmayalım, aynı İspanya ülkenin büyük ekonomik krize girdiği dönemde Kulüpleri de stres testine sokmuş ve 2010 yılında İspanya hükümeti futbol kulüplerine “720 milyon Euro tutarındaki vergi borcunuzu ödeyin talimatı vermiş, bunun yanında futbolcu ücretlerinin kısıtlanmaması ve 3,5 milyar Euro’luk borçlarının takvime bağlanmaması halinde, kulüplere transfer yasağı getirilmesini kararlaştırıyor. Hükümet öncelikle bunu İspanya Futbol Federasyonu’nun yapmasını aksi halde yasa değişikliği ile bunu sağlayacaklarını söylüyor. Yani İspanya hükümeti kriz anında dahi sisteme müdahale etmeden futbol içi bir çözüm bulunmasını istemiştir. Bugün de biz de yaşanan süreci İspanyollar 9 yıl önce yaşamışlar ve bugün İspanya futbol ekonomisi sürdürülebilir hale gelmiştir.

10 Ocak 2019, Perşembe 10:59
YAZININ DEVAMI