Arama

Popüler aramalar

‘’Futbol tarihinden seçmeler‘’

Yuvarlak cisimlerle oynanan ve futbolun atası olarak kabul edilen oyunlar dünyanın birçok coğrafyasında hemen hemen aynı dönemlerde oynanmıştır. Orta çağa gelindiğinde bu oyunların ortak özelliği büyük şiddet olayları içermesidir. Yine orta çağda İngiltere’de oynanan, şişirilmiş domuz bağırsağının top olarak kullanıldığı 27’şer kişilik takımlardan oluşan köyler arası maçların en önemli özelliği büyük kavgalara sahne olması, kol, bacak kırılması bir yana ölümlerin de yaşanmasıydı. İngiltere Kralı Edward bu yüzden 12. yüzyılda oyunu yasaklamıştır.

İngiltere’de artık kulüplerin kurulmaya başlaması, bugünkü modern futbola geçiş yapılacağı günlerde, yani 1800’lü yılların ikinci yarısına doğru bu kez Kral 2. Jhons tarafından yasaklanır oyun. Şiddet olayları bir türlü bitmek bilmezken Kral Londra Şerifleri’ni toplayıp nasıl bir önlem alınmasına ilişkin fikir danışır. Sonunda işin eğitimle çözüleceğine, bir kitap yazılmasına ve bunun halka dağıtılmasına karar verilir. Böylece futbolun ilk kitabı ortaya çıktı: Book of The Sports(sporların kitabı).

Ne var ki futbolda şiddet olayları durmak bilmediği gibi dünyaya da yayıldı. Özellikle modern dönemin başladığı, futbolda profesyonel liglerin çoktan kurulduğu dönemlerde Arjantin’de futbol ilk çağlardaki gibi kaba ve sert oynanmaktaydı, yıkıcı-kırıcı futbol bir taktik olarak bile kullanılıyordu. Sahada futbolcuların sert oyunu ister istemez tribünleri etkiliyordu.

Dünya üzerinde ülkeler arasındaki çekişme söz konusu olduğunda Uruguay ile Arjantin gibisi yoktur neredeyse. Düzenlenen ilk yedi Latin Amerika Şampiyonluğu’nun altısını kazanan, 1924 ve 1928 Olimpiyatlarında altın madalya alan, 1930’da ilk Dünya Şampiyonu olan Uruguay’ı Arjantinliler fena halde kıskanıyorlardı. Tek amaçları vardı, onlarla karşılıklı iki maç oynayıp aslında Arjantin’in daha iyi olduğunu, eğer olimpiyatlara gitselerdi kendilerinin şampiyon olacağını göstermek. 1924 Paris Olimpiyatlarından sonra iki ülke arasında dostluk maçları yapılması planlandı.

Uruguay’ın başkenti Montevideo’da yapılan ilk maçta karşılaşma 1-1 bitti. İkinci maç ertesi hafta Buenos Aires’te oynanacaktı. Oyunun beşinci dakikasında taraftarlar sahaya inince maç tatil edildi. Şiddet unsurları bilet kulübelerini devirip stadyumu parçalamaya başladılar. Sonunda şiddet olayları yatıştırıldı ve Perşembe günü maçın yeniden oynanmasına karar verildi. Karşılaşmanın sağlıklı oynanabilmesi için tribünlere dört metre boyunda tel örgüler çekilmesine karar verildi. Bu saha ile tribünleri ayıran ilk engeldi. Taraftarlarla saha arasına konulan bu fiziksel engel Arjantin’den bütün dünyaya yayıldı.

Tel örgülere rağmen şiddet olayları durmak bilmedi. Sahadaki oyun neredeyse tekme-tokat konumuna gelmişti. Arjantin’in sağ beki Adolfo Celli’nin bacağı iki yerden kırıldı. Çileden çıkan seyirci konuk takımı taş yağmuruna tuttu. Uruguaylı oyuncular sahaya gelen taşları alıp seyircilere attılar. Arjantin 2-1 öndeyken Uruguaylılar sahayı terk ettiler.

El Grafico’da maçtan sonra şu yorum yapıldı: “ Olimpiyat şampiyonları ile seyircinin gerilla savaşının tarihte başka bir örneği yoktur.” O akşam Uruguaylı bir taraftar olan Pedro Dembey silahla vurularak öldürüldü. Bu Arjantin futbol tarihinde öldürülen ilk taraftardı. Öldüren Jose Pedro Lazaro Rodriguez yurt dışına kaçmasına rağmen bir fotoğrafından teşhis edilip yakalandı ama Uruguay’a teslim edilmedi.

26 Nisan 2020, Pazar 13:26
YAZININ DEVAMI

‘’Modern futbolun babası kimdir?‘’

Öncelikle iki ismin birbiriyle karıştırılmaması için bir açılım yapmakta yarar var. Abraham Maslow ABD’li bir psikolog. “İhtiyaçlar piramidi” adlı buluşunu teorileştirmiştir. Çalışmasının basit özeti şudur:” Birey, bir kategorideki ihtiyaçlarını tam olarak gidermeden bir üst düzey ihtiyaç kategorilerine dolayısıyla kişilik gelişimi düzeyine geçemez. Örneğin, karnını doyurma çabasında olan bir insanın kitap okumak gibi bir çabası olamaz. Futbola çok da benzemiyor değil! Temel teknik hareketleri yeterince geliştirmeden taktikleri uygulamaya koyamazsınız.

Bizim, modern futbolun babası diyebileceğimiz kişi ise Sovyet Rusya döneminde yaşamış teknik adam Viktor Maslow’dur. İnsani özellikleri gelişmiş, insan ilişkilerinde sevecenliği ile dikkat çeken Maslow’un kafasını kurcalayan iki takım vardır. 1950’li yılların Aranycsapat(Altın Takım) unvanıyla taçlandırılan Macar ulusal takımı ve 1960’ların Brezilyası. Bu iki takımın oyuncuları da üstün teknik becerileri ile istedikleri kadar topu ayaklarında tutabilirlerdi. Çünkü onların bu oyununu bozacak, onlara müdahale edecek kimse yoktu. Peki, onlara müdahale edilip yakın oynandığı zaman ne olurdu? Maslow’un kafasında karşılık bulmak isteyen soru buydu.

Önce presi buldu

İşte, presi bulup, rakip oyuncuları rahatsız etmeye dayalı oyunun temellerini atarak modern futbola doğru kapıları ardına kadar açan Ukrayna’da yaşayan Rus teknik adam Viktor Maslow’dur. Hollandalı Rinus Michels ve Valeri Lobanovski pres futbolunu yıllarca uyguladılar denebilir. Ne var ki, Maslow onlardan çok daha önce bu yöntemi kullandı ve Lobanovski’nin Dinamo Kiev’den Maslow’un futbolcusu olduğunu unutmamak gerekir. Rus teknik adamın buluşunun Avrupa’ya erken yayılmamasının nedeni de o günlerde dışarıyla çok az ilişkisi olan Sovyet yaşam tarzıyla ilgili olsa gerek.

Maç taktiklerini oyuncularıyla paylaştı

1910’da Moskıva’da doğan Maslow dayanıklı bir orta haf oyuncusuydu. 1936-39 yılları arasında Torpede’nun kaptanlığını da yaptı. 1942’de futbolu bıraktıktan sonra Torpedo’nun başına geçti ve iki sezon üst üste ikincilik edindikten sonra üçüncü yılında Sovyet Ligi şampiyonluğunu kazandı. Ancak O asıl büyük başarısını Dinamo Kiev ile gerçekleştirdi. Öyle ki, Sovyet Rusya’da futbolun başkenti Moskova’dan Kiev’e taşındı bir bakıma.

Danışmak, paylaşmak Maslow’un yönteminin anahtar faktörüydü. Herbert Chapman ve Helenio Herrera her şeyi bir merkezde(kendilerinde) toplarken Maslow bilgiyi paylaşmayı öncelikli görüyordu. Maçlardan bir gün önce futbolcularını toplayıp onların görüşlerini alır, maç taktiklerini ona göre hazırlardı. Yarattığı güven ve karşılıklı anlayış ortamı takımı bir bütün olarak hareket ettiriyordu.

4.4.2’yi de Maslow buldu

1960’lara doğru Sovyetler Birliği Milli Takımı da dahil olmak üzere çoğu ülke “Brezilya Sistemi” olarak bilinen 4.4.2’yi uyguluyorlardı. Ancak Zagallo’nun kanattan orta alana gelerek ikinci bölgede görev yapması Maslow’un dikkatini çekmişti. Bu, Brezilya’nın başarısındaki anahtar faktördü. Maslow bir adım daha ileri giderek sağ kanat oyuncusunu geriye çekip 4.4.2’nin yolunu açan ilk teknik adam oldu. Görevleri çoğunlukla santrfora orta yapmak olan kanat oyuncularını daha işlevsel hale getirmek Maslow’un aklına gelmişti.

Daha sonra 4.4.2’nin farklı varyantları uygulandı. Örneğin orta alanda görev yapan dört oyuncudan biri forvet arkası diğeri de savunma önünde ön libero oynayarak “Eşkenar Dörtgen” yani batıda adına “Diamond” denilen deyim uluslararası literatüre girdi. “Baklava Dilimi” hiçbir zaman söz konusu olmadı. Bu deyim bizde uyduruldu. Ancak bazı durumlarda orta alandaki dört oyuncu dikdörtgen şeklinde pozisyon alıp, dikdörtgenin iki ucundan çekilerek diyagonal pozisyonuna getirildi. Bunda da amaç diyagonalın bir ucundaki orta alan oyuncu stoperlerle bekin arasına gelip savunma güvenliği sağlamaktı.

Lobanovski’yi takımdan uzaklaştırdı

Sevecen ve baba tavırlarıyla dikkat çeken hatta kendisine büyükbaba denilen Maslow’un öğrencisi Lobanovski ile geçimsizliği dikkat çekiciydi. Ancak Masolw sevecen olduğu kadar ilkelerinden ödün vermeyen bir yapıya sahipti.

Macaristan ve Brezilya milli takımlarının topla çok oynadıklarına eleştirel yaklaşan Maslow, topu ayağında fazla tuttuğu için “bağcık” lakabını alan Lobanovski’ye ödün veremezdi. Çok teknik bir oyuncu ve muz ortanın mucidi olan Lobanovski ile Maslow’un yolları bu şekilde ayrıldı.

Alan savunması da onun eseri

Maslow o günlerde şunu söylüyordu: Oyuncu ne denli becerili olursa olsun, bütünün bir parçası olarak işlev görmüyorsa, o bütünün içinde yeri yoktur. Zaten Lobanovski de ona hak vermiş, teknik direktörlük günlerinde “ben de olsam Lobanovski’yi oynatmazdım” demiştir.

Viktor Maslow’un modern futbolun yolunu açan bir diğer uygulaması ise adam savunmasından alan savunmasına geçişteki kararlılığıydı. Öyle ki, bu durumu etik bir ilke olarak ele alıyor ve şöyle diyordu: “Adama adama savunma oyuncuları küçük düşürüyor, aşağılıyor ve ahlaken eziyor.” Ayrıca Dinamo Kiev’in oyuncularında fizik kalite arayan ilk teknik adan sanıldığı gibi Lobanovski değil, Maslow’dur.

Mirasçısı Lobanovski oldu

Rus teknik adam fiziksel kalite üstün olduğunda sahanın her bölgesinde daha fazla oyuncuyla var olabileceklerine inanıyordu. Maslovun oyununda herhangi bir savunma oyuncusu istediği zaman hücuma çıkabilirdi. Çünkü fizik kalite ile onun arkasını toplayacak başka oyuncular mutlaka olacaktır.

Futbol dünyasında insanların büyük çoğunluğu Total Futbol’u, Ajax’ın öncülüğünde Hollanda’nın geliştirdiğine inanır. Oysa bu tür futbolun babası da Victor Maslow’dur ve uygulayıcısı O’nun Dinamo Kievi’dir. O yıllarda Avrupa Dinamo Kiev’i bilmiyordu. 1977’de öldüğünde onun mirasına takımdan uzaklaştırdığı futbolcusu Valeri Lobanovski sahip çıkacaktır.

25 Nisan 2020, Cumartesi 13:05
YAZININ DEVAMI

‘’1950 finali Brezilyalılar'ın duygusal hayatını nasıl etkiledi?‘’

Brezilya bir yana, dünyada hiçbir ulusun kaybettiği maçtan ötürü ulusal bilincinin karardığı bir futbol karşılaşması yoktur. Peru’nun Ulusal Stadı’nda 318, Rusya’da Luzhniki’de 300, İngiltere’nin Hillsborough’un da 96, Belçika’nın Heysel’in de 39, ülkemizde Kayserispor-Sivasspor karşılaşmasında 38 futbolsever yaşamını yitirdi. Bunların çoğu birer “facia” olarak futbol tarihine kaydedildi. Ancak hiçbirinin Brezilya’daki o maç kadar ülkenin tarihsel yazgısını etkileyecek kadar derin izler bırakmadı.

Hayır, bu maçta hiçbir olay çıkmadı. Karşılaşma 187 bin biletli seyircinin izlemesi sonucunda Maracana Stadı’nda olaysız bitti. Seyirci sayısı gazeteciler ve davetlilerle birlikte 200 bini aşıyordu. Ancak maçtan sonra ülkenin yasa boğulması bugün bile unutulmuş değil. Dünya üzerinde yaşanan onca futbol faciana rağmen hiçbir oyun bir ulusun duygusal hayatını bu denli derinden etkilemiş olamaz. Kimi Brezilyalıya göre o maç bitmedi, devam ediyor. Tanınmış Brezilyalı antropolog Roberto da Matta o maçın Brezilya tarihinin en büyük trajedisi olduğunu yazmıştı.

***

1950 yılında yapılan Dünya Kupası finallerine Brezilya ev sahipliği yapıyordu. Ülkenin milli takımı o güne kadar Brezilya tarihinin en iyisi olarak kabul ediliyordu. Öyle ki Rio Belediye Başkanı maçtan önceki konuşmasında “Sizler çok kısa bir zaman sonra milyonlarca Brezilyalı taraftarın karşısına şampiyon olarak çıkacaksınız. Bu dünyada hiç kimse size rakip olamaz. Sizi şimdiden kazananlar olarak selamlıyorum” diyerek ülkenin galibiyetten başka bir sonucu kabullenemeyeceğini üstü örtülü bir şekilde söylemişti.

Uruguay ile oynanan final maçı üzerine o kadar konuşulup tartışıldı ki sonuçta oyun bir mitolojiye dönüştü. Bütün mitler gibi Maracana finali de konuşula konuşula büyüyüp efsaneleşti. Maç öncesi gök mavili Uruguaylıların stresi çok daha büyüktü. Oyunun başlangıcında apılan seremonide Uruguaylı futbolcu Julio Perez kendini tutamayıp altına işemişti. Maçta Brezilya ilk golü atmış, bu golden sonra herkes farkın artacağı düşünülürken Uruguay önce beraberliği yakalayıp sonra da maçın bitimine 12 dakika kala Gigghia ile galibiyet golüne ulaştı. Bu gol sonucunda üç Uruguay taraftarı kalp krizi geçirerek öldü. Gigghia yıllar sonra golünü anlatırken şunları söyler: “Maracana’yı tek bir hareketiyle sessizliğe boğan üç isim var. Birincisi Frank Sinatra, ikincisi Papa II. John Paul, üçüncüsü de ben.”

***

Aslında ikincilik Brezilya’nın Dünya Kupası tarihinde aldığı en büyük başarıydı. Ancak kupayı kazanmaya o denli koşullanmışlardı ki, bu ikinciliği sonunculuk gibi algılıyorlardı. Bu nedenle maçtan sonra kulaktan kulağa yayılan söylentiler ve eleştiriler bitmek bilmiyordu. Irkçı söylemlerden bile geri durmuyorlardı. Final maçında kalede duran siyahi Barbosa eleştirilerin odak noktasına konuldu. Barbosa’dan 50 yıl sonra bir başka siyahi kaleci Dida 1989’da Brezilya’nın kalesine geçti.

Brezilya’da Barbosa’nın 1950 finalini unutmasına hiçbir zaman izin verilmedi. 2000 yılının Nisan ayında ölmeden önce, hayatının en hüzünlü anını maçtan yirmi yıl sonra yaşadığını söylemişti. Bir mağazada Barbosa’yı durduran bir kadın yanındaki oğluna dönerek “ona iyice bak. Bütün Brezilya’yı yasa boğan adam işte o!” Barbosa öldüğünde beşe parasızdı.

Barbosa futbol tarihindeki en büyük haksızlığa uğrayan insandır. Meslektaşları ondan uzak durmuştu. 1993’de Brezilya milli takımının kampını ziyaret etmek istediğinde uğursuzluk getirir diye içeri alınmamıştı. “Brezilya yasalarına göre ölüm cezasının karşılığı otuz yıldır. Benim cezam elli yıldır bitmedi” diye konuştu her zaman.

Barbosa 1963’de arkadaşlarına evinde bir mangal partisi verir. Ancak ateşin gereğinden fazla alevler çıkardığını herkes fark eder. Sonradan davetin neden verildiği anlaşılır. Barbosa hayatını karartan Maracana Stadı’nın kale direklerini bir partiyle yakmak istemişti.

***

1889 yılında Cumhuriyet’i ilan eden Brezilya birkaç küçük çatışma dışında hiçbir ülkeyle savaşmamıştı. Bu durumu ülkenin önde gelen yazarları “Brezilyalıların ortak bir anısı yok” şeklinde değerlendiriyorlardı. Paulo Perdigao şöyle özetliyordu: “Ulusların yaşadığı tarihsel krizlerin içerisinde 1950 Dünya Kupası en güzeli ve en şaşaalısıydı. Tropiklerin Waterloo’suydu. Yenilgi sıradan bir olayı sıra dışı bir hikayeye dönüştürdü. Artık söz konusu olan Brezilyalıların hafızasında sonsuza dek korunacak, giderek yüceleşen bir mit.”

Brezilyanın o günkü teknik direktörü Flavio Costa yenilginin getirdiği düş kırıklığını Brezilya’nın ulusal felaketler yaşamamış genç bir ulus olmasına bağlı olarak yenilgilerin getirdiği psikolojik durumlara hazır olmadığı şekilde yorumladı.

Brezilya’nın 1950 finalindeki en iyi oyuncu olarak kabul edilen hatta Pele ile onun tek farkının Dünya Kupası kazanamamış olması şeklinde yorumlanan Zizinho maçı kaybettikten sonra günlerce uyuyamadığını söyler. Katıldığı bir programda Barbosa’yı basında çıkan yazıların öldürdüğünü söyleyip şunları ekler: “Maç bitiminde stadyumdan yürüyerek ayrıldım. Hiç kimse bana bir şey söylemedi. Bazıları üzülmemem gerektiğini söylediler. Ancak Salı günü bütün basın başta Barbosa olmak üzere bizi yazmaya başladılar.” Zizinho kaybedilen finalin yıl dönümü olan 16 Haziran günleri telefonunu fişten çekermiş.

16 Haziran 1950 günü kaybedilen finalin etkisini Nelson Rodriguez özetler: “Her yerde yaşanan ulusal felaketler ver. Örneğin Hiroşima. Bizim ulusal felaketimiz de 1950 yılında Uruguay karşısında aldığımız yenilgi.”

24 Nisan 2020, Cuma 13:49
YAZININ DEVAMI

‘’Katenaçyonun manevi babası: Helenio Herrera‘’

Futbol dünyasında bugüne değin uygulanan sistemler içerisinde katenaçyo kadar kötü bir üne sahip hiçbir uygulama yoktur. Evin kapısına takılan zinciri anlamına gelen sözcük Britanya’da tiksinti yaratacak denli olumsuz ve acımasız duyguları uyandırdığı halde İtalyan futbolunun bir özetiydi adeta. Sistemin mucidi Viyanalı Karl Rappan olduğu söylenmesine karşın başka düşünceler de vardır. Ancak dünya futboluna damgasını Helenio Herrera ile vurdu.

Herrera uyguladığı sistemi savunurken katenaçyonun da tıpkı Herbert Çhapman’ın WM sistemi gibi yanlış anlaşıldığını söylüyordu. Çünkü ilk başlarda kötü takımlar uyguladığı için sistem çirkin görünmüştü. Oysa sistem çok iyi kanat oyuncuları ile hücuma dönük oyunun en güzel varyasyonlarını üretebilirdi. Ancak söz konusu kanat oyuncularını bulamayan takımlar, sistemin sadece defansif yönünü uygulayabiliyorlardı. Katenaçyoyu kendisinin icat ettiğini söyler, şunları eklerdi: Sorun şu ki beni kopya çekenlerin çoğu yanlış kopya çektiler. Benim katenaçyomun hücum ilkesini unuttular. Örneğin benim takımımda oynayan Facchetti tarihte bir forvet kadar gol atan ilk sol bektir.”

Balıkçı ağından katenaçyoya

Katenaçyonun ortaya çıkışına ilişkin bir başka hikaye ise şöyle anlatılmaktadır: Tiran Denizi kıyısında bir adam dolaşmaktadır. Bu adamın çalıştırdığı takım Salernitane’nin savunması sürekli hata yaparmış. Rıhtımda dolaşırken savunmayı nasıl düzelteceğine ilişkin kafa yormaktadır. Birden balıkçı ağları dikkatini çeker. Birinci ağdan kaçan balıklar ikinci ağa takılıyordu. Bunu gören İtalyan teknik direktör Gipo Viani neredeyse “buldum” diye bağıracak konuma gelip sisteme katenaçyo adını verir. Tıpkı balıkçı ağında gördüğü gibi savunmanın arkasına sızan rakip oyuncuları yakalamak için bir başka savunmacı koyar.

Ne var ki katenaçyoyu dünyaya tanıtan ve bu sistem ile büyük başarılar kazanan, sistemin manevi babası olan teknik direktör Helenio Herrera’dır. Herrera 1910 yılında Buenos Aires’te dünyaya gelir. Dört yaşındayken ailesi ile birlikte Fas’a taşındı. Bu ülkede difteri hastalığı nedeniyle ölümden son anda kurtuldu. Yıllar sonra da Barcelona teknik direktörü olmadan önce geçirdiği bir uçak kazasından da ölmekten son anda kurtuldu. Bu olaylardan sonra kendisinin özel insan, bir lider oluğu fikrine inandırdı. Dindar bir yaşam sürer. İnter’de çalışırken odasındaki tek süs çarmıha gerilmiş İsa figürüdür.

Herrera’da sıradan bir futbolcudur

Herbert Chapman gibi Helenio Herrera’da başarılı bir futbol geçmişine sahip değildir. İriyarı kaba bir sağ bektir. Ancak futbolun “mucit” teknik adamlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Maç öncesi takımı kampa alma uygulamasını ilk kez o devreye sokmuştur. Herrera “ben bu işe başladığımda teknik direktörler takımın çantalarını taşırlardı. Onları hak ettikleri yere ben getirdim” der.

İyi bir taktisyen olmakla birlikte takımın tüm iplerini eline alan ilk teknik direktördür. Oyuncuların yeme içme alışkanlıklarından tutun da spor psikolojisine kadar birçok uygulamanın öncüsüydü. Her sabah saat yedide kalkıp yoga yapar, soyunma odalarına motivasyon amaçlı notlar yazardı. Bunlardan en önemlisi “Kendisi için oynayan rakip için oynar, takım için oynayan, kendisi için oynar” sözleridir. Oyuncularını günde 12 saat uyumaları için teşvik eder, kendisi de saat dokuzdan sonra ortalıkta görünmezdi.

Yıldız oyuncular öğretmesini bilmez

25 yaşında geçirdiği bir diz sakatlığı sonucu futbolu bırakınca bu olaya bile olumlu bir düşünceyle yaklaşıp şöyle demiştir: “Oyunculuk zamanında çok yetersiz bir futbolcuydum. Benim avantajımdır. Çünkü yıldız oyuncular teknik direktör olduklarında birer mağrurluk abidesi haline gelirler. Kendilerinin zarafetle çok doğal bir şekilde yaptıkları hareketleri başka birine öğretemezler. “

Bazı teknik direktörlerin oyuncularına sevecen davranıp onlara dokunmakla ve vatansever konuşmalar yaparak takımı motive ettiklerine dikkat çekerken, ikincisi belki oyuncuların yüreklerini ısıtıyordur ama kaslarını soğuttuğunun da altını çizmekten geri durmuyordu. İnter’e transfer olduktan sonra bu tür ritüellere daha da sık başvuruyordu. Bir keresinde topu oyuncuların oluşturduğu dairenin içine koyuyor, her bir oyuncu ona ulaşıp “topa sahip olmalıyım” diye bağırıyordu. Sevinç anlarında oyuncuların birbirine sarılmasını ama öpüşmemelerini söyler. Takım sahaya çıkarken “hepimiz aynı gemideyiz, tek takım, tek aile” derdi.

“Kendimi lanet bir orduda gibi hissediyorum”

Helenio Herrera taktik ve maç konuşmaları konusunda sayısız yeniliğe imza atan bir teknik adamdır. Bunlardan biri şudur: “Üç pası geçmeden rakibin ceza alanına bizi götürecek olan hızlı, dikine futbol oyun ilkemiz olmalıdır. Dikine oynarken topu kaybederseniz sorun olmaz ancak yan pas yaptığınızda yitirirseniz bunun bedeli gol olur.”

Herrera çok disiplinli hatta baskıcı bir teknik direktör olarak biliniyordu. Bir keresinde İnter’in İngiliz forveti Gerry Hitchens hakkında şöyle demişti: “ Kendimi lanet bir orduda gibi hissediyorum”. Hitchens, bir kros çalışması sırasında takım arkadaşları Suarez ve Mario Corso ile geride kaldıkları için Herrera tarafından takım otobüsüne alınmadıklarından, kampa 10 kilometre yürüyerek dönerler.

Kendisini diktatör olarak eleştirenlere ise şu yanıtı veriyordu: “Oyuncularıma bir tiran gibi, acımasız davranmakla suçlanıyorum. Ama tek yaptığım daha sonra her kulübün kopya çekeceği şeyleri uygulamaktan ibaretti: sıkı çalışma, mükemmeliyetçilik, fiziksel idmanlar, iyi beslenme ve her maçtan önce üç günlük konsantrasyon kampı.”

Herrera’nın teknik direktörlüğünde İnter üç lig şampiyonluğu kazanıp dördüncüyü play-off da Bologna’ya kaybetti. 1964 ve 1965’te Şampiyon Kulüpler Kupası’nı(bugünkü Şampiyonlar Ligi) kazandı ve 1967’de de finalde kaybetti. O yıllarda kendisine sorulan “İtalya’nın en ünlü kişisi kimdir” sorusuna “birinci Sofia Loren ikinci ise benim. Çünkü onun vücudu benden daha güzel” yanıtını vermiştir. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu kimdir sorusuna ise “ Alfredo di Stefano” demiştir. 87 yıl yaşamış, futbol için yaptığı buluşlarına günümüzde bile hiçbir teknik adam yaklaşamamıştır.

23 Nisan 2020, Perşembe 12:24
YAZININ DEVAMI

‘’İlk teknik direktör: Herbert Chapman‘’

Antik çağ Yunan filozoflarının piri olarak bilinen Aristoteles’e “ilk öğretmen” unvanını Araplar vermiştir. Avrupa ilk öğretmene sırtını dönüp Orta Çağ’ın karanlığını yaşarken Araplar Aristoteles’in eserlerini çevirerek 9 ile 12. yüzyıllar arasında bilimde dünyanın en ileri ülkesi haline gelmişlerdir.

Herbert Chapman’da futbolun ilk bilge kişisidir. Chambridge Üniversitesinde maden mühendisi olarak çalıştığı yıllarda aynı zamanda Arsenal’ın menajeri olarak bulduğu WM sistemi tam 40 yıl dünyaya hakim olmuş, İngiltere sınırlarını aşarak kıta Avrupa’sına ve Latin Amerika’ya yayılmıştır. 1960’lı yıllarda 4.2.4 sistemine geçilmeye başlandığı sırada bile birçok ülkede onun mucidi olduğu sistem egemenliğin koruyordu.

Chapman 1878’de Yorkshir’e bağlı Kiveton Park kasabasında bir maden işçisinin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Futbola olan tutkusu olmasa büyük olasılıkla o da babasının yolunda gidecekti. İlk olarak Stalybridge en sonunda da Totthenham’da yevmiyeli futbolcu olarak oynadı. Çok başarılı bir futbol hayatı yoktu ama futbola ilişkin ilk buluşunu futbol oynarken yaptı. Takım arkadaşları kendisini fark etsinler diye dana derisinden yapılmış soluk sarı kramponlar giyerdi.

1912’de Leedes City ile anlaştı. Takım sondan ikinciyken dördüncülüğe çıkardı. Bir gün oyuncularının iskambil oynarken tartıştıklarını gördü. Bunun üzerine maçlardan önce takım konuşmasını yaşama geçirdi. Bugün tüm dünyada maçtan önce hararetli konuşmalar yapan teknik direktörlerin bu uygulamasını Chapman’a borçlu olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Herbert Chapman, Leedes City’de görev yaparken oyuncularına usulsüz ödeme yapmakla suçlanır. Bunun üzerine kulübün kayıtları istenir. Ancak Chapman karşı çıkar. Bunun sonucunda da Leeds City ligden ihraç edilir ve 1919’da futboldan ömür boyu men edilme cezasına çarptırılır.

Futboldan men edilen Herbert Chapman Olimpia yağ şirketinde çalışırken kardeşinin arkadaşı Ambroso Langley kendisine yardımcılık teklif etti. Teklifle ilgilendi ve sözde usulsüz ödeme yapıldığı konusunu İngiltere Futbol Federasyonuna taşıyıp o yıllarda Barnbow silah fabrikasında çalıştığını belirtince Federasyon Chapman’ı affetti. Langley bir barı işletmeyi tercih edince de teknik direktörlük görevi ona kaldı.

Yöneticilere genç ve yetenekli bir kadroları olduğunu bu takımın başarılı olması ve onlara önderlik etmesi için bir generale ihtiyaç duyulacağını söyledi. O günlerde, bugüne ışık tutacak bir teorik bilgiyi daha takımların hizmetine sundu: “Meç ve puan kaybetme korkusu genç oyuncuların güvenlerini kemiriyor. Maçların sonunda skor hiç önemli olmasaydı oyunun futbol kalitesi dikkat çekici biçimde yükselirdi.”

İlk modern teknik direktör olarak futbol tarihine geçen Herbert Chapman, futbolcu transferlerinden taktik seçimine, seyircileri maç öncesinde ve devre arasında eğlendirmek için hoparlör sisteminden çalınacak gramofon plaklarının ayarlanmasına kadar, bir kulübün işleyişinde tam yetkili olan ilk kişiydi.

Günümüzden yüz yıl önce yöneticileri oyunculara çok para verdikleri halde bu oyuncuları yöneten, onlardan verim almaya çalışan teknik direktörlerin neden ihmal ettiklerini sormuştur. Chapman’a göre oyuncuları bulan, yetenekleri eğiten, emrindeki adamlardan en iyi verimi alan kişi, kulüp açısından futboldaki en önemli adamdır.

Herbert Chapman’ın Arsenal’de WM sistemi ile edindiği başarılardan sonra Gillespie Road metro istasyonunun adı Arsenal olarak değiştirildi. Beyaz rengin diğer bütün renklerden daha iyi çevresel görüş sağladığı inancıyla kırmızı formaya beyaz kollar eklendi. Daha da önemlisi Chapman Cuma antrenmanından sonra oyuncularını bir taktik tahtasının önünde toplayarak geçmiş maçta yapılan hataları ve gelecek maça ilişkin yapmaları gerektiğini tartışan ilk teknik adam oldu.

Chapman, İngiltere’de 1870’de yaşama giren Forester Eğitim Yasası’ndan yararlanan ilk kuşaktı. Bu eğitim yasası onu ne kadar etkiledi bilemeyiz ama Chapman hep yenilikçiydi. Ancak ölümünden kısa süre önce futbolun gidişatına ilişkin düşüncelerini söylemekten de geri durmadı: “Artık bir takımın iyi oynaması şart değil. Ne olursa olsun gol atmalılar ve puan almalılar. Aslında becerilerin ölçüsü lig tablosundaki konumlarıyla belirleniyor.”

Taktiklerin değerini ve bireyselliğin takım oyunu çerçevesinde kontrol altına alınması gerektiğini savunan Herbert Chapman 1 Ocak 1934’te Bury maçında soğuk algınlığına yakalandı. Yine de Arsenal’in bir sonraki rakibi Sheffield Wednesday’ı izlemeye gitti. Yüksek ateşle Londra’ya döndü. Kulüp doktorunun önerilerine kulak asmadı ve yedeklerin maçını izlemeye Guilford’a gitti. Dönüşte zatürree ilerlemişti. 6 Ocak’ta 55 yaşında yaşama veda etti.

22 Nisan 2020, Çarşamba 12:50
YAZININ DEVAMI

‘’Türkiye-Sovyet Rusya maçlarında FİFA yasağı nasıl aşıldı?‘’

1924 ve 1925 yıllarında yapılan iki milli maç FİFA kayıtlarına girmiştir. Bu maçlardan sonra Sovyetler bir daha FİFA tarafından onaylanacak bir maçı ancak 27 yıl sonra oynayacaktır. Türkiye ile gayri resmi bir maç yapabilmesi için ise altı yıl beklemesi gerekecektir. FİFA Türkiye ile Sovyet Rusya’nın maç yapmasını yasaklamış, ciddi yaptırımlar uygulayacağı konusunda tehdit etmiştir.

Ne var ki, Türkiye bir üçüncü maç ihtimalinin peşini bırakmaz. 1931’de Türk milli takımı yerine “Türk Üniversiteler Karması” adı kullanılarak FİFA’nın yasağı delinmeye çalışılır. Sonraki yıllarda Türkiye’nin “Halkevleri Karması” adını kullanacağı özel maçlar, Türkiye Futbol Federasyonu’nun 17-18 Haziran 1963 günleri İstanbul’da yapacağı toplantıda “milli maç” olarak kabul edilecektir.

Uzatmada atılan gol iptal edilir

1931 yılında Moskova’da iki maç oynanmasına karar verilir. Türk milli takımı ilk olarak 17 Ağustosta Moskova karmasıyla karşılaşır. Ruslar ilk yarıda iki gol atar. Ancak bunlardan biri 49. dakikada atılır. Türk futbolcuların uzun itirazlarına rağmen maçın Rus hakemi Aleksandr Solçkov kararından dönmez. Maç Rusların 4-3 galibiyeti ile biter.

Ancak maçtan sonra toplanan Beden Eğitimi Yüksek Konseyi Moskova Bölge Hakem Komitesi şu kararı alır: “Hakem Solçkov Yoldaş’ın kronometresi zamanı doğru göstermemesinden dolayı maçın ilk yarısının dört dakika uzadığı bütün hakemlerin saatleri tarafından tespit edilmiş olduğu göz önünde bulundurularak, ilk yarının uzayan dakikalarında atılan gol iptal edilmiştir. Maç 3-3 sonuçlanmıştır.” O yıllarda uzatma yoktur.

Türk çalımı

Moskovadaki maçlarda özellikle Türk hücum oyuncusu Rebii beğenilmiştir. Rusların değerlendirmesine göre, Rebii’nin oynadığı maçlarda on kere hücuma geç kalmak, bir kere defansa geç kalmaktan iyidir. Çünkü Rebii’nin kendine has çalımı her an tehlikeli olabilir. Sovyet futbolcular Rebii’nin attığı çalımı antrenmanlarında çalışarak yapmışlar ve adına da “Türk çalımı” demişlerdir. 1931 Moskova buluşmasıyla dönemin Rus milli futbolcularından A. P. Starostin şöyle bir görüş belirtmiştir: “Sovyet futbolunun gelişmesinde önemli bir yeri olan ‘Türk döngüsü’ tekrar başlamıştır.”

Türk-Sovyet futbol diplomasisi Ekim 1932’de Türkiye’de devam eder. Üniversiteler karması FİFA’nın dikkatini çekmiştir. Çünkü oyuncuların içinde üniversite öğrencisi yoktur. Sorun bu kez “Türkiye Halkevleri Karması” adıyla çözülür.

İsmet Paşa Rus soyunma odasına gider

Maçlar her ne kadar dostluk oyunu olsa da iki ülkenin temsilcileri arasında ciddi çekişmelere neden olur. Özellikle Türkler arasında oynanan bir sonraki maç hep “esas maç” olarak algılanmıştır. İlk maç 21 Ekim 1931’de Fenerbahçe Stadı’nda yapılır. Başbakan İsmet İnönü’nün de izlediği karşılaşma 2-2 biter.

İkinci maç, iki gün sonra Taksim Stadı’ndadır. Stat tamamen dolmuştur. Sovyet oyuncuların ortamı değerlendirmesi şöyledir: “Türk futbolseverler yurtsever, futbolcular ise savaşçıdır.” Karşılaşma oldukça sert geçmektedir. Sovyet oyuncular en çok sol bek Burhan’dan şikayetçidirler. Maç öyle bir hal almıştır ki, devre arasında İsmet Paşa, Sovyet Büyükelçisi Y. Z. Surits, Sovyet askeri ataşesi diplomatları yanlarına Türk oyuncuları alıp hep beraber Sovyet soyunma odasına gitmişler. Rekabetin sahada olduğu, saha dışında herkesin dost olduğu vurgulanır.

Ancak ikinci yarı düşünüldüğü gibi başlamaz. Maçın Rus hakemi R. V. Vasilyev tarafsızlığını göstermek için Türklerin sertliğine göz yumunca Ruslar da karşılık verir. Her iki takım da kaba futbola devam eder. Bir pozisyonda Burhan, düşürdüğü Vasiliy Pavlov’u yerden kaldırmak için saçlarından çekmiş ve elinde bir tutam saç kalmıştır. Sovyet futbolcusu da maçtan sonra “bir iki esas maç daha yapacak olursak, kel kalacağım” diye arkadaşlarına dert yanar.

Maç 4-0 Rusların galibiyeti ile biter. Rus hakem kendi futbolcularını “hepinizi sahadan atmam gerekirdi” şeklinde azarlar. Burhan’da Türk Futbol Federasyonu tarafından sportmenliğe aykırı davranışları nedeni ile sonraki maçların kadrosundan çıkartılmıştır.

Türk futbolcuları teknik ama nefesi yok

Bu maçlardan sonra Rus futbol kafilesinin başkanı İ. A. Dyomin İstanbul’da verdiği demecinde Türk futbolunu şöyle değerlendirir: “Türkiye’de teknik ve taktik itibarıyla ileri düzeyde bir futbol oynanıyor. Oyuncularınız ferden çok değerli sporcular. Fakat teknik bilgilerini tatbik etmekte kolaylık gösteremiyorlar. Çünkü atletik kabiliyetleri ve mukavemetleri çok az.

Yeni yetişen futbolcu nesli içinde bedeni iktidarın daha ziyade kıymete mazhar olduğunu Türk sporcu arkadaşlarım bana naklettiler. Bu cihet de temin edilirse, Türk futbolu yalnız Balkanlar’da değil, hatta Orta Avrupa’da da(o yıllarda Avusturya, Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya futbolu çok ileridir)mütemayiz(kendini gösteren) bir kuvvet olacaktır. Esasen buna liyakati de vardır.”

21 Nisan 2020, Salı 12:50
YAZININ DEVAMI

‘’Sovyet Rusya ile ikinci milli maç‘’

Türk milli takımının Moskova’da 3-0 kaybettiği maç Sovyet Rusya’da zafer olarak algılanırken Türkiye rövanş karşılaşması için hemen düğmeye basar. 1924 yılının Aralık ayında Rusya resmen Türkiye’ye davet edilir. Yazışmalar sonucunda maçın yeri ve tarihi belirlenir. Karşılaşma 15 Mayıs 1925’de Ankara’da yapılacaktır. İlk maçı Çarlık Rusya döneminde bile görülmemiş bir skorla kazanan Sovyetler ikinci maça verdikleri önemin bir göstergesi olarak erkenden gazete yorumlarına başladılar. Türkiye’yi yendikleri halde top tekniği yüksek oyunculara sahip olduğu için çekinceleri vardır. Türkiye için ise Selim Sırrı Tarcan’ın, yeni cumhuriyet ile birlikte ortaya atılan “gürbüz gençler yetiştirme” politikasının anlam bulması için maç önemli görülüyordu.

Sovyet Rusya milli takımı Harkov ve Odesa’da dört hazırlık maçı yaptıktan sonra 8 Mayıs 1925’de İtalyan gemisi Vittoria ile İstanbul’a doğru yola çıkar. Sovyet heyetini, limanda Türk Futbol Federasyonu Başkanı Zeki Bey, hükümet temsilcileri, ülkenin spor kulüpleri temsilcileri ve kalabalık bir vatandaş grubu karşılar. Trenle Ankara’ya hareket eden konuk ekip için trenin durduğu her durakta karşılama töreni düzenlenir, İstiklal Marşı ve Enternasyonal Marşı çalınır.

İstanbul’u gördükten sonra Ankara’nın küçük yapısı Sovyet Rusya futbolcularını şaşırtır. Sovyet takımı ilk maçını Ankara ve İzmir karmasına karşı oynayıp 6-1 kazanır. İstanbul karmasıyla oynadığı iki maçın ilki 2-2 ikincisi ise 3-0 Sovyet takımının galibiyeti ile biter. Resmi değer taşımayan bu karşılaşmaların birinde P.T. Artemyev, eliyle bir gol atar, Türk hakem bunu görmez, golü verir. Ancak Artemyev durumu hakeme anlatır ve gol geçersiz sayılır. Artemyev’in davranışı statta büyük bir coşkuyla karşılanır. Bir başka maçta ise karşılaşmanın bitiş düdüğü ile istenmeyen bir olay yaşanır. Eski Beyaz Ordu(Çarlık Rusya’sı Ordusu) mensubu sahaya inip maçın Rus hakemi İvan İvanoviç Savostyanov’a tükürme girişiminde bulunur. Üniformalı bir Türk subayı Rus hakeme arka çıkıp, saldırganı yakalayıp kısa bir sorgudan sonra tokatlayarak uzaklaştırmıştır.

İki ülke arasındaki planlı esas maç ise 15 Mayıs’ta 45 derece sıcaklıkta Ankara’nın İstiklal Stadı’nda gerçekleşir. Tahta tribünlerde kapasitesinin çok üzerinde olan 5 bin taraftar vardır. Ankara’daki her altı kişiden biri maçtadır. Başbakan İsmet(İnönü) Paşa, Bakanlar Kurulu’nun hemen hemen bütün üyeleri ve Sovyet Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Surits’de maçı izleyenler arasındadır. Mustafa Kemal(Atatürk) de stadın yakınındaki bir binadan maçı izlemektedir. Moskova’da olduğu gibi nu maçı da uluslararası hakem diplomasına sahip Türk Hakem Komitesi Başkanı Hamdi Emin(Çap) Bey yönetecektir.

Karşılaşmanın 3. dakikasında Türkiye Sabih ile öne geçer. Ancak 81. dakikada Fedor Selin’in 85.dakikada ise Butusov’un golleri ile Sovyet Rusya maçı 2-1 kazanır. Maçın yıldızı Sovyet kaleci Sokolov olur. Türk taraftarlar kurtarışları nedeniyle Sokolov’a “Şeytan” lakabını takarlar. Türkiye’nin atakları yoğunlaştığı anlarda Rusların sürekli kalecilerine geri pası vererek oyunu soğutma taktiği ilk kez bu maçta uygulanmıştır. Rusların dört maçta attığı 13 golün altısının sahibi Butusov Türk basınından büyük övgüler alır.

1925’in 15 Mayıs’ında oynanan bu maça bir başka olay damgasını vurur. Mihail Butusov’a “ölümcül sağ ayak” lakabı takılır. Ankara’daki maçın son dakikaları 1-1 devam ederken Butusov’un 12 metreden çektiği sert şut kaleci Hikmet’in karnına gelir. Hikmet bir süre yerde kıvrandıktan sonra sağlıkçıların müdahalesi sonucu kendine gelir.

Sovyet milli takımı maçtan sonra Odesa’ya gelir. Bu şehrin yerel karması ile bir maç yaparlar. Ancak Butusov, sakat olduğu için oynamak istemez. Butusov’un oynamayacak olması seyircilerde hayal kırıklığı yaratır. Odesalı yetkililer Butusov’un oynaması için baskı yaparlar. “Gökyüzünün Kralı” lakaplı milli futbolcu Fedor Selin baskılardan kurtulmak için şaka ile karışık Butusov’un bir şutla Türk kaleciyi öldürdüğünü söyler. Bu hikaye Odesa’dan bütün Sovyet Rusya’ya yayılır. Butusov’un sağ ayakla şut çekmesi yasaklanır. Sahalara döndüğünde sağ ayağıyla şut çekince futbolseverler tarafından “Sovyet yasalarını dinlemeyen kahraman” olarak saygı duyulur. 1920’li ve 1930’lu yıllarda çocuklar, sokakta birbirlerine Butusov’un sağ ayağında şut çekmesini yasaklayan bir siyah bandın olduğunu ve bir kalecinin hayatına son verdiği için büyük vicdan azabı çektiğini anlatmışlardır. (15 Mayıs 1925’de oynanan maçın kadrosu 6 Fenerbahçeli, 4 Galatasaraylı oyuncudan oluşurken kalede Muhafızgücü’nden Hamit vardır.)

20 Nisan 2020, Pazartesi 12:42
YAZININ DEVAMI

‘’Sovyet Rusya ile ilk milli maç‘’

1917’de Çarlık Rusya’nın içinden doğan Sovyet Rusya ile genç Türkiye Cumhuriyet’i ilişkilerinin yeniden futbol aracılığıyla başlaması iki ülke arasındaki gelişmeler anlamında ilginçtir. Araştırmacı akademisyen-yazar Mehmet Perinçek’in “Türk-Rus Diplomasisinden gizli sayfalar” adlı eserinden derlediğim bu satırların korona günlerinde sizlere de ilginç geleceği inancındayım.

Rusya Futbol Federasyonu, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından 1912 yılından beri üyesi olduğu FİFA’da artık temsil edilmemektedir. Bu yeni devleti futbolun en üst kurumu da tanımaz bir bakıma. 31 Temmuz 1922 tarihinde “Futbol Encümeni” adıyla kurulan ve 23 Nisan 1923 günü yapılan toplantıda “Futbol Heyet-i Müttehidesi” adını alan Türk Futbol Federasyonu ise derhal FİFA’ya başvurmuş ve başvuru 21 Mayıs 1923’te kabul edilmiştir.

Sovyet Rusya’nın spor alanında yalnız kaldığı, uluslararası hiçbir karşılaşma yapmadığı bu dönemde dostluk elini Türkiye uzatacaktır. Sovyet Rusya 1946 yılında FİFA’ya alınana değin tek uluslararası rakibi Türkiye olacaktır. Ancak bu iki ülke arasında yapılan onu aşkın futbol maçı içerisinde sadece ikisi FİFA kayıtlarına girebilmiştir.

16 Kasım 1924’te Moskova’da ve 15 Mayıs 1925’te Ankara’da İstiklal Stadı’nda yapılacak karşılıklı maçlar için FİFA’dan, Türk yetkililerin uğraşları sonucunda özel izin alınır. İlk maç öncesinde Sovyet gazeteleri Türk milli takımı ile ilgili övgü dolu yazılar yazarlar. Dönemin ünlü futbolcularından Aleksey Troitskiy, Odesa’da yayımlanan Veçernie Novosti gazetesine verdiği demeçte Türk takımının dünyanın en iyilerinden biri olduğunu, 1924 Paris olimpiyatlarında tek yenilgisini şampiyonada ikinci olan Çekoslovakya’dan aldığını ifade eder. Oysa Türk takımı Paris’te tek maç oynamış ve onu da 5-2 kaybetmiştir.

Sovyet Milli takımının ilk teknik direktörü olan Mihail Stepanovic Kozlov 11 yıl boyunca yürüteceği görevi döneminde takımını ancak 6 Kasım’da toplayabilir. Maça 10 gün kalmıştır ve Moskova’da hava çok soğuk ve kar yağışlı olduğu için antrenmanlar aksar. Hatta maçın erteleneceği bile söz konusudur.

Ancak her türlü ağır hava koşullarına rağmen maç günü gelmiştir. 16 Kasım 1924 tarihinde Vorovskiy Stadı’na insanlar akın eder. Öyle ki toplu ulaşım araçları yetersiz kalır. 15 bin seyirci Moskova ve Sovyet Rusya için bir rekordur. Maçı Türk hakem Hamdi Emin(Çap) Bey yönetecektir.

Saat 15.30’da takımlar maça çıkar. Türk futbolcuların boynunda atkılar ve ellerinde eldivenler vardır. Ancak bunları maç başlarken çıkartmak zorundadırlar. Futbolcularımızın soğuk nedeniyle Kafkas dansı ile ısınmaları seyircilerin hayli ilgisini çeker. Türk takımının kaptanı Nihat, Sovyet Rusya’nın ise Mihail Butusov’dur. İzleyicilerin ilgisini çeken bir başka olay ise Hakem Hamdi Emin Bey’in şortla sahaya çıkmasıdır. Çünkü 1920’lerin sonuna kadar Rus hakemler diledikleri kıyafet ile maç yönetebiliyordu. Örneğin rugan ayakkabı, kolalı gömlek papyonla ya da yağışlı havalarda pardösüyle maça çıkabiliyorlardı.

Oyun 15 dakika gecikmeyle 15,45’de başlar. Takım kaptanı Butusov 15 ve 25. dakikalarda iki gol atar. Butusov’un attığı ilk gol aynı zamanda Sovyet Rusya’nın tarihteki ilk golü olarak da kayıtlara geçer. 76. dakikada Şpakovskiy ile bir gol daha kazanan ev sahibi maçı 3-0 kazanır.

Maçın bitiminde Türk milli takımının kalecisi Nedim İzvestiya Sporta gazetesine şöyle bir demeç verir: “Bütün güçlü takımları gördüğümüz olimpiyat oyunlarından yeni döndük. Emin olabilirsiniz ki, Butusov gibi bir oyuncuları olmasından büyük mutluluk duyacaklardı.” Türk heyetinin başındaki yönetici Yusuf Ziya(Öniş) Bey konukseverliklerinden dolayı Sovyet yetkililerine teşekkür eder ve SSCB milli takımını İstanbul’a davet edeceklerini ama bu kez sonucun Rus takımı için sevindirici olmayacağını sözlerine ekler.

Her maçı ayrıntılarıyla günlüğüne kaydeden 65 yaşındaki mühendis Nikolay İvanovic Kuznetsov yaşadığı sürece bu maçın aklından çıkmayacağını ve Rus takımının o güne kadar böyle bir zafer kazanmadığını ifade etmiştir.

Türk milli takımı Odesa’da şehir karmasıyla planlanmış bir maç da yapar. Türk takımı lehine verilen bir penaltı kararı sırasında Odesalı kaleci kalesini boşaltmasıyla maçın tek golü atılır. Kalecinin bu tavrı ev sahibinin konukseverliği olarak değerlendirilse de, kalecinin hakemi protesto etmek amaçlı davrandığı da dillendirilir.

NOT: 16 Kasım 1924’de oynana maçın 11’inde dokuz Galatasaraylı oyuncu var. Kaleci Nedim İstanbul Altınotdu’da Sadi ise İzmir Hilal takımında oynamaktadırlar. İstanbul Altınordu 1909 da Galatasaray’dan ayrılan bir grup tarafından kurulmuş, 1916 ve 1917 de iki kez Cuma Ligi şampiyonu olmuştur. Bu takım şu anda 2. Amatör Lig’de oynamaktadır. Hilal ise kurulduğundan kısa bir süre sonra adını Altay olarak değiştirir.

19 Nisan 2020, Pazar 13:08
YAZININ DEVAMI