‘’Sonrası körebe!‘’
Devler Ligi’nde gruptan çıkma umudu bir yana, UEFA’ya kalma şansının sürmesi bile bu maçtan alınacak galibiyete bağlıydı. Koca bir ilk yarıda rakibe kendi ayağıyla teslim ettiği 2 net gol pozisyonu dışında sadece bir korneri vardı Fenerbahçe’nin... Bir de kaderine terk edilmiş Güiza’nın ‘isyankâr’ deparları...
Bu sezon içerde dışarıda izleyenlere tuhaf bir his veren takım, daha doğrusu 11 var sahada; silkinmek yerine giderek çözülen; efervesant haplar gibi...
Sanki rakipleri hep 14-15 kişi, Fenerbahçe ise 8-9 kişi ile oynuyor. Sanki saha 2-3 kat büyüyor. Bu çarpık görüntünün nedeni çok basit. Adam ve alan paylaşımındaki sıkıntı, yardımlaşamama, yanlış yer tutma, rakibin arkasında kalma yüzünden her maç gerilimli bir ‘saklambaç’ oyununa dönüyor. Bazen de panik yüzünden ‘körebe’ye...
Yardımlaşma, boşa çıkma olmayınca, tek hamlede yapılması gereken şey, düşüne düşüne 2-3 hamlede yapılınca ortaya kekeme, dengesiz ve izleyeni de yoran bir futbol çıkıyor. Ya da herkes ‘darbeli matkap’ rolüne soyunmaya mecbur kalıyor. Karar pasları bile kararsızlık ve kargaşa paslarına dönüşüyor.
Üç dört akıllı pası arka arkaya izleyebilmek, bir hamle sonrasını düşünen, doğru koşu, doğru hamle yapan bir iki futbolcuyu görmek bile ‘mucize’ ve ‘keramet’ hissi uyandırıyor.
Hızlı olması gereken yerde yavaşlayan, sakin olması gereken yerde panik atağa dönüşen ürkek ve güvensiz haller, rakibi cesaretlendirip üzerine çekmekten başka bir şeye yaramıyor. Kiev, futbolun en basit ve en temel gerçeklerini uygulayıp, Fenerbahçe’yi kör kuyuya yuvarladı.
Sahi ‘En büyük risk, risk almamaktır’ sözü, kimselere bir şey hatırlatıyor mu? Özellikle de ‘riZico’ ahâlisine...
‘’Şuur meselesi‘’
Fenerbahçe, geçen hafta aldığı galibiyetle depresyondan biraz olsun uzaklaşmıştı. Sivasspor maçı bıçak sırtı bir durumdu ama Dinamo Kiev ve Kayserispor sınavları öncesinde de toparlanma adına büyük fırsattı.
İlk yarıda ne yaptığını bilen bir Fenerbahçe vardı sahada... Çekingen oynayan daha çok Sivasspor’du. İkinci yarıda manzara tersine döndü. Sarı-Lacivertliler, skoru koruma adına ‘şişirme’ toplara sığınan şuursuz manzara sergilerken, futbolun doğrularını inatla uygulayan taraf Sivasspor’du.
Her iki takım futbolcularının da sahada patinaj çekmesi ve dengede kalma sorunu, iki takım için büyük bir avantaj ya da dezavantaja imza atabilirlerdi.
Sylla’nın 5 kişinin arasından elini kolunu sallaya sallaya girdiği gol pozisyonunu ‘Bebecan’ Volkan savuşturdu. Musa’nın vuruşunda da imdada üst direk yetişti.
Buna rağmen ilk golü bulan Fenerbahçe, oyunu koparmak yerine, skoru korumaya yönelince, oyuna girenler, çıkanların yarısı kadar oynayamayınca, paslaşmanın ve yardımlaşmanın yerini top geveleme alınca, Sivasspor’un ekmeğine yağ sürüldü.
Sezer’in golü maçın en estetik hareketiydi. Ama aynı oyuncunun Alex’i biçme hareketi ile Kazım’ın Hayrettin’e yaptığı hareket gecenin çirkin yüzüydü. Maçın adamı ise her şeye rağmen Volkan Babacan’dı. Gökhan’ın düşürülmesini ceza sahası dışına taşımak, haftaya maç almanın garantisiydi.
‘’Müridleşme‘’
Yalnızca Türk futbolu değil, bütün spor branşları tepetaklak müridleşmeye doğru gidiyor. Biat kültürü ışık hızıyla virüs gibi yayılıyor. Ya onlardan olacaksınız, ya onlara şirinlik yapacaksınız, ya güdümlerine gireceksiniz, ya da realiteye boyun eğeceksiniz. Ya da kavram sahtekârlığına sığınacaksınız.
Bu yalnızca oyunculara sirayet eden bir dayatma değil. Yöneticiler için de durum böyle, spor medyası için de... Bu kültür kendi dokunulmazlarını ve ‘abi’lerini yaratıp, duayen sıfatıyla, uzman sıfatıyla, bilirkişi sıfatıyla takdim ediyor. Allayıp pullayarak, bütün kapıları ardına kadar açarak, kazanç sağlama taktiğiyle bir eroin bağımlısı gibi kendilerine kursaktan bağımlı kılarak. Ülkenin mevcut koşulları da zaten her alanda olduğu gibi bu alanda da müridleşmeye çanak tutmakla kalmayıp, teşvik ediyor.
Takımlardaki ya da kulüplerdeki tehlike bir yana, en çok irrite eden medyadaki garabet hâl. Aman karşımıza almayalım, aman başımız belaya girmesin, aman bizi sevsinler şirinlikleri ve omurgasızlık. Ekranlara, gazetelere bakın ne dediğimi daha iyi anlarsınız. Üstelik ‘yandaş’ mecra olması da gerekmiyor. Herkes ‘trend gelir, hoş gelir’ havasında...
Yayıncı kuruluşun tepesindeki ‘Baron’ lakaplı altın tespih düşkünü zât ile karşı cephedeki HU tarikatı diğerinden içerik olarak farklı olsa da benzer bir müridleştirme taktiği izliyor yıllardan beri. Bunda da en az diğerleri kadar başarılılar. Bunların eli Midas’ın elinden farksızdır. Dokunduğunu, devşirdiğini ‘altın’ ederler. ‘Üç Maymun’u oynamanın getirisi, her kapıyı açan ‘altın maymuncuk’ gibidir. İhyâ kılavuzundan farksızdırlar. Ama bunları sorgular ve karşınıza alırsanız imha kılavuzu olabilirler. Hepsinin ortak hedefi futbolu yönetmek, futbolu yönetenleri yönetmek, kulüpleri yönetmek, kulüpleri yönetenleri yönetmek, spor medyasını yönetmek, onların yöneticilerini de yönetmek. En baba taktikleri ve sığınakları da kavram sahtekârlığıdır.
Birincisi dinciliği ‘dindarlık’ diye yutturmaya çalışır, bütün takımların, kurum ve kuruluşların içinde ‘bizimkiler ve ötekiler’ uçurumunu yerleştirir. Birisi ahlâklı ve çıkarlarına göre eğilip bükülmeyen duruşa düşman kesilir. Diğeri en rezil iftiraları ve yalanları çiğnenmiş sakız gibi üzerinize yapıştırır. Müridleri de alkışlar.
Sözün özü hepsi mutlak ‘biat’ ister. İlkine zaten kimse bulaşmaz. Diğer ikisi zaman zaman karşı karşıya gelseler de, bu aynı dinin içindeki mezhep kavgalarına benzer. Birbirlerini deşifre etmeden, ufaktan el ense çeker, sonra yemeğe otururlar. Böyle bir ortamda ‘olmayan futbolu’ konuşmaya çalışanların çırpınışlarını en iyi anlatan da şu cümle olsa gerek: ‘Tut kelin perçeminden...!’
‘’Öyleyse...‘’
Gaza getirme seansı: -Brutüs! Konuş, vur, kurtar Roma’yı! -Benden mi isteniyor konuşmak vurmak? Ey Roma, böyle kurtulacaksan sana söz, Brutüs her dileğini yerine getirecek!
Beklenen sonuç:
Sezar, bir anda çevresindekilerin hançer darbeleri arasında kalır. O ana kadar yıkılmamasının tek nedeni, suikastçıların arasındaki evlatlığı Brutüs’ten yardım beklemesidir. Ancak o el de hançeri indirince; “Sen de mi Brutüs...? Öyleyse yıkıl Sezar!” diyerek mücadeleyi bırakır.
Kulübü oyuncak yapan demokrasi maskeli grup oligarşisini neden yıktın?
Bir var, bir yok komedisini ortadan kaldırıp, her yıl zirveyi zorlayan bir takım da neyin nesi?
Kulübe yeni kaynaklar yaratıp, dünya yıldızları transfer etmek de nereden çıktı?
Düzene, şakşakçılarına ve ittifakçılarına biat etmeyip neden bu kulübe bedel ödettin?
Kaos ve rant cumhuriyetinde gayet mutluyken, istikrar dayatmasını nereden icat ettin?
Sistemin elinden göz göre göre ve söke söke 3 şampiyonluk mu çalarsın?
Kongrelerde ittifakla ve tek aday olarak mı seçilirsin?
Türkiye halinden memnunken, küfürlü tezahüratı ve küfürlü pankartı düşman mı ilan edersin?
Tribün ve kongre rantına karşı savaş mı açarsın?
Kombineli ve biletli taraftarın haklarını ve yerlerini korumaya mı soyunursun?
2 milyar dolarlık bir şirket yaratıp, devletin tırtırlı kuruşunu tırtıklamadan 500 milyon dolarlık tesis mi yaparsın?
Başkalarının 1 yıl zar zor oturabildiği koltukta, 10 yıldır hangi hakla oturursun?
Dünyanın en büyük, en güçlü ve en zengin kulübü olma hayali de nedir?
Sırf bu yüzden herkese hatta Fenerbahçeliler’e bile hedef olup iftiralara mı uğradın?
Daum neyin nesi, Zico da nereden çıktı, Deivid’i kim icat etti?
Taraftarın ıslıklarla aforoz ettiği bir futbolcuyu, hangi cüretle alkışlarsın?
Futbolu ve medyayı istila eden ‘F’ tipi bağımlılığa, ‘C tipi’ bağlılık ve bağımsızlıkla set mi çekersin?
Diktatör müsün, Hitler misin, Stalin misin, Kral mısın, İmparator musun, Şah mısın, Padişah mısın?
Sarı-Lacivert idealler uğruna ailenden, sağlığından ve işinden vaz mı geçersin?
“Fenerbahçe’ye yanlış yapanı kardeşim olsa affetmem!” mi dersin?
“Bu kulübün bir tek kuruşunu, haksız yere kimseye yedirmem!” diye meydan mı okursun?
“Düşmeyen ve asla düşürülemeyecek tek kale” diye her yere ‘gider’ mi yaparsın?
Bunları yapıp, bir de üstüne sevgi, saygı, sadakat ve vefa mı beklersin?
Brütüsler’e, Neronlar’a, cellâtlarına alışık ve hatta aşık bir camiaya ayar mı vermeye çalışırsın?
Öyleyse, yıkıl Sezar!
...Ve perde:
Brutüs intihar ettiğinde son sözleri şöyledir: “Erdem, sen bir kelimeden başka birşey değilsin...”
‘’Ayaklanma‘’
Depresyondaydı, özgüven kaybına uğramıştı, kendinden, zirveden ve taraftarından iyice uzaklara, kurulmuş tuzaklara düşecekti.
Hava soğuktu ama kayıp sözcüğü kutup soğuğuydu. Rüzgarın şiddeti, camia içinden ve dışından estirilen bozgun rüzgarlarının yanında meltem sayılırdı.
Şeytanın sadece bacağının değil, mevcut bütün kemiklerinin ve kıkırdaklarının ortopediye sevki gerekiyordu. Çünkü ahvâl ve şerait, dahili ve harici bedhahtların arayıp da bulamadığı türdendi. En çok korktuğunuz şey, en çok korktuğunuz zamanlarda başınıza gelirdi ne de olsa...
Lugano’nun 20. dakikada bomboş kaleye vuramaması, rakibin rastgele savurduğunun bile milimetrik isabetlerle Ronaldinho paslarına dönüşmesi, muhallebi yerken diş kırabilme olasılığının bariz göstergesiydi.
Topu ekmeğini taştan çıkarır gibi ağır mesaiyle kazanan ama mirasyedi rahatlığıyla ikram eden ‘yorucu usulü’ bir görüntü. Hem kendilerini hem de izleyenleri fazladan yoran organize ve senkronize olamayan, bu nedenle de kendilerine öfkelenen futbolcular. Yönü ve şiddeti ayarlanamayan paslar, hiddeti ‘ayarlanmış’ düdükler...
Kendi yarattığı golle bilmem kaçıncı kez ‘ne varsa sende var’ dedirten Alex, sükuneti sağladı. Yırtıcı ve yıpratıcı deparlarıyla tribünleri ayaklandıran Güiza yay gibi gerilip, ok gibi hedefi bulduğunda ‘Sır’at Köprüsü’ geçilmişti. Gökhan’ın kendini hatırlaması, Uğur’un her şeye rağmen ayakta kalabilmesi ve Emre’nin oyuna kattığı hız ve zekâ en az 3 puan kadar değerli...
‘’Akıllara ziyan‘’
Yatıp kalkıp ‘iyi ki ilk maç Arsenal ile değildi’ diye dua etmek gerek. Geçen seneden kalan ‘çeyrek final’ apoleti korkutmuş olmasaydı Porto’yu, daha ilk yarıda tarihi fark olabilirdi. Mazeret beyan etmeye kalkanlara, bu rakibin de 3 yıldız futbolcusunu sattığını, ikisinin de sakat olduğunu hatırlatalım.
Portekiz ekibi, ilk çeyrekte hazırlık maçı yapıyormuş kadar rahattı. Bulduğu iki golden sonra oyunu rölantiye bağlamaya çalışmasa rekora gidebilirdi.
Ne adam ne alan paylaşımı, ne dayanışma, ne yardımlaşma, ne pozisyon alma, ne boşa çıkma, ne de hızlı oynama, ne hamle, ne mücadele, ne de baskı. Hücumdayken de, defanstayken de ‘rakip ne yapacak’ diye durarak izledi Fenerbahçe...
Yasin iki kez rakibe ‘al da at’ deyince, Lugano onu da marke etmeye başladı. Aşırtmalardan, şaşırtmalardan, sıyırtmalardan Allah korudu Fenerbahçe’yi...
Kendi kendini zora sokmak, kendi ayaklarına dolanmak, kendine hükmen mağlup olmak bu kulübün genetiğine işlemiş.
Akılda kalan tek Sarı-Lacivert şey, Alex’in müthiş zekası ve Güiza’nın iki kişilik gayreti... “Emre niçin sağda, niye Önder değil de Yasin” hayreti!
Bu çaresizlik, umursamazlık ve titreklikle soslanmış uyuşuk, mayışık ve karmakarışık uyurgezer halden sıyrılmak için, ağır dozda bir şoka ihtiyacı var bu takımın...
O da kurtarmazsa bir sonraki aşama bitkisel hayattır.
Beyni ve gözleri acımayan var mı?
‘’Tekzip‘’
Fenerbahçe’de atlar arabanın gerisinde kaldı şu sıralar. Sürükleyici olması gereken takım, taraftar ve yönetimin verdiği mücadeleyi, devrimi sabote ediyor sanki.
Başkan FBTV’de büyük bir heyecanla “dünyanın en büyüğü” olma hedefini anlatıyor, futbol takımı ertesi gün Başkent’ten tekzip gönderiyor. Skorla değil; sahadaki mücadelesizlik ve ciddiyetsizlikle...
Kaybedilen iki şampiyonluk kirli düzenin çarklarını yağlarken, şakşakçılarının ve çanakçılarının da yağlarını eritmişti zaten. Bu sezon da kulübün geleceğini dinamitleyip, kanını emen rant kenelerinin semirmesine çanak tutuyorlar. Orada burada her yerde kıpırdak ve kıkırdak halleriyle konuşuyor bu yüzsüz yüzler. Fenerbahçe için hayatlarında bir kez olsun iyi rüya görmemiş, bir kez bile beyaz yumurtlamamış bazı adamlar da, yarayı kaşıyarak büyütme derdindeler.
Futbolda sürpriz sonuç yoktur, yalnızca 3 ihtimal vardır. Kolay rakip yoktur ve her maç her sonuca açıktır. Her maç zor maçtır ve her sonuç normaldir.
Ancak ülkede Fenerbahçe isen bütün normlar değişir. Rakiplerinden iki kat daha fazla koşmak, iki kat daha fazla mücadele etmek, iki kat daha fazla yeteneğini konuşturmak, iki kat daha fazla sinirlerine hakim olmak zorundasın mesela. Tabelada 5-0 geriye düşsen bile, mücadelede 5-0 önde olmaya mecbursun mesela. Mahkemeye hakimi yenmek için değil adalet için çıkılır. Zaten kimse de hakimi yenemez. Sahaya da hakemi yenmek için çıkamazsın, zaten yenemezsin de... Ama Fenerbahçe’ysen, futbol dışı bütün parametleri de hesaba katmak durumundasın. Bu da sürpriz değil.
Takımın yaşadığı sarsaklık ve futbol kekemeliği bir tek Aurelio ile izah edilemez. Genel bir kafa karışıklığı, el ayak dolaşıklığı hali var. Bazı futbolcular bırakın formasını ve kulubünü, bildiğini bile unutmuş. Yaptığı fahiş hataları kör parmağım gözüne misali ısrarla tekrarlayanlara çok ağır bir uyarı şart. Taraftarın bir kısmı kendisinin aydınlattığı düşmeyen kaleyi, kendi zindanına çevirmekle meşgul. Kendi eliyle yaptığı heykeli, kendi elleriyle parçalamakla meşgul. Islıklar ve yuhlar da, bu cinnet trafiğinin fon müziği...
Porto deplasmanı büyük bir fırsat. İyi değerlendirilebilirse silkelenişin ve dirilişin miladı olabilir. Fenerbahçeliler’in aksini düşünmeye bile tahammülleri yok!
‘’Karikatür‘’
Mazereti yok, özrü yok, defansı yok, orta sahası yok ve aslında izahı da yok. Çim yok; kramponlarda ABS fren de yok... Koca takımda tek başına bir şey yapmaya çalışan Alex’in zekâsına, oyun ve pozisyon bilgisine, hırsına, paslarına ayak uyduracak hiç kimse yok. Uğur var, şuur yok.
Orta saha tam anlamıyla ‘gericilik’ illetine tutulmuş. Topu alan kendi kalesine dönüyor. Abukluk gırla, çabukluk yok! Kazım tank gibi ama cephanesi yok. Gökhan kendini arıyor, Yasin saatsiz bomba, Can zaten yok.
Alex’in golündeki orta, zeka ve vuruş muhteşem, ikinci golünde de faul yok. Güiza’nın karşı karşıya pozisyonunda bayrak var ama ofsayt yok. Volkan’ın müdahalesinin penaltıyla uzaktan yakından alakası yok ama kendini taamüden oyundan attırmasında mantık ve anlamın kırıntısı bile yok.
Hacettepe’nin bir ‘t’si 40 dakika boyunca ekranda yok. Mücadeleleri mükemmel ama gollerinde kendilerinin katkıları yok. Aragones’in yüzünde maç boyunca aklının, gözlerinin nasıl acıdığını gösteren bir ifade var, umut ışığı asla yok.
Fenerbahçe yenilir, farklı da yenilir ama futbolcuların kendilerini, yeteneklerini, formalarını ve futbolu bu kadar karikatürize etmeye hiç mi hiç hakları yok!
Hakeme de kocaman bir ‘aferin’ var, vicdan sorgusu yok!