Arama

Popüler aramalar

‘’Şamiyonlukların yolu topa hükmetmekten geçer‘’

Bugünün futbolunda başarılı takımlar ile başarısızlar arasındaki temel farklardan biri şudur: Daha fazla pas yapan ve kısa pas oyununu benimsemiş takımlar rakip kaleyi çok daha fazla yoklayıp çekilen şut sayısında artış sağlayabiliyorlar.

Çok fazla pas yapmak ile top dolaştırmak arasındaki ince çizginin farkında olmak gerekir. İyi takımlar pas yapar başarısızlar ise top dolaştırır.

Dolayısıyla top dolaştıran takımlar rakip savunmaların çabuk toparlanmasına, savunmada birikmesine ve dengeli davranmasına olanak verirken amaca yönelik pas yapan takımlar çok daha fazla şut çekme imkanı bulabiliyorlar.

Topa sahip olma oranı fark yaratıyor

Atılan şut ile gol bulma oranının doğru orantılı olduğunu biliyoruz. Almanya’da yapılan 2006 Dünya Kupası’ndan bu yana elde edilen istatistikler çerçeveye dokuz şut gönderen takımların maçı kazandığı yolundadır.

Topa sahip olma becerisi başarılı ve başarısız takımlar arasındaki farkı yaratan temel unsurlardan biridir. Başarılı ve başarısız takımların ataklarını kaleyi bulan şutla sonlandırma oranları aşağı yukarı aynıdır. Ne var ki, başarılı takımlar başarısızlara göre üçte bir oranında daha fazla rakip kaleye şut çekiyorlar.

Lige tutunmaya çalışanlar az pas yapıyor

Uzun pasa dayalı oynayan takımlar daha az gol pozisyonuna giriyor, dolayısıyla daha az gol atıyor ama genellikle küme düşmemeye oynuyorlar. Uzun pasla oynanan futbolun temel sorunu arada bir başarılı olunması… Söz gelimi Stoke City Arsenal’a uzun taç atışlarından üç ve penaltıdan bir gol atarak galip gelebiliyor. Buna karşın Stoke her yıl düşmemeye oynuyor Arsenal ise zirveye.

Lige tutunmak için oynayan takımların geneli pas sıklığını adam akıllı azaltarak sadece üç oyuncusunun paslaşıp gol aramayı bir strateji olarak belirlemektedirler. Bu takımlar öylesine az pas yapıyorlar ki bazen tek bir pas ile gol aramanın peşine düşüyorlar, yapılan pasların yüzde 91’i dördüncü oyuncuyla buluşmadan atak sona eriyor.

Her takım için kazanmanın bir yolu vardır

Futbolda her takım karşı atak düzeni ile topla çok oynamadan yoluna devam etmek istemez, son dönemde eski günlerini aramaya başlamış olsa da Barcelona’da olamaz. Ama her takım ister kadrosundaki yıldızlar sayesinde isterse sayılar tarafından onlara sunulan verilerle, eldeki futbol aklını kullanarak maç kazanmanın bir yolunu bulabilir.

Geçmişe göre bugün artık elimizde çok daha kapsamlı ve çok daha ayrıntılı sayısal bilgiler var. Futbola ilişkin bilgi toplama yeteneğimiz de bu bilgiyi kullanma becerimiz de gün be gün artıyor. Öyleyse futbolda maç kazanmanın yolu her dönemde çeşitli ve değişkendir ama şampiyonlukların yolu topa hükmetmekten geçiyor.

03 Eylül 2020, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Pas oyunu hücum taktiği midir?‘’

Liverpool, İngiltere’nin ortalama takımlarından biri iken Bill Shankly tarafından Avrupa’nın devlerinden biri haline getirildi. Espiri ve alay etme yeteneğinin sınırı olmayan Shankly’in sözleri ilk söylendiği zaman pek anlaşılmadı ama zaman geçtikçe neredeyse atasözü haline geldi söyledikleri. Bir keresinde genç Cruyuff’un eşliğinde 5-0 kazanan Ajax için “bugüne kadar gördüğüm en defansif takım” demişti. Söyledikleri çoğunluk tarafından Shankly’in espirilerinden biri olarak algılandı. Ancak onun asıl amacı pas oyununun defasnsif bir yanı olduğunu vurgulamaktı.

Cruyff’a göre ise topa sahip olmanın hem hücum hem de savunma yanları vardı. 1970’li yılların ortalarında Hollanda’nın İngiltere’yi Wembley’de 2-0 yenerken genç Cruyff orta alanı bir kez bile geçmeden kendi alanında pas oyunuyla takımını yönetmiştir. Maçtan sonra “ top sizde olmazsa yenemezsiniz” demiş, kısa bir süre sonra ise “top bizde olursa gol atamazlar” diyerek pas oyununun iki yanına dikkat çekmişti. Hiç kuşku yok ki, Cruyff’un bu sözleri takımların daha fazla isabetli pas yaparak, daha az top kaybederek ve daha fazla pas fırsatı yaratarak daha fazla gol atabileceklerine, buna karşılık daha da az gol yiyebileceklerini teorileştirmişti.

Cruyuff’ın bu görüşünün doğru olup olmadığı İngiltere Ligi’nde yapılan 1140 maç analiz edilerek sonuca bağlandı. Gerçekten de rakipten topu saklama konusunda iyi olan takımlar daha fazla şut çekip daha fazla gol atıyorlar. Savunmada ise rakiplerine daha az şut şansı verdikleri için daha az gol yiyorlar. İngiltere Ligi’nde üç sezon üst üste oynanan maçlar sonuçta Cruyff’un sözlerini doğrulamıştır. Henüz futbolunun başlarındayken böylesine bir tespiti bugüne değin hiçbir futbolcu yapamamıştır.

Elde edilen bir başka bulgu ise topa sahip olmaya dayalı futbolun başarıya giden yolda bir strateji olarak kabul edilmesi gerektiğidir. Başarılı takımlar başarısızlara göre topa daha fazla dokunuyorlar. Başarılı takımlar rakip kaleye pas oyunuyla ve ortadan ataklar yaparken başarısızlar hücumda kanatları kullanıyorlar. Belli ki, pas oyununu yetkinleştiremeyen takımlar kanatlardan giderek karambol futbolundan sonuç almayı umuyorlar. Ayrıca başarısız takımlar futbol alanının her iki yarısında da fazla top kaybediyorlar.

Zayıf takımlar kanatlardan oynayarak rakip kale önünde karmaşık durumlara bel bağlarken başarılı takımlar, verimli paslaşma becerisi ile “karmaşık durumları basitleştirebilme” yetisi ile sonca gidebiliyorlar. Düz mantık ile bakıldığında bile maç içerisinde yaptığı pas sayısı ile o takımın paslaşma becerisi arasında doğrudan bir ilişki olması gerekir. Asıl sorun pasa dayalı futbolun çok çalışmak, çok tekrar etmek ve dolayısıyla sabır ile olan ilişkisidir. Topa sahip olmaya dayalı pas oyunu 21. yüzyılın modasıdır ve kazanmak için uygulanan bir stratejidir.

01 Eylül 2020, Salı 11:41
YAZININ DEVAMI

‘’Pas oyununun şifreleri‘’

Futbol oynamak dediğimizde basitçe aklımıza ne gelir? Topla oynamak, top sürmek, pas vermek, topa dokunmak, şut çekmek ilk aklımıza gelen etkinlikler olduğunda, aslında tüm bu durumlar ne kadar az futbol oynandığını göstermektedir. Buna karşın futbolu arkadaşlarımızla paslaşmak ve kısa süreli topa dokunmak, topu rakipten uzak tutup bireysel davranışlar olarak algılarsak, o zaman da bol bol futbol oynanıyor demektir. Bu da futbolun çok fazla topa sahip olmak demek olmadığını, daha çok arka arkaya yapılan sayısız top kaybını yönetmek olduğunu gösteriyor.

Topa sahip olmanın ölçülebilir iki hali vardır: Bir takımın topu bir yerden diğer tarafa iletme fırsatını kaç kez yakaladığını ve bu fırsatı yakalayana kadar geçen süre. Elbette ki her takımın planı, strateji ve taktiğe dayalı uygulaması başlama vuruşundan itibaren topun hakimiyetini ele geçirmek, maç süresince topu ayağında daha fazla tutmak ve ilk fırsatta golü atmak olsa gerek.

Ne var ki bu hiç de gerçekçi bir düşünce değil. Önceden planlanmış tüm uygulamalar eğer top hakimiyetine dayalı bir futbol oynamayı öncelikli görmüyorsa, gerçekçi de değildir. Koşullar ne olursa olsun rakibinden daha uzun süre topa hakim olup, top kayıplarını yönetemiyorsanız, kazanmayı sadece hayal etmekten öteye gidemezsiniz. Öyleyse bu kısımı şöyle genelleyebiliriz: Futbol topa sahip olma üzerine kurulu bir spor değil, peşi sıra yapılan top kayıplarını yönetmek üzerine kurulu bir etkinlik.

Bu durum futbolun elit takımları, sözgelimi Barcelona ve Arsenal için de geçerlidir. Üstelik kulüpler arasında ne kadar topa sahip olma felsefesiyle oynasalar da pek bir fark yoktur. Opta’nın verilerine göre üç sezon boyunca İngiltere Ligi’nin ilk 10 sırasına yerleşen takımlar rakiplerine 101,4 kez top kullanma hakkı vermişler. 11 ile 20. sırada yer alanlar ise 99,1 kez rakiplerine topa sahip olma fırsatı vermişler.

Bu da bize topa sahip olmak denilen şeyin bireysel değil, kolektif bir çaba gerektirdiği anlamına gelir. Topa sahip olmak belirli bir oyuncunun yeteneğinin değil takımın yeterliliğinin ölçütüdür. Yetenek diye diye ömrümüzü tükettik de asıl yeteneğin, bütün takımın birlikte ortaya koyduğu “ortak davranışlar bütünü” olduğunu bir türlü anlayamadık…

Pas oyununun en temel şifrelerinde biri, başarılı pas yüzdesinin pası veren oyuncunun teknik becerisinden çok atılmaya çalışılan pasın zorluk derecesiyle ilgilidir. Esas önemli olan ne yaptığınız değil nereden nereye doğru yaptığınızdır.

28 Ağustos 2020, Cuma 11:23
YAZININ DEVAMI

‘’Topa sahip olmanın şifreleri‘’

Hepimizin dilden düşürmediği futbol terimlerinden biri, televizyonda, radyoda, futbolseverler ya da izleyiciler arasında sık sık dile getirilen, bir takımın ne kadar iyi oynadığından dem vuracağından ya da bir takımın oyun tarzı hakkında fikir belirtileceğinde çok önemli bir unsur olarak ele alınan bir olgu topa sahip olmak. Bu terimi ilk duyduğumda 1982-83 sezonunda birinci ligde mücadele eden Beykoz’un yardımcı antrenörüydüm. Teknik direktör Adnan Dinçer futbolculara “topa sahip olduğunuzda değil, topu kaybettiğinizde korkun” derdi.

Bir şeye sahip olmak basitçe o şey üzerinde pratik ya da fiziksel bir hakimiyet kurmak anlamına gelir. Herberger’in dediği gibi top yuvarlaktır bu da topa hakim olmak konusunda sorun yaratmaktadır. İnsan ayağı bırakın yuvarlak bir topu, hiçbir şeyi doğru düzgün kontrol edebilecek şekilde tasarlanmamıştır. Zaten topa sahip olmak anlamında topun hareketini durdurup herhangi bir organınızla taşımaya(kalecinin dışında) oyun kuralları izin vermez.

Ellerimiz ile her şeyi tutabildiğimiz, taşıyabildiğimiz halde şair az kullanılan sol elimiz için şöyle demiştir: “Ahh acemi elim, sol elim”. Ayaklar da insanın acemi organıdır. Onun içindir ki ayaklarla topa sahip olmak çok ama çok zordur.

Hiçbir takım topa tamamen sahip olamaz.; topun kalecinin ellerinde olduğu ya da duran top kullanıldığı anlar hariç. Buna karşın “topa sahip olma” tabirinin futbol anlayışımızda bir köşe taşı olmasının önüne geçilememiştir.

Duran toplar, taç atışları ve topun kalecinin emin ellerinde olduğu anlar hariç, maçların büyük bir bölümünde takımlar topa sahip olamazlar. Sadece kısa ve geçici anlar boyunca top üzerinde rakiplerinden daha fazla hakimiyetleri vardır.

Takımların bütün derdi topu rakip ağlara göndermektir. Dolayısıyla topa sahip olmak bu uğurda bir araçtır. Ne var ki, topa sahip olmak popüler kültürde bir amaç olarak algılanır. Bu durumda topa sahip olmak bir yanlış adlandırmadır. Bir önceki yazıda Barcelona’nın topa ortalama %75 oranında sahip olduğu halde maçlarını kaybettiğinin altını çizmiştik. Futbolun en temel gerçeklerinden biri hiçbir uygulama tek başına maçı kazanmanın yollarını açmadığıdır. Çünkü top yuvarlak olduğu için oyun değişkendir.

Fransa’da yaşayan İngiliz futbol analistinin yaptığı araştırma da topa sahip olma konusunda ufkumuzu açabilir. Chris Carling Lille’in performans analisti. Yaptığı araştırmaya göre, oyuncular bir maç süresince ortalama 53,4 saniye topa sahip olmuş ve topla ortalama 191 metre koşmuş. Bu durumda bizim çok abarttığımız topa sahip olmak mı önemli yoksa top yokken futbolcuların neler yaptığı mı?

Çünkü bu sayılar oyuncunun sahada kaldığı sürenin yüzde birini oluşturur. 191 metre koşu ise, bir futbolcunun ortalama 11 kilometre koştuğunu düşünürsek sadece %1,5 kadarını. Maçın ortalama %99’luk bölümünde oyuncular ne yapıyorlar?

Bu sayılar da, futbolun topa çok fazla sahip olmak demek olmadığını, daha çok arka arkaya yapılan sayısız top kaybını yönetmek olduğunu gösteriyor.

18 Ağustos 2020, Salı 20:18
YAZININ DEVAMI

‘’On forvet beş savunmacıya gol atabilir mi?‘’

Bugünün futbolunun oyun prensiplerinin en önemlilerinden birinin “denge” olduğu bilinmektedir. Alanın her bölümünde denge unsuruna sadık kalan ve bunu pratiğe en iyi yansıtan takımların daha başarılı olduğu da biliniyor. Dengeli takımlar oyunun gidişatına göre hücuma mı yoksa savunmaya mı ağırlık vereceklerini bilirler. Günümüz futbol dünyasında atak ile savunma iç içe geçmiş durumda olmasına karşın popüler futbol kültüründe hücum hep birinci sıradadır. Oysa karşılaşma süresince anlık atak ya da savunma davranışlarında eksiklik baş gösterdiğinde takım için kırılma o noktadan başlamaktadır.

Birçok futbolsever hücuma yönelik futbolun teşvik edilmesi gerektiğine ve savunma ağırlıklı futbolun son çare olduğuna katılır. Bu nedenle forvet oyuncuları bu kadar değerliyken, savunma oyuncuları maddi ve manevi anlamda hak ettikleri değeri bulamazlar. Çünkü oyun sadece sahada kalmıyor. Hayatın içine dallarını uzatmadıkça futbolun popüler olması pek mümkün değil.

O yüzden transfer piyasası ve kulüpler tarafından, sezon sonunda bireysel ödülleri dağıtan kuruluşlar tarafından, televizyonda maç özetlerini hazırlayanlarca el üstünde tutulur forvetler. Gerçekten de, maç özetlerini izlerken bir savunma oyuncusunun yaptığı bireysel defans davranışlarının öne çıkarıldığını göremeyiz. Futboldaki nihai amaç golse, o golü bulmak için herkes elinden geleni yapmalıdır.

Peki, güçlü bir hücum hattının kapalı ve sağlam defans bloklarını ne yapıp edip aşacağına ilişkin düşünce gerçekçi midir? Bu düşüncenin doğru olup olmadığını nereden bileceğiz? Bu düşünce elbette ki bir teori olarak ele alınabilir. Ancak teoriler yüzde yüz kanıtlanmış gerçekler değildir. Daha fazla gol atmanın daha az yemekten daha iyi olduğu düşüncesi de sadece bir hipotezdir. Tüm hipotezler gibi bu da veriler ışığında test edilebilir. Elimizde bu konuda çok net bir uygulama ve sonuçları vardır.

Milan’ın başında bulunduğu günlerde teknik direktör Arrigo Sacchi’nin elinde çok büyük oyuncular vardı. Hücum gücü yüksek ve egoları şişmiş forvet oyuncularını bir araya toplayıp, beş kişilik savunma düzenine karşı on hücumcu ile oynayacaklarını ve 15 dakika boyunca tek bir gol atamayacaklarını söyler. Tek şartı topu savunmacılar kestiği zaman hücumcuların oyunu kendi yarı sahalarının on metre ilerisinden başlatmaları gerektiğiydi. 10 kişilik forvet beş defans oyuncusuna karşı 15 dakika içerisinde tek bir gol bile atamazlar. O forvetlerin arasında kimler mi vardı? Gullit, Van Basten, Rijkaard, Virdis, Evani, Ancoletti, Colombo, Donadoni, Lantignotti ve Mannari.

Savunmada ise kalede Giovanni Galli, Tassotti, Maldini, Costacurta ve Baresi. Sacchi “antrenmanlarda bunu hep yaptım savunmayı aşarak bir kez olsun tek gol atamadılar” diyor. Savunma organizasyonunun ne denli önemli olduğunu kanıtlayan bu uygulamada defans oyuncularının dört referans noktası vardır. Top, alan, rakip ve takım. Her oyuncu bu dört referans noktasından hangisinin hareketini belirleyeceğine karar vermek zorundadır. Bu dört noktayı içselleştirmiş, otomatik hale getirmiş savunma oyuncularını aşmak hiç de kolay değildir.

14 Ağustos 2020, Cuma 12:14
YAZININ DEVAMI

‘’Futbolun yeni dili; sayılar…‘’

Bizim kuşak “ben futbolcuyu yürüyüşünden anlarım” söylemiyle büyüdü. Bugün bile bu tür hiçbir bilimsel temeli olmayan yargılara dayanarak teknik adamlık yapanlar var. Oysa futbolda epey bir zamandan beri, devrimci teknik adamların uygulamalarının tam orta yerinden bilimsel ve sayısal veriler geçmektedir.

Yaptığı işin hakkını veren, rekabete dayalı tüm etkinliklerde, sorumluluk taşıyan insanlar ilk önce elindeki malzeme ya da insan kaynağının güçlü yanlarını ve kusurlarını bilgiye dayanarak tespit ederler. Bu temel ülke yarışmaya dayalı tüm etkinliklerde olduğu gibi futbolda da geçerlidir.

İstihbarata önem veren teknik adamlar bugüne değin hep geleneksel yöntemlerle bilgi toplamıştır, bu yöntem bugün de geçerliliğini korumaktadır. Scouting, diğer teknik adamlarla konuşmak, oyuncuları antrenmanlarda ve maçlarda izlemek, haberleri okumak bilgi toplamanın geleneksel yolları olarak bilinmektedir. Ancak bu bilgilerin büyük bir bölümü görecelidir. Yani bakan gözlere göre değişkenlik gösterir.

Oysa daha net, ölçülebilen bilgiye ulaşabilmek için verilere ve sayılara başvurmak gerekir. Gören, izleyen hiçbir göz veriden daha objektif değildir. Bu nedenledir ki, teknik adamlar verileri kullanıp, kullanmasa da kurumlaşmış kulüpler bünyesinde birden fazla maç analisti bulunduruyorlar.

Bu analistler takıntılı ya da geleneksel teknik adamlarla birlikte olsalar da, tek bir tuşa basarak takımlarının kullandığı; köşe vuruşları, çektikleri şutlar ya da yaptıkları paslarla ilgili en doğru verilere ulaşabiliyorlar. Ne var ki istatistiksel sayıların elinizin altında olması her teknik adamın bu sayıların ne anlama geldiğini bilmesi anlamına gelmez.

İhtiyaç olmadan buluş yapılmaz. Bu alandaki yeniliklerin çoğu aslında neyi hesaplamaya ihtiyacınız olduğunda ortaya çıkar. Oyunda olup bitenleri yansıtacak kadar karmaşık ancak toplayıp analiz edebilecek kadar basit bir veri seti tanımlamanız gerekmektedir.

Söz gelimi, üçüncü bölgede yaptığı isabetli pasları yansıtacak bir model kolaylıkla oluşturulabilir. Ancak bu yeterli değil. Asıl önemli olan ayrıntıda birkaç seviye daha derine inmektir. Teknik adamların elinde yeterince veri de var. Ancak sorun bu verileri değerlendirecek insanı bulmakta.

Özellikle coronavirüs döneminde yeniden başlayan ligimize baktığımızda topa daha az sahip olan takımların maçlarını kazandığını görmekteyiz. Daha çok atak geliştirdiğini gördüğümüz takımlar maçlarını kaybetti.

Bunun birçok nedeni olabilir. Ama kazanan takımın daha az topla oynamasına karşın daha iyi savunma yaptığı gözden kaçar. Çünkü insanların büyük çoğunluğu gole giden yollara odaklanırlar. Buna karşın savunmacıların neler yaptığı genellikle gözden kaçar. Çünkü savunmada yapılan hareketleri ölçüp değerlendirmek zordur.

Türkiye de teknik adamların bir kısmı geleneksel yöntemlerle iş görmesine karşın kulüplerin mutfağına yeterince sayısal veri geliyor. Bunların hangilerinin önemli ve kullanılabilir olduğu sonuçta teknik adam analist işbirliğine dayanıyor. Bu ikili tümdengelim yöntemiyle bütünün içindeki faydalı ve işe yarayacak parçaları bulup çıkarabilmelidirler. Futbolda bir adım öne atmanın yollarından biri artık sayısal verilerdir…

05 Ağustos 2020, Çarşamba 14:11
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol zor bir iş artık!‘’

Büyük mizah ustası Aziz Nesin yazı emekçilerine hitaben “Dünyanın en zor işidir yazmak, bunu en iyi sen bilirsin” demiştir. Gerçi usta “Sait Hopsait” adlı eserinde futbolun da mizahını yapmıştır, ancak bugün yaşasaydı futbola bulaşır mıydı pek emin değilim. Çünkü dünya öylesine zor bir dönemden geçiyor ki ne hesaplar tutuyor ne de kısa ya da uzun vadedeki öngörüler…

Evet, futbolda peşin konuşmaların yanıltıcı olduğu artık kültürümüze yerleşmiştir. Ama gene de planlama yapılmadan hiçbir iş kolunda başarı gelmiyor. Futbol üzerine ne kadar düşünüp ne kadar çok para harcarsanız harcayın başarının hiçbir garantisi yok. Bu nedenledir ki futbol günümüz iş kolları arasında en zor olanlardan biridir.

Galatasaray geçen iki sezonu şampiyon tamamladı. Başarılı olan takıma yeni transferler yapıldı. Falcao gibi bir dünya yıldızını santrfor olarak transfer etti. Son şampiyonluğa büyük katkı yapan Onyekuru’yu ara transferde takıma kattı. Sonuç şu: Coronavirüs günlerinin ortasında, ara verilen lig yeniden başlayınca takım santrforsuz kaldı. Oysa Galatasaray sezona üç santrfor ile başladı.

Türk futbol tarihinde santrfor denilince akla Galatasaray gelir. Gündüz Kılıç ve Metin Oktay ile iyi santrfor geleneğini kendisiyle özdeşleştiren sarı kırmızılı takımın bu anlamdaki başarısını somut olarak görmek istiyorsanız ligimizin gol krallığı sayısına bakabilirsiniz.

Bu sezonda şampiyonluğun en önemli adaylarından olan Galatasaray üç santrforundan da yoksun kalıp ek olarak kalecisinin de sakatlanması sonucu zirveden koptu, ülkemizi Avrupa’da en çok temsil eden takım olduğu halde sezon sonunda yurt dışına gidememe konumuna geldi.

Kimin aklına gelirdi Galatasaray’ın bugünkü durumu? Evet, hayatta olduğu gibi futbolun içinde de her şey var; sakatlıklar, iş kazaları ve hatta seyahat esnasında ölümcül kazalar bile… Ne var ki, bir takımın üç santrforunun da işlevsiz hale gelmesi pek az rastlanan bir durumdur. Bu durum futbolda planların istenildiği gibi tutmadığının bir kanıtı olsa gerek. Futbolda heyecan ve beklentiler büyüdükçe planlı hareket etmek zorlaşıyor. Salgın hastalıklar çağında yaşayacağımız düşünüldüğünde futboldaki ilişkiler çok ama çok zorolacak…

07 Temmuz 2020, Salı 17:28
YAZININ DEVAMI

‘’Saçmalığı kural zannedenler gördünüz mü?‘’

Galatasaray’ın Uruguaylı kalecisi Fernando Muslera tüm Türkiye’nin sevgi ve takdirini kazanmış ender futbol emekçilerinden biridir. Yaklaşık on yılık Galatasaray günlerinde on beş kupaya katkı yapmış bir kalecinin aktif futbolunun böylesine saçma sapan bir kural sonucunda noktalanması futbol dünyası için hem kayıp hem de büyük bir üzüntü kaynağıdır.

Bacaktaki iki kemiğin birden kırılması ve Muslera’nın yaşı göz önüne alındığında yeniden futbola dönmesi Uruguaylı kaleci için hiç de kolay değil. Sekiz ay futboldan uzak kalmak hemen hemen bir sezon demek. Ne kadar iyi bir kaleci, özel bir profesyonel olsanız da, bu dönemin sonunda eski güç ve formunu yeniden kazanmak futbolun doğası ile bağdaşmıyor. Elbette ki futbola dönebilir ancak futbol dünyası onu yeniden bağrına basmaya hazır olsa da, futbolun pratiği Muslera’yı zor kabullenecektir. Bu bağlamda ne yazık ki Muslera yolun sonuna gelmiş durumda.

Futbol gibi çok yoğun bir mücadele ortamında işini sürdüren meslek insanlarının başına her zaman bu tür sakatlıklar gelebilir. Ancak Muslera’nın sakatlanmasının koşullarını hazırlayan ne ofsayt pozisyonundaki rakiplerin durumunu saptayıp bayrağını kaldırmayan yardımcı hakemdir ne de futbolun kendi doğasıdır.

Muslera, ofsayt pozisyonları sırasında “bekle gör” saçmalığını kural olarak koyan dünya futbolunun üst kurullarının kurbanı olmuştur. Bu saçmalığın, bu tür bir sakatlığa neden olacağını sayısız pozisyonda gördük bugüne değin. Maçları birlikte izlediğimiz dostlara “bekle gör” anlayışının nelere mal olacağını defalarca söylemişimdir. Bu endişemin Muslera’nın futbol yaşamına nokta koyacak konuma getirmesini “çok yazık” deyip geçemeyiz. Dünya futbolunun başına çöreklenip, futbolun doğasından habersiz olanların yarattığı bir saçmalıktır bu.

Fernando Muslera sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde kaleciliğe gönül vermiş gençlere örnek gösterilecek bir kişiliktir. Sakatlanması bile futbolun saçma kuralı “bekle gör” anlayışını değiştirmek gibi bir yararı olacaktır. Sakatlanmanın ne yararı olabilir demeyin. Bu sakatlık Muslera’yı zamansız kaybetmemiz anlamına gelse de, futbolun ve oyuncuların gelecekteki sağlığı için yararlı olacağına inanmak istiyorum…

15 Haziran 2020, Pazartesi 13:18
YAZININ DEVAMI