Arama

Popüler aramalar

‘’Yüzleşme‘’

Emre Belözoğlu transferi herhalde yılın olayı olmaya aday. Fenerbahçe taraftarı da, Galatasaray taraftarı da ortadan ikiye bölündü. Ağır bir sorgulama ve yüzleşme yaşanıyor, kolay kolay bitecek gibi de görünmüyor.
Kuşkusuz Fenerbahçe bu transferi yaparken amacı misilleme falan değildi. İki kere topa vuranın ağzını 2 milyon Euro’dan açtığı suni kıtlık piyasasında bu futbolcuya ödenen bonservis bedelinin 4,2 milyon Euro olduğu düşünüldüğünde, sonuç kendiliğinden ortaya çıkar. Mehmet Topuz için 12 milyon Euro istendiğini de bir kenara yazın. Beşiktaş’ın aldığı Sivok için ödeyeceğini açıkladığı para ise 4,7 milyon Euro.
Emre yetenekleri herkesçe kabul edilmekle birlikte, saha içi ve dışındaki davranışları ile sık sık gündeme oturan bir isim. Fenerbahçe taraftarının kaygılarının ve sancılarının temelinde yatan temel unsur da bu zaten.
Bu oyuncunun Zeytinburnuspor’dan gittiği bebek yaştan itibaren nasıl bir kuşatma altında kaldığını da herkes biliyor. Başarıya giden her yol mübah fikrinin zihnine nasıl işlendiğini de... Sportif yanlışların futbolun doğruları maskesiyle nasıl beynine işlendiğini unutmamak gerek. O itici hallerin de ikiyüzlü otoritelerce, bırakın görmezden gelinmeyi, hamasi söylemlerle kutsandığını ıskalamadan tabii ki...
Fenerbahçe taraftarı Fatih Akyel, Tümer Metin ve Mustafa Denizli sonrasında da benzer duygusal yarılmaları yaşadı. Ama işte sonuç ortada. Çünkü kaba göre şekil alan bir yapı değil, kaba bile şekil veren bir anlayış var ortada. Fenerbahçe ne bir ruh transfer etmiştir, ne de ruhban. Ne cemiyet takımı olmuştur, ne de cemaat. Taraftarının hassasiyeti de tamamen bununla ilgilidir. Ve ülkenin genel gidişatı göz önüne alındığında şapka çıkarılacak saygın bir duruştur.
Emre de tıpkı onlar gibi, sırf Sarı-Lacivert formayı giydiği için Türkiye’de futbolun çıplak ve gaddar gerçekleriyle yüzleşecek. Çünkü spor medyası karşısında kalkansız ve korunaksız kalacak. Bugüne kadar yanlışlarını bile pamuklara sarmalayanlar, doğruları yüzünden bile onu topluca linç etmekte tereddüt etmeyecek, diyet ödetecek. Bir dönem küfürlerini görmezden gelenler, artık dudak okuma kuyruğuna girecek, davranış bilimcisi kesilecek.
Fenerbahçe’de kart manyağı haline getirilip karikatürize edilen futbolcuların, gittikleri takımda sezonu nasıl 3 sarı kartla tamamladıklarına ve yılın en iyi ve en centilmen futbolcusu seçildiklerine şaşıracak.
Emre başarılı olur ya da olmaz, bu ayrı bir konu. İyi bir fiyatla yapılmış, iyi ve kaliteli bir transferdir. Kimsenin tereddütü olmasın; bu kulüpte bir tek ‘F’ tipi yapılanmaya geçit vardır. O da Fenerbahçe’nin isminin baş harfidir.
Kısacası at sahibine göre kişner!

03 Haziran 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Müridleşme‘’

Ülkede, siyasetinden ekonomisine, sporundan eğitimine her alanda çoğunluk aklını, vicdanını, mesleğini, hatta hayatını birilerine emanet ederek yaşıyor. Rahata, kariyere ve iş garantisine ulaşmasının en kestirme yolu da bu ‘müridleşme’ akımına dahil olmaktan, en azından müdahil olmamaktan geçiyor.
Maalesef medya artık bu yozlaşmanın tam da merkezinde duruyor. Durduk yerde birilerini Tanrı ilan ediyor, sonra herkesin ona tapınmasını istiyor. Bunu reddedenleri de hainlikle suçlayarak saldırıyor. Gerçekten Tanrı olduğuna inanmaya başlayan o kişiler de, sonunda kendisini var edenlerden bile ‘tapınmalarını’ istemeye kalkışınca kıyamet kopuyor. İşte o zaman medya, ‘Firavun’a karşı kutsal bir savaş açan Musa’ kisvesine bürünüyor.
Spor gazeteciliğinde de benzer müridleşme ve tarikatlaşma süreci yaşanıyor. Kimi bunu böbürlene böbürlene açıklayıp, dergiye kapak oluyor. Kimi de Baron yazılı pastanın mumlarına üflerken sırıtıyor. Suyun başını tutan bu medya şeyhlerine kayıtsız şartsız biat eden, güdümünde yaşayan, onlara kanat takmak için yarışan ‘devşirme müridler’ ihyâ ediliyor. “Şeyh uçmaz, mürid uçurur” sözünün en somutlaşmış hali...
Geri kalan azınlık da, bu azman tarikatlarla değil çarpışmayı, çatışmayı bile göze alamıyor. Önce spora, sonra da spor medyasına sinsice sirayet eden, daha sonra tepeden inme ‘tayinler’ yaptıracak güce ulaşan ‘cemaat adamları’ ise bu yazının konusu dışında tamamen...
Mesela bir teknik direktör, nasıl bir metamorfoza uğrayıp ‘tehdit direktör’ çizgisine ulaşıyor. Ona bu cüreti verenler kimler? Yerinde kim olursa olsun aynı duruma gelebilir.
Bazılarının karşısında soru sorarken kekeleyen, cümleleri eveleyip geveleyenler Gerets’e, Zico’ya, Daum’a, Tigana’ya, Şenol Güneş’e, Del Bosque’ye, Mustafa Denizli’ye karşı nasıl da acımasız, gaddar ve saygısızca bir kimliğe bürünebiliyorlar? Bu durumdan asıl ders çıkarması gereken medyanın kendisi değil mi? Durum giderek vahimleşiyor. Medya Tanrılar yaratmaktan vazgeçmedikçe, bu sancılar da hep kendini tekrarlayacak.
Genel manzara, tehiyyât duasını bile bilmediği halde tarikat şeyhliğiyle servet yapan ilkokul mezunu A.K. ile Kur’an-ı Kerim’i ezbere bildiği halde, onun haremine dahil olan üniversite öğrencisi F.Ş.’nin ibret dolu öyküsüyle tıpatıp örtüşüyor aslında. Konu ‘derin’, ama yerimiz dar; en iyisi Ezginin Günlüğü’nden birkaç dize ile noktalayalım...

Deli ağacın kuşları
Ne konuşur susuşları
Nice sorup duruşları
Kim kral, kim soytarı?

Gören göz neler görür
At izinden, it ürür
Soran sonunda bulur
Kim kral, kim soytarı?

01 Haziran 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yirmiikibinyüzyirmidokuz‘’

Durduk yere al sana bir hayal kırıklığı daha... Temenniler yine yarınlara kaldı, kursakta yine yumruklar sıkıştı. Terk etmişlerdi güya... Ya da en azından terk etmeliydiler. Sırıtık ve yılışık ifadeler yerini somurtmaya, kızgınlığa bırakmak üzere... Meğer sadece mevzi değiştiriyorlarmış. Kendilerini tribün rotasyonuna tâbi tutuyorlarmış.
Ortada fol yok yumurta yok! Ne teknik direktör belli, ne de transferler... Ne gelen var ne giden. Üstelik ağır tahrik altındalarken, yalanlamalar dışında teskin edici en küçük bir açıklama da yokken...
Peki ama bu ne? Oldu mu şimdi? Kiraz mevsiminde işini gücünü bırakıp, kuyruklarda bekleşmek. 28 Mayıs itibariyle 22 bin 129 kombine almış olmak nasıl bir aymazlıktır? Çıldırdınız mı siz?
Stadı yıkmak yakmak, yönetimi, teknik heyeti istifaya çağırmak, futbolcuları öfke nöbetlerinde linç etmek varken, bedava kombine ve bilet talep etmek varken bu manzara da neyin nesi? Tarafsız oğlu tarafsız köşegen yazarların pompaladığı ortak akla uysanıza... Kulübünüze defalarca 3-4-5 kez üst üste şampiyonluklar yaşatmış, kıtalar ve galaksiler arası başarılar kazandırmış, mülk ve para zengini yapan projeler üretmiş böyyük Fenerbahçeliler’in isyan çağrılarına kulak versenize...
Tarihin en kalitesiz Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final de nedir ki? Dünyanın en kaliteli liginde şampiyonluğu ruhlara ve ruhbanlara kurban etmekten utanmıyor musunuz? Ağlaşsanıza, ağıtlar yaksanıza, acıklı hallere bürünsenize... Ayıp etmiyor musunuz dimdik durarak? Başkalarının sevinmeye hakları yok mu? Neden şampiyonluklarını anlamlandıracak tavırları esirgiyorsunuz?
Hesap sormak, boykot etmek varken güzel güzel elinizde, kime, niye, neden meydan okuyorsunuz ki? Siz mi kendinizi kandırıyorsunuz yoksa birileri mi sizi kandırıyor? Nedir hala bu ayak direme hali? Destek, destek de nereye kadar yani? Alışmışsınız, alıştırılmışsınız basbayağı. ‘Abi’ler haklı...
Böyle lay lay lom taraftarlık mı olur? İki sene önce son haftada verilen şampiyonluktan birkaç gün sonra gene kombine kuyruğunda, gene lisanslı ürün peşindeydiniz. Rakamların yalancısıyım; şampiyon olunsa o kadar ürün ve kombine satılamazmış meğer. Hadi o çıldırma haliydi de ikinci kez nasıl yaparsınız bunu? Hem bilinç sıçraması diye bir safsatadan dem vurup, hem de aynı yerde saydırıyorsunuz?
En azından burada durun bari be! Gaza gelip de kombine sayısını 35-40 bine çıkarırsanız, ‘siz her şeye müstehâksınız’ demekten başka ne yapsın abilerimiz!
Yok yok, siz harbiden akıllanmayacaksınız!

30 Mayıs 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kim öğretti?‘’

Bu ülkede, lisanslı ürün satışı denilen kavramı hangi kulüp öğretti?
Bu ülkede ‘kombine bilet satışı’ kavramını hangi kulüp öğretti?
Bu ülkede federasyona rağmen de şampiyon olunabileceğini hangi kulüp ezberletti?
Bu ülkede siyasileri arkana almadan, ittifak sofraları kurmadan da başarıya ulaşılabileceğini hangi kulüp öğretti?
Bu ülkede çağdaş stad kavramını ve insan gibi koşullarda maç izlenebilceğini hangi kulüp öğretti?
Bu ülkede milletin arazisini, devletin kasasını ve kamuoyunun vicdanını hortumlamadan stad yapılabileceğini hangi kulüp öğretti?
Bu ülkede cemaatlere, cemiyetlere, kumpaslara sığınmadan; yalanlara, iftiralara ve medya baronlarına biat etmeden de şampiyon olunabileceğini hangi kulüp gösterdi?
Bu ülkede ekonomik krizlere, sportif başarısızlığa rağmen dayanışma ile büyüyebilmenin yolunu hangi kulüp öğretti?
Bu ülkede bütçesini, kendi özkaynakları ve projeleriyle 10 yılda 15 katına çıkarabilen kulüp hangisi?
Bu ülkede, ‘hep destek tam destek’ kavramını üreten ve bunun da sonuna kadar fedakarca hakkını vermekte direnenler hangi kulübün taraftarları?
Bu ülkede nefret, sevgi, mutluluk, başarı ve başarısızlık hangi kulüp üzerinden tarif edilir hale geldi?
Bu ülkede kendisiyle yüzleşme cesaretini gösterebilen tek kulüp hangisi?
Bu ülkede her branşta zirveyi son ana kadar zorlayan ve liglerini domine eden takımlara sahip kulüp hangisi?
Bu ülkede, ezeli rakiplerini futbolun dışındaki alanlarda da yatırım yapmaya zorlayan, sponsorları cesaretlendirerek amatör branşlarda kalite sıçramasına yol açan kulüp hangisi?
Bu ülkede futbolcularının paralarını (olması gerektiği gibi) düzenli ödüyor diye neredeyse suçlanan kulüp hangisi?
Bu ülkede stadında Şampiyonlar Ligi kriterlerine uyulmasını istediği ve bunu uygulattığı için, yayıncı kuruluşun hedef yaptığı kulüp hangisi?
Bu ülkede daha 4-5 ay öncesine kadar tapulu tek arazisi ve gayrimenkulü olmayan tek kulüp hangisi?
Bu ülkede hazinenin tek kuruşunu almadan, havuz payını, gelir kalemleri içinde 4. sıraya kadar gerileten kulüp hangisi?
Bu ülkede Süper Lig maç yayınlarını en çok hangi kulübün taraftarı takip ediyor?
Bu ülkede en çok reytingi ve tirajı hangi takımın maçları yapıyor? En çok reklam ve ilanı hangi takımın haberleri ve sayfaları alıyor?
Bunlar yalnızca samimi bir test sorusudur, okurken öfkelenenler de tez konusu. Olmadı, yatıştırıcı niyetine bir de kompozisyon ödevi verelim: “Kıskançlık, aczin isyanıdır!” (Hz.Ali)

27 Mayıs 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sessizlik‘’

Fenerbahçe kazandıkça kalitesizleşen, defosu artan, yerlerde sürünen Süper Ligimiz bir anda Premier Ligi geride bıraktı galiba! Kalite kontrol azmanları ile müridlerinin iki yüzlü tapınmalarını okuyup dinliyoruz günlerdir.
Fenerbahçe karışmadığı için nasıl da kudurganlaşıyor kalemler ve kelamlar... Şampiyonluğun tadını bile çıkaramıyor bazıları... Bünyenin zayıfladığını zannedip fırsattan istifade aktive olmaya çalışan virüsler de devrim muhafızlarının balyozlaşmış iradesine çarpıp un ufak oluyorlar. Hak ettikleri cevapları en güzel şekilde alıyorlar.
Fenerbahçe Yönetimi’ni tribünler yoluyla devirmek için 2010 planı yapan, tribünlere mayın döşeyen adamlar bunlar. Bu sinsi oyunları tesadüfen polisin yasal dinlemelerine takılmış, adli dosyalara girmiş tanıdık figürler. Hedefleri uğrunda manüplatif ve spekülatif içerikli sipariş haberler yaptıran adamlar bunlar. Sonra ısmarlama işler yaptırdıkları kalemşörlerini legal bir kılıfla açıktan besleyenler.
Aynı dava dosyasında Fenerbahçe Borsa’ya açıldığı gün “Off, kulübün kasasına deli gibi para girdi be abi!” diye ağızları sulana sulana konuşanlar. Bu yağmacıların bu tür zamanlarda ortaya çıkmaları tesadüf değil. Bunlar Denizlispor maçını kurgulayanlar. Bunlar Fenerbahçe düşmanları ile kol kola girip, son anda kaçan şampiyonluklara rakiplerden daha çılgınca sevinip, ellerini ovuşturanlar. Büyük Yürüyüş’e cephe açan altın tespih sahibi ‘ağır abi’ler. Fenerbahçe’nin şampiyonlukları ve başarıları işte bunun için çok önemli... O güç kazandıkça, bünye bunlardan arındıkça, direnç arttıkça, taraftar yumruğunu çözmedikçe tasfiye oluyorlar. Fırsat buldukça da güya güçlerini test edecek el ense yoklamaları çekiyorlar.
Fenerbahçe Yönetimi Denizli’den sonra ikinci stratejik hatasını sessiz kalarak yapıyor. Taraftarlar kahvede, sokakta, işyerinde, internette sürekli kendi aralarında tartışıyor. Bilinç dersi veriyor. Hepsinin tek beklentisi fırsatçılara zemin sağlayan sessizliğin yol açtığı belirsizlik havasının bir an önce dağıtılması. Yani dertleri bomba transferler değil, asıl hedefe yönelik hangi adımların atıldığını duymak. Tabii bütün bunları da birinci ağızdan dinlemek istiyorlar ki; bu da hakları. Teselli değil, bir meydan okuma, bir kafa tutma motivasyonu bekliyorlar sadece... Yılgınlığa düşmediler, ama kavganın ortasında yalnız kaldıklarını hissediyorlar.
Fenerbahçe’nin başını öne eğmesini gerektirecek hiçbir kirli ittifakı, hiçbir iktidar ve kurumla yanaşık ve yalaşık düzen ilişkisi yok. Susmak, sözleriyle ucuzlayıp çürüyenlere, içerden ölenlere en iyi hayat dersidir. Ama galiba dozu kaçtı biraz. “Söz meclisten içeri” diyerek en üst perdeden konuşma zamanıdır artık.

25 Mayıs 2008, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yalan değirmenleri‘’

Başbakan, partisinin grup toplantısında Süper Lig’e yükselen Kocaelispor ve Antalyaspor’u kürsüden tebrik ediyor. AKP sıralarından Galatasaraylı vekilller “Bizi de tebrik edin!” diye tempo tutuyor. Bunun üzerine kürsüden bomba patlıyor: “Ben onları tebrik ettim zaten ama onlar da Seyrantepe’yi unutmasınlar!” Bir anda dut yemiş bülbüle dönüyor az önce tempo tutanlar, tıpkı medya gibi. Tıpkı bu peşkeşi “Devlet Galatasaray’ı kazıkladı” söylemiyle gargaraya getirmeye çalışan, ya da karşı konulmaz bir hakmış gibi savunan kalemşörler gibi.
Bu konuşma 14 Mayıs Salı günü gerçekleşiyor. Peki hangi gazetelerde yer buluyor; sadece Zaman. Sanki böyle bir şey hiç konuşulmamış gibi. Tıpkı Adnan Polat’ın NTV’de yaptığı ‘tesadüf’ itirafı gibi. Onu da sadece Fanatik ve Zaman gazetesi haber yapmıştı.
Adnan Bey bir yandan “Bütün maddi zorluklara rağmen..” söylemine sarılıyor, bir yandan “Geri kalan 17 kulübün mal varlığının toplamını 2 ile çarpsanız, Galatasaray’ın mal varlığının yarısına erişemez” diyor. Yine kimseciklerde ‘çıt’ yok. Hz.Ömer, “İnsanın zekâsı sorduğu sorudan belli olur” diyor, Albert Einstein da “Zekânın sınırı vardır ama aptallığın yoktur” sözleriyle meseleyi tamamlıyor.
Yalan değirmenleri balık hafızalar için gerçekleri öğütmeye, çarpıtmaya, karartmaya, yok etmeye devam ediyor. Mazlum edebiyatıyla ayakta duran zalim saltanatların sürekliliği de bu çarkın işlemesine bağlı zaten.
İttifakın diğer ortağına da biri ‘başkalarının izinden giden iz bırakamazmış’ sözünü hatırlatmalı. Son yıllardaki çanakçı tavırlarıyla ‘duruş’ kavramını karikatürleştirip, tedavülden kaldırılacak kadar ucuzlattılar. Bu iltica kılıklı yanaşık düzenin, kulüplerinden neler götürdüğünü ve ‘şerefli ikincilik’ kavramının kökenini Süleyman Seba’ya bir sorsunlar bari.
Fareli Köy’de mavalcılarla kavalcılar, sapla saman, at izi ile it izi birbirine karışalı çok oldu. İsteyen istediği minvalden devam etsin. İsteyen de istediğine inansın.
Fenerbahçe ve Fenerbahçeli, ağlamadan, sızlanmadan sadece ve hep ders çıkarmaya mecbur. Olan bitenin farkında olarak ama hiçbir bahanenin ardına sığınmadan hatayı hep kendisinde arayarak... Son günlerde yapılan ‘sinsi ve fırsatçı’ açıklamalara bakıldığında kendini yenme çabasının önemi daha iyi anlaşılıyor. “Başkalarını yenen kuvvetlidir ama kendini yenen kudretlidir” demiş Çinli filozof.
Gölgesini geçmek isteyen önce güneşe yürümeyi göze alabilmeli!

20 Mayıs 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Doğruya doğru dersen‘’

Tecrübeyle sabittir; yorumun en pespayesi en yalanı, en aşağılayıcısı bile gerçekleri yazmak, söylemek kadar hedef yapmaz adamı... Hatta küfür et, ama olan biteni tespit tutanağına geçme, dile getirme, rahatsız olurlar; hedef olursun. Çünkü tuzun bile kokuştuğu kayıp bir iklimde yaşıyoruz. Sheaksper’in deyimiyle; kötüler Yemen’e kadı olmuşsa, sırf doğruya doğru dediğin için adın da eğriye çıkar. Korkudan, yalakalıktan, kursak ilişkilerinden, önce göbeği sonra da dili bağlanmış çoğunluğun. Birkaç aykırı ve âsi kalem dışında tek kelâm edeni bulamazsın... Karartılmış gerçekleri kurcalarsan, bir anda ‘istenmeyen tüy’ konumunda bulursun kendini...
Teknik direktörlere açık öğretim mantığıyla futbol kursu verenlere mi girelim, başkanlara başkanlık öğretenlere mi, futbolu zar oyunu gibi 3-5 rakamla tarif edenlere mi, durumsallığı kurumsallığın önünde gören zavallılara mı, abicilere mi, ablacılara mı? Ahlâk kelimesini lugatinden ve zıvanasından çıkartan, ekseni kaymış ahmaklara mı? Yoksa durum üzerinden duruş dersi veren kıblesi şaşmış fırıldaklara mı?
Futbolcuları en çok anlaması gereken eski futbolcular ve teknik direktörler değil mi? Ya da ikisini yapmış olanlar? Aman Allah’ım, o nasıl bir kibir? Kimseyi ve hiçbir şeyi beğenmeleri mümkün değil. Sanki yeryüzünde ne kadar kupa varsa kaldırmışlar oynarken ya da takım çalıştırırken...
Taraftarlık riyâ üzerine kurulu. Her takım dişi, kendi takımları erkek. Her başarı ya da başarısızlık üreme organlarının yardımıyla tarif edilirken, rakipler de aynı minvalden yapılan göndermelerle tahkir veya tahrik ediliyor. Annelerinin, kız kardeşlerinin, halalarının, teyzelerinin, sevgililerinin, eşlerinin ve belki de kendi kız çocuklarının cinsiyeti üzerinden. “Kupaları için sevmedik”, ama bütün rakiplerini eze eze yeneceksin, hatta hem skor olarak, hem de futbolunla farklı yeneceksin. Her sene şampiyon olacaksın, bütün kupaları sen alacaksın. Bırak yenilgiyi, beraberlik bile ne demek? Kasımpaşa seni yenmeyecek, ama sen dünya devlerini dize getireceksin.
Ama hasbelkader bir gazeteci olarak sen yine de tribünlere oynayacaksın, düzene oynayacaksın, suyun başını tutan düzen cambazlarına oynayacaksın. Şirinlik muskaları takacaksın. Fularlı abilerin kervanına katılan yularlı devşirmelerden olacaksın. Hormonlu sansarlar gibi hedef şaşırtacaksın. Militanlığın, kamikazeliğin hakkını vereceksin. Sahiplerine yaranacaksın. Erdem denilen şeyi dağa kaldıracaksın.
Biz sizden değiliz, siz de bizden değilsiniz. O yüzden rakip falan da değiliz. Dolayısıyla zavallı kıyas mekanizmalarınız dangalakça işliyor. Verdiğimiz kalıcı rahatsızlıktan dolayı özür dileriz!

16 Mayıs 2008, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bir varmış bir yokmuş‘’

Fenerbahçe’nin yakın geçmişinde manzara hep parçalı bulutludur. Bir varmış bir yokmuş başlığı da bu yüzden zaten. Bir sene şampiyon, ertesi sene ortalıklarda yok. Uzak ara ikinci, uzak ara üçüncü... Bir sene şampiyon, ertesi sene ligin ya başında ya da ortasında yarıştan kopmuş bir takım.
Son 5 yıla baktığınızda manzara çok farklı. Üçünde şampiyon ikisinde kılpayı ikinci... Ama neredeyse sezonun son düdüğü çalınana kadar mutlaka yarışın içinde. Son haftada kaçan şampiyonluklar doğal olarak sezon ortasında havlu atmalardan daha kabul edilemez geliyor herkese. Halbuki bundan sonra hep böyle olacak; ya son haftada şampiyonluk alacak ya da verecek.
Amatör branşlarda dahi durum karbon kağıdıyla kopyalanmış gibi. Son ana kadar kafa kafaya, nefes nefese yarışın içinde olan ve ligi baştan sona domine eden takımlar topluluğu...
Lobilere, psikolojik harekâtlara direnerek, hiç kimseden hiçbir şey beklemeden, aferin almak ya da yasak savmak uğruna değil ‘spor kulübü’ kavramının hakkını vermek ve kulübün ülke sporuna karşı yükümlülüklerini yerine getirmek adına... Basketbol ve voleybolda rekabeti tetikleyen, rakiplerini çomaklayıp dirilten de Fenerbahçe oldu. Kalite bir anda sıçrama yaptı. Sponsorlar bile hiç olmadığı kadar cesaretlendi, müessese kulüplerinin tahtları sallanıyor. Ama bu ne kendi taraftarına yetti, ne de medyada yeterli destek gördü.
Çünkü kendini Fenerbahçe nefreti üzerinden tanımlayan, kazancını, refahını, şöhretini ve varlığını bununla katlayan, hatta sırf bu nedenle el üstünde tutulup, pamuklara sarmalanan ‘Tarafsız Taraftar Eğri Bodik’ karikatürlerinin işgali sürüyor bizim mecrâda. Yazdıkları, konuştukları devşirme müridlerince ya da kursak bağımlıları tarafından âyet veya hadis gibi kutsanan, necâseti, nefâset gibi ambalajlayan garâbet adamlar. Göz göre göre inananlara, yiyenlere, yutanlara ve servis yapanlara afiyet olsun.
Necip Fazıl’ın deyimiyle, ‘zamanı kokutanlar’ da, tabana alçaldıkça yükseldiklerini zannedenler de bunlar. Hiçbir şart altında Sarı-Lacivert için ne iyi bir rüya görmüşlükleri vardır ne de beyaz yumurtlamışlıkları... Savaşları ‘barış’, barışları ‘savaş’ diye yutturan simyacılardır bunlar. Bu kulüp ne kadar kötüyse onlar o kadar iyidir. Tersi durumlarda arsız bir çığırtkan korosu oluşturur, yırtınırlar da yırtınırlar. Taa ki; istedikleri murada erip, onlar da kerevetlerine çıkana kadar.
Son olarak bir soru: İbrahim Toraman gibi bir delikanlı daha çıkabilecek mi bakalım bu ülkede?

13 Mayıs 2008, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI