Arama

Popüler aramalar

‘’Kaç Susurluk lâzım?‘’

Futbolun bütün kirli çamaşırları zaman zaman ortalara saçıldı. Yenilmez yutulmaz iddialar, söylentiler, belgeler, çete elebaşlarıyla konuşmalar, altın tespihler, sahte pasaportlar, bahis tahtalarından silinen derbi maçlar...
Pekii, ne oldu? Başta spor medyası olmak üzere herkes kulağının üzerine yattı. Yetkililer yetkisiz, ilgililer ilgisizmiş gibi davrandı. Şikenin belgeleri apaçık ortadaydı. Dönemin spor bakanları, ilgisiz yönlere bakmayı tercih etti. Birkaç cılız hamaset dolu demeç, o kadar. Sonrası gözaltı bekleyenler yine yanıldı, sumenaltı, dumanaltı varken gözaltı da neyin nesi ki!
Örte örte, erteleye öteleye bir hâl olduk. Kaç Susurluk yaşandı, hepsi yok farzedildi. Dosyalar, gereği yapılmak yerine, taammüden kasıtlı olarak zamanaşımına terk edildi.
Kimler hangi Başbakan döneminde, hangi hükümet döneminde yöneticilik ya da Başkanlığına paralel olarak, bazen de hemşehriliğe sığınarak ihya edildi? Hangi takımlar nasıl kollandı, futbol ve emek nasıl hortumlandı?
Şu Ergenekon davası, bir çok yönüyle bana abartılı ve tuhaf gelse de, bunca sene saklanan, görmezden gelinen çarpık ilişkileri bir bir ortaya dökmesiyle çok işe yaradı. Tabuları, komplo teorilerini tartışılabilir, konuşabilir hale getirdi. Bir çok kangren konu, belgeleriyle ortalığa saçıldı.
Ben ve benim gibilerin tek umudu, futbolun ertelenen Susurlukları’nın da sonunda Ergenekon gibi bir dosyayla ortaya saçılacağı olasılığı. Nasıl diğer şike konuşmaları, hakem tayinleri alâkasız ceza davalarında ortaya saçıldıysa, bir gün elbet bu da gerçekleşecek. Öyle ya da böyle 15 yıllık kara ve karanlık dönem bir şekilde aydınlanacak.
‘İftiracı’ya ‘itirafçı’ güzellemeleri yapıp el üstünde taşıyanlar, devletin yasal dinlemelerine takılan açık şike konuşmalarına, çete davası dosyasına girmiş belgelere nasıl ‘itirazcı’ takılıp, elbirliğiyle ört bas ettiler. Çünkü ucu medyadan da birilerine de fena dokunuyor.
Bu sapık ve çarpık iktidar ilişkileri, bu şaibeli saadet zinciri kırılmadıkça, kirli ittifakların taraflarının kirli çamaşırları ortalara dökülmedikçe de, futbolun temizlenmesi olanaksız. O dönemlerden en çok çıkar sağlayanlar deşifre edilmedikçe yine imkansız.
Türk futbolunun gerçek kurtuluşu ve arınması için de bir Ergenekon Operasyonu’na ihtiyaç var. Bazı başkanların, federasyon başkanlarının ve yöneticilerin adı mevcut dosyaya zaten girdi bile.
Umut kırıcı bir sürü örneğe rağmen ben hâlâ inanıyorum!

19 Ağustos 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Küçümseyin bakalım!‘’

Fenerbahçe’nin ve Galatasaray’ın düştüğü duruma bakar mısınız? Hem de ilk 15 dakika içinde... İçeride ya da dışarıda oynamalarının hiç ama hiç önemi yok.
Halbuki, taraftarın ve medyanın mantığıyla her şey bitmişti. Kuralar çekildiğinde herkes pür neşeydi. ‘Lokum gibi kura’ diye sevinç çığlıkları ve manşetleri atılıyordu. Yani iki takım da gruplara kalmıştı çoktan! Olsa olsa formalite maçı olabilirdi bunlar.
Küçümsemenin, ciddiyetsizliğin, aşağılamanın ve yok farz etmenin bedelini ikisi de çok ağır ödedi. Fenerbahçe taraftarları Galatasaraylılar’la dalga geçip, mesaj trafiğiyle alay ederken, aynı faciayı kendileri yaşadı.
Futbol, rakiple oynanan bir oyun. Her maç zor maçtır, her takım ciddiye alınması gereken takımdır. Hele hele bunlar bir de ekolü temsil eden, Şampiyon Kulüpler Şampiyonu olmuş, bir dönem ortalığı allak bullak etmiş, sayısız yıldız yetiştirip dünya futboluna hediye etmiş takımlarsa...
Burada en ağır hesaplaşmayı medyanın yapması lazım. Ancak ne gezer? Onlar ‘çevir kazı yanmasın’ derdinde... Futbolu, rakibi kızdırmak, aşağılamak ve sadece kazanmak zanneden hatta spor olmaktan soyutlayıp, tamamen bunlara endekslenmiş ‘yaygın taraftar modeli’nden çok daha pişkinler. Önce futbolun sportif ruhunu inkar edip rakipleri alaya alıyorlar, tokadı yiyince de öfkeyle takımlarına saldırıyorlar, hedef gösteriyorlar.
Geyik muhabbetlerini bırakın! İçeride ya da dışarıda -yabancı ya da yerli takım olması fark etmez- asla ‘kolay maç’ yoktur. Belirleyici olan kağıt üzerindeki isimler ve rakamlar değil, sahadaki doğrular ve gerçeklerdir.. Çünkü pratik, teoriyi delik deşik eder çoğu zaman; hele söz konusu futbolsa...
Senin takımın ne ki; Partizan’ı, Steau Bükreş’i küçümsüyorsun? Hangi ekolle, hangi ekole meydan okuyorsun?
Bu işler gazla, yapış yapış ve yılışık bir hamasetle, fosilleşmiş güzellemelerle, sözde analizlerle, şımarık gövde gösterileriyle olmuyor. Doğruyu daha iyi kavrayıp uygulayan, şansı da biraz yanında olan bitiriyor işi. Yani rakibine de kendine de çok saygı duyan, ciddi bir takım olabilen.
Yoksa ‘ders alınmayan tarih tekerrür eder’ konulu güdük ve genetik sakatlığımızın sonuçlarını, her sezon yeniden izler, ağlanacak halimize de rakiplerin başarısızlığı üzerinden teselli bulma zavallılığına sığınmaya devam ederiz.

16 Ağustos 2008, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Direkten dönmek!‘’

Azerbaycan takımına 90 dakikada zorla iki gol atabilmiş bir takımdan 13 dakikada 2 gol yemek, Devler Ligi’nde çeyrek final forsu taşıyan Fenerbahçe’ye hiç ama hiç yakışmadı. İlk şutunu 24. dakikada atan bir takım, sonraki maçlar açısından sıkıntı ve kaygı verici...
Volkan’ın yediklerine ne desek boş... Kıl payı ofsayt pozisyonunda yediği gol de, Diarra’nın şans eseri kaleyi sıyıran vuruşundaki çıkışı da tam bir komediydi. “Basireti bağlanmış” desek çok ama çok hafif kaçar. Ancak asıl mesele kaleden çok, orta sahadaki çağdaş futbolu inkâr eden diziliş ve takımın mücadele yoksulluğuydu. Topu kapan her Partizanlı, misafir buyurganlığıyla ceza sahasına kadar inebildi. Orta sahasızlık yetmezmiş gibi bir de buna eklenen ‘top şişirme’ çarpıklığı, ilk yarıda Güiza’yı da murdar etmeye yetti. Gökhan ve Semih de ‘nazar değmiş’ gibi gününde olmayınca, takım iyice zorlandı... Sırplar’ın etnik motivasyonu, etkin bir skora doğru giderken, yani herkesin yüreği ağzındayken ‘kendi yapar, kendi atar’ MareşAlex çıktı sahneye... Ardından da unutulmaya yüz tutan Güiza, kendini hatırlatıp, Sırp fırtınasına set çekti.
İkinci yarıda da ilk yarıdan hiç ders almamış gibiydi Fenerbahçe... Maçı koparmayı denemek yerine, topu gevelemeye devam etti. Deplasman beraberliği avantaj gibi algılansa bile, Partizan her ne olursa olsun ciddi bir ‘ekol’ takımı.
Yani tur o kadar da kolay olmayacak.

14 Ağustos 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Rekabete bak!‘’

Bir yanda sattığı kombineyle, lisanslı ürünlerle kuruş kuruş biriktirip stat yapan, transfer yapan, geleceğini şekillendirmeye çalışan bir kulüp, diğer yanda devlet destekli, belediye destekli, siyaset destekli ‘avanta’ ittifakı.. Ve bunu utanmadan kendilerine hak görenler...
Lafa gelince de “Fenerbahçeli Başbakan!” Hadi canım siz de! “Yok öyle yağma!” demek isterdim ama aslında var öyle yağma...
Milletin arazisi üzerine, devlete stat yaptırtacaksın, sonra bir de bakanlık sana sponsor olacak. Biz, Dışişleri Bakanı’nın da, Başbakan’ın da, hükümetin de, federasyonun da, MHK’nın da, medyanın da hatta ezeli rakiplerin de aynı kulübe zaman zaman sponsor olduğunu çok gördük. O yüzden şaşırmıyoruz zaten... Ancak son olay tam bir ‘tüy dikme’ operasyonu. Yani devlet bankalarının faiz silmeleri, borç yapılandırmaları, vergi afları yetmedi, yetemedi yıllarca...
Kaos Cumhuriyeti Fenerbahçe, içerideki rant kavgaları yüzünden kendi kuyruğunu kovalarken, atı alan Üsküdar’ı geçmiş ki, ne geçmiş.
Birine Fulya’da 45 dönüm yer bağışlanmış, biri Boğaz’daki adaya inşaat kondurmuş. Biri limana ortak edilmiş. Belediyelerin bağışladığı araziler de, işgal edilmiş arsalar da, bağışlanmış tesisler de, affedilmiş stat borçları da cabası...
Fenerbahçe aslında yıllardır devlet sponsorlu, belediye himayeli kulüplerle yarışıyor. Sadece eski Demirperde ülkelerinde yaşanabilecek ayıplı bir durum bu. Rekabet kavramı sadece Fenerbahçe için geçerli, diğerleri için en fazla rehavet denilebilir. Aslına bakarsanız bu tuhaflık olsa olsa ‘rezalet’ kelimesine denk düşebilir.
Araziyi ver, stadı yap, vergi borcunu, kira borcunu affet, yetmedi bir de sponsor ol. Bari ligi de oynatmayın, sonucu kafadan ilan edin olsun bitsin. Aziz Yıldırım öncesinde Fenerbahçe’nin tapulu çivisi bile yoktu. Ancak diğerleri deveyi hamuduyla götürmüş maşallah. Ne güzel memleket değil mi? Bu kıyakları da hep Fenerbahçeli Başbakanlar yapmış bu kulüplere her ne hikmetse, hatta yarışmışlar... Ancak kendi tuttukları kulüplerine en küçük bir faydaları olmamış. Galatasaraylı ve Beşiktaşlı Başbakan, Cumhurbaşkanı ve TFF Başkanları da onlardan farklı davranmamışlar Fenerbahçe’ye... Geleneği aynen sürdürmüşler.
Yalanlar, iftiralar bile gerçekler kadar rahatsız etmiyor insanları artık. O yüzden hakaret ve küfür içerikli bir yığın küfür kâfir güdük e-posta yağacaktır gene. Umurumda bile değil.
Bu arada, Mesut Yılmaz-Adnan Polat ve Ulusoy ilişkilerine dair ilginç bir rapor var Ergenekon’un ek iddianamalerinden birinde... Türk futbolundaki bir dönemin de detaylı fotoğrafı gibi.
Bence kaçırmayın!

12 Ağustos 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Resmi hazırlık maçı‘’

İlk maçta aldığı avantajlı skorla Budapeşte’ye rahat gelmişti Fenerbahçe... Zaten Macarlar’ın da zerre umudu yoktu. Fenerbahçe’nin geldiği yeri anlamak için, meseleye onların gözüyle bakmak lazım...
Bu yıl iki öneleme oynamak, Fenerbahçe’nin kusuru olduğu kadar, aslında ‘Süper’ lâkaplı ligimizin defosudur. Yine de eğrisinin doğrusuna denk gelmesi hasebiyle, bir yandan da Aragones için şanstır. Çünkü geleniyle, gideniyle, antrenmanıyla, oyun anlayışıyla, bozulan bir ezberin üzerine yeni bir ezber oturtma çabası var.
Açık konuşmak gerekirse MTK maçları ‘resmi ve ciddi’ hazırlık maçları olmanın ötesinde bir anlam taşımıyordu. Biraz da kulübün kasasına, tanıtımına ve UEFA puanlarına ‘bonus’ katkısı yapacak karşılaşmalardı.
‘Fosforlu Bosforlular’ erken bir gol bulup rahatlatmak niyetindeydi. Güiza, daha ilk saniyelerde maçı bitiriyordu. O kılpayı kaçırdı ama orta sahanın ‘sıra dışı dinamosu’ Semih Wesson affetmedi. O andan itibaren de maç koptu. Fenerbahçe de fişi çekilmiş gibi durdu.
Ekol yaratmış, efsane olmuş Macar futbolu, uzun yıllardır silikleşmiş kimliğinden sıyrılarak ve silkinerek yeniden dirilişin yollarını arıyor. Bir sonraki turda rakip maalesef ‘olmayasılıkla’ Partizan. Futbol geleneğini iç savaşa, savaşa ve bölünmelere rağmen inatla yitirmeyen bir ekolün temsilcisi. Üstelik bu maçların psikolojik ve sosyolojik boyutu da ayrı bir önem taşıyor. Fenerbahçe, MTK maçlarında oynadığı gibi oynarsa, bu engeli geçse bile sinirleri bir hayli yıpranır.
Son olarak tartışmasız maçın adamı Semih’e yürekten ve kocaman bir alkış... Kazım’ın da testi kırılmadan önce ‘şefkatli’ bir dede tokatına ihtiyacı var.

07 Ağustos 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kim bu tetikçiler?‘’

Hasan Doğan rahmetli olduğundan beri arkasından döktürülen güzellemeleri okuyoruz. En çok ön plana çıkan, taraflı tarafsız herkesin teslim ettiği en önemli özelliği de dürüstlüğü. Bir kısmı gerçekten samimi de, çoğunun buram buram riyâkârlık koktuğunu en çok meslektaşlar biliyor.
O’nun gelişine sert muhalefetler yapıp, Ulusoy Federasyonu için bir yerlerini yırtan adamlar bunlar. Ancak geldikten sonra da bir anda ayak değiştirenler.
Peki o halde. Madem O’nu bu kadar seviyordunuz, fikirlerinin, projelerinin ve en başta da söylediklerinin takipçisi olun da görelim.
Mesela 12 Haziran 2008 Perşembe günü Hasan Bey, Cenevre’de ne demiş bir bakalım: ”Eş, dost, ahbap-çavuş ilişkisi sona erdi. Biz göreve geldiğimizde pek çok kişinin sadece kişisel nedenlerle, genel kuruldaki oy potansiyeli veya siyasi bir yapılanma nedeniyle işe alınmış olduğunu gördük. Onların bir kısmının sadece kişisel nedenlerle özel sözleşmelerle garanti altına alındığını ve federasyonun zarara uğratıldığını gördük. Yine eski dönemlerde Futbol Federasyonu’nun yurt dışı kafilelerinde görevli olmayan kişilerin de bulunduğunu gördük. Bizim dönemimizde böyle bir şey olmaz. Medyacı kılığında paralı tetikçiler var. Bunları gayet iyi biliyoruz. Onlarla mahkemelerde hesaplaşacağız.”
Bu yenilir yutulur yanı olmayan ağır cümlelere medyadan sadece bir kaç cılız itiraz dışında, kimse itibar etmedi. Herkes kulaklarının üzerine yattı. “Medyacı kılığında paralı tetikçiler” suçlamasını üzerine alınan, sorgulayan ya da sorun yapan kimse olmadı. Geyik muhabbetlerinin döndüğü sözde spor programlarında astığı astık, kestiği kestik ‘Doğrucu Davut’ rolüne soyunanlar da buna dahil. Merak ediyorum acaba neden?
Dürüstlüğünden kimsenin şüphe duymadığı bir adam, bir önceki federasyondan bazı gazetecilerin beslendiğini, çıkarları karşılığında yazılar yazdıklarını söylüyor. Federasyonun içinde ahbap-çavuş ilişkisiyle menfaatler sağlandığını, bazılarının oyları, bazılarının da siyasi ve kişisel nedenlerle ‘kıyak’ sözleşmelerle işe alındığını söylüyor. Kulüplerin paralarıyla saltanatlarını sağlama almak isteyenlerin, nasıl bir ulûfe düzeni kurduğunu açıklıyor. Aradan 2 ay geçiyor, ne çıt var, ne de gık! Davulcu yellenmesi gibi arada boğuntuya getiriliyor bu sözler.
Rahmetli Doğan’ın kastettiği bu kişiler bir deşifre olsa, göreceksiniz ki, gerçekleri dile getiren herkese ‘tetikçilik’ suçlaması iması ile saldıranlar en başta bunlar. Ancak gürültüleri ve gurultuları da en çok çıkan yine onlar. E, ne bekliyordunuz?

05 Ağustos 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hata payı sıfırın altında‘’

Yeni hoca, yeni anlayış, gidenler ve gelenlerle birlikte takımın ezberi tepeden tırnağa bozuldu. Aragones’in kafasındaki sistemin oturması için, en az 2 transfere en az da 2 aya ihtiyaç var.
Lig fikstürünün ikinci yarısı dikkate alındığında, Fenerbahçe ciddi bir dezavantaja sahip... O nedenle Fenerbahçe’nin ilk yarıdaki hata opsiyonu neredeyse sıfırın altında... İlk 17 maçtan toplanabilecek en yüksek puanı kotarmaya mecbur. Bu nedenle hocanın da, takımın da, yönetimin de işi hayli zor. Bir sinir harbi şeklinde geçecek ilk yarı.
Türkiye’deki futbol sisteminde köşeleri tutan hemen hemen bütün aktör ve figüranların ahlâk, şeref, meslek ve forma namusu, başarı başarısızlık, sevgi ve nefret gibi kavramları sadece Fenerbahçe maçlarına endekslediğini, her kavramın çığırtkanca bunun üzerinden tarif edildiğini birileri de Aragones’e ezberletmeli. Sadece bu kadarını bilsin, yeter de artar. Aragones, işte tam da bu nedenlerle iç saha ve deplasman ayırdını zihinlerden silecek bir mücadele bilincini ve meydan okuyan savaşçı bir karakteri genlerine işlemek zorunda talebelerinin...
Elin İspanyol’u ne bilsin futbola önce sirayet edip, sonra da işgalci güç haline gelen cemaatleri ve cemiyetleri.. Yayıncısını, sazancısını, yancısını, hancısını, bu sığ düzendeki sonsuz derinlikleri... Bazı futbolcuların oraya buraya ‘spor müdürü’ pazarlama yarışına girdiğini, bazı yayın organlarının oraya buraya teknik direktör pazarladığını, yayıncı ile iddaacının aynı holdinge bağlı olduğunu, basın toplantısındaki soruları.. Hatta içerik ve seviye fakiri Pazar gecesi ekran geyiklerini bile bu girift ilişkilerin belirlediğini... Ancak bunlara rağmen Fenerbahçe’nin son 5 yılda 3 kez şampiyon olup, 2 kez de elinden son anda kaçırdığını... (Belki de kendi eliyle altın tepside sunduğunu)
Neyse! Meseleye bu kadar hakim olsa gelir miydi zaten buraya? Bunlarla uğraşmayı göze alabilir miydi futbolla tüketilmiş koca bir ömür? Pişmiş aşa su katıp, kulağına su kaçırmayalım durduk yerde.
Ön yargılarla, art kaygılarla, yan algılarla adamın zihnini bulandırmayalım. Ortama ayak uydurup kendimize benzetmeyelim ki; hep iman ettiği çalışmaya, o yetmez çok çalışmaya, o da yetmez çok çok çalışmaya odaklansın. Mevcut sisteme değil oynatacağı sisteme, sadece ve sadece futbola, geldiği kulubün ve elindeki takımın artılarına-eksilerine, eksiklerine-fazlalarına kafa yorsun.
Çünkü illüzyon düzeninden ne kadar uzak olursa, Fenerbahçe gerçeğine de o kadar yakınlaşır!

01 Ağustos 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Olacak!‘’

Aslında gerilimli bir maçtı. Malûm; her ne kadar dillendirmeseler de Fenerbahçeliler’in kalbinde ‘tarihin tekerrür eder mi?’ korkusu vardı inceden inceden...
Nereden nereye? 10 yıl önce, 10 sonra... O zaman MTK neredeydi, Fenerbahçe nerede? Ya şimdi? Herhalde Macarlar’ın kıyas mekanizmaları daha üst boyutta çalışmıştır. O zamanki maç, Fenerbahçe tarihini kıran, büken, onarılmaz derecede hasar veren bir maçtı.
Şimdi maç boyunca hatta 2-0 mağlupken bile korkudan ileriye çıkamayan bir rakibe dönüştü... O tarihi yeniden onaran, çeviren ve dönüştüren de, kulübü ileri fırlatan da tribünlerdeki kombineli, formalı taraftarlar...
Rakip defansa ve kaleciye nefes bile aldırmayan, sürekli koşan Güiza hak ettiği alkışı fazlasıyla aldı. Onun yanında bir başka kahraman da Kazım’dı. Şu 1 milyon dolara alınan Kazım... Bana göre Anelka ile Ferdinand yeteneklerini bünyesinde barındıran Kazım. Aragones bu yeteneği biraz daha disipline ederse ortaya olağanüstü bir adam çıkacak. Gökhan yine ‘gönüllerin’ adamıydı. R.Carlos ilk defa kendi adıyla özdeşleşen golünü attı. Sahaya formasını öperek çıkan Emre, o kısacık sürede müthiş heyecan verici işler yaptı. Defansa zaten diyecek yok. Ancak hâlâ aksayan işler var; özellikle de ikinci topların toplanması konusunda...
İlk kornerini 36. dakikada kullanacak kadar korkak oynayan MTK; Fenerbahçe’nin kalitesini ve kalibresini test edeceği bir takım değil. Sarı-Lacivertliler’in zaman zaman oyundan kopması ve kesik kesik oynaması, bir sonraki turda başına bela açabilir.
Ön eleme maçlarında alınacak çeyrek puanlar bile çok ama çok önemli Fenerbahçe için. Çünkü seneye büyük olasılıkla torba değiştirecek. Budapeşte’deki maça da bu bilinçle çıkmak şart.

31 Temmuz 2008, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI