‘’Sörloth'ün ikinci golünden alınacak dersler…‘’
Topla daha fazla oynayıp daha çok şut çeken takım mı yoksa istatiksel veri olarak geride olan takım mı kazanmaya daha yakındır? Bu sorunun yanıtını yapılan araştırmalar vermiştir: Daha uzun süreli paslaşmalar hücum eden takımın daha fazla şut çekmesi anlamına gelir. Ama aynı zamanda kaleyi bulan şut sayısında da azalma anlamı taşır. Nedeni basit ve anlaşılırdır. Siz paslaşmayı sürdürdükçe rakip takım savunmada planlı bir birikim yapar. Hatta savunma ilkelerinden denge ve organizasyonu da kolayca devreye sokar.
Beşiktaş’ın Trabzonspor karşısında ortaya koyduğu atak futbolun yeterince sonuç almamasının nedeni de budur. 29 şut çeken siyah beyazlı takım ancak üçte birinde kaleyi buldular ki, bunlara attıkları iki golde dahildir. Gollerin gerçek bir şutla atılmadığı, neredeyse ayak burnu ve içiyle dürtme eylemiyle gerçekleştiği de başka bir ayrıntıdır. Trabzonspor ise rakip kaleye 9 şut çekmiş bunların üçü kaleyi bulmuş. Attıkları iki golde kaleyi bulan vuruşların içindedir. Sörloth’ün attığı iki gol gerçek şutlarla gerçekleşti.
Trabzonspor’un golcüsünün attığı ikinci gol futbol alanlarımızda çek ender görülen, öğretici gollerden biriydi. Gol hem hücumda genişlik ve delicilik anlamında hem de rakip savunmanın dengesini bozmak konusunda tipik bir örnekleme oldu. Antrenör eğitim seminerlerinde üzerinde en az bir saat konuşulacak kadar öğretici malzeme içeren bir goldü.
Ekuban sağ tarafta topla buluştuğu zaman Sörloth en az 20 metre kadar arka direğe, Beşiktaş savunmasının kör noktasına depar attı ve Vida’dan kurtuldu. Ekuban’ın o noktaya tam bir gol pası vermesi de kusursuzdu. Topsuz oyun ustalığı ile pas zamanlamasının örtüşmesi ile gerçekleşen gol mükemmeldi ancak Vida’nın iki golde de savunma hatası ya da adamını kaçırması da göz önüne alınmalıdır. Sörloth’ün ikinci goldeki müthiş topsuz koşusu gibi bir eylemi Beşiktaş’ın santrforu Burak Yılmaz’da hiç görmedik.
“Kuzey Rüzgarı” olarak anılan Sörloth’a bundan sonra Kuzey’in Kasırgası denilse hakkıdır. Ligimizin zor koşulları içerisinde fiziksel olarak bütün savunmacılara üstünlük sağlayıp, attığı basit ve temiz gollerle gol krallığına koşar adım gitmesi her unvanın ona yakışacağı anlamını taşımaktadır. Futbolda atletizmin ne kadar önemli olduğunu da bir kez daha Sörloth’a bakarak anlamaktayız…
‘’Sergen Yalçın üzerinden teknik adamlık kriterleri‘’
Diploması ve dolayısıyla eğitimi yeterli olmadığı için önceleri yönetici kartıyla sahaya çıkan Sergen Yalçın’ın hiçbir takımda sezonu tamamlayamadığı halde Beşiktaş’ta görev alması, çalıştırıcılık kriterlerini yeniden güdeme getirdi. Eskiden beri var olan antrenörlük anlayışı, takımın bir parçası olarak görev yapan futbolculara öncelik veren, sonuna dek taktikten ve disiplinden ödün vermeyen sert yapılı hocalar ve futbolcuya sorumluluk yükleyen, onları yormadan verim almaya çalışanlar olarak iki ana başlıkta toplanırlar. Sergen Yalçın için yapılan yorumlara bakıldığında onun futbolcuya öncelik tanıyıp sorumluluk veren teknik adamlardan olduğu anlaşıyor. Bir de işin “özgürlük” yanı var ki, başlı başına bir sorun! Futbol alanında oyunculara özgürlük değil “sorumluluk” verilir.
İşin asıl can alıcı noktası “kim teknik adam olsun” sorusunun yanıtıdır. Bizim ülkemiz ölçü alındığında, eskiden büyük takımlarda ve ulusal takımda oynamış futbolcuların teknik direktör olması herkes tarafından kabul edilir. Dünyada da benzer bir durum var. İngiltere Premier Ligi’nde görev yapan teknik adamların büyük çoğunluğu eski milli futbolcular. Ama öbür taraftan Jose Mourinho, Arsen Wenger, Benitez, Guus Hiddink ve Van Gaal gibi ya çok az futbol oynamış ya da hiç oynamamışlar da var. Bu konuda Arrigo Sacchi’nin, teknik adamlık meziyetleri için sorulan bir soruya verdiği yanıt ünlüdür: “Jokey olmak için önce at olarak doğmak gerekmiyor”. Ya da en iyi öğrenciler her zaman en iyi öğretmen olmayabilir. Zamanında kendisiyle söyleşi yapan bir gazeteciye, milli takım ve üç büyüklerin birinde oynayan ve teknik adamlık yapan ünlü biri, futbolculuk kariyerinin ona yeteceğini söylemişti. Gelin görün ki kısa bir süre sonra teknik adamlığı bıraktı ve bir daha dönmedi. Merak edenler için ipucu vereyim, Rıdvan Dilmen değil.
Zamanın milli oyuncularının en önemli açmazı, sonsuza kadar varlığını sürdürecek bir maç kazanma formülü diye bir şey olmadığı için her teknik adamın yapması gerektiği gibi yeniliklere ayak uydurmak yerine, kariyerlerinin başarılı geçmesini sağlayan yöntemlere takılıp kalıyorlar. 1987 yılında Fatih Terim ile Ulus’taki Futbol Federasyonu binasında buluştuğumuzda ona söylediğim şu sözleri hiç unutmam: “Futbolculuğun pratiğinden edindiğin bilgileri aklının bir köşesinde canlı tut, ama futbolculuk kariyerini yakarak küllerinden yeniden doğ”. Terim o günlerde Ümit Milli takımının hocasıydı.
Ekonomik olarak darboğazda olan ve bu yüzden UEFA’nın da kıskacına giren Beşiktaş Yönetimi, Sergen Yalçın’ı göreve getirerek biraz da camianın kayıp çocuğunun eve dönüşü hissini uyandırmaya çalışıyor. Ne var ki Sergen Yalçın daha işin başında kendi yaptıklarını tekzip etmeye başladı. Malatyaspor’un başındayken neredeyse 85 dakika rakip takımın kalesine giden yolu bulamayan futbolcuları için çok iyi taktik uyguladıklarını söyledikten sonra, Beşiktaş’ın başına geçince aynı taktikle oynayan Başakşehir için “hiçbir şey yapmadılar” dedi. Rakip kalenin önünde fazla görünmek çok şey yapmaksa, o zaman insana sorarlar; üç puan nerede?
‘’Sergen yalçın ve futbolda küçük şeylerin önemi…‘’
Futbol oldum olası değişime direnen bir spor dalıdır. Kulüpleri yönetenler genellikle kendi düşüncelerine sıkı sıkıya sarılırlar. Eskiyi elinde tutmak için direnen insanların düşüncelerini değiştirmek çok zordur. Bu bağlamda gelenekler kulüplere yeni düşünce biçimi kazandırmak isteyen herkese fena halde ayak bağı oluyor. Bunun nedenlerinden biri de, özellikle teknik adamların otorite boşluğuna düşmekten kaçınmalarına dayalıdır.
Kulüp içinde birtakım kurullar olduğu halde, gelişim daha çok muhaliflerin eleştirileri dikkate alınarak sağlanır. Gerçek yenilikler nadiren kulüp binası içindeki bireyler tarafından yapılır. Dışarıdan insanlar -ki bunlar muhalifler, rakipler ve basın mensupları olabilir- sorular sorabilir, işlerin gidişatını sorgulayabilir ve kulüp içindeki insanların göremediklerini gündeme taşıyabilirler. Dışarıda kalan insanlar kolay kolay etki altında kalmayacakları için sıradan işlerin dışında kalanları kamunun önüne koyabilirler.
Örneğin, Beşiktaş teknik direktörü olan Sergen Yalçın ilk uygulaması, bir hafta önce oynayan ve çoğu insanın sempatisini kazanıp övgüsünü alan, genç oyuncu Rıdvan Yılmaz’ı kulübeye göndermek oldu. Dışarıdan bir insan olarak sormadan edemiyoruz, neden? Şenol Fidan’ın takımın başında çıktığı o maçta Rıdvan Yılmaz 11’deydi de, ne oldu da takımdan kesildi? Teknik direktörü gönderilen takıma yönetim mi müdahale etti? Sergen Yalçın yönetimin etki alanına girmeyeceğini göstermek için, kendisinin de bir altyapı ürünü olduğu halde, otoritesini kabul ettirmek için mi Rıdvan’a sırtını döndü?
Dolayısıyla futbolu ileriye taşıyacak olan şey, birçok kişi tarafından ortaya atılacak küçük fikirler olacaktır. Zaten futbolun çok sevilmesinin nedenlerinden biri de bu değil mi? Her alandan, her meslekten birçok insanın yaptığı küçük katkılar…
Futbolda anında başarılı olmak diye bir şey yoktur. Başarının koşulları sabır, sebat ve disiplin ile çok önceden hazırlanır. Sergen Yalçın, başarı için yeniden hazırlanma dönemindeki bir takımın belki de ilk aşamasında göreve geldi. Şenol Güneş ise önceden hazırlanmak üzere yola çıkılan sürecin sonunda göreve geldiği için şampiyonluklar kazandı. Sergen Yalçın’ın iki maçtaki 11’i de Abdullah Avcı’nın alana çıkarttığı ile aynıydı.
Değişen tek şey bir 45 dakikalık bölümde Boateng’in oyuna girmesiydi. Ganalı ofansif orta alan oyuncusunun son anda transfer edilmesi Avcı’nın da, Yalçın’ın da kaderini belirleyen bir hamle oldu. Boateng’in transferi belki Beşiktaş açısından küçük ancak birbirinden görevi devralan teknik adamlar için büyük bir adım oldu. Kaderin, gayrete hayran olduğunu söylerler. Sanırım Sergen Yalçın’ın kaderini oyuncular kadar kendi gayreti de belirleyecektir…
‘’Süper Lig yeni başlıyor‘’
Sezon başında transfer edilen birbirinden değerli ve isim sahibi oyunculara karşın, takımların yaşadıkları hazırlık dönemine denk düşen “uyum sorunu” nedeniyle bu yıldız oyuncular lige gereği gibi başlayamazlar. Yeni bir takıma gelmek, beklentilerin büyük olması özellikle de taraftarların sabırsızlığı futbolcuların üzerinde baskı oluşturur. Bu baskı sonucu da ligimizin ilk devresi ortalama bir futbol ile geçer.
Ne var ki, taraftarların algılamakta zorlandıkları bir gerçek de yok değil; isim sahibi futbolculara harcanan onca paraya karşın, bu oyuncuların herhangi bir karşılaşmada ortaya koyacakları performansın da sınırları vardır. Futbol maçında fizik kondisyon ve top tekniğinin üst sınırlarını en iyi yıldız oyuncular belirler. Ancak yeni bir yola girildiğinde bu sınırlarda olumsuz anlamda değişkenlik yaşanabilir.
Söz gelimi, Galatasaray’ın bu sezon başında transfer ettiği Falcao, ligin ilk yarısında çeşitli nedenlerle verimli olamadı. Bildiğimiz Falcao’nun çok rahatlıkla gol atacağı pozisyonlarda acemice vuruşlar yaptığını gördük. Çünkü fizik kondisyonu yetersizdi ve dolayısıyla, buna bağlı olarak tekniği de üst sınırda değildi. Beklentilere yanıt vermek için kendini zorlayıp golleri atmaya başlayınca da sakatlandı.
Bu noktada ise belleklerde Falcao’nun ülkemize sakat geldiği olasılığı daha da belirginleşmeye başladı. Böylesine büyük yıldızların, en büyük, en çekişmeli rekabet ortamlarını bırakıp otuzlu yaşların ortalarına doğru ülkemize gelmelerinin de bir anlamı var mutlaka. Hal böyle olunca da kalburüstü oyuncuların bizde neden kalburüstü durumlar yaratamadıklarına şaşar kalırız!
Üstüne üstlük, en isabetli pasları veren, en hızlı koşan, en dayanıklı oyuncuların bile maç süresince topa sahip oldukları zaman yüzde bir ya da ikidir. İyi oyuncular topla daha fazla oynayanlar değil, top ile yerinde ve zamanında oynayanlardır. Bu durum futbolu basketbol, beyzbol ve Amerikan futbolu gibi, maçın önemli bir kısmında topun oyun kurucu ve atıcıların elinde olduğu sporlardan ayırır.
Ne kadar büyük transferler yaparsanız yapın bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür. Ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanan hiç beklenmedik bir şekilde, genellikle iyi oynayan bir futbolcu da bir maçın zayıf halkası olabilir, yaptığı pas hataları ya da adamını kaçırarak sizin hazırladığınız taktik planları yerle bir edebilir. Bu durum yıldız oyuncu sayısı fazla olan takımlarda da yaşanabilir.
Teknik adamlar yerinde değişiklikler yaparak o anda ortaya çıkan zayıf halkayı güçlendirebilir. Ancak taraftarları iyi futbol oynamak konusunda ikna etmek zordur. Nitekim iç sahada Kayserispor maçında Abdullah Avcı’yı göklere çıkartan taraftarlar onun gidişinin de nedeni oldu. Beşiktaş altı maç üst üste kazandığı zaman da tribünleri memnun edecek bir futbol oynamıyordu. Dolayısıyla zayıf halkaların güçlenmesi, eksiklerin giderilmesi ve üst üste maçlar kazanılarak puan sıralamasında üst sıralara tırmanılması genellikle ligin ikinci yarısında gerçekleşmektedir. Bu durum da, ligin ikinci yarıda başladığı şeklindeki söylemi klasikleştirmektedir.
‘’Sergen Yalçın kendini kanıtladı mı?‘’
Beşiktaş’ın yeni teknik direktörü Sergen Yalçın başlangıçta altı aylık sözleşmeyi kabul etmemiş. Başkan Ahmet Nuri Çebi’ye teknik direktör olarak kendini kanıtladığını gerekçe olarak göstererek sözleşme süresini 1,5 yıl olarak belirlenmesini istemiş. Bir teknik direktör kendini nasıl kanıtlar? Yılmaz Vural gibi çok fazla takım çalıştırarak mı yoksa Abdullah Avcı gibi bir takımda uzun yıllar görev yaparak mı?
Bildiğim kadarıyla, Sergen Yalçın görev yaptığı hiçbir takımda tam bir sezon çalışmadı. Sezon başında aldığı hiçbir takım ile sezonu tamamlayamadı, sezonun bir bölümünde göreve geldiği takımlarda ise yeniden sözleşme imzalamadı. Teknik direktörlükte bu bir ölçü ya da kriterdir. Beşiktaş alt yapısını bir kenara koyacak olursak kısa sayılabilecek teknik adamlık süresi içerisinde altı ayrı takımda çalıştı. 20 yıl teknik adamlık yapan Abdullah Avcı ise bu sürenin 11 yılını İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve onun devamı olan Başakşehirspor’da geçirdi. Başakşehir’in başında iki sezon Şampiyonlar Ligi üç sezonda Avrupa Ligi gördü.
Bir dönem Milli takımın başına da geçen Avcı kendini her türlü kanıtladığı halde Beşiktaş’tan gönderildi. Peki, bir takımda yarım sezondan fazla çalışamayan Sergen Yalçın nasıl kendini kanıtlamış oluyor? Futbolculuğu sırasında dört büyüklerde iki tur atan, hocalığında ise meslekte devamlılık denilen öz disiplin sorununu henüz aşamamış bir çalıştırıcı kendini kanıtlamış olur mu? Çok takımda çalışmak iyi hocalığın bir kanıtı olsaydı, dünyada Yılmaz Vural’dan kariyerli hoca olmazdı. Ne var ki Yılmaz Vural Türkiye’de aranılan hocalar arasına hiç girmedi.
Kaldık ki, Sergen Yalçın geçen yıl Konya’da verdiği karar ile henüz birliktelik, ekip ruhu, birbirine bağlılık gibi teknik direktörlüğün ödün verilmeyen ilkelerinden de pek haberdar değil. Çünkü Alanyaspor’da görev yaparken Konya’daki maçtan sonra futbolcularının kafileden ayrılıp özel otomobil ile kaza yapmalarının baş sorumlusu Sergen Yalçın’dır. Çek futbolcu Josef Sural’in ölümünün yükü de Sergen Yalçın’ın sırtında durmaktadır.
Sergen Yalçın’ın Türk kamuoyunda “teknik direktör” olarak anılmadığını ya da böyle bir yerleşik kanı olmadığının en basit belgesi Hürriyet gazetesinin birinci sayfadan verdiği haberdir. Haber Şöyle verilmiş: “Beşiktaş’ta Sergen devri”. Sergen Beşiktaş’a “Sergen Yalçın” olmaya mı geliyor? Beşiktaş’ın durumu buna uygun mudur? Yönetim acele bir karar vermiş gibi geliyor bana…
‘’Fauller ve fena hareketler‘’
Gol atma, pas yapma, topun oyunda kaldığı süre, rakip kaleye çekilen şutlar ve kaydedilen isabet oranları göz önüne alındığında Türkiye Ligi Avrupa’nın önde gelen ligleriyle benzer özellikler gösteriyor. Ne var ki, yaklaşık 28 yaş ortalaması ile Avrupa’nın en yaşlı ligi ve belki de, yaştan kaynaklanan hamle yetersizliği nedeniyle yapılan fauller futbolun kalitesini aşağıya çekiyor. Ligin ikinci yarısının başlaması ile yapılan fauller dikkat çekiciydi.
İngiltere Ligi göz önüne alındığında bizim ligimizde yüzde 50 daha fazla faul yapılıyor. Bu demektir ki, İngiltere Ligi bizim ligimize göre, futbol zarafetinin çok önde olduğu bir lig. Türkiye Ligi futbolseverlerin görmek istediği güzel hareketlerin daha az yapıldığı ama buna karşın oyuncuların yapmayı elden bırakmadıkları ciddi faullerin gözlendiği bir lig de aynı zamanda. Savunma sanatının yeterince kullanılmaması, doğru savunma yapmak yerine faullerden medet umup hakemi baskı altına alarak oynama isteği ikinci yarının başlamasıyla birlikte futbolun tadını kaçırdı bir bakıma.
Konu futbolun gelişmesi ve ilerlemesine geldiğinde hemen hemen herkes futbolda nereden nereye geldiğimizden söz ederek işe başlar. Ne var ki, ligimizin ikinci yarısının ilk haftasında yapılan faulleri görünce “nereye gidiyoruz” sorusu da kafalarda kuşku uyandıracak bir biçimde belirmeye başladı. Bu nokta da nereden gelip nereye gittiğimiz hakkında somut bir veriyi paylaşmak isterim.
1950’li yıllarda İngiliz santrfor John Charles Juventus’ta oynamaktadır. Markajcısı ile giriştiği bir mücadele sonucunda rakip savunma oyuncusu yere düşer. John kaleci ile karşı karşıya kaldığı bu pozisyonda golü atmak yerine topu hemen taca göndererek rakibini yerden kaldırmak için yardım eder. Bu hareket futbolun oynandığı her dönem için inanılmaz bir centilmenlik örneğidir. Bugün yapılsa herkes o oyuncuyla alay eder, yönetim kadro dışı bırakır, teknik direktöründen fırça yer, tribünler öfke saçar. Bu durum göz önüne alındığında “futbol eskisinden daha mı iyi” diye sormadan edemiyor insan.
Kuşkusuz futbol eskiye oranla daha çabuk ve daha hızlı oynanıyor. Hız arttıkça hareketlerin kontrolü de zorlaşıyor. Niyetimiz hızlı oyunu eleştirmek değil, bu oyunun içinde doğru davranabilmenin yollarını bulmayı önce bilinç düzeyinde olgunlaştırıp sonra da uygulayabilmek anlamında yol göstermeye çalışmaktır. Bizim ligimizin İngiltere Ligi kadar hızlı olmadığını herkes biliyor. Peki, orada neden bizim ligimizden yüzde 50 daha az faul ve yüzde 30 daha az penaltı yapılıyor?
Bu konuda en önemli, görev hakemler ve VAR hakemlerine düşüyor. 12. kural yani fauller ve fena hareketler kuralının uygulanmasında sorun var. Bu sorun giderilmedikçe ne fauller azalır ne de savunma oyuncuları doğru savunma davranışları geliştirmek için özen gösterip kendilerini geliştirebilirler. Eğitimle geliştirilemeyen davranışların ceza ile değiştirilebilmesi kolay değil, ama kısa zamanda başka çözüm de görünmüyor…
‘’İstatistikler, yalanlar, teknik direktörler ve koçlar…‘’
19. yüzyılda İngiltere Başbakanı olarak ülkesinin politik hayatında önemli bir yer edinen Benjamin Disraeli, parlamentoda yaptığı bir konuşma sırasında “yalanlar var, kahrolası yalanlar ve istatistikler var” şeklinde bir saptama yaparak meslektaşlarını uyarmıştır. İstatistik biliminin bu denli kötü bir ünü nasıl kazandığı bilinmiyorsa da, söylenmek istenen şudur: Normal bir sıradan insan zeki olsun ya da olmasın, bu bilim hakkında yeterince bilgi sahibi değildir. Kötü niyetli ya da yanlış bilgi sahibi olduklarının farkında olmayan insanların vardıkları aslı olmayan sonuçları tümüyle kabul etmeye kolayca ikna edilebilirler. Temel sorun, olasılık konularında sağduyu ya da sezginin çok yetersiz bir rehber olmasıdır.
İstatistiklerde ortalamaya dönüş ilkesi
İstatistik teorisinin, matematiksel yönden oldukça sağlam olmasına karşın, inanılması güç sonuçlarla karşımıza çıkma şeklindeki bu can sıkıcı eğilimi yeni değildir hatta yüzyıllar ötesine kadar varır. Öte yandan istatistik alanına giren konularda sağduyunun hatalı sonuçlara vardığı ve bu hataların düzeltilecek yanının olmadığı durumlara da kolayca rastlanılabilir. Bu tür yanlış anlamalardan en sık rastlananı, istatistikçilerin gururla “ortalamaya dönüş ilkesi” dedikleri ilkeyle ilgilidir. Bu ilke ilk olarak 19. yüzyılda, bir İngiliz beyefendisi olan bilimci Sir Francis Galton tarafından ortaya atıldı.
Söylediği basit olarak şudur: Bir ortalama değer çevresinde kümelenmiş tümüyle rastgele bir olaylar serisinde bir olağanüstü olayı, büyük olasılıkla sıradan bir olay izler. Böylece çok uzun boylu babaların oğullarının, ortalama olarak biraz daha kısa boylu, çok kısa boylu babaların oğullarının bir ölçüde daha uzun boylu çocuklarının olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu doğru olmasaydı, ortalıkta birçok 30 metre ve birçok 30 santim boyunda insanlar dolaşırdı. Yeri gelmişken şunun da altını çizelim; basketbol oynayan çocukların boyu daha uzun olur düşüncesinin bilimsel hiçbir kanıtı da, değeri de yoktur.
Momentum, sıcak el ve soğuk el
Peki, bir olağanüstü olayı, istatiksel olarak sıradan bir olayın izlemesi sporda ve futbolda nasıl karşımıza çıkar? En başta “momentum”, “sıcak el” ve “soğuk el” tanımlamalarıyla… Bu kavramların mutlaka tümüyle temelden yoksun olmayabilecekleri düşünülse de, bu olguya örnek olarak verilen olaylar, eylemin rastgele olmasından başka bir şey değildir.
Sezon boyunca oynanan maçlar için istatistik yönünden ne bekleyebiliriz? Bütün takımların kazanma-kaybetme sayıları birbirinin aynı mı olacaktır? Doğaldır ki hayır! Sezon sonunda bir en başarılı takım bir de en başarısız takım olacaktır. Spor yazarları da hiç kuşku yok takımların birinin başarısı ötekinin de başarısızlığı için, istatistik dışında, akla gelebilecek her şeyi ileri süreceklerdir. Bu noktada takımlar arasındaki yetenek farklılıklarının önemli olmadığı savunulmuyor. Savunulan şudur: En iyi oyunculara sahip futbol takımları çoğu kez şampiyonluğu kazanamaz. Geçen yılki Fenerbahçe’yi düşünün. Takımdan ayrılan oyuncuların tamamı gittikleri takımlarda başarılı durumdalar. Bunun nedeni de varsayılan kararlılık ve karakter eksikliği değil, sadece istatistiğin oynadığı kaçınılmaz bir roldür.
Sıcak el ve soğuk el yanılgısı
Kuşkusuz bütün bunlarda istatiksel dalgalanmalar dışında başka etkilerin rol oynayıp oynamadığını saptama olanağı vardır; ancak spor analizi yapanlar çoğu kez bunu pek dikkate almazlar. Momentumun güvenilirliğini saptamak için bir çalışma yapıldığında oyuncuların kendileri bile tümüyle yanlış sonuçlar çıkartırlar. Profesyonel basketbol oyuncuları arasında, yakın zamanda, çok aydınlatıcı bir istatiksel araştırma yapılmıştır. Hem oyuncular hem de sporseverler, oyuncuların isabetli atışlarını kısa süreler içinde yaptıklarına, bir maç sırasında oyuncuların “sıcak” olduğu, attıkları her şutun bir sayı yaptığı bir dönemin olduğuna inanmaya eğilimlidirler. Bu inanç o denli yer etmiştir ki takımdaki oyuncular topu “eli sıcak” oyuncuya geçirerek bu etkiden yararlanmaya çalışırlar.
Böyle bir etki gerçekten var mıdır? Cornell Üniversitesi’ndeki araştırmacılar bir profesyonel basketbol takımının 50 maçının ayrıntılı kayıtlarını incelediler. Oyuncuların kendileri, basket yapma olasılıklarının başarılı bir atış sonrasına göre yüzde 25 fazla olduğunu düşündükleri halde, araştırmacılar tersinin doğru olduğunu saptadılar. Gerçekten de bir oyuncunun başarısız bir atıştan sonra basket yapma olasılığı başarılı bir atıştan sonrakine göre yüzde 6 daha fazlaydı. Demek oluyor ki, istatiksel dalgalanmalar uyarınca kaçınılmaz olan sıcak ve soğuk dönemler yalnızca rastlantıların yarattığı duruma kıyasla biraz daha az etkileyici olmuşlardır. Ortada momentum denilen şey var olmadığı gibi, onun hayal edilen varlığı takımın genel başarısını gerçekten olumsuz etkiliyordu.
Bunun en olası açıklaması şöyle olabilir, rastlantı sonucu art arda birkaç basket atan bir oyuncu kendisinin “sıcak” dönemde olduğunu düşünerek ya başka durumda girişmeyeceği daha zor atışlara kalkışıyor, ya da savunma oyuncuları tarafından daha dikkatli bir şekilde markaj altına alınıyor. Öte yandan birkaç başarısız atış yapan bir oyuncu ise yeniden güven kazanmak için, daha sakıncasız atış arayışında oluyor ya da belki de, savunma oyuncularınca fazla markaj altına alınmıyor.
Teknik direktörler istatistikleri nasıl kullanmalılar?
Futbolda oyuncuların haftadan haftaya iniş çıkışlı performanslarının altında da belki de, rakiplerin dikkate alma ya da boş bırakma düşünceleri belirleyici olmaktadır. Örneğin Beşiktaşlı Atiba için gol bölgelerinde çok önemli önlemler alındığını sanmıyorum. Çünkü o bir golcü değil. Ancak Burak Yılmaz için aynı şey söz konusu değil. Bir an boş bırakıldığında sonucu değiştirebilir. Peki, teknik direktörler bütün bu düşünceler ve istatiksel veriler karşısında ne yapmalılar?
Türkiye’de klasikleşmiş bir anlayış vardır; kazanan takım bozulmaz. Bu düşünceye hiçbir zaman inanmadım. Çünkü kazanan takım hep aynı takım ile oynamıyor. Kazanan takım bir sonrasında hangi silahları ile kazandıysa, hangi oyuncuları “sıcak” durumdaysa onlara pranga vurmanın yolları aranıyor. Öyleyse teknik adamlar her yeni maçta yeni arayışlar içinde olmaları gerekmektedir. Gerektiğinde, spor yazarlarının eleştirilerine göğüs germek pahasına Atiba gibi belli bir standardı olan oyuncuların dışında kalanları değiştirmekten çekinmemeliler. Oyuncu rotasyonundan söz etmiyorum, bir sonra oynanacak maçta söz sahibi olabilecek, gerektiğinde rakibin umursamadığı oyuncuların kendini kanıtlama, fırsatı değerlendirme isteği öne çıkmış olabilir. Geleceğin teknik direktörlerinin istatistikleri kullanan ve işin “soğuk” kısmını ısıtacak meslek adamları olacağını düşünenlerdenim. Çünkü istatistikler yalan söylemez…
‘’Fizik güce dayalı temas futbolu‘’
“Roma bir günde inşa edilmedi” özdeyişi ünlüdür ancak bu söz kendine anımsatıldığında “ama o işin başında ben yoktum” esprisi de, Liverpool’un efsane teknik direktörü Bill Shankly’e aittir. Futbolda değişim ve dönüşümler de bir günde ya da ani olmuyor. Sözgelimi Avrupa’nın en sert liglerinden biri olan bizim ligimizdeki kas kuvvetine dayalı oyunun kökeni de epey eskilere gider.
Futbolda estetik mi yoksa fizik güç mü tartışması da eskidir ve bundan sonra da sürecektir. Ancak bu iki yargının test edildiği en belirgin maçlardan biri 1982 de İspanya’da yapılan Dünya Kupası yarı final karşılaşmasıdır. Otoritelerce, bugüne kadar oynanmış en iyi birkaç Dünya Kupası maçlarından biri olarak kabul edilen İtalya-Brezilya karşılaşması tam da Brezilya estetiği ile Avrupa fizik gücünün yarıştırıldığı bir oyun oldu.
O maçta Paolo Rosi’nin attığı üç gol ile Brezilya’yı 3-2 yenen İtalya, bir anlamda Brezilya futbolunun naifliğinin de sonunu getirmiş oldu. Sokrates ile birlikte Brezilya’nın orta alandaki hayranlık uyandıran oyununun baş aktörü olan Zico o günü “futbolun öldüğü gün” olarak tanımlamıştır. Ne var ki, o gün bireyselliğin değil, taktik disiplin, güç ve sistemin kazandığı gündü ki, 1970’li yılların ortalarından itibaren Hollandalıların başlattığı prese dayalı oyuna taktik disiplinin de eklendiği bir üst aşama oyun günü olarak da kabul edilebilir. Brezilya’nın görkemli orta saha oyuncuları arka ve ön kısımdaki kusurlarını gideremedikleri için maçı kaybetmişlerdi.
Brezilya, “Brezilya tarzı futbol” nedeniyle 1970’ten 1994’e kadar tam 24 yıl şampiyonluk görmedi. Dünya şampiyonu olmanın kas kütlesi fazla futbolcuların fiziksel gücüne dayalı oyundan geçtiğini anladıklarında 1994’ten 2002 yılları arasında üç kez arka arkaya final oynayıp iki kez Dünya Şampiyonu oldular. 1997 ile 2007 yılları arasında düzenlenen beş Amerika Kupası’nın da dördünü kazandılar.
Artık bizim ligimizde dahil olmak üzere dünyanın önemli liglerinde fizik güce dayalı temas futbolu oynanmaktadır. Fiziksel gelişim peşinden zaman ve alanın daralmasını getirdi. Zaman daralınca sertlikler ve fauller arttı. Artık kazanmanın yolu kaslı ve dayanıklı futbolculardan geçmektedir. 1982 Dünya Kupası’nda Brezilya orta alanında Sokrates ve Ziko görev yaparken 2010’da Gilberto Silva ve Felipe Melo gibi imha edici oyuncular görev yaptı. Gösteriş ve teknik inceliğin belli bir oranda yitirilmesi anlamına geliyorsa da bu ilerlemenin ödenmesi gereken bedelidir. Futbolda içgüdülerin yerini istatistikler almaya başlayalı çok oldu…