‘’Normale dönüş sürecinde önemli bir konu…‘’
Değerli dostlar, evlerimize kapandığımız günlerin başlangıcından beri, yaklaşık 2,5 aydır futbol tarihinin önemli olaylarını sizlerle paylaşmaya çalıştım. Bu zorlu geçiş döneminde okumak, bilgilerimizi yenilemek anlamında elimden geldiğince yazmaya çalıştım. Artık işin sonuna doğru yaklaştık. Hafta sonu futbol günlerimiz başlayacak. Bundan sonra güncel futbol, spor yazılarıyla yine birlikte olacağız. Ancak uzmanlık alanım olmadığı halde kimyacıların affına sığınarak bir önemli konuyu sizlerle paylaşmak istiyorum. Eminim ki, 40 yıllık bir akademisyenin bu satırlarını uzman dostlarımız da hoş göreceklerdir.
Coranavirüs günlerinin başlangıcında uzmanlarımız el yıkama ve yaşadığımız kapalı alanları sık sık havalandırma konusunda bizleri sürekli uyardılar. Ancak havalandırmanın ne denli önemli olduğunu içselleştirebildik mi, tam emin değilim. Uyarmak istediğim nokta da budur.
Bilindiği gibi uranyum, doğadaki tüm taşlarda ve toprakta; bunlardan elde edilen tuğla, çimento ve sıvada az miktarda olsa da bulunan bir elementtir. Genelde nükleer reaktör yakıtı olarak tanınır, ancak onu bu amaç için yararlı kılan özelliklerinin yanı sıra, doğal olarak radyoaktif bir malzemedir. Yüksek hızda hareket eden radyasyon parçacıkları saçarak, bazı diğer elementlere dönüşür. Uranyumun bozonum zincirlerinin bir parçası da radondur. Radon gaz olması nedeniyle topraktan sızarak havaya karışır. Uranyum her yerde olduğuna göre, radon atomları havada uçuşmakta ve herkes tarafından solunmaktadır.
Radon gaz olduğundan solunum yoluyla büyük kısmını dışarı atarız ancak yeterince havalandırılmayan kapalı ortamlarda bu gazın az bir miktarı da olsa solunum yollarına yapışıp sağlığımızı olumsuz etkileyebilir. Radon gazı yeterince havalandırılmayan evlerimizde hepimiz için bir tehlikedir. Evlerin içinde hapsolmak nedeniyle kapalı yerlerdeki radon seviyeleri, açık alanlara göre birkaç kat daha yüksektir. Bu durumda, yakıt tasarrufu için, havanın evlere giriş-çıkışını engellemenin radon düzeyini yükselttiğini bilmemiz gerekiyor. Yapılan bilimsel araştırmalar radyasyon etkilenimi açısından yakıt tasarrufu amaçlı evlerimizi havalandırmamanın verdiği zararlar nükleer güçten çok daha fazla ve tehlikelidir.
Amacım şu zorlu günlerde kimsenin gözünü korkutmak değildir. Ancak yapılan bilimsel araştırmalar, yakıt tasarrufu için yeterince havalandırılmayan evlerden yılda birkaç bin ölüm olayı yaşanmaktadır. Öyleyse Coronavirüs günlerinde başlayan yaşadığımız kapalı alanları havalandırma işlemini bu günlere ait bir uygulama olarak görmemeliyiz, yaşam boyu alışkanlık haline getirmeliyiz.
Coronavirüs salgınına karşın bilmemiz gereken bir gerçek ise şudur: Özellikle bizler gibi yaşı kemale ermiş insanlar eskiye özlem duysa da bir sonraki her kuşak öncekine oranla daha uzun, daha sağlıklı ve daha mutlu bir hayat yaşar. Bunun nedeni de kuşkusuz, her yeni kuşağa atalarından yalnızca zararın değil yararın da miras kalmasıdır. Bizler coronavirüsün zararlarını görsek de, bizden sonraki kuşaklara bu tür belalardan daha az etkilenmenin bilgilerini bırakacağız. Evrimin daima daha iyiye ve güzele doğru işlediği mutluluğumuzun teminatıdır…
‘’Futbolda Almanya-Hollanda ilişkileri‘’
1950 Dünya Kupası’nı kendi evinde Uruguay’a yenilerek kaybeden Brezilyalıların yaşadığı büyük travmanın bir benzerini de Hollandalılar yaşamıştır. 1974 Dünya Kupası finaline fırtına gibi başlayıp oyunun 120. saniyesinde Hollanda Neeskens’in ayağından penaltıdan gol kazanıldığında topa ilk kez dokunan Alman kaleci Seep Maier olmuştu. Başlama vuruşunu yapan Hollandalılar 120 saniye boyunca öylesine hızlı paslaşmışlardı ki, Maier topu ağlardan çıkarınca meşin yuvarlağa ancak dokunabilmişti. Portakallar maçı kaybedince ülkede 1953 yılında yaşanan sel felaketi ve 2. Dünya Savaşı’nda yaşananların bir eşdeğerini hissetmişlerdi. 1974’ün travması bir türlü atlatılamamış bugün bile derinlerde bir yerde durmaktadır. Öyle ki, bu travmayı çok canlı bir acı, cezalandırılmamış bir suç gibi görenler bile var…
Hollanda hakem hatasıyla finallere katıldı
Altmışlı yılların başında başlayan Ajax altyapısının bir ödülü olması gereken 1974 finali, Almanlara kaybedilen maçtan sonra o yılın ağıtı olmuştu. Oysa Hollanda 1974 finalinin öncesindeki eleme maçlarında hiç de dünya futboluna damgasını vuracak bir takım görüntüsü vermemişti. Hatta neredeyse finallere katılamayacaktı.
Kasım 1973’de Amsterdam’daki olağanüstü çekişmeli rövanş maçında Belçika’nın santrforu Jan Verheyen oyunun son saniyelerinde serbest vuruştan bir gol atmıştı. Bu gol Hollanda’nın elenmesine yol açacakken Rus hakem Kazakov golü ofsayt gerekçesiyle iptal etti. Televizyondaki tekrar gösterimlerinde hepimizin izlediği bu nizami gol iptal edilince finale kadar giden o efsane takım ortaya çıktı. Futbol nasıl bir oyun ki, belki de yok olmak üzere olan bir takımı, futbol tarihinin en iyi iki milli takımından biri haline getirebiliyor sonuçta…
Finallerden önce Cruyff etkisi
Hollanda bir hakem hatası sonucu gruptan çıktıktan sonra, o takımın finale kadar gitmesinde yine bir “Cruyyf etkisi” görülmektedir. O günlerde Hollanda’nın en iyi kalecisi olarak görülen Jan van Beveren’in hafif bir sakatlığı vardı ama Cruyyf onu istemiyordu. Cruyff’un ısrarı üzerine teknik direktör Rinus Michels tercihini FC Amsterdam’ın deneyimli kalecisi Jan Jongbloed’den yana kullandı.
Bunu garip bir karar olarak görenler çoğunluktaydı. Çünkü Jongbloed otuz dört yaşındaydı ve milli formayı tek bir kez giymişti. O da 1962’de Danimarka’ya 4-1 kaybedilen maçtı. Ne var ki, Cruyff’un gerekçesi Hollanda’ya final yolunu açacaktı. Jonngbloed kurtarışlarının yanı sıra bir libero gibi oynayan futbol tarihindeki ilk kaleciydi. Hollanda’nın geriden oyun kurmaya dayalı pas oyunu için biçilmiş kaftandı.
Hazırlık maçında 2. Lig takımına yenildiler
1974 finallerinin başlamasından iki hafta önce Hollanda, Almanya ikinci liginden bir takıma hazırlık maçında 2-0 yenilince ülkede hep var olan herkesini birbirini eleştirme sistemi devreye girmişti. Ancak finallerle bir hafta varken Amsterdam’da yapılan Arjantin karşılaşması 4-1 kazanılınca tüm ülkenin keyfi yerine geldi. Bu keyif futbolculara olumlu bir şekilde yansıyınca Hollanda dünyayı keyiflendiren bir futbol ile finale kadar gitti ve finalin de kesin favorisi oldu.
Almanlar iki yıl önceki Avrupa Kupası’nın şampiyonuydular ama yine de finalin favorisinin Hollanda olduğu kabul ediliyordu. Ancak futbol dünyasının dikkate almadığı iki önemli unsur vardı. Birincisi Almanya’nın Franz Beckenbauer ve Gerd Müller gibi iki çok büyük oyuncuya sahip olmasıydı. İkincisi ise İsviçre’de yapılan 1954 Dünya Kupası’nın grup maçlarında Macaristan Almanya’yı 8-3 gibi ezici bir sonuçla yendiği halde, finalde Macarlar 2-0 öndeyken Almanya’nın 3-2 kazanmasıydı.
Beckenbauer’in hekeme sert çıkışı
Oyunun henüz 120. saniyesinde İngiliz hakem Taylor’un çaldığı penaltı düdüğünden sonra hiddetle üzerine giden Beckenbaur ona “sen İngilizsin” diyerek, Almanya aleyhtarlığı konusunda yönetimine anlam yüklemişti. Futbol tarihini yazanlar, Beckenbauer’in hakeme çıkışının ürününü 25 dakika sonra Holzenbein’in kendisini atması sonucu verilen penaltı ile aldığını yazarlar. Gerçekten de o karara televizyonlarının başındaki bizler bir yana bütün dünya otoriteleri şaşa kalmıştı.
En zor gol pozisyonlarını en basit şekilde gole dönüştüren Gerd Müller’in arkası kaleye dönük iken dönerek yaptığı vuruş tüm Hollanda savunmasını hipnotize etmiş gibi ağlarla buluşunca kupanın sahibi Almanya oldu. Müllerin attığı üçüncü gol ise nizami olduğu halde hakem Taylor tarafından iptal edildi. Müller iki dünya kupasında 14 gol atmıştır. Pele ise dört dünya kupasında 10 gol atabilmiştir.
Hamburg’da bisikletler geri alındı
1974 finalinden iki yıl sonra Düsseldorf’ta oynanan bir hazırlık maçında Hollanda Almanya’yı 2-1 yense de, Portakalların Almanya kompleksini en azından bastırmak için 12 yıl daha beklemesi gerekiyordu. 1974’ten önce Hollanda’nın en çok çekiştiği ülke Belçika’ydı. Kaybedilen o finalden önce Hollanda kendi halinde bir ülkeydi ve Belçika onların ezeli rakibiydi. 1974’te kaybedilen bir futbol maçının kökeni 2. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından işgal edilmeye kadar götürüldü.
Bu bağlamda 1988 Avrupa Kupası’nın yarı finalinde Hamburg’da Almanya ile oynanacak yarı final maçı sadece kaybedilen 1974’ün değil aynı zamanda 2. Dünya Savaşı’nın da rövanşı olarak algılandı. Maç 2-1 Hollanda tarafından kazanıldıktan sonra Amsterdam’ın Leidseplein Meydanı’nda toplanan halk bisikletlerini havaya fırlatarak “Bisikletlerimizi geri aldık” dediler. Hollanda 1988 Avrupa Şampiyonası finalinde Sovyet Rusya’yı 2-0 yenerek tarihinde ilk kez bir büyük turnuvayı kazandı. O maçta Van Basten’in attığı olağanüstü güzellikteki gol futbol tarihinin en iyilerinden biri kabul edildi. Sonraki dönemde Leidseplein Meydan’ının adı “Van Basten” olarak değiştirildi.
‘’Kramponlu Pisagor: Johan Cruyff(2)‘’
Altmışlı yılların başında Avrupa’da ortaya çıkan gençlik hareketlerinin Türkiye’ye yansımasının “Altmış sekiz Kuşağı”ında anlam bulduğu bilinmektedir. O yıllarda Amsterdam tam da gençlik hareketlerinin merkezi durumundaydı. Var olan yapıya karşı çıkan gençlik geleneklere boyun eğmiyor, aksine onlara meydan okuyordu.
Bu gelişmeler futbol alanlarında da bir liderin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Genç, put kırıcı ve değerlerinin tam karşılığını almak konusunda pervasız bir isim olan Cruyff o dönem serpilmekte olan Hollanda gençlik hareketinin ikonu haline geldi. Gazeteci Hubert Semeets, 1997’de Cruyff’un ellinci yaş gününde köşesinde şunları yazmıştı: “Cruyff hem bir sanatçı olduğunu fark eden ilk futbolcu hem de spor sanatını kolektif hale getirebilen ve buna istekli olan ilk isimdi.”
Lennon’ın futboldaki temsilcisiydi
Ajax’ın eski stadı De Meer’in paspasçısı olan annesinin yanında henüz beş yaşında top toplamakla işe başlayan Cruyff yoksulluk ve futbola olan tutkusu nedeniyle okulunu temel eğitim düzeyinde bıraktığından bilgi birikimiyle sağlanmış bir siyasal kafa yapısına da sahip değildi. Ama gene de Britanya’da ki Lennon’ın futboldaki temsilcisi olduğuna inananların sayısı pek çoktu. Siyasal bir yapısı olmamasına karşın futboldaki uygulamalara karşı tavırlıydı, kurulu düzeni provoke etmek için elinden geleni yapmaktan geri durmuyordu.
En bilinen protestolarından biri Pumayla olan sözleşmesine uyarak 1974 Dünya Kupası’nda Adidas’ın üç şeritli formasını giymeye karşı çıkıp formasında sadece iki şeritle sahaya çıkmasıydı. Aynı şampiyonada Cruyff’ın Kramponlu Pisagor tavrı bir kez daha ortaya çıkmıştı. Hollanda gruptan çıktıktan sonra arka arkaya Brezilya ve Arjantin ile eleme maçları oynayacaktı. Bu iki maç için öngörüsünü ortaya koymuştu:
Ofsayt tuzağının mantığını belirledi
“Biz Hollandalılar Brezilya ve Arjantin ile geniş alanda oynayamayız. Çünkü onların teknikleri olağanüstü… Öyleyse, eğer kazanmak istiyorsak onların alanını daraltmak zorundayız.” Hollanda’nın uyguladığı ofsayt tuzağının mantığı da alanı daraltmak üzerine dayanıyordu. Hollanda iki maçı da çok rahat kazanarak finale çıktı.
Hollanda Milli takımı ve Ajax bir “alışkanlık futbolu” oynuyorlardı. Uzun süre bir arada olan futbolcular her arkadaşının ne yapabileceğini top ayağa gelmeden tahmin edebiliyorlar, oyunun sahadaki gelişimine göre her oyuncu her mevkinin gereklerini yapabilecek beceriye ulaşmışlardı. Sonuçta Total Futbol bir hücum oyuncusunun savunmada da oynayabileceği anlamına geliyordu.
Futbol sahasındaki alan üzerine düşünen, kafa yoran ve bu konu üzerine arkadaşlarıyla sürekli konuşan Johan Cruyff çok doğal olarak bir alan yaratma ustasıydı. Kendisinin yarattığı alana bir arkadaşı gitmeliydi, gittiği alanda topla buluşamıyorsa oradan çıkıp başka bir yere topsuz koşu yapmalıydı. Sizin çıktığınız alana başka bir oyuncu girmeliydi. Bu şekilde, altı bin metrekarelik büyük dikdörtgenin içinde yaratılan geometrik şekiller ile rakibi şaşırtıp sonuca gitmek Cruyff’un temel felsefesiydi.
Hollanda futbolunun kaderini o değiştirdi
Diyalektik düşüncenin özünü anlatmak için başvurulan “şeyleri anlamak için, şeyler arasındaki ilişkiyi anlamak zorundasınız” ilkesinden hiç kuşku yok ki Cruyff haberdar değildi. Ama Kramponlu Pisagor oyuncu davranışları ile alan ilişkisini futbolun pratiğinden anladığı gerçeklerle çözmüştü. Ona göre iyi futbolcular hep topu alacakları boş alanlara doğru koşular yapanlardan çıkıyordu.
Hollanda futbolundaki büyük değişim, Cruyff tarafından bu düşüncenin kelimelere dökülmesiyle ortaya çıktı. İngiltere’de başlayan modern futbolun ilk izlerinden yaklaşık olarak yüz yıl sonra “alan duygusu” na Cruyff’un dışında hiç kimse bu şekilde yaklaşmamıştır. Cruyff ile birlikte futbol dünyası bambaşka bir görme biçimiyle futbolu izlemeye ve anlamaya başladı.
Özetin özeti; Cruyf gibi oyuncular futbol sahasında buldukları her santimetrekareyi bir nakış örer gibi ince ince işlerler. Aynı tuvalinden fırçasının ucu ile aldığı boyayla, büyük resmin içinde küçük dokunuşlarla şaheserler yaratan bir ressam gibi… Futbol tarihinde hiçbir oyuncu büyük dikdörtgenin içine Johan Cruyff kadar yakışmamıştır…
‘’Kramponlu Pisagor: Johan Cruyff‘’
“İnsan yaşadığı yere benzer” özlü sözü tam da Hollandalıların yaşamında somutlaşmıştır. Dünyanın en az toprağa sahip ülkelerinden biri olan Hollanda, kilometrekare başına düşen nüfus anlamında da en kalabalık insan sayısına sahip ülkedir. Topraklarının yarısı deniz seviyesinin altında alan Hollandalılar asırlar boyunca denize karşı savaşım verip, bentler yaparak denizden toprak kazanmışlar. Dolayısıyla “alan” ve “zaman” duygusu coğrafyanın onlara dayattığı zorlu yaşam koşullarının bir sonucudur.
Dar alan ve az zamanda doğru karar vermek futbolun olmazsa olmazlarından biri olduğundan Hollandalılar asırlar öncesinden kazanılmış bir beceriye herkesten daha önce sahipler. Yaklaşık altı bin metrekarelik bir dikdörtgen alanda oynanan futbolda, büyük alanın içinde daha başka geometrik şekiller oluşturarak alanı özelleştirme ilk kez Johan Cruyff tarafından düşünülmüştür.
Hocasına Total Futbol’un özetini yapmıştır
Total futbolun bir özetini hocası Rinus Michels ile yapan Cruyuf, futbolda her şeyden önce futbol sahasının boyutlarının esnekleştirilebileceğini ve o sahada oynayan takım tarafından değiştirilebileceği fikrini ortaya atarak, yeni kuşaklar için devrim sayılabilecek bir yapıyı somutlaştırmıştır.
Cruyff’un oynadığı Ajax ve Hollanda milli takımı top kendi ayağındayken sahayı olabildiğince büyütmek, top kaybedildiğinde ise aynı düşünce ile alanı daraltmak fikrine sahipti. Cruyff bu fikrin öncülüğünü yaparken, yapılmak istenene hem kendini hem de arkadaşlarını inandırarak, haklı olarak “Kramponlu Pisagor” unvanını almıştır. Nasıl ki Sisamlı Pisagor her şeyin matematikle ilgili, ölçülebilir olduğuna inanmışsa Cruyff’da futbolun geometrik şekillerle ilişkisini pratikte uygulayarak tanımlamıştır.
Aynı dönem birlikte oynadığı arkadaşları ne zaman Cruyff ile ilgili konuşsalar Michels ile baş başa kaldığında hep alan üzerine konuştuklarını vurguluyorlar. Kramponlu Pisagor’un, en iyi futbolcu topa bir defa dokunup, boşa kaçarak alan yaratan oyuncu olduğu tanımlamasının altında da “alan duygusu” vardır.
Sahanın boyutlarını değiştiren adamdı
Sahanın değişken yapısına ve boyutlarına yönelik akıl Cruyff’ta vardı ve o düşünce yapısını arkadaşlarına aşılamak uğruna bazen antipatik bile olmuştur. Cruyff Ajax’da oynadığı dönemlerde bir yandan rakibini geçmeye çalışırken öte yandan işaret parmağıyla arkadaşının nereye koşması gerektiğini gösterdiği anlara defalarca tanıklık etmişizdir.
Futbol tarihinde hiçbir futbolcu futbol teorisi üzerine teknik direktöründen daha devrimci fikirler ortaya atmamıştır. Tabii ki Johan Cruyff hariç. Ajax günlerinde herkes dizilişler üzerine kafa yorarken Cruyff Michels’e “Hücum ederken bir oyuncu olabildiğince çizgiye yakın oynarsa beki de birlikte alıp götürür. O zaman orta alan oyuncusuna gol atmak için alan yaratır” demiştir.
Cruyff futboldaki büyük resmi görüp bu resmin içine küçük geometrik şekiller yerleştirmeyi düşünen ilk futbolcudur. Hollandalılarda tarihten beri var olan alan ve arazi görüşü Cruyff’un şahsında özelleşerek geometrik şekillere dönüşmüştür. Cruyff’un futbol dünyasındaki saygınlığı bu üstün kavrayışından kaynaklanmaktadır.
Önce Beyzbol Milli takımında oynadı
Doğaldır ki total futbolun içine yerleştirilmiş esnekleşebilen alan duygusu Cruyff’a birden bire gelmiş bir esin değildir. Özyaşamöyküsünün anlatıldığı “Benim Oyunum” adlı kitabında, alanı kullanma becerisini beyzboldan öğrendiğini söylemektedir. Şöyle diyor Cruyff: “Beyzbolda koşarak arkadan gelen oyuncuya pas verilir. Çünkü hem hız kazanmıştır hem de önünde daha geniş alan vardır.” Cruyff’un Hollanda Milli takımından önce henüz 15 yaşında Hollanda Beyzbol Milli takımında oynadığını bilmem biliyor musunuz?
17 yaşında ağabeylerine akıl verirdi
Bildiğiniz gibi alan ve mesafe ölçümlerine meraklı, geometriye ilgili insanların uzamsal zekasının gelişmiş olduğu söylenir. Johan Cruyff futbol dünyasının en büyük geometricisi ve mesafe ölçücüsüdür. Henüz 17 yaşındayken birlikte oynadığı ağabeylerine bile alanı nasıl kullanmaları ve nereye koşmaları gerektiğini söylerdi. Onlar da bu sıska çocuğun söylediklerine hak verirlerdi.
Cruyff aynı anda zihninde yirmi maç oynayan bir satranç ustası gibiydi. Cruyff futbol tarihinin en komplike futbolcusu ve tüm arkadaşları hatta antrenörleri yerine bile düşünen bir dahiydi. Bana öyle geliyor ki, Cruyff o üstün zekasıyla sadece forvet değil gerektiğinde bek, libero ve kaleci bile oynayabilirdi.
‘’Efsane Ajax nasıl dağıldı?‘’
1970 ile 1973 yılları arasında altın dönemini yaşayarak kulüpler söz konusu olduğunda, Alfredo di Stafano’nun oynadığı Real Madrid’le birlikte en iyi iki kulüp takımından biri olan Hollanda ekibi üç yılda üç Avrupa Kupası’nı müzesine götürdü. 1973 sezonunun bitimi ile de dağılmaya başladı ve bir daha o günlere dönemedi. O günlerde takımın önemli oyuncularından biri olan Gerrie Mühren “Eğer dağılmasaydık sekiz yıl üst üste Avrupa Şampiyon olurduk” dedi.
Ajax’ın dağılma sürecinin bir kaptanlık seçimi ile başladığını savunanlar vardır. Ajax üç Avrupa Şampiyonluğu’nu da farklı kaptanlarla kazanmıştı. 1971’de Wembley’de Yugoslav Velibor Vasoviç’in ertesi yıl Rotterdam’da İnteri yendiğinde Piet Keizer’in, 1973’te ise Belgrad’da Juventus’u yendikleri finalde Johan Cruyff’un ellerinde kupa havaya kaldırılmıştı.
Kaptan seçme geleneği
1973-74 sezonunun başlangıcında ise artık gelenek haline gelen Almanya sınırındaki küçük bir otelde kamp için toplanıldığında takımın kaptan Cruyff’tu. Teknik direktör George Knobel kamptaki ilk konuşmasını yaparken son sözlerini kaptanlık üzerine söyler: “Kimin kaptan olacağına karar vermemiz gerekiyor.” Onun bu sözleri Ajax’ın altın döneminin sona erdiği anın başlangıcı olarak kabul edilir.
Ajax’ın kulüp geleneğinde böyle bir uygulamanın varlığını çoğu insan kabul eder. Knobel’e göre bu geleneği kendisine yardımcı antrenör Bobby Harms söylemiştir. Knobel toplantı yapıldığında odaya bile girmemiş sonucu daha sonra öğrenmişti. Kara tahtaya üç oyuncunun adı yazılmış, oyların on ikisini alan Piet Keizer seçimi kazanırken Cruyff’a yedi oy çıkmıştı. Barry Hulsohff’a ise oy verilmemişti.
Cruyff’un ayrılma kararı
Johan Cruyyf oylama sonucuna herhangi bir tepki göstermese de, o oylamanın sonucunun bile açıklanmasını beklemeden Ajax’tan ayrılmaya karar vermişti. Hatta kendi oyunu bile Keizer’e verdiği söylenir. Oylamanın sonucu onun için önemli değildi. Çünkü o takımın büyük yıldızıydı, en çok ilgiyi o görüyor, en çok parayı o alıyor, maçlar esnasında herkese ne yapması gerektiğini o söylüyor dolayısıyla arkadaşlarıyla gerginlik yaşıyor ve kendisinin kıskanıldığına inanıyordu. Yeni bir teknik direktör ile yeni bir kaptanlık için oylamaya gidilmesini kendisine karşı bir hakaret olarak algılıyordu. Bu gelişmeler takım arkadaşlarına olan güvenini sarsmıştı. Cruyff gibi büyük bir yıldız ve lider de olsanız insanın kendini güvende hissetmediği bir ortamda başarılı olması zordur.
Neeskens ve diğerleri
Cruyff oylamadan kısa bir süre sonra kaldığı odanın üst katındaki koridorun duvarında asılı olan genel telefondan kayınpederini arar. Kendisinin bütün ekonomik ve transfer işlerini yürüten kayınpederine “Hemen Barcelona’yı arayın, takımdan ayrılıyorum” derdiğini oda arkadaşı kaleci Heinz Stuy duyar. Sezon sonuna değin futbol oynayamayacağını bildiği halde Cruyff’un Barcelona’ya transferi gerçekleşir. Sezon sonuna kadar Ajax’da kalan Johan Neeskens’de sezon bitiminde Barcelona’ya gider. Jhonny Rep Valencia’ya, Gerrie Mühren Sevilla’ya transfer olurlar.
Cruyff’a karşı olunma, iç çekişmeler, Avrupa futbolunun efendisi olduğu halde iç sahadaki lig maçlarını 12 bin seyirciye oynamaları, İtalya ve ispanya’da maçların yüz binlik seyirci kitleleri ile oynanmasının cazibesi ve milyon dolarların ortada dolaşması da Ajax’ın dağılmasının küçük nedenleri olabilir. Ne var ki bir de işin toplumsal boyutlarına kafa yoran insanlar vardı.
Hollanda’nın demokrasi tutkusu
O yıllarda Hollanda, dünya üzerinde demokrasiye en fazla inanan ülkelerin başında gelmekteydi. 1975 yılında Van Hanegem’e Marsilya transfer teklifinde bulunur. Bu teklifi tartışmak üzere eski arkadaşı Wim Jansen, iki arkadaşın eşleri ve Hanegem’in köpeği pikniğe giderler. Oylama 2-2 biter. Hanegem köpeğine dönerek “karar veremiyoruz, iş sana kaldı. Marsilya’ya gitmek istiyorsan havla.”Köpekten ses çıkmayınca “Feyenord’da kalıyoruz” der.
Hollandalılar için ideal karar, bir grupta herkes tarafından oy birliği ile alınmış olanıdır. En keskin ticari ve siyasi tartışmalar bile fikir birliğine varılmadan sonuçlandırılamaz. Hollandalı liderler tek karar mercii olmaktan kaçınıp kolektif adına hareket etmesini buyuruyorlar. Sulak arazi yapıları nedeniyle, Hollandalılar topraklarını su basmasın diye oldum olası birbirleriye işbirliği yapmak zorunda kalmışlardır. Bu işbirliği denizden toprak kazanma savaşımına kadar gider.
Düz ülkede tepeler sevilmez
Hollanda’nın yirmiyi aşan partisiyle tuhaf bir politik sistemi vardır. Bu sistem içinde tartışma ve istişare tek yoldur. Biraz abartarak söylersek neredeyse her Hollandalının bir partisi vardır. Bu toplumsal bakış açısıyla Hollanda futbolu da iş birliğine dayanır. Herkesin sisteme hizmet etmesi gerekir.
Hollanda düz bir ülkedir. Her düzlük çimlerle süslüdür. Çimlerin bazı yerleri diğerlerine göre uzarsa hemen kesilip düzleştirilir. Bu bağlamda sivrilen insanlardan hoşlanmamak tam da Hollanda işidir. Geleneğin bir parçası olarak, Hollandalılar her şeyin aynı düzeyde olmasını, ülkenin hep düz olmasını, arazinin hep düz olmasını isterler. Hollandalılar yüksek tepeleri sevmezler. Johan Cruyff’ta Hollanda düzlüklerinde yükselen bir tepe olmalıydı ki, onu düzleştirmeye kalkıp Ajax efsanesinin sonunu getirdiler…
‘’1978 Dünya Kupası'nı diktatörlük mü, futbol mu kazandı?‘’
25 Haziran 1978 Buenos Aires, River Plate Stadyumu. Dünya Kupası finalinde Arjantin ile Hollanda karşı karşıya. 20’li yaşlarımın henüz başındayım. Güzel futbol ve Cruyff geleneğinden dolayı o yaşlarda hepimiz Hollanda tutkunuyuz. Maç 1-1 devam ediyor. 90. dakikada Rob Rensenbrink solda topla buluşuyor. Plasesi yerden yuvarlanarak kaleye doğru gidiyor. Bir anda küçük bir tümseğe çarparak kaleye girmekte olan top yön değiştirip, direkten dışarı çıkar. Aradan 42 yıl geçti topun o yuvarlanışı ve yön değiştirişi bugünkü gibi gözlerimin önündedir.
Peru maçı hep konuşuldu
Sanki gizli bir güç Arjantin’de yönetime el koyan diktatör General Jorge Videla’ya yardım etmişti. Gruptan çıktıklarında Peru’yu 6-0 yenince diktatör işi şansa bırakmamıştı. Peru maçına ilişkin tartışmalar bugün bile canlılığını koruyor. Son topun direğe vurması sonucu uzatmaya giden maçı Arjantin 3-1 kazanarak tarihinde ilk defa bir Dünya Kupası kazandı. Kupayı kazanmayı en başta kafasına koyan Arjantin cuntasını temsilen Videla zaten turnuvadan önce diyeceğini demişti: “Halkınızın siz sevmesini istiyorsanız onlara bir Dünya Kupası armağan edin.”
Peki, Rensenbrink’in vuruşu son dakikada içeri girseydi Hollanda Dünya Şampiyonu olabilecek miydi? Bu soruya olumlu yanıt verebilecek çok az insan vardı o günlerde. Çünkü her şey Arjantin’in şampiyonluğu için planlanmıştı. Hollandalılar maç öncesinde ve maç süresince dünyada eşi görülmemiş bir baskı altına alınmışlardı.
FİFA’nın hakem skandalı
Skandal daha hakem ataması sırasında başlamıştı. Herkesin saygı duyduğu, turnuvanın en iyi hakemi olarak gösterilen İsrailli Abraham Klein’in atanması beklenirken, Arjantinlilerin özellikle istedikleri ve FİFA’nın da buna akıl almaz bir şekilde onay vermesi sonucunda İtalyan hakem Sergei Gonella maçın hakemi oldu.
Hollanda Ulusal takımı maçın oynanacağı stada götürülürken neredeyse şehir dışındaki köylerden dolaştırılır. Bir köyde 20 dakika bekletilip taraftarların neredeyse otobüsün camlarını kıracak konuma gelmesini sağlarlar. Sahaya iki takım birlikte çıkmaz. Hollanda beş dakika önce çıkıp jandarma birliği ve öfkeli taraftarlar arasında bekletilir. Arjantin takım kaptanı Daniel Pasarella, turnuvanın ilk maçında sakatlanan ve bütün maçlarda koruyucu bandaj takan Rene van der Kerkhof’un bu şekilde oynayamayacağını hakeme söyler.
Hollandalılar neredeyse sahadan çekileceklerdi
Hakem Genella Kerkhof’un bandajını çıkarttırır ve başka bir bandaj takmasını ister. 20 dakika geçtiği halde maç henüz başlamamıştır. Hollandalılar neredeyse sahadan çekilme konumuna getirilmiştir. Maç başladıktan sonra hakemin Arjantinlileri koruma altına aldığı açıkça görülüyordu. Hollandalıların suratlarına atılan yumruklar bile hakem tarafından dikkate alınmıyordu. Skandal hakem kararları futbol tarihinin belki de en gaddar taraftarları karşısında yaşanıyor ama oyun devam ediyordu.
Tekrar dönelim asıl sorumuza: Rensenbrink’in vuruşu gol olsaydı maç nasıl devam ederdi? Genel düşünce şu şekildeydi: Arjantin beraberlik golünü atıncaya değin uzatma dakikaları uzadıkça uzardı, belki de hakem bu arada bir penaltı kararı verirdi. Belki de Rensenbrink’in golü bir şekilde iptal edilirdi. Seyirci sahaya inip daha kötü olaylar olabilirdi. Ruud Krol devre arasında arkadaşlarına hakemin Arjantin forması giydiğini bile söyler.
Adalet postallar altında ezildi
Avusturyalı teknik adam Ernst Happel’in başında bulunduğu Hollanda 1974’deki zarif takımdan beklentiler nedeniyle de baskı altındaydılar. Hollandalıların altın devri kapanmıştı. Ancak adaletin diktatör postalları ve kramponlar altında ezildiği bir ortam olmasa çaresizlikten bile bir şampiyonluk çıkartabilirdi Hollandalılar. Olmadı. Otuz bin Arjantinlinin işkence hanelerde öldürüldüğü söylenen bir cuntanın gölgesinde özgür futbol galip gelemezdi. Arjantinin muhalif teknik direktörü Luis Menotti “Biz askerlerin koltukları için değil halkımız için oynamalıyız” dese de, onun söylemi romantizmden öteye varamadı. 1978 sadece Arjantinlilerin değil futbolunda işkence gördüğü bir Dünya Kupası oldu…
‘’Ortasından Ekvator geçen futbol sahası‘’
Hiç kuşku yok ki Brezilya dünyanın en renkli ülkeleri sıralamasında birinciliğe en çok yakışan, koskoca bir kıtanın yarısına yakını üzerinde kurulmuş bir memleket. 200 milyona yakın nüfusunun içinde futbol ve dans tutkusunun ateşi ile yanmayan yok neredeyse. Futbol Brezilya’ya Arjantin ve Uruguay’dan sonra gelmiş belki, ama futbola benzer, futbolun bir çeşitlemesi olan tüm oyunların mucidi Brezilya’dır. Bunların başında futsal, plaj futbolu, çamur futbolu, düğme futbolu ve çivi futbolu gelmektedir. Amazon’un suları çekildiğinde yerinde kalan çamurda turnuva düzenleyen, bu turnuvaya onlarca takım katılıp sponsor bulunabilen, dize kadar varan bataklığın içinden hoşluk çıkartan bu insanlar bir dönem Düğme Futbolu Federasyonu bile kurmuşlar.
Dünyanın geneline bakıldığında kuzeye doğru uzanan coğrafyalarda insanların refah düzeyi daha yüksektir. Ne var ki brezilya da tam tersidir. Kuzeye gittikçe yaşam koşulları daha zordur. Bu zor koşullar içinde yaşayan insanlar Amapa Eyalet’inde var olma mücadelesi vermektedirler. Amapa Brezilya’nın en yoksul ikinci eyaletidir.
Eşitsizliğin ülkenin her yerinde görülebildiği 1970 ve öncesinde yönetime el koyan diktatörler büyük ve gösterişli statlar yapmayı politikalarını halka benimsetmenin bir yolu olarak görmüşler. Moda olan büyük beton yapıları daha görkemli algılayabilmek için kelimenin sonuna “ao” ekleniyordu. “Zerao” bu isimler içerisinde en şiirsel olanıydı. Çünkü “Büyük sıfır” anlamına geliyordu. “Sıfır” kelimesi Brezilya’nın kuzeyinden geçen sıfır enlemini simgeliyordu.
Nasıl ki İngilizler Greenwich boylamının(meridyen) geçtiği yere bir rasathane inşa ederek bu bölgeyi dünya üzerindeki herhangi bir yer olmaktan çıkartarak dünyaya tanıttılarsa, Brezilyalılar da sıfır enlemine bir stadyum yaparak hayat verdiler.
Büyük Sıfır Stadı’nda ekvator çizgisi santra çizgisini gösteriyor. Maç başlamadan önce hakem takım kaptanlarına kuzey yarımküreyi mi yoksa güney yarımküreyi mi istediklerini soruyor. Ekvator çizgisi sahanın batısında yer alan tribünleri de ikiye bölüyor. İzleyicilerin bir kısmı kuzey bir kısmı ise güney yarımküresinde maçı izliyor.
1990 yılında inşa edilen ortasından ekvator geçen Büyük Sıfır’ın açılışına Brezilya Cumhurbaşkanı Fernando Color onur konuğu olarak çağrıldı. Açılış maçını Amapa’nın büyükler takımı ile Zico ve Paulo Cesar’ın yönettiği emektarlardan oluşan bir takım oynadı.
Büyük Sıfır Amapa bölgesine gelen turistlerin bir numaralı uğrak yeri. Santra çizgisinin iki kenarına ayakları açık halde basan turistler kuzey ve güney yarımkürede aynı anda bulunmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışıyorlar herhalde. Büyük Sıfır Amapa’da turizmin merkezi olduğu halde yapıldıktan 10-15 yıl sonra bakımsızlıktan dökülmeye başlamış. Portekizlilerin 1782’de Amazon’un kıyısına inşa ettikleri hisar dimdik ayaktayken o şiddetli güney rüzgarlarının gücü karşısında sallanmaya başlamış bile.
Ama gene de Büyük Sıfır’ın santra çizgisi sadece futbol sahasını ikiye bölmekle kalmıyor, aynı zamanda sembolik olarak Amerika’yı da kuzey ve Güney olarak ikiye ayırıyor. Büyük Sıfır sadece bir stadyum değil aynı zamanda Brezilyalıların renkliliğinin, çılgınlığının ve kuzey ile güney yarımküre arasında yaşanan gerginliğin de ta kendisidir. (Alex Bellos’un Futebol adlı eserinden yararlanılmıştır)
‘’Futbolda İngiliz egemenliğine Macarlar son verdi‘’
İngilizler futbolun mucidi olarak kendilerini bu işin lideri olmakla görmeyip tüm dünyaya onların ihraç ettiklerinin de farkındaydılar. Öyle ki, başta Hollanda ve İtalya olmak üzere birçok ülkenin milli takım hocaları futbolu ya İngiliz teknik adamlardan öğrendi ya da onların yanında staj yaptılar.
Örneğin Hollanda futbolunun kurucu babası olarak İngiliz Jack Reynolds kabul edilir. Total Futbol ve Ajak’ın gelişim sürecinde ilk tohumları atan da Reynolds’tur. İtalyanlar da futbol geleneklerini İngilizlerden almışlardır. Milan ve Genoa gibi İngiliz isimli kulüpleri İngiliz göçmenleri kurmuştur. Juventus’un siyah beyaz çizgili forması da İngiliz kulübü Notts Country’den alınmadır. İtalya Milli takımının ilk büyük teknik direktörü Vittorio Pozzo da futbolu Manchester United’den, Charlie Roberts ve Derby Country’den Stive Blommer’in yanında öğrendi. Pozzo, İngiltere’den aldığı futbol bilgisiyle 1934 ve 1938’de İtalya Milli takımı ile Dünya Şampiyonu oldu.
Yankilere yenilmek travma yarattı
Ne var ki, İngilizler futbolu dünyaya öğretirken kendi kapılarının önünü süpürmeyi unutmuş gibiydiler. Devranın hep onların liderliğinde döneceğine inanıyorlardı. Avrupa anakarasındaki ülkelere kaybettiklerinde ise tüm kıtanın kendilerine karşı birleştikleri motivasyonu ile futbol işlerine yoğunlaşıyorlardı.
Dış sahalarda zaman zaman maç kaybetseler de, İngiltere sınırları içinde 1950’lere gelindiğinde onları yenecek bir milli takım çıkmamıştı. Gerçi 1950’de henüz amatör bir takım olan ABD’ye deplasmanda 1-0 yenilmişler ve bu yenilginin “dünyanın sonu” olduğunu İngiliz gazeteleri manşetlerine çekmişlerdi.
Dünyada kendilerini en acımasız şekilde eleştiren hatta kendileriyle dalga geçmeyi bir meziyet olarak gören İngilizler “yankiler” dedikleri ABD Milli takımı karşısında alınan yenilgiyi sonun başlangıcı olarak görseler de, iç sahaya dönünce sorun yaşamamaları “Yanki depremini” hafif bir sarsıntıyla geçiştirmenin yolunu buldular. Ne zamana kadar? 25 Kasım 1953’de yaşanan Wembley faciasına değin.
Wembley’de yüzyılın maçı
Macaristan’ın Altın Kadrosu “Aranycsapat” üç yıldır yenilgi yüzü görmemişti ve son olimpiyatlarda da altın madalya kazanmıştı. Futbolun anavatanında sahaya çıkacak olan bu takım ile İngiltere’nin karşılaşması “Yüzyılın maçı” olarak görülüyordu. Maçta Nondar Hidekguti’nin ilk kez orta sahaya gelerek sahte dokuz rolünde oynaması İngiliz savunmacıları şaşkına çevirmiş ve maç 6-3 Macaristan’ın galibiyetiyle bitmişti. Altı ay sonra Budapeşte’de oynanan rövanş maçının 7-1 kaybeden İngilizler için bu yenilgi çok da önemli değildi. Çünkü ilk maç İngiliz futbolunun çöküşünün başlangıcı olarak değil kabul edildiği an olmuştu.
Macarlara karşı kaybedilen bu iki maçtan sonra futbol bir daha başlangıçtaki gibi olmayacaktı İngilizler için. 1966’da kazanılan Dünya Kupası bile çoğu İngiliz’i tatmin etmemişti. Çünkü Almanya ile oynanan final maçı 2-2 devam ederken o günlerde Sovyet Rusya vatandaşı olan Azerbaycanlı yardımcı hakem Tevfik Behramov’un gol çizgisini geçmeyen bir topu gol olarak değerlendirmesi bu şampiyonluğa hep
kuşkuyla bakılmasına neden olmuştu. Futbolu kendilerinden öğrenen Almanya o yıldan başlamak üzere Dünya ve Avrupa Kupası’nda on defa final oynayıp beşinde kupayı almaları İngilizleri içten içe kemiriyordu.
Kulüpler düzeyinde çok başarılılar ama…
Kulüpler düzeyinde 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başında İngiliz Kulüpleri futbolda altın çağını yaşamıştır. 1977 ile 1984 arasında Liverpool, Nottingham Forest ve Aston Villa sekiz yılın yedisinde Avrupa kupasını kazandılar. O güne dek başka hiçbir Avrupa ülkesi böylesi bir başarıya ulaşamamıştı. Bu kulüp başarıları başlangıçta İngilizlere nefes aldırsa da Milli takım 1978’de Arjantin’de yapılan Dünya Şampiyonası’na katılamayınca futbolun üzerine yeniden hüzün çöktü.
İngilizler çok yönlü ve acımasız eleştiri mantığını devreye sokarken bir yandan da kendilerini alaya aldılar. İngiltere tarihinin en teknik, adrese teslim uzun pasların adamı Glenn Hoddle’a bile “Glenda” adını verip onu “nonoş” ve “muhallebi çocuğu” olarak değerlendiriyorlardı. Hatta 1980’li yıllarda son on yılın dünya karmasını seçseniz tek bir İngiliz futbolcu bile kadroya yazılmaz şekilde düşündüler.
Çalıştığı her takımı küme düşüren hoca
İşin alaya alma noktasında ise çalıştırdığı her takımı küme düşüren ünlü bir teknik direktörün sözleri dillerden düşmüyordu: “Ne yapalım futbol bu. Bazı maçları kaybedersiniz bazılarında ise berabere kalırsınız.”
Aslında İngiliz futbolunun neden geri kaldığına ilişkin en kestirme yolu Helenio Herrera göstermişti. 1960 yılında İngiltere’ye gelen ünlü teknik adam Birmingham Havaalanında önceden hazırlanmamış bir basın açıklamasında “Siz İngilizler bizim kıtada yıllar önce oynadığımız bir tarzda futbol oynuyorsunuz. Fizik güce dayalı ama yöntemsiz ve tekniksiz...”
Herrera sözlerini daha da ileri taşıyarak İngiliz futbolunun nasıl geriye düştüğünün altını çizer: “Söz konusu modern futbolsa, Britanyalılar evrim sürecini ıskaladı.” Bütün bunlara karşın yeri geldiğinde İngilizler kuyruğu dik tutmaktan da geri durmazlar. Bir uluslararası şampiyonda kendileri elenince şöyle derler. “Canım, sonuçta İskoçlar devam ediyor…”