Arama

Popüler aramalar

‘’Haziran'da lig başlarsa neler olur?‘’

Coronavirüs belasından kurtulmak için verilen mücadele içine sığdırılan olumsuzluğa karşın, Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Nihat Özdemir’in açıklamasını, futbol günlerinin geri gelmesi anlamında bir umut olarak nitelemekteyim. Virüs ne denli tehlikeli ve bulaşıcı olursa olsun insanlığın Haziran ayına kadar bu belanın üstesinden geleceğini düşünüyorum. Bu inancımın nedeni insanlığa olan güvenimdir. Eğer beş ayda bu salgının üstesinden gelemeyeceksek Rönesans ile başlayan insanlığın 500 yıllık bilimsel devrim sonucu birikiminin ve bu devrimin sağladığı teknolojik kültürün sorgulanması gerekecektir.

Varsayalım ki Nihat Özdemir’in açıkladığı tarih yani Haziran ayının başında, liglerin kaldığı yerden devamı için koşullar uygun olsun. Sözgelimi 5 Haziran Cuma günü direkt olarak maçlara mı başlanacak? Bunun öncesinde antrenman dönemi olmayacak mı? Normal koşullarda UEFA yönetmeliklerine göre üye ülkelerde 31 Mayıs’a kadar futbol faaliyetleri biter, bu tarih sözleşmelerin de bitim günüdür.

31 Mayıs’ta sözleşmeler biteceğine göre yabancı oyuncuları nasıl oynatacaksınız? Bunun yolları vardır ve UEFA yeni bir düzenlemeye gitmek zorundadır. Çünkü koşullar olağanüstüdür ve 15 Mart’tan itibaren oyuncular kulüplere maç yapma anlamında borçludurlar. Bunlar yeni bir düzenlemeyle yoluna konulur. Oyuncuların büyük çoğunluğu da karşı çıkmaz.

Asıl önemli olan maçlar başlamadan önce futbolcuların oyun koşullarına nasıl hazırlanacağıdır. Her takımın teknik direktörü ve kondisyonerleri futbolcularına bireysel antrenman programı verdiler. Oyuncular ne denli profesyonel olsalar da, tek başlarına gerekli yoğunlukta antrenman yapmayacakları herkes tarafından bilinir. Normal koşullarda teknik direktörün olmadığı bir takım antrenmanında, futbolcular yardımcıların direktiflerine yeterince uymadıklarını da biliriz. Peki, evde tek başına yapılan antrenmanın kalitesi ne kadar olabilir?

Eskiden beri bilmekteyiz ki profesyonel bir sporcu bir hafta antrenmanlara ara verince adale kuvvetinin yüzde 25’ini kaybeder. 2,5 ay ara verildikten sonra bu kuvvetin ne kadarı kalır? Evdeki bireysel antrenmanlarla kuvvetin bir miktarı korunabilir ancak şampiyonluk ve düşme-kalma mücadelelerinin kıyasıya geçeceği bir dönemde kuvvet eksikliği nelere yol açar? Kuvvet eksikliğine karşı teknik adamlar nasıl bir strateji izlemeli? Bilgili ve bilgiyi kullanabilen teknik adamların daha başarılı olacağı bir döneme mi giriyoruz? Bu soruların yanıtını da gelecek yazıda bulmaya çalışacağız…

06 Nisan 2020, Pazartesi 13:47
YAZININ DEVAMI

‘’Coranavirüs günlerinde ne yapmalı?‘’

Yaşanılan olağanüstü durumun bir ay kadar olduğu şu günlerde bireysel, toplumsal ve yönetimsel anlamda ne gibi önlemler alınacağı konusunda halkımızın genelinin sorumlu davrandığı söylenebilir. Ancak bireylerin ve yönetici konumunda olanların temizlik ve evde kalmanın dışında da bazı sorumluluk ve alışkanlıklarının olması gerektiğini düşünmekteyim.

Coronavirüs salgını bir kez daha gösterdi ki, sadece olağanüstü durumlarda değil normal koşullarda da birtakım yaşamsal alışkanlıklar edinmeliyiz. Bunların başında temizlik, dengeli beslenme ve eksersiz yapmayı alışkanlık haline getirmektir.

Bu alışkanlıkları edinmek neye benzer, şöyle özetleyebilirim: Yeri geldiğinde kişisel zevklerden arınma, insanların sahip oldukları özel mülkleri için ödedikleri sigorta primine benzer. Görünürde sigorta primi ödemenin size bir getirisi yoktur. Uzun vadede böyle düşünürsünüz. Ancak, eğer herhangi bir felaketle, söz gelimi yangın ile karşılaşırsanız ödemiş olduğunuz primler sizi enkazdan kurtaracaktır. Bağışıklık sistemini güçlendirmek için kendinize yapacağınız yatırım da, kısa vadede anlamsız görünebilir ama böylesi salgınlarda sizi kurtaracaktır.

İnsanlar kriz ya da salgın günlerinde bilimsel düşünmeyi bir kenara koyup duygu ve içgüdüleri doğrultusunda hareket etmeye eğilimlidirler. Bu nedenle, böylesi salgın anlarında asıl görev yönetici pozisyonunda olanlara düşer. Unutmamak gerekir ki, zamanında üstlenilen ortalama çözümler ya da görevler, çok geç verilmiş mükemmel kararlardan çok daha iyidir.

Olağanüstü durumlarda, kararın ne zaman verildiğindense, hangi kararın verilmesi gerektiği daha önemlidir. Yönetenlerin hata yaptıklarında oluşan hasar, doğru sonuçlar aldıklarında yarattıkları yarardan daha büyüktür. Onun için ihtiyatlı olmak ve önlem almak doğru tutumdur, bilgeliğin kaynağı sınırların farkında olmaktır. Bu bağlamda futbolumuzun geleceği için yazılan senaryolara çok da kulak asmadan hangi kararın verilmesi gerektiği üzerine yoğunlaşmak gerekmektedir.

Coronavirüs günlerinde konuşan uzmanların tamamına yakınının görüşleri, bu salgından korkuya kapılmamak gerektiği üzerineydi. Unutmamak gerekir ki, bugün ulaştığımız modern yaşamda salgın hastalıktan ölen insan sayısı yaşlılıktan ölenlerden, kıtlık ve yoksulluktan ölenlerin sayısı aşırı kilodan ölenlerden ve zorbalıktan ölenlerin sayısı trafik kazalarında ölenlerde daha azdır. Tehlikenin farkında olmalı ama bunları da akılda tutmalıyız…

30 Mart 2020, Pazartesi 15:23
YAZININ DEVAMI

‘’Coronavirüs günlerinde Fenerbahçe‘’

Modanın sosyal bir gerçeklik olduğunu ve insanı etkileme gücünü öğrendiğimde delikanlılık günlerine yeni adım atmaktaydım. Dünyayı ve ülkemizi etkisi altına alan corona virüsü güncelliğini sürdürürken, spor yazılarında bile ondan söz etmek, Kolombiyalı efsane yazar Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Gülerinde Aşk” adlı romanından esinlenmek de yeni moda bir akım oldu. Coronavirüs günlerinde Fenerbahçe’ye teknik direktör bulmak virüs kadar hızlı olmasa da, spor sayfalarının gündeminde moda kadar etkili oldu.

Marquez, küçük bir Latin Amerika ülkesinde kendi zorbalığının kapanına kısılıp ölmekte olan bir diktatörün ölüme doğru yolculuğnu “Başkan Babamızın Son Günleri” adıyla romanlaştırdı. Bir gün birileri çıkıp Fenerbahçe başkanı Ali Koç’un, baharın bitip yazın başladığı günlerde yapılan seçimle iktidara gelişini ve korona günlerine gelinceye değin yaptığı hatalarını konu edinen bir kitap yazar mı bilemem.

Ali Koç’un 2018 yaz başlangıcında başkan seçildiği gün yaptığı teşekkür konuşması ne denli güzel ve anlamlıysa, korona günlerine gelinceye kadar yaptığı işler de o kadar karmaşık ve hatalıdır. Phillip Cocu’nun arkasında durmadı, Damien Comolli baştan yanlıştı, Ersun Yanal ise kendi karşı çıktığı halde esen rüzgara kapılıp katmerli yanlışa düşmenin tipik bir örneğiydi.

Yanal epey bir süredir teknik direktörlük işini ikinci plana ittiği için yanlıştı. Ersun Yanal sürekli ”Fenerbahçe şampiyon olacak” diyerek meslek etiğinden ne kadar uzaklaştığını kanıtlasa da, Fenerbahçe’nin işi teknik direktörle giderilecek gibi de değil, sorun sabır ve devamlılıktadır.

Korona günlerinde Fenerbahçe için yeni bir çözüm yolu dillerden düşmüyor; Hüseyin Eroğlu… Hocanın Altınordu’da yetiştirdiği gençler, yaptıkları gündemde tutuluyor. Altınordu genç oyuncuların yetişip takıma kazandırılması için sistemini kuralı yıllar oldu. O sistem bir fabrika gibi çalışıp ürettikleri ile hem 3.Lig’den 1.Lig’e çıktılar hem de büyük takımlara oyuncu yetiştirdiler. Fenerbahçe’nin Altınordu olabilmesi mümkün müdür, o sabrı ve devamlılığı gösterecek yönetim anlayışı var mıdır?

Fenerbahçe’nin, Türkiye Ligi başlayalı beri hiç üç yıl üst üste şampiyonluğu yoktur. Galatasaray’ın, Beşiktaş’ın, Trabzonspor’un var. Hatta Galatasaray’ın dört yıl üst üste şampiyonluğuna ek olarak aynı dönemde Avrupa Kupası şampiyonluğu da var. Bu başarıların hepsi uzun vadeli yatırımlarla edinildi. Basit bir örnek gibi gelse de, Fenerbahçe, sabır ve devamlılık arasındaki bağlantıyı göz önüne sermek anlamında dikkate değer.

Konuyu defalarca yazdım. Yeri gelmişken yinelemekte yarar var. 1984 yılında Fenerbahçe PAF takımının hocasıydım. Bir gün Kulüp Müdürü Serkan Acar beni arayıp Başkan Fikret Arıcan’ın görüşmek istediğini söyledi. Kalamış’taki kulüp binasındaki görüşmemizde Arıcan bana şunları söyledi: “Biz senin çalışmalarından memnunuz. Ciddi bir adamsın. Seni buradan emekli ederiz. Ama kendini çok yıpratma. Biz transfer yapmak zorundayız”. Bu sözler üzerine 10. ayımda istifamı verip kulüpten ayrıldım. Yetiştirdiklerime sahip çıkılmayacaksa orada durmamın bir anlamı yok diye düşünmüştüm.

Bugünkü koşullarda bir çocuğa en az 10 yıl emek verirseniz ele avuca gelecek bir oyuncu olur. Bu on yılın sonucunda da profesyonel takımda oynatmak şarttır. Yetişmiş ve oynamaya hazır bir genç futbolcu olan Ferdi Kadıoğlu’na hedefsiz kalmış bir takımda bile yer bulamıyorsanız, takımın başına, altına ya da üstüne 10 Hüseyin Eroğlu getirseniz ne yazar?

23 Mart 2020, Pazartesi 20:18
YAZININ DEVAMI

‘’“Sergen'in eli”‘’

Dünya felaket niteliğindeki bir sağlık sorunuyla uğraşırken, neden oynatıldığı tartışılan ve üzerinde daha da çok konuşulacak olan Galatasaray-Beşiktaş derbisinden sonra Fatih Terim’de “Sergen’in eli” üzerine birkaç cümle söyledi. Medyadaki birçok insanın Beşiktaş teknik direktörü için “Sergen” demekle yetinmesinin anlamı üzerine daha önceki bir yazımda değinmiştim. Ancak Fatih Terim’in “Sergen” demesinin kimseye dokunacağını sanmıyorum. Çünkü insan Fatih Terim olunca birçok şeyi söylemeye hakkı oluyor. Hatta “şampiyonu belirleyin, oynamayalım” demeye bile…

Türkiye’nin futbolda en çok şampiyonluk kazanan hocasının söyleminin altında bir çelişki yok değil. Ancak aynı sözleri Sergen Yalçın söyleseydi toplumda daha farklı yansımaları olurdu kuşkusuz. Çünkü “Sergen’in eli” henüz herhangi bir başarıya dokunmamıştır.

Popüler kültürün temsilcileri Sergen Yalçın’ın yarattığı farktan sürekli söz ediyorlar ve Yalçın’ın takımın başına getirilmesinin doğru bir karar olduğu üzerine de gereğinden fazla yorum yapıyorlar. Futbolu eski, geleneksel yöntemlerle yorumlayanların göz ardı ettikleri gerçek ise şudur: Sadece futbolda değil hayatın her alanında, olayların arkasındaki bilinmezler bilimsel gerçek sayesinde çözülüp yaşamımıza bir değer olarak katılıyor.

Futbol takımlarında yapılan teknik adam değişikliklerinin mutlaka başarı getireceğine ilişkin bir inanç var. Ama bu inancın bilimsel hiçbir değeri yoktur. Tersine teknik adam değiştirmenin başarı anlamında sanıldığından çok daha az etkisi vardır. Olayı somutlaştırmak için çok bilinen bir örnek vermek isterim

Chelsea’inin sahibi Abramoviç takımın başına Porto’nun başarılı teknik direktörü Villas-Boas’ı getirmek için Porto’ya tam 13 milyon Sterlin ödeme yapmıştı. Ne var ki genç hoca başarılı olamadı. Görünürde takım öyle bir hale geldi ki, Villas-Boas’ın takımdan ayrılması onun için bir lütuf oldu. Yerine yardımcısı Di Matteo geldi. Chelsea Napoli’yi Stamford Bridge’de 4-1 yenerek Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna giden yolculuğuna başlamıştı.

Ne var ki, istatistikler kimin başarılı olduğuna ilişkin net sonuçlar veriyordu. Villas-Boas Chelsea’nın başında çıktığı 27 karşılaşmada ortalama 1.70 puan almıştı. Di Matteo ise 11 maçta 1.64 ortalamasını yakalamıştı. Bu noktada bilim adamları teknik adam değişikliğinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu söylemektedirler. Di Matteo’nun görünen başarısı ligi bırakıp sadece Şampiyonlar Ligi’ne odaklanması ile ilişkili olabilir.

Abdullah Avcı, Cüneyt Çakır ve VAR hakemlerinin ortak hataları sonucu Fenerbahçe maçını kaybetti ve hemen arkasından da Erzurumspor’a kupadan elenince ayrılmak zorunda kaldı. O zor eşiği atlatabilse belki de Beşiktaş’ta hoca değişikliği olmayacaktı. Sergen Yalçın sadece lig oynuyor ve gelecek sezon takımın hedefsiz kalmaması için uğraşıyor. Galatasaray’ın çıkışı da Şampiyonlar Ligi ve kupadan elenmesiyle başladı gibi. Bu çıkış başlamadan önce Fatih Terim’in bile yazgısı tartışma konusuydu.

Villas-Boas’ın bozduklarını Di Matteo’nun düzeltmesi ve Abramoviç’in keyfinin yerine gelmesi ne yazık ki kimine tatsız gelebilecek bir hipotezle boşa çıkartılıyor. Teknik direktörü kovmak takım performansını artırmıyor. Takımlar sadece kendi ortalamalarına geri dönüyorlar.

Çok az karşılaşılacak sıra dışı olumsuzlukları bir yana bırakacak olursak, teknik direktörünün görevine son vermeyen takımların da, hocasını gönderen takımlar kadar performansı yükseliyor. Oyuncuların yükselmekte olan performansı ürününü vermeye başlayıp şutlar da kaleye girince her şey eski haline geri dönüyor bu da “Sergen’in eli” olarak algılanıyor. Teknik direktör göndermenin takımların derdine derman olduğu konusunda elimizde hiçbir bilimsel veri yoktur. Bu bir yanılsama hatta oldukça pahalı bir yanılsamadır…

17 Mart 2020, Salı 13:05
YAZININ DEVAMI

‘’Şampiyonlukta aslan payı kimindir?‘’

Çoğu yöneticinin düşündüğü ve uygulamaya çalıştığı gibi, futbolu bir süper yıldızlar oyunu olarak düşünmek işin kolay yoludur. Real Madrid’in başkanı Florentino Perez’de böyle düşünüp, takımı süper yıldızlarla doldurduktan sonra hayal kırıklığı yaşamıştı. Ancak daha sonra birkaç yıldızı elde tutarak altyapıdan alınan gençlerle Real İspanya Ligi’ni ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanmıştı.

Buradan çıkan ana tema bir futbol takımı yıldızlar topluluğu olarak yola çıkıp bu yıldızların kendilerini her şeyin üstünde görerek mücadelenin içinde olmaktansa, takımın yardımcı oyuncularının gelişimine olanak tanımak daha büyük başarıların kazanılmasına neden olunmasıdır.

Nasıl ki bir makinenin hatta bir uzay mekiğinin tek bir bozuk parçası milyonlarca dolara mal oluyorsa futbolda da benzer bir durumla karşılaşmak olasıdır. Bu nedenle eğer futbolda başarılı olmak isteniyorsa süper yıldızların değil, onların arkasındaki yardımcı konumundaki futbolcuların gelişimi önemlidir.

Son günlerde Galatasaray’ın on puan geriden gelip zirve yarışına nasıl ortak olduğu konusunda farklı düşünceler ortaya konulmaya çalışılıyor. Bu düşüncelerin içinden öne çıkan ise Falcao’nun son yedi maçta sekiz gol atması. Kanımca bu anlayış bizi yanlış bir yere götürür. Falcao’nun süper bir yıldız olduğu su götürmez. Bu kadar golü hatta daha fazlasını her zaman atabilecek bir yıldız.

Ne var ki, Galatasaray’ı yarışın önemli bir noktasına getiren Falcao’nun attığı goller değil başta Ömer Bayram olmak üzere Emre Akbaba ve Kolombiyalı yıldızın yardımcısı olarak takımda bulunan Adem Büyük’ün genel gidişata katkılarıdır.

Galatasaray’ın sekiz maç üst üste kazanmasını kolay rakiplere bağlamak hem bu kolay denilen takımlara karşı saygı ölçülerini zorlar hem de Galatasaray’da çıkışın öncüsü olan futbolcuların emeğini görmezden gelmek anlamını taşır. Ligimizde kolay takımlar varsa Fenerbahçe ve Beşiktaş neden o kolay takımları yenip zirvede yer bulamadı. Tersine bu iki büyük de kolay denilen takımlara kaybettikleri için bugünkü yerlerindedir.

Yöneticilerimiz ve teknik adamlarımız şunu bilmelidir: Futbolun izlenmesi, tribünlere seyirci çekmek ve ürün pazarlama yolu ile ekonomik getiri için birkaç yıldız oyuncuya kimsenin itirazı olmaz. Ancak futbola bakış açımızı asıl değiştirecek olan bu yıldız oyuncuların arkasındaki futbolcuların gelişimine yatırım yapmaktır. Bu yaklaşım futbola olan bakışımız, kulüplerin nasıl kurumsallaşacağı, sahada ki oyuncuların nasıl yönetileceği konusunda büyük bir etkiye sahiptir.

Süper yıldızlar forma sattırırlar, tribünleri doldurturlar ancak maçları ve şampiyonlukları kimin kazanacağını belirlemezler. Bu şeref daha çok, çoğu izleyicinin dikkatinden kaçan, takımın gol yemesini engelleyen ikinci plan unsurlara aittir. Günümüz futbolunun bu yönde evrim geçirdiğine dikkat etmek gerekir.

10 Mart 2020, Salı 12:57
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray neyi kanıtlıyor?‘’

Bizim kuşak en iyi savunmanın hücum olduğu sloganı ile büyüdü. Bu anlayış bugünde çok değişmiş değil. Dünyanın en iyi ligi olarak kabul edilen İngiltere Ligi’ndeki hiçbir takımda kaleci kökenli teknik adam yok. 20 takımın hocaları arasında sadece beşi eskiden savunmada görev yapan oyuncular.

Oysa futbolun evrimine bakıldığında forvetten savunmaya doğru bir dönüşüm görülmekte. Epey bir zamandır Avrupa futbolunda söz sahibi olan Barcelona santrforsuz oynamaktadır. İyi hücum tıpkı iyi savunma yapmak gibi, bir takımın alacağı yenilgi sayısını azaltıyor ama defans da takımların neden maç kaybettiklerine ilişkin daha güçlü bir istatistiksel açıklama sunuyor.

Opta’nın verilerine göre fazladan on gol atmak bir İngiltere Ligi takımının sezon başına muhtemel yenilgi sayısını 1.76 azaltmış; on gol daha az yemek ise 2.35 maç daha az kaybetmeyi sağlamış. Bu yüzden mağlup olmamak söz konusu olduğunda takımların yemediği goller attığı gollere kıyasla yüzde 33 daha değerli olmuş. Bunlar bize “hücum futbolu” savunucularının fena halde yanıldıklarını göstermektedir. Mayıs ayında puan sıralamasının en üstünde olmak için hücum ve savunma arasında bir denge tutturmak en iyisi. Ancak hangisi daha önemli sorusuna yanıt bulmak istiyorsanız, iyi bir savunma hattınız varsa, santrforlarınızın kaç gol attığına bakmaksızın şampiyon olma ihtimalinizin arttığı gerçeğini görebilmelisiniz.

Şampiyonluklar kazanmada ve kümede kalmada belirleyici etkenin fazla gol atmaktansa az gol yemek olduğu halde golcülere neden daha fazla saygı gösterilir? Bunun nedeni psikolojiktir ve insanların somut olarak gerçekleşen olaylara daha fazla ilgi duymasıyla bağlantılıdır. Futbol oldum olası gol atmayı kazanmayla ya da kazanmayı gol atmayla özdeşleştirmiş bir spordur. Bu nedenle topu ağlara göndermek anında mutluluk ya da zevk demek; birinin gol atmasını engellemek ise insanı duyduğu zevkten mahrum bırakmak…

Futbola ilişkin tüm olumlu düşünceler hücumla özdeş; savunma ise doğası gereği olumsuz ve baskılayıcı. Bu bağlamda insanlar olayları olduğu gibi değil görmek istedikleri gibi görmeğe eğilimli olduklarından hücumun ve hücumcuların daha fazla saygı görmesi kaçınılmaz olsa da, kazanmanın anahtarının savunmacıların elinde olduğu gerçeği de somut verilerle karşımızda durmaktadır. Hücuma atfedilen değer bir yanılsamadır, ama savunmanın kazandırdıkları somut bir gerçektir. Galatasaray’ın son yıllarda kanıtladığı da işte bu gerçektir. Puan cetvelindeki sayılara bakıldığında bu gerçeğin ete kemiğe büründüğünü görebiliriz. Ancak futbolun herkesi yanıltabileceği gerçeğini de unutmamalıyız.

Neredeyse Beşiktaş kadar gol atmış olan Yeni Malatyaspor attığı kadar yediği için küme düşme endişesi yaşamaktadır. Galatasaray ligin en az gol yiyen takımı olduğundan dolayı şampiyonluğun en güçlü adayıdır. Fenerbahçe, Galatasaray’dan daha fazla gol attığı halde, yedikleri yüzünden ligin bitimine on hafta kala şampiyonluktan kopmuştur. Dolayısıyla futbolda başarıyı atılan goller değil yenmeyen goller belirlemektedir.

04 Mart 2020, Çarşamba 15:34
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray neyi kanıtlıyor?‘’

Bizim kuşak en iyi savunmanın hücum olduğu sloganı ile büyüdü. Bu anlayış bugünde çok değişmiş değil. Dünyanın en iyi ligi olarak kabul edilen İngiltere Ligi’ndeki hiçbir takımda kaleci kökenli teknik adam yok. 20 takımın hocaları arasında sadece beşi eskiden savunmada görev yapan oyuncular.

Oysa futbolun evrimine bakıldığında forvetten savunmaya doğru bir dönüşüm görülmekte. Epey bir zamandır Avrupa futbolunda söz sahibi olan Barcelona santrforsuz oynamaktadır. İyi hücum tıpkı iyi savunma yapmak gibi, bir takımın alacağı yenilgi sayısını azaltıyor ama defans da takımların neden maç kaybettiklerine ilişkin daha güçlü bir istatistiksel açıklama sunuyor.

Opta’nın verilerine göre fazladan on gol atmak bir İngiltere Ligi takımının sezon başına muhtemel yenilgi sayısını 1.76 azaltmış; on gol daha az yemek ise 2.35 maç daha az kaybetmeyi sağlamış. Bu yüzden mağlup olmamak söz konusu olduğunda takımların yemediği goller attığı gollere kıyasla yüzde 33 daha değerli olmuş. Bunlar bize “hücum futbolu” savunucularının fena halde yanıldıklarını göstermektedir. Mayıs ayında puan sıralamasının en üstünde olmak için hücum ve savunma arasında bir denge tutturmak en iyisi. Ancak hangisi daha önemli sorusuna yanıt bulmak istiyorsanız, iyi bir savunma hattınız varsa, santrforlarınızın kaç gol attığına bakmaksızın şampiyon olma ihtimalinizin arttığı gerçeğini görebilmelisiniz.

Şampiyonluklar kazanmada ve kümede kalmada belirleyici etkenin fazla gol atmaktansa az gol yemek olduğu halde golcülere neden daha fazla saygı gösterilir? Bunun nedeni psikolojiktir ve insanların somut olarak gerçekleşen olaylara daha fazla ilgi duymasıyla bağlantılıdır. Futbol oldum olası gol atmayı kazanmayla ya da kazanmayı gol atmayla özdeşleştirmiş bir spordur. Bu nedenle topu ağlara göndermek anında mutluluk ya da zevk demek; birinin gol atmasını engellemek ise insanı duyduğu zevkten mahrum bırakmak…

Futbola ilişkin tüm olumlu düşünceler hücumla özdeş; savunma ise doğası gereği olumsuz ve baskılayıcı. Bu bağlamda insanlar olayları olduğu gibi değil görmek istedikleri gibi görmeğe eğilimli olduklarından hücumun ve hücumcuların daha fazla saygı görmesi kaçınılmaz olsa da, kazanmanın anahtarının savunmacıların elinde olduğu gerçeği de somut verilerle karşımızda durmaktadır. Hücuma atfedilen değer bir yanılsamadır, ama savunmanın kazandırdıkları somut bir gerçektir. Galatasaray’ın son yıllarda kanıtladığı da işte bu gerçektir. Puan cetvelindeki sayılara bakıldığında bu gerçeğin ete kemiğe büründüğünü görebiliriz. Ancak futbolun herkesi yanıltabileceği gerçeğini de unutmamalıyız.

Neredeyse Beşiktaş kadar gol atmış olan Yeni Malatyaspor attığı kadar yediği için küme düşme endişesi yaşamaktadır. Galatasaray ligin en az gol yiyen takımı olduğundan dolayı şampiyonluğun en güçlü adayıdır. Fenerbahçe, Galatasaray’dan daha fazla gol attığı halde, yedikleri yüzünden ligin bitimine on hafta kala şampiyonluktan kopmuştur. Dolayısıyla futbolda başarıyı atılan goller değil yenmeyen goller belirlemektedir.

04 Mart 2020, Çarşamba 12:18
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray'ın Fenerbahçe'yi yenme ihtimali…‘’

Futbolun pratisyenleri olarak bilinen teknik direktörlerin büyük çoğunluğu futbolun bilim olmadığını savunsalar da, son yıllarda salt spor bilimciler değil, sporun dışında kalan disiplinler de futbolun bilimsel yanı ile uğraşıp katkı yapmaya çalışıyorlar.

Elbette ki bilimin yasları, son parçanın yerleştirilmesini bekleyen bir yapboz değildir. Bunlar, insanoğlunun deneyimin süzgecinden geçirerek oluşturduğu yasalaradır ve değişmez şeyler değildir. Genetik koddan tutunda Einstein’in görelilik yasasına değin tüm bilimsel başarılar el becerisi ve aklın eseridir, ancak son söz değildir. İnsanlık var oldukça da, son sözler hiç olmayacaktır. Bilimin kendini eleştirme ve gerektiğinde yanlışlama özelliği oldukça hiçbir zaman son söz söylenmeyecektir.

1980’li yılların başında Cumhuriyet gazetesinde yazdığım günlerde, oynanan maçlara ilişkin yüzeysel istatistiki bilgiler tutardık. Köşe vuruşu, kenar ortalar, kaleye çekilen şutlar gibi… Bugün istatiksel veriler futbolun içine öylesine yoğun bir şekilde girdi ki, sayıların dilini kullanmadan yorum yapmak yavan kalıyor.

İstatistik bilimi der ki “Bir şeyi yeterince uzun süre yaparsan, mümkün olan her sonuç ortaya çıkacaktır.” Bu gerçek sadece matematiksel hesaplar için değil futbol için de geçerlidir. Örneğin üst üste sekiz defa yazı tura atarsanız paranın hep tura gelme olasılığı çok azdır. Yani 225 de birdir. Ancak parayı binlerce kez atarsanız bu binlerin içindeki bir bölümde üst üste sekiz tura gelmesi muhtemeldir ve yüksek bir olasılıktır.

Futbol takımlarının karşılaşmalarını ele aldığımızda da benzer durumları görürüz. Örneğin geçen hafta sonu oynanan Fenerbahçe-Galatasaray karşılaşması... Kadıköy’de 20 maçtır Galatasaray, Fenerbahçe’yi yenemiyordu. Bu istatistiğe göre Galatasaray’ın işi zordu. Genel kanı böyleydi. Hatta Galatasaray’ın futbolcu kalitesi olarak açık ara önde olmasına karşın psikolojik faktörler öne çıkartılarak Galatasaray’ın kaybedeceği düşünülüyordu.

Futbolda kısa süre(örneğin birkaç yıl) içerisinde yapılan karşılaşmalarda farklı ve değişik sonuçlar ortaya çıkma ihtimali azdır. Ancak zaman ilerledikçe kimsenin beklemediği sonuçlara tanık oluruz. 100 yılı aşkın bir süredir birbirleriyle rekabet eden iki takımın bu süre içerisinde farklı sonuçlar da yaşanır, üst üste galibiyetler ve yenilmezliklerde. Aynı yazı tura örneğinde olduğu gibi...

Söz gelimi 2005 yılında İstanbul’da oynanan Şampiyonlar Ligi Finali. 3-0 geriye düşen Liverpool ikinci yarının altı dakikasında skoru beraberliğe getirdi. Bu durum Liverpool tarihinde ilkti. Ancak yine yazı tura örneğinde olduğu gibi, 150 yıla yaklaşan Liverpool tarihinde maçların sayısı çoğaldıkça yani denemelerin sayısı arttıkça böyle sonuçların ortaya çıkma olasılığı da artıyor. Önümüzdeki yıllarda Galatasaray’ın Kadıköy’de Fenerbahçe’yi üst üste yenme olasılığı da az bir ihtimal değildir…

26 Şubat 2020, Çarşamba 12:49
YAZININ DEVAMI