Arama

Popüler aramalar

‘’Futbolun Mozartı: Matthias Sindelar‘’

Ulu ağaçları bir arada kardeşçesine yaşayan ormanlarda insana huzur verdiği Çekya’nın Moravya bölgesinde dünyaya gelen Matthias Sindelar’ın yaşamı da futbolun acı öykülerinden biridir. 1903 doğumlu Sindelar babasını 1. Dünya Savaşı’nda kaybedince yaşamını sürdürmek için Viyana’ya göç eder. Yaşamını banliyölerde geçirirken, o günlerde varlıklı Yahudilerin takımı olarak bilinen Avusturya Vienna ile kısa süre sonra yolları kesişti.

Uzun boyu, ince yapısı ve sarı saçlarıyla daha futbolunun ilk günlerinde Nazilerin dikkatini üstünde topladı. Öylesine narin bir yapısı vardı ki ona “kağıttan adam” deniliyordu. Ancak Avusturya Ulusal takımının teknik direktörü Hugo Meisi ona kuşkuyla bakıyordu. O günlerde dünyada tank tipi santrforlar egemenken narin yapılı Sindelar’dan verim alabileceğine inanmıyordu. Sonunda Meisi, Viyana kafelerinde yapılan tartışmalar ve gazetelerdeki eleştirel yazılara dayanamayıp onu takıma aldı ve hatta as oyuncu olarak görevlendirdi.

Sindelar’ın etkisi müthiş oldu. 16 Mayıs 1931’de, “Wembley büyücüleri” olarak bilinen İskoçların İngiltere’yi 5-1 yenmesinin üzerinden 2,5 yıl geçmişti ki Avusturya İskoçya’yı 5-0 yendi. Rüya takımı haline gelen Avusturya Ulusal takımı Sindelar’ın değişken ve akışkan santrfor tipiyle takımın sistemine “Tuna Burgacı” denildi. Avusturya sonraki 11 maçında dokuz galibiyet 2 beraberlik aldı. Sindelar’ın oynadığı Avusturya, 1934 Dünya Kupası finalinde İtalya’ya Musolini etkisiyle yenildi 1-0 yenildi. O yıllarda Avrupa’da hakim yönetim biçimi olan faşizm ile başı hiç hoş değildi Sindelar’ın.

Oysa çok rahatlıkla İngiltere’ye gidebilirdi. Çünkü Manchester United kulübüne ve kendine o yıllarda akılların alamayacağı kadar büyük bir servet teklif etmişti. Ancal teklifi ne Avusturya Vienna ne de Sindelar kabul etti.

1930’ların ikinci yarısından itibaren bu büyük santrfor Milli takıma daha az seçiliyordu. 12 Mart 1938’de Hitler’in Avusturya’yı ilhak etmesi(Anschluss) sonucu milli takımda artık oynamayacağını açıkladı. Ancak 3 Nisan 1938’de Ostmark Karması ile Almanya’ya karşı oynamayı kabul etti. Maçın anlaşmalı olduğu söylenmektedir ve Almanya kazanacaktır. Ne var ki maçın ikinci yarısında Sindelar Almanlara bir gol atar ve sonrasında da arkadaşı Schasti Sesta’nın serbest vuruştan attığı golden sonra, üst düzey Nazilerin izlediği tribünün önünde sevinçle dans eder.

Bu maçtan sonra futbolu bırakıp Leopol Drill adlı bir Yahudi’nin kafesini devralıp işletmeye başlar. Kafesine Nazi posterleri asmadığı için yetkililerce cezalandırılır. 23 Ocak 1939 sabahı günlerdir ortalarda görünmeyen Sindelar arkadaşı Gustav Hartmann tarafından aranmaya başlanır. Hartmann evinin kapısını kırarak içeri girer. İçerde çıplak ve ölü olarak kız arkadaşının yanında yatıyordu Sindelar. Daha sonra kız arkadaşı da karbon monoksit zehirlenmesi ile kaldırıldığı hastanede ölür. Polis araştırmalarını sürdürürken Nazi yetkilileri araştırmanın sonlandırılması emrini verirler.

2003’te bir BBC belgeselinde Sindelar’ın arkadaşlarından Egon Ulbrich onun devlet töreniyle gömülebilmesi için bir yetkiliye rüşvet verilip olayın kayıtlara kaza olarak geçmesinin sağlandığını ileri sürdü. Çünkü Nazi kurallarına göre, öldürülen ya da intihar eden kişi devlet töreniyle onurlandırılamazdı.

Ölümünden sonra tiyatro eleştirmeni Alfred Polgar şunları yazdı: “Futbolu bir büyük ustanın satranç oynaması gibi oynardı; Geniş bir zihinsel kavrayışla, hareketleri ve karşı hareketleri önceden hesaplayarak, her zaman tüm ihtimallerin içinde en umut verici olanı seçerek oynardı.” Yazının devamı da şöyleydi: “Eşsiz bir top avcısı ve sürpriz kontratakların deneyimli aktörüydü. Bitip tükenmek bilmeyen taktiksel aldatmacalar düşünür, bunları çalımların karşı konulmaz hale getirdiği gerçek bir atak hamlesi izler, rakipler bir beceri parıltısıyla, incelikle kandırılmış olurlardı.” Sindelar o dönemin futbolseverleri için beyni ayaklarında olan futbolun Mozart’ıydı.

18 Nisan 2020, Cumartesi 13:12
YAZININ DEVAMI

‘’Fakir, yaratıcı ve sadık: Garrincha‘’

Manuel Francisco dos Santos 28 Ekim 1933’de doğduğunda, çocuğun bacaklarının eğri olduğunu ebe hemen fark etmişti. Sol bacağı dizden dışa sağ bacağı ise içe doğru eğriydi. Bu normal dışı durum belki bir ortopedist tarafından giderilebilirdi. Ne var ki, çocuğun doğduğu Pau Grande küçük bir kentti ve bu imkandan yoksundu. Ailenin de çok umurunda değildi. Manuel sevimli bir çocuktu ve çalıkuşu kadar küçük olduğundan büyük kız kardeşi ona “Garrincha” adını verdi ve ölünceye kadar bu isimle anıldı.

14 yaşında Pau Grande’de yerel bir tekstil fabrikasına işçi olarak girdi. Ancak çok tembeldi, fabrikanın sahibi ona fabrika kulübünde top oynaması için katlanıyordu. Futbola karşı öylesine ilgisizdi ki, 1950 Dünya Kupası finalinde tüm Brezilya radyo başındayken o balık tutmaya gitmişti. Bir gün Vasco de Gama’nın seçmelerine gider ama ayakkabılarını unuttuğu için sahaya çıkamaz. 19 yaşında Botofogolu eski bir futbolcunun ısrarla peşini bırakmaması sonucu bu takımın seçmelerine katılır.

Seçmelerin ikinci gününde Botofogo’nun en iyi oyuncularından biri olan Sol bek Nilton Santos’a karşı oynamıştı. Topla ilk buluşmasında topu Santos’un bacakları arasından geçirmişti. Sonra Nilton Santos “bu oğlanı alın, bizle birlikte oynaması, bize karşı oynamasından daha iyidir” demiş. İki ay sonra çıktığı ilk maçında üç gol attı.

Garrincha futbolla eğleniyor gibiydi. Becerikli vücut hareketleriyle savunma oyuncularını şaşırtmaktan zevk duyuyordu. Bir söylenceye göre Latin Amerika’dan çıkan “ole” nakaratının esin kaynağıydı. Arjantinli savunma oyuncusu Vairo’yu zarifçe geçtiğinde seyirciler “ole” diye ayağa fırlamışlardı.

***

1958 yaklaşırken Brezilya henüz bir Dünya Kupası kazanamamıştı. Takımı kupaya hazırlamak için bir psikologdan yardım istenmişti. Yapılan testler sonrasında Garrincha’nın saldırganlık düzeyi sıfır, zekasının da ortalamanın altında olduğu anlaşıldı. Pele’nin testleri de yaklaşık olarak aynıydı ancak Pele henüz 17 yaşındaydı.

1958 Dünya Kupasının ilk iki maçında teknik direktör Mario Zagallo Garrincha ve Pele’yi oynatmaz. O günkü gazetelerin yazdığına göre futbolcular bu duruma isyan edip Zagallo’ya baş kaldırırlar: “Eğer Garrincha ve Pele oynamazsa biz ülkemize dönüyoruz”. Üçüncü maç Sovyetler Birliği ile oynanacaktır. Maçı Brezilya 2-0 kazanır. Bu maç Garrincha ile Pele’nin altın ortaklığının başladığı oyundu ve Brezilya bu ikili ile bir daha hiç maç kaybetmeyecekti.

Dünya Kupası çarpık bacaklı adamın doğuşuydu. Şair Paulo Mendes onu bir sanatçıya benzeterek şöyle yazmıştı: “Bir melek tarafından kutsanan bir şair, gökyüzünden inen bir melodinin peşinden sürüklenen bir besteci, ritmi hisseden bir dansçı.”

Garrincha kırların aylak vahşisiydi. Futbol çok da umurunda değildi. Bir keresinde teknik direktör maç konuşması yaparken, o çizgi roman okuyordu. Sonunda hoca ona döndü ve “sana gelince canın ne istiyorsa onu yap” dedi. O da yapacağını yaptı, Brezilya maçı kazandı.

***

Garrincha’nın takım için önemi o kadar büyüktü ki, 1962 Dünya Kupası’nın yarı final maçında Şilili bir savunma oyuncusuna yaptığı kasıtlı faul nedeniyle oyun dışı kaldığında Brezilyalı teknik adam ve yöneticiler telaşa kapılmışlardı. Olayı gören yardımcı hakem ertesi gün sessizce Şili’den ayrılır. Peru Cumhurbaşkanı bile olaya karışıp Perulu hakemin rapor yazmamasını istemiş. Böylece final maçına çıkmayı hak eden Garrincha 39 derece ateşle sahaya çıkıp Brezilya’nın ilk Dünya Kupası şampiyonluğunda önemli rol oynar.

1963’de Garrincha’nın çarpık dizleri kötüleşmeye başlar. Arka arkaya iki maça çıkamıyordu. Parçalanmış kıkırdak doku şişiyor su topluyordu. 1964’de ameliyat oldu ve bir daha eski formunu bulamadı. 1966 Dünya Kupası kadrosuna geçmişine saygı nedeniyle alındı. Turnuvanın ikinci maçında Brezilya Macaristan’a 3-1 yenildi. Bu Garrincha’nın milli takımda aldığı ilk ve son yenilgiydi. Brezilya milli takımı Garrincha’nın oynadığı uluslar arası maçlarda 52 galibiyet yedi beraberlik aldı.

Bunca kariyere karşın Garrincha’nın birikmiş tek kuruşu yoktu. Ev almak için Brezilya Spor Konfederasyonu’ndan borç para almak istedi ama reddedildi. O gün ortadan kayboldu. Sonra Rio merkezinde bir kilisede ağlarken bulundu; içkiliydi.

19 Ocak 1983’de öğleden sonra eve geldiğinde kendisini kötü hisseder. Muayene edildikten sonra alkol koması teşhisiyle psikiyatri kliniğine yatırılmasına karar verilir. Ancak komadan çıkamadı ve ertesi sabah saat altıda yaşamını yitirdi. 49 yaşındaydı ve geriye üçü nikahlı beş kadından 13 çocuk bıraktı.

Brezilyalılar Garrincha’nın cenaze törenine akın ettiler. Mezarlıkta tam sekiz bin insan onu bekliyordu, yollar insan seliydi. Brezilya futbol tarihinin en çok sevilen ve sokaktaki insanların tarihin en büyük futbolcusu olduğuna inandığı Garrincha mezarlığın alamayacağı kadar insanla son yolculuğuna uğurlandı.

Bir ağacın üzerine yazılmış bir yazıda şöyle diyordu: “Garrincha sen herkese gülümsemeyi öğrettin; oysa şimdi herkes senin için ağlıyor.”

Yurtseverler Hareketi’nın kurcusu Joao Pedro Stedile ise bu Kızılderili kökenli büyük futbol sanatçısının arkasından şunları yazdı: “Garrincha Brezilya’yı simgeliyordu. Fakir, yaratıcı ve sadık... Bu fakir tekstil işçisi sadeliği ve futbol becerisiyle hepimizi mutluluğa boğmuştu.”

16 Nisan 2020, Perşembe 12:46
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol tarihinden seçmeler‘’

Bir dönem Avrupa’nın efsane takımları biri konumuna gelen Ajax, çok eski tarihlerde değil 1970’li yıllara gelindiğinde neredeyse amatör bir takımdı. Takımın yeni hocası Rinus Michels ekibini ödün vermez hatta ölümüne bir hücum ilkesi ile oynatmayı kafasına koymuştu. Ne var ki, böyle bir oyun ilkesi için futbolcularının profesyonel olması gerekiyordu. Bu yüzden antrenman sayısı azdı ve gece yapılmak zorundaydı. Johan Cruyff bir matbaada garip işler yapıyor, hafta sonları dergi satıyordu. Piet Kaizer’in tütün dükkanı, Swart’ın mağazası vardı. Böyle bir takımdan ilkeli bir ekip yaratmak zordu.

Rinus Michels bu soruna çözüm bulmak için Ajax yönetimine gidip kulüp başkanı Jaap van Praag’ı ve kulübün sahibi Maup Caransa’yı oyunculara garanti maaş vermeye ikna etmişti. Bu görüşme efsane Ajax takımının doğmasının temel nedeniydi. Gündüzleri antrenman yapmaya başlayan oyuncular geceleri rahatça uyuyabilecek zamanı bulmuşlardı. Rinus Michel’ın girişimi sadece Ajax’ın değil, dünyanın gelmiş geçmiş en iyi iki takımından biri olan Hollanda ulusal takımının da yaratılmasına neden olmuştur. Diğer büyük takım ise 1950’li yılların Macaristan milli takımıdır. Bu tartışmasız iki büyük takımın bir dünya kupası kazanamaması ilginçtir, daha ilginci ise her iki takımı da finalde Almanya’nın yenmesidir. Almanya 1954 Dünya Kupası finalinde Macaristan’ı, 1974’teki finalde ise Hollanda’yı yenerek Dünya Kupası şampiyonu olmuştur.

Johan Cruyff’a göre oyun felsefesi, göze hoş gelen futbol her zaman daha öncelikli olmalıydı. Futbol felsefesini şu görüşlere dayandırıyordu: “Hayatımı bir Dünya Kupası kazanmamış olmama lanet ederek geçiriyorum. Ben milyonlarca insana seyir zevki veren muhteşem bir takımda oynadım. Bence futbol budur. Yetmişlerin Hollanda’sını seyretmek çok keyifliydi.

Fransa’da insanlar her gün bana bunu söylüyor. Bizden saygıyla bahsediyorlar. Bu bir eski futbolcu olarak alabileceğim en büyük ödül. Ben şahane bir takımda futbol oynadım. Ajax’taki teknik direktörlük dönemimde de bu şekilde futbol oynayarak Avrupa Kupası’nı kazandık. Ancak hayatta aldığım en büyük ödül insanların bana dünyanın en iyi futbolunu oynamış olduğumuzu söylemesiydi. Tarzınız yüzünden takdir görmekten daha iyi bir ödül yoktur.”

1974 Dünya Kupası’nda Arjantin’i 3-0 ve Brezilya’yı 2-0 yenerek eleyip finale gelen, dünya futbol otoritelerini şaşkına çeviren Hollanda ulusal takımının finalde de çok iyi oynadığı halde kazanamamasının nedeni bir Gerd Müller’e sahip olmamasıydı belki de. Müller Bayern Münih forması altında 628 maçta 365 gol attı. Alman milli takımıyla altmış iki maçta altmış sekiz gibi inanılmaz bir gol sayısına ulaştı ve oynadığı iki Dünya Kupası’nda 14 gol kaydetti. Pele ise üç dünya kupasında on gol kaydedebildi.

15 Nisan 2020, Çarşamba 13:33
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol tarihinden seçmeler‘’

İskoçların pas oyununun bir üst aşaması topun kanat adamlarına aktarılması ve onların da santrforu topla buluşturması oldu. Bu oyun anlayışını ilk uygulayan West Bronwich Albion’du. 1886 ve 1887 yıllarında oynanan FA Cup’ı finalde kaybettiler. 1888’de ise yine finale çıktılar. Bu kez karşılarında İngiltere’nin en kudretli takımı Preston olacaktı.

Preston final öncesinde Hyde’i 26-0 yenmişti. Maç başlamadan önce Prestonlu futbolcular kazanacaklarından o kadar emindiler ki, karşılaşmanın hakemi Yüzbaşı Francis Marindin’den başlama vuruşu öncesinde kupayla fotoğraf çektirmek için izin istediler. Marindin “önce kazansaydınız daha iyi olmaz mıydı” diye yanıt verdi. West Bronwich Albion kanatlara uzun paslar atmaya dayalı oyunuyla Preston’u 2-1 yendi. Bu maç futbol tarihinin biletleri tükenen ilk karşılaşması oldu. Maçı tam 17 bin kişi izledi.

***

1924 Olimpiyatları öncesinde Uruguay diye bir devletin varlığından neredeyse kimsenin haberi yoktu. Paris’te yapılan bu olimpiyatlara Uruguay tamamen amatör bir takımla katıldı. Eduardo Galeano’nun yazdığına göre takımda bir mermer ustası, bir bakkal ve bir buz tüccarı vardı. Diğer oyuncuların da çoğu işçiydi. Avrupa’ya hazırlık maçları yapmak için üçüncü mevki kamaralarda gelmişlerdi. Yolculuk ve Avrupa’da konaklama masraflarını oyuncuların kendileri karşıladılar. Paris’teki olimpiyatlara varmak için 30 saat tren yolculuğu yaptılar. Bu yolculuğun öncesinde İspanya da oynadıkları dokuz hazırlık maçını da kazandılar.

Uruguay 1924 Paris Olimpiyatları’nın final maçında İsviçre’yi 3-0 yenerek altın madalyayı kazandı. Ayağa kısa pas oyununun yaratıcısı bu ülke öylesine merak uyandırmıştı ki, bu futbol sanatçılarının vatanı olan küçük ülkenin nerede olduğunu merak edenler için Paris’te milyonlarca harita satıldı.

1930’da düzenlenen ilk Dünya Kupası finalinde de Montevideo’da Arjantin’i 4-2 yenip ilk şampiyon unvanın da aldılar. Bugün bile dünya üzerinde Arjantinlilerin gıpta ve kıskançlıkla baktıkları tek ülke Uruguay’dır. Brezilya’nın ev sahipliğini yaptığı 1950 Dünya Kupası finalinde ise sambacıları 2-1 yenerek onlara neredeyse ulusal felaket yaşattılar. Bu durumu Nelson Rodrigues şöyle yazmıştır: “Her yerde yaşanan ulusal felaketler var. Örneğin Hiroşima. Bizim ulusal felaketimiz de 1950 yılında Uruguay karşısında aldığımız yenilgi”.

O yenilgi Brezilya halkının bilinçaltında öylesine derin bir yara açmış ki, 2014’ün yarı finalinde yine kendi evlerinde Almanya’ya 7-1 yenilmeleri bile o kadar umursanmamıştır. Uruguay, Brezilya ve Arjantin’in arasında sıkışmış, Brezilya’nın taşrası olarak kabul edilen küçük bir ülke. İlk Dünya Kupası’nı kazandıklarında üç milyon nüfusa sahipti. Ancak bu küçük ülke futbol tarihinin en görkemli başarılarına sahip… 15 Latin Amerika Şampiyonluğu ile bugün bile kıtanın efendisi… Arjantin ile yaptıkları maçlar tarihten bu yana ülkeler düzeyinde Güney Amerika derbisi olarak kabul görmekte…

14 Nisan 2020, Salı 13:52
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol tarihinden seçmeler‘’

*Futbolda pas uygulamasını İskoçlar bulmuştur. İngiltere ile İskoçya arasında West of Scotlant kriket sahasında oynanan maçta İskoçlar paslaşmayı uygulamışlar. 1872’de oynanan bu maç aynı zamanda futboldaki ilk uluslararası karşılaşmadır. Bu maçtan sonra İskoçların paslaşma taktiğini zayıflık İngilizlerin uzun topa dayalı oyunu ise güç belirtisi olarak değerlendirilmiştir. Maç 0-0 berabere bitmiş. Pas oyununun öncüsü ise İskoç kulübü Queen’s Park Rangers olmuştur.

Queen’s Park’ın uyguladığı paslaşma İngiltere’de şaşkınlığa neden oldu. Bu oyun şeklinin İngiltere’de güneye doğru yayılması iki oyuncunun öncülüğünde gerçekleşti. Tarihin ikinci uluslararası maçında İskoçlar İngiltere karşısında zafer kazandı ve İskoç oyuncular Henry Renney-Tailyour ve Jhon Bleckburn paslaşmanın öncüsü oldular. İki oyuncu da orduda teğmendi.

*Futbolda tekmeliği Nottingham Forest takımının kaptanı Sam Widdowson 1870 yılında icat etmiştir.

*Futbol tarihindeki ilk ışıklandırılmış maç, Maviler ve Kırmızılar arasında 1878 yılında oynanan bir gösteri karşılaşmasıdır.

*1875 yılında Sheffield United Londra’ya bir gösteri maçı için gelir. Oyuncular topa kafa ile vurmaya başladıklarında seyirciler bu tuhaf uygulamayı “tos vurma” olarak değerlendirip, takdir edeceklerine alaya alıp gülüşmüşlerdir. Yerden oynamak varken topun havaya kaldırılmasına bir anlam verememişler.

*Futbolda ilk ofsayt fikri İngiltere’de ortaya atılmıştır. 1866’da yapılan Eton Kongresi’nde 6. kural değiştirilip ofsayt tanımlanmış ve bugünkü modern ofsayt kuralından bir fazla oyuncu savunmada bulundurulabiliyormuş. Bu kural değişikliğinden sonra ilk ofsayta düşen oyuncu Charles W. Alcock olmuş. Aynı zamanda yöneticilik de yapan Alcock İngiltere’nin erken dönemde en önemli yöneticilerinden biri olmuş.

*Kaleci, 1870’lere kadar tanınan ve evrensel anlamda kabul edilen bir mevki değildi. 1909’a kadar takımdan farklı bir forma giymedi: topa sadece kendi ceza alanı içerisinde elle müdahale edebileceği kuralı 1912’de çıktı. Bu kural değişikliğinin nedeni Sunderland kalecisi Leigh Richmond Roose’un topu orta çizgiye kadar zıplatarak getirme alışkanlığıydı.

*Futbol yolunu kriketten ayırdıktan sonra takımların sorumlusu teknik adamlar değil de kaptanlar oluyor. Geleceğin oyunlarının her şeyden çok taktik ile kazanılacağını, kaptanları dahi olan takımların rakiplerini rahatlıkla yeneceğine inanılıyordu. Maçlarda uygulanacak taktikleri hocalar ya da teknik direktörler değil kaptanlar belirliyordu.

*Futbolda verkaç uygulamasını ilk kez 1872 yılında İskoçlar yaşama geçirmişlerdir. Pas oyunu ve verkaçın uygulanması İskoçları futbolun ana vatanının kendi ülkeleri olduğu duygusuna taşımıştır.

13 Nisan 2020, Pazartesi 12:33
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol tarihinden seçmeler…‘’

Vasco da Gama Brezilya’nın en köklü takımlarından biridir. Dünyada büyünün gücüne en fazla inanan ülkelerin başında Brezilyalılar gelir. 1937’de yağmurlu bir Aralık akşamı Vasco, kendisinden çok daha güçsüz bir takım olan Andarai ile maç yapacaktı. Voscolu futbolcuları taşıyan araç önemsiz bir trafik kazası geçirince maça geç kalırlar. Andaraili oyuncular yağış ve soğuktan sırılsıklam olup neredeyse donma noktasında Vasco’yu beklemektedirler. Aslında Andarai kendini hükmen galip ilan ettirebilirdi ama rakiplerini beklemeyi tercih ettiler. Bunun karşılığı olarak Vasco’dan iyi niyet bekleyip kendilerine çok gol atmamalarını rica etmişlerdi. Ne var ki Vasco maçı 12-0 kazanır.

Bunun üzerine yenik takımın oyuncularından Arubinha diz çöküp ellerini açarak “eğer yukarıda bir Tanrı varsa Vasco 12 yıl boyunca şampiyonluk görmesin” diye dua eder. Her gol için bir yıl. Arubinha’nın duasını perçinlemek için, Vasco’nun stadı Sao Januario’nun çimlerine bir kurbağa gömüldüğü dedikodusu hızla yayılır.

Vascolu yöneticiler önceleri söylentiye gülüp geçtiler. Ancak birkaç yıl sonra işin gülünecek tarafı kalmamıştı. O yıllarda Brezilya’nın en çok şampiyonluk kazanan takımlarının başında gelen Vasco bir türlü yeni bir şampiyonluk kazanamıyordu. En büyük transferleri yapsa bile rakiplerinin gerisinde kalıyorlar. Üstelik 1943 yılında kupa finalinde, en büyük rakipleri Flamengo’ya 6-2 yenildiler.

Bu işe bir çare bulmak gerektiğine inanmaya başladılar. Eski oyuncularından biri eline bir çomak alarak sahayı eşip kurbağayı bulacağına Vascolu yöneticileri inandırdı ancak bir sonuç alınamadı. Bir sonraki sezon Vasco yine müthiş bir takım kurdu. Yine kupayı Flamengo’ya kaptırdı. Başka seçenekleri kalmamıştı. Bir traktör ile bütün sahayı ters yüz ettirdiler ancak kurbağa bulunamadı. Vasco taraftarları hesap yapmaya başladı. Eğer beddua 1937’den geçerliyse 1949’a kadar sürecekti.

Sonunda Vasco’lu yöneticiler Arubinha’ya yalvardı: Lütfen bize kurbağanın yerini söyle. O da hiçbir yere kurbağa gömmediğini söyleyerek bedduasını geri almaya söz verdi. Son şampiyonluğunu 1934’de alan Vasco da Gama 12. Yılında yani 1945’de yenilgisiz şampiyon oldu…

1958’den sonra Vasco yine başarısız bir döneme girdi ve 12 yıl boyunca Rio de Janeiro eyalet şampiyonluğunu kazanamadı. 1958-1970 yılları arası. Bu dönemde Vascolular Arubinha’nın büyüsünün yeniden devreye girdiğine inandılar. Ve 1970 yılında takımın baş büyücüsü olan Peder Santana’dan bu işe çözüm bulmasını istediler…

12 Nisan 2020, Pazar 13:14
YAZININ DEVAMI

‘’Sergen Yalçın'a disiplin göndermesi…‘’

Yaşamımız boyunca kullandığımız birçok sözcüğün anlamlarını derinlemesine, içselleştirmiş olarak bilmiyoruz gibi geliyor bana. Öyle kelimeler vardır ki, Rusların Matruşka’sı gibi çektikçe içinden daha küçük bebekler çıkar. Hele söz konusu cümleler olunca daha büyük anlamlar çıkartabiliriz.

Dün Hikmet Karaman ile yapılmış bir söyleşiyi okudum. Ligimizin deneyimli hocalarından biri olan Karaman futbol ve güncel konu olan salgın hastalık üzerine görüşlerini dile getirmiş. Sanırım üzerinde en çok durulması gereken Yeni Malatyaspor ve Sergen Yalçın’ı bağlayıcı sözleridir.

Hikmet Hoca Yeni Malatyaspor için şöyle konuşmuş: “Bu takım ligin ilk yarısında 24 puan nasıl almış, buna şaşırdım! Saha içinde oyun disiplini yok! Sergen Hoca ile konuştum. İnanılmaz şanslıydık. Şansına maçları kazandık. 24 puan yapmamız mümkün değildi dedi”.

Ağızdan çıkan söz tüpten çıkan diş macununa benzer bir bakıma. Söz geriye alınmaz, macun da artık tüpe sığmaz. Konuyu neresinden ele alacağız? Sergen Yalçın’ın her şeyi şansa bağlamasına mı yoksa Beşiktaş’ın yeni teknik direktörünün disipline önem vermemesine mi? Karaman’ın “Saha içinde oyun disiplini yok” demesi görevi devraldığı meslektaşına karşı işlenmiş etik bir kusur mudur?

Son yıllarda, lig devam ederken hoca değişiklikleri sırasında, giden hocaların arkasından hep iyi dilekler dile getirilirken Hikmet Karaman’ın söylediklerini gerçekçilikle mi yoksa “ağzından çıkanı kulağın duymaması” deyimiyle mi açıklayacağız?

Altını kurcaladıkça çeşitli anlamlar çıkartabilinecek sözler söylemek Hikmet Hoca için yeni değil. Hoca 2016-17 sezonunda Rizespor’un teknik direktörüdür. Sezonun son maçında Trabzonspor kendi evinde Bursaspor’a 2-1 yenilince Rizespor küme düşer. O maçtan sonra da Hikmet Karaman şöyle demişti: “Bu şehir bunu unutmaz!”.

10 Nisan 2020, Cuma 12:26
YAZININ DEVAMI

‘’Futbolda tünelin ucu göründü‘’

Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Nihat Özdemir’in Haziran ayının başını işaret etmesi gelişigüzel yapılmış bir saptama olmasa gerek. Yılların yöneticisi ve iş adamı Özdemir, Coronavirüs salgınının dünyanın başına bela olduğu günlerde bir tarih verebiliyorsa bunun bir dayanağı olması gerekir. Nitekim dünyanın üzerine karabulut gibi çöken belanın kontrol altına alınmaya başladığının belirtilerini futbol aracılığıyla görmeye başladık. Başta Bayern Münih olmak üzere Almanya Ligi takımlarının antrenmanlara başlaması haberi futbol günlerinin yaklaştığının göstergesidir kanımca.

Bir önceki yazımda ligler Haziran ayında başlarsa neler olacağına ilişkin bir giriş yapmıştım. Ligler Haziran ayında başlayacaksa öncesinde iki ya da üç haftalık bir antrenman dönemi yaratılmalıdır. Bu dönem futbolcuların eski fiziksel gücüne ulaşması için yeterli değil. Hatta kuvvet çalışmaları bile en alt düzeyde yapılmalıdır. Daha çok top ile çalışmalara ve takım oyununu yeniden pekiştirme amaçlı olmalıdır. Topla yapılan antrenmanlar da eksilen kuvvetin bir kısmının yerine gelmesini sağlayabilir.

Bu kısa hazırlık döneminden sonra teknik adamların dikkat etmesi gereken bazı unsurlar vardır. En başta oyuncuların sezon ortasındaki formundan epey uzaklaştıklarını göz önüne almalılar. Prese dayalı, tempolu oyun yerine daha düşük tempolu bir mücadele planlanmalıdır. Eğer üst düzey futbol beklenirse yorgunluk yüzünden sakatlıklar ve psikolojik nedenlerle kart görme olasılığı artar.

İşin psikolojik yönü ise teknik adam motivasyonunun boyutlarını aşabilir. Zamanında Fatih Terim, Acar Baltaş’tan destek istemişti. Şu günlerde bütün takımların oyuncularına psikolojik destek vermesi için konunun uzmanlarından destek alması kaçınılmazdır.

Özellikle şampiyonluğa oynayan takımları pas oyunu yerine direkt futbola ve çabuk sonuca gitmek gibi taktikler geliştirmelidirler. Futbola verilen olası 2,5 aylık aradan sonra şampiyonluğa oynayan takımların işi daha da zorlaşacak. Eğer genel bir performans düşüklüğü söz konusu ise alt sıralarda oynayan takımların işleri daha kolay olacaktır. Çünkü bu takımlar rakiplerini bozmak amaçlı mücadele edecekler. Bozmak yapmaktan daha kolaydır.

Bu etkenler teknik adamları analitik düşünce etrafında birleştirmek durumundadır. Çünkü bugüne kadar futbolda böyle bir dönem yaşanmadı. Takımları oluşturan teknik kadroların ve futbolcuların, müsabaka döneminde lige ara verilmesi gibi bir kültürleri yok. Bu dönemde teknik adamlar her alandan bilgi ve desteğe açık olmalılar. Bu sıra dışı dönemden en az hasarla çıkılmalıdır. Çünkü çok kısa bir süre sonra asıl lig dönemi başlayacak

08 Nisan 2020, Çarşamba 15:54
YAZININ DEVAMI