Arama

Popüler aramalar

‘’Busby'in Bebeleri nasıl Manchester United oldu?‘’

Manchester United, İngiltere’nin en büyük ve en çok taraftara sahip kulübüdür. Kulüp ilginç bir tarihe sahip olmasa da, geniş kitlelere hitap eden bir geçmişi var. Öyle ki, Manchester United taraftarlığının ömür boyu süren bir meslek olduğuna inananlar vardır. Hatta 19 Şubat 1910 yılında Manchester United’in ilk oynadığı lig maçından beri Old Trafford’un futbolun Mekke’si olduğunu kabul edenler de…

Bobby Charlton ölümden döner

1940’lı yılların sonlarına doğru Manchester United sıradan bir takımdı. En üst ligde oynuyordu ancak Manchester City, Everton ya da Newcastle gibi şanlı bir tarihe sahip değildi. 1950’li yıllarda Manchester United’in “Busby Bebeleri” lakaplı, iki lig şampiyonluğu kazanmış, harika bir genç takımları vardı. Bu takım ne yazık ki, 6 Şubat 1958’de, bir Avrupa maçından dönerken uçaklarının Münih’te düşmesi sonucu takımın sekiz oyuncusu yaşamını yitirdi.

Uçak kazasında sekiz oyuncusunu kaybeden Manchester United’in yaşadıkları gene de mutlu sonla bitiyor denebilir. United’in yeniden yapılanmasının öyküsü futbol tarihinin en önemli girişimlerinden biri olarak kabul edilir. Münih’te teknik direktör Matt Busby ölümle pençeleşirken Bebeleri’nin en genç üyelerinden, sonraki dönemde İngiliz futbolunun asaletini temsil eden ve “Sir Bobby” unvanını alacak olan on dokuz yaşındaki Bobby Charlton büyük bir rastlantı sonucu ölümden dönmüştü.

Matt Busby bıraktıktan sonra…

Busby uzun süren bir tedavi döneminde verdiği mücadele sonucunda yaşama dönüp yep yeni bir takım kurdu. Münih’teki uçak kazasından on yıl sonra Manchester United Avrupa Kupası’nı kazandı. Bu kupanın kazanılmasının verdiği mutluluk ile teknik direktör Matt Busby ve kazadan kurtularak yaşamda kalan Bobby Charlton mutluluk ve gözyaşları içinde birbirlerine sarılırlar.

Matt Busby teknik direktörlükten emekli olduktan sonra yerine gelen hiçbir teknik adam onun gölgesinde yaşayamadı. Zümrüdüanka kuşu gibi küllerinden doğan ve yetiştirdiği altyapı oyuncuları ile Avrupa Kupası’nı kazanan bir teknik adamın ağırlığı altında ezildi yerine gelenler. Bu durumun doğal sonucu olarak Bobby Charlton’un başını çektiği ekip yaşlanmış, takım 1968 yılında kısa süreliğine de olsa İkinci Lig’e düşmüştü.

İkinci Lig’den yükselişe geçiş

Yeniden İngiltere Birinci Ligi’ne dönen Manchester United’in Busby Bebeleri’nden belleklerde yer etmiş o gösterişli futbolunun temsilcisi Liverpool olmuştu bile. 1992’de giriştikleri şampiyonluk mücadelesinde Leeds United’e yenilerek geriye düştüler. Kulübün tarihini yazanlar Fransız Erich Cantona’nın transferi ile United’in farklı bir yola girdiğini yazar.

Kulüp bir zamanlar yalnızca taraftarı ve altyapıdan yetiştirdikleri yetenekli oyuncuları ile ayakta dururken, artık dünyanın her yerinden transfer edilen kalabalık bir oyuncu kadrosuyla vahşice pazarlanan küresel bir ürüne dönüştü. Doksanların başından beri bitmek bilmeyen bir ekonomik yenilik ve pazarlama stratejisiyle rakiplerini geride bıraktı. Diğer bütün takımlar pazarlama konusunda Manchester United’i taklit etseler de, hiç biri globalleşme konusunda onların yanına varamadılar.

Matt Busby’nin heykeli dikilir

Manchester United’in ekonomik örgütlenmesinin kurumsallaşmış halini 2000’li yıllarda Fanatik’te görev yaparken bire bir tanık olmuştum. Galatasaray ile oynadıkları maçtan sonra United’in ürün satış mağazasından alışveriş yapmak istemiştik. Old Trafford’un dış bahçesindeki mağazaya vardığımızda saat 22.55’ti. Görevli, 23.00’de mağazanın kapanacağını söyleyip sadece içerdekilerin alışveriş hakkı olduğuna dikkat çekip bizi içeri almadı. Busby’nin Bebeleri ile başladığı Avrupa yolunda koşar adım ilerleyen bir konuma gelen United’in artık kimseye ödün verme ihtiyacı da kalmamıştı anlaşılan.

İnsan unutmak konusunda çok yetenekli bir canlı olsa da Busby’nin Bebeleri döneminden söz açılınca yüreklere dokunan duyguları da kalbinin bir yerinde saklar. Duygularını göstermemek konusunda özel bir yeteneğe sahip olduğu söylenen Matt Busby, Münihte’ki kazadan sonra evine geldiği günlerde bir arkadaşı ziyaretine geldiğinde ona sarılıp doyasıya ağlar. Ancak kazadan hiç söz etmez. O günlerde Manchester United uluslararası bir pazarlama fenomeni olmadığından Münih’teki uçak kazasını anıtlaştırmış, mütevazı bir şekilde kulüp binasının girişine 6 Şubat 1958 yazılmıştır. Daha Sonra Old Trafford’a Matt Busby’nın Bronz bir heykeli dikilir, önünde bir erkek çocuk vardır. Kim bilir bu bronz heykel, belki de kulüplerin kurtuluşunun Matt Busby gibi teknik direktörlerde ve çocukların eğitim aldıkları altyapılarda olduğunu vurguluyordur…

13 Mayıs 2020, Çarşamba 12:09
YAZININ DEVAMI

‘’Brain Clough'un Nottingham Forest'i‘’

Coronavirüs günlerinde herkesin yeni bir dünya ve yeni düşüncelere doğru yürümeye başladığı kabul görmektedir. Virüsün futbol dünyamıza sunduğu yenilik ise milyon dolarların havada uçuştuğu transferler yerine “altyapı” uygulamalarına yeniden dönmek gerektiğidir. Dünya globalleşirken yabancı futbolcuya karşı olmak ilkelliktir görüşünde olanlar şu günlerde ne düşünüyor bilemiyorum. Ancak halk sağlığı ve “koruyucu hekimlik” deyimlerinin ne anlattığını Coronavirüs günlerinde öğrenmeye başladık. Altyapı, altyapı diyerek ömrünü geçiren bu satırların yazarı altyapıyı futbolun koruyucusu ve kulüplerin “bağışıklık sistemi” olarak görmüştür. Belki derdimi anlatmakta zaman zaman zorlandım ama bu konuda ödün vermediğimi bilenler bilir.

Trabzonspor’un Anadolu’da futbol devrimini başlatmasının kökeninde altyapı olduğunu herkes bilir. Beşiktaş’ın yeniden ayağa kalktığını da altyapı uygulamasında görmekteyiz. Altyapının kusursuz bir koruyucu sistem olduğunu, Beşiktaş’ın üç yıl üst üste şampiyon olduğu doksanlı yılların başında, takımdan ayrılan hiçbir oyuncunun başka kulüpte başarılı olamadığında da görmekteyiz. Beşiktaş’ta efsane olan Feyyaz Uçar ve Ali Gültiken takımdan ayrılınca neredeyse adları unutuldu. Sergen Yalçın ise futbolun Evliya Çelebi’si oldu neredeyse.

***

Coronavirüsün herkesi kendi ölçüsünde düşünceye daldırdığı şu günlerde Beşiktaş’tan ayrılanların başarısız olması beni İngiltere’ye doğru düşsel bir yolculuğa çıkarttı. Bizim kuşak çocukluğunda İngiltere’deki ilk kulübü Fenerbahçe sayesinde tanıdı. Fenerbahçe Mancester City’i 2 Ekim 1968’de Şampiyon Kulüpler Kupası’ndan elediğinde 11 yaşımdaydım. Kulağıma dayadığım küçük radyodan maçı dinlerken yaşadığım heyecanı hiç unutmam. İlk gençliğimizde ise Arsenal, Mancester United, Liverpool ve Tottenham takımları belleğimizde yer etmişti. Nottingham Forest diye bir takım olduğundan haberimiz bile yoktu.

1967 yılında ikinci lig takımı olan Derby Country’nin başına gelen Brian Clough takımı ilk yılında şampiyon yapıp ikinci sezonunda Avrupa Kupası yarı finali oynatır. Arada kısa dönemlerde yine alt liglerdeki takımlarda görev yaptıktan sonra ikinci ligdeki Nottingham Forest’in başına geçer. Clough başına buyruk ve esprili bir teknik adamdı. Kendisine yavaş ilerlemek gerektiğini söyleyip “Roma bir günde inşa edilmedi” diyenlere yanıtı hazırdı: “O işin başında ben yoktum.”

Clough, 1974 yılında Bill Shankly’in yerine Liverpool’un başına geçen Bob Paisley ile birlikte pasa dayalı oyunu savunuyordu. O günlerde Britanya futbolunun gücü uzun paslarla topa hükmetmekten geliyordu. Ancak kıta Avrupa’sının uyguladığı verkaçlı ve araya adam kaçırmaya dayalı futbol onların gücünü elinden almıştı. Peisley ile Clough bunu erken fark edip İngiltere’de fark yarattılar.

***

Nottigham Forest ikinci ligde oynayan, hiç şampiyonluğu olmayan bir taşra takımıydı. Brain Clough ikinci sezonunda onları birinci lige taşıdı, üçüncü sezonunda ise şampiyon yaptı. Daha ilginci ise iki yıl üst üste Forest’in Avrupa Kupası’nı kazanmasıydı. Öyle ki, bugün bile kendi liginden daha çok Avrupa Kupası şampiyonluğu olan Avrupa’daki tek takım olmasıdır. Clough sabırlı pas oyunuyla Nottingham Forest’i Avrupa’nın altı üst düzey takımı arasına taşıdı.

Brain Clough’un alt liglerden alıp İngiltere Ligi’ne çıkarttığı takımların hepsi o bıraktıktan sonra geldikleri liglere döndüler. Şampiyon Nottingham Forest’ten ayrılan hiçbir futbolcu başka takımlarda başarılı olamadı. Şahsiyetinin gücü ve hiciv ustalığı ile taşra takımlarını şampiyon yapan Brain Coloug ne yazık ki alkolizmden kendini kurtaramadı. Gene de para musluklarının kapalı olduğu takımları şampiyon yaparak İngiltere futbolunda “dahi teknik adam” olarak yerini aldı. Coronavirüs günlerinden sonra bütün dünyada para musluklarının kapanacağı göz önüne alındığında Brain Clough gibi teknik adamlar aranılan şahsiyetler olacak…

11 Mayıs 2020, Pazartesi 13:51
YAZININ DEVAMI

‘’İyi takımlar kazanmanın garantisi midir?‘’

Önceki yazılarımızda futbol tarihinin en iyi iki takımı, 1954’deki Macaristan ve 1974’deki Hollanda Ulusal takımları olduğunu ve ikisinin de o yıllarda oynanan Dünya Kupaları’nda, finalde Almanya’ya kaybettiklerine değinmiştik. Bir üçüncü Milli takım var ki, o da 1982’de İspanya’da yapılan Dünya Kupası’nın çeyrek finalinde İtalya’ya kaybeden Brezilya’ydı. Futbol otoritelerine göre 1970’de Meksika’daki finalde İtalya’yı darmadağın eden Peleli Brezilya’dan sonra sambacılar ilk kez o yıllara dönmenin ipuçlarını vermişti.

Ne var ki hiç kimse Paolo Rossi’nin sahneye çıkıp Ziko ve Soktares’in öncülüğünde Brezilya’nın ilmik ilmik örerek oynadığı kısa paslı ve gösterişli oyununu sonuçsuz bırakacağını tahmin etmiyordu. Öyle ki, İtalya’nın en iyi oyuncusunun ileriye doğru yaptığı pastan daha çok Sokrates topuk pası yapmıştı. Ancak turnuva öncesinde son derece formsuz olan, kupada kendisinden çok şey beklenmeyen Rossi’nin iki bitirici golü Brezilya’nın final hevesini kursağında bıraktı. Gerçi Brezilya üçüncülük maçını kazandı ama yanlı yansız tüm futbolseverlerin gönlünün finalisti Brezilya’ydı.

***

1982 Dünya Kupası’nın çeyrek finalinde karşılaşan İtalya ve Brezilya’nın bu maçta forma giyen oyuncuları futbolu bıraktıktan sonra 1990 Dünya Kupası’nda İtalya’nın Pescara şehrinde bir gösteri karşılaşması yaptılar. Cumhuriyet gazetesinden görevli olarak gittiğim İtalya 90’da bu maçı yerinde izlemiştim. Maç ne mi oldu? Brezilya tam 9-1 kazandı. Eski oyuncular kuvvetten düştüğünde tekniğin karşısında ne duruma geldiklerinin bir göstergesi olsa gerek o karşılaşma. Dönüşte Roma’da Sokrates ile sohbet etme şansını da elde etmiştim. Rahmetli ağabeyimiz Mahmut Küçük habersiz fotoğrafımızı çekmiş. Fotoğrafın bir örneğini bana verdiğinde bir kuleye bakar halimi görünce 1.76 boyumun ne kadar kısa olduğunu ilk kez fark ettim!

Aslında Brezilya 1982 Dünya Kupası’na, 1970’den beri en nefes kesici performanslarından birini sergileyerek gruplara başladı. Sovyet Rusya, İskoçya ve yeni Zelanda’yı güle oynaya keyif veren bir futbol ile yendi. Arjantin’i de çok rahat yendikten sonra yarı final için İtalya karşılaşması neredeyse bir formalite olarak görülüyordu. Brezilya maçın başında bir gol atabilse formalite gerçekleşecekti. Ancak hiç kimsenin güvenmediği ama Hocası Enzo Bearzot’un bütün eleştirilere karşın arkasında durduğu Paolo Rossi ilk golü atınca her şey tersine döndü. Brezilya’ya sonuna değin güvenenlerin sayısı az olmamasına rağmen İtalya maçı 3-2 kazandı.

***

Bu karşılaşma futbol tarihinin fay hatlarından birinin kırıldığı oyunlardan biri olarak kabul edildi. Bundan sonra takımlar Brezilya usulü pas oyununu bırakıp dizilişler, taktikler, güç ve tarz olarak kazananın peşine gideceklerdi. Otoriteler biraz daha ileri giderek bu maçı futboldaki naifliğin öldüğü gün olarak kabul ettiler. Hücumda topla becerisi yüksek olan büyük oyuncular her zaman olacaktı. Ancak bilinçli bir taktik anlayış içinde onları koruyup kollamadıkça eskisi kadar etkin olamayacakları açıktı.

1970’lerin ortasında 1990’ların ortasına kadar geçen zaman içerisinde futbolcuların koşu mesafeleri iki katına çıktı. Bunun arkasındaki mantık şudur: Futbol gücün ve presin acımasız bir hale geldiği evrimsel bir sürecin içine girmişti. 1958’de Brezilya’nın orta alanında Didi ve Zito, 1982’de Sokrates ve Ziko gibi top ustaları görev yaparken 2010’da Gilberto Silva ile Felipe Melo gibi pres ve gücü öncelikli gören oyunculara forma verildi.

Fizik güç ve prese dayalı futbolun benimsenmesi Brezilya’da da sonucunu verdi. Brezilya 1994 ve 2002 yılları arasında Dünya Kupası’nda üç kez finale çıkıp iki defa kupayı kazandı. Çünkü orta alanda topu takımda tutmaya dayalı oyuncuların yerine rakipleri imha etme taktiğiyle oynayan futbolculara görev verilmişti. Bu anlayış Latin dünyasında da ödülünü aldı. Brezilya 1997 ile 2007 yılları arasında düzenlenen beş Copa America’nın dördünü kazandı. Üstelik bu kupaların hepsi başka ülkelerde kazanıldı.

***

Bu bilgilerden sonra başlıktaki sorumuzun yanıtına gelebiliriz. Dünya Kupası, Avrupa Kupası ya da Amerika Kupası maçlarının hepsi kısa erimli turnuva oyunlarıdır. Dünya Kupası’nın finaline geldiğinizi varsaydığınızda sadece yedi karşılaşma oynayabiliyorsunuz. Ancak ortalama 30 maçlık bir lig maratonunu hiçbir kötü takım kazanamaz.

Ligde şampiyon olan takımlar genellikle en iyilerdir. Hepimizin gözü de gönlü de uluslararası başarılarda olsa da, en değerli şampiyonluğun lig olduğunu unutmamak gerektiği kanısındayım. Oyun hangi mantıkla oynanırsa oynansın, ister top tekniğine dayalı isterse fizik güce… Turnuvaları en büyük takımlar bile kaybedebilir ama liglerin efendisi büyük çoğunlukla dönemin futbolunu en iyi oynayanlardır…

09 Mayıs 2020, Cumartesi 13:40
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol tarihinin ünlü faulleri‘’

1978 Dünya Kupası’nın sahibi Arjantin’in teknik direktörü Luis Menotti ile Bask olması ile hep övünen Javier Clemente birbirlerini hiç sevmezler. Franko diktatörlüğü döneminde palazlandığını söylediği Clemente’i “otoriter” olarak değerlendiren Menotti, meslektaşı tarafından “hippi”lere benzetiliyordu. İki hocanın arasındaki söz dalaşından çıkan gerginlikten futbolcuların etkilenmemesi pek mümkün olmuyor. Ateşlenmeye hazır olan bazı oyunculara ateş ile yaklaştığınızda ortaya büyük yangınlar çıkabiliyor. Ya da birbirini bileyleyen iki hocanın çıkardığı kıvılcım yangını tutuşturabiliyor.

Basklardan kurulu AtletikcBilbaolu futbolcuların heyecanlı yapısını Clemente “Basklar özel bir ırktır” diyerek daha da körüklüyordu. Bu duygu ile oynayan Goikoetxea’nın, 1981 yılında oynanan bir Barcelona maçında Bernd Schuster’e yaptığı faul onun yan bağlarından sakatlanmasına neden oldu. Barcelona’nın Alman oyuncusu bu sakatlık yüzünden altı ay futboldan uzak kalmış ve altı ay sonra yapılacak 1982 Dünya Kupası’nda da oynayamamasına neden olacaktı. Bu önemli sakatlığın nedeni futbolcuların birbiriyle çekişmesinden daha çok Clemente ile Menotti’nin arasındaki müzmin ağız dalaşına bağlanıyordu.

Menotti ve Clemente saha dışında uzaktan uzağa atışadursunlar iki hocanın sahada ilk kez karşılaşmaları 24 Eylül 1983’de Camp Nou’da gerçekleşir. Atletic Bilbao maçın 60. Dakikasında 3-0 gerideyken Schuster bu kez Goikoetxea’ya sert bir faul yaptı. Bu faul izleyiciler tarafından rövanş olarak algılandı. Barcelona formasını giyen Maradona rakibini teselli etmeye çalışırken esas felaketin kendi başında dolaştığından habersizdi. Çünkü Goikoetxea “o herifi geberteceğim” diye söyleniyordu.

Bu öfkeli söylenti futbol tarihinin en ünlü faullerinden birine neden oldu. Goikoetxea Maradona’ya öylesine bir faul yapar ki sol bileğindeki aşık kemiği kırılır ve yan bağları kopar. Hakem faul bile vermez. Televizyon görüntülerinden 18 maç ceza alır. Ancak tahkim cezasını altı maça düşürür. Maçtan sonra Clemente oyuncusunun müdahalesini sakatlama amaçlı yapmadığını söylediği halde Goikoetxea faul yaptığı sol kramponunu bir cam muhafaza içinde evinin en gösterişli yerine koyar.

***

Sezon bitmeden bir maç daha vardı. Atletic Bilbao ile Barça’nın çekişmesi bitmek bilmiyor, Clemente ve Menotti’nin saha dışında ektikleri bir kez daha ürününü veriyordu.. İki takım bu kez Copa del Rey finali için karşı karşıya geleceklerdi. Maça gelirken yolda ölen bir Barcelona taraftarı için yapılan saygı duruşunda Atletik taraftarları Barnebeu’daki sessizliği bozarak ıslıklı protesto yaptılar. Maç oynanırken sahaya yabancı madde attılar. Schuster sahaya atılanları tribünlere iade etti. Oyun süresince her iki tarafta birbirlerine sayısız kasti faul yaptılar.

Atletic Bilbao maçta öne geçti, Barcelona oyunu çevirmek için çaresizce mücadele etti ama sonucu değiştiremedi. Maçın bitimiyle Atletic kenar yönetimi zaferi kutlamak için sahaya fırlarken Maradona kendini kaybetti. Sahada çömelmiş vaziyette duran ve o gün oynamayan Bilbao’nun yedek oyuncusu Mİguel Angel Sola’ya diziyle vurarak bayılmasına neden olur Maradona. Böylece futbol tarihinin belki de en utanç verici meydan kavgası başlamış oldu. İki takım oyuncuları tekme tokat birbirlerine girerken o an sahada bulunan herkes, polisler ve gazeteciler bile bu kavganın içindedirler. Kral II. Juan Carlos, Dani’ye kupayı verirken sahadaki dalaşma hala sürüyordu.

***

Maradona’nın ilk menajeri kendisinden iki yaş büyük olan Cyterszpiler’di. Çocuk felci geçirdiği için aksayarak yürürdü ve spordan uzak dururdu. Ancak üniversitede ekonomi okuduğu için ve hesap kitap bilmeyen, her geçen gün biraz daha şımarıp dağınık yaşayan Maradona’nın arkasını topladığı için Diego’nun güvenini kazanmasını bilmişti.

Futbolu seven biriydi. Kendinden on yaş büyük ağabeyi Juan Eduardo Maradona’nın ilk göz ağrısı Argantinos’da futbol oynarken Cyterszpiler’de takımın maskotu olmuştu. Ne var ki Juan Eduardo henüz 21 yaşındayken hayalarına yediği bir tekme yüzünden iç kanama geçirip hayatını kaybetmişti. 1970’li yıllara gelindiğinde bile Arjantin futbolundaki acımasızlık devam ediyordu.

***

Markus Merk’i çoğunuz bilirsiniz. Birkaç sene öncesine kadar yayıncı kuruluşun hakem yorumcusuydu. Markus Merk Kaiserslauteren’de bir diş hekimidir. Lionel Messi ilk milli maçını Macaristan’a karşı oynadı. Bu bir hazırlık maçıydı ve Messi 11’de değildi. Arjantin teknik direktörü Jose Pekerman Messi’yi altmış beşinci dakikada Lisandro Lopez’in yerine aldı. Top ayağına ikinci kez geldiğinde kendine özgü ani dönüşünü yapıp rakibinden kurtulmaya çalışırken Messi kolunu sertçe savurdu.

Kuşkusuz amacı rakibinden kurtulmaktı ve Messi henüz rakibine dirsek atarak faul yapamayacak kadar gençti. Sadece rakibi Vanczak’ı kontrol edebilmeyi düşünmüştü. Kolu rakibinin göğsüne gelince Macar oyuncu kendini yere atıp suratını tutmaya başladı. Hakem Markus Merk Messi’ye kırmızı kart gösterdi. İlk milli maçında sadece kırk dört saniye sahada kalabilmişti Lionel Messi. Markus Merk sanırım iki sezon her hafta Almanya’dan gelip ligimizde oynanan maçlardaki hakemleri yorumladı.

06 Mayıs 2020, Çarşamba 12:29
YAZININ DEVAMI

‘’Futbol tarihinin ünlü faulleri‘’

1954 yılında Brezilya Futbol Federasyonu’nun kuruluşunun 50. yılı nedeniyle bir turnuva düzenlenir. Adına Taça das Naçoes turnuvası denilen organizasyona İngiltere ve Arjantin’de katılır. Brezilya açılış maçında Maracana’da İngiltere’yi 5-1 yendi. İngiltere Pele’ye özel önlem almamanın bedelini ağır ödemişti ancak sonraki maçta Arjantin’e de bir fikir vermişti bu oyun.

Arjantin teknik direktörü Spinetto Pele’yi sıkı markaj altına alması için Jose Masiano’yu görevlendirmişti. Pele böylesine sıkı markajlara alışkın olduğu halde rakibinin baskısından rahatsız olup maçın başlamasından yarım saat sonra Masiano’ya kafa atıp burnunu kırdı. Hakem olayı görmedi ve Pele oyundan atılmaktan kurtuldu. Ancak yaptığı hareketin yarattığı baskıdan kurtulamamasından olsa gerek oyunun geriye kalan kısmında suya sabuna dokunmadan sahada dolaşıp durdu.

***

İngiltere’de düzenlenen 1966 Dünya Kupası’nda İngiltere ile Fransa grup maçında karşılaşır. İngiltere’nin oyunu 2-0 kazanmasından daha çok maçta İngiliz futbolcu Stiles’in rakibi Jacky Simon’a yaptığı korkunç faul konuşulur. FİFA İngiliz oyuncunun sonraki futbol hayatında dikkatli olması için Stiles’i uyarır. Ayrıca FİFA, İngiltere teknik direktörü Alf Ramsey’i de uyaran bir mesaj yollar. FİFA’nın mesajı Ramsey’in sonraki maçlarda bu oyuncuya görev vermemesi yönündedir. Ancak Ramsey orta alanda vazgeçemeyeceği bir oyuncu olduğu için FİFA’ya istifa tehdidinde bulunur.

O maçta sakatlanan Greaves’i Ramsey pek tutmaz ama medya tarafından çok sevilir. Sakatlanınca Ramsey’e gün doğmuş, çeyrek final maçında en çok korktuğu Arjantin’in karşısına Hurst ile çıkmıştı. Medyanın futbolculuğunu tartıştığı ancak hava toplarında etkili ve top saklama becerisi olan Hurst’un attığı gol ile İngiltere yarı finale çıkar. Ancak bu maç futbol tarihinin en gaddar oyunlarından biri olarak akıllarda yer eder. Medyanın değerlendirmesi şöyledir: “Bir maçtan çok uluslararası bir vaka.”

***

1982 Dünya Kupası’ında Almanya ile Fransa yarı final maçı için İspanya’nın Sevilla kentinde karşı karşıya gelirler. Oyunun ilk yarısı Littbarski ve Platini’nin karşılıklı golleri ile 1-1 biter. İkinci yarının ortalarına doğru Fransız futbolcu Patric Battiston Alman savunmasının arkasına sarkıp kaleci Toni Schumacher ile karşı karşıya kalır.

Bir dönem Fenerbahçe’de de oynayan ve Türkiye’de ilk golü TSYD Kupası maçında Beşiktaşlı Şenol Fidan’dan yiyen Schumacher rakibinin üzerine sıçrayarak, diz kalça karışımı müdahalesi ile Battiston’u hastanelik eder. 8 Temmuz günü televizyondan izlediğim bu pozisyon sonrasında birçok insan gibi ben de Battiston’un ölebileceği ihtimalini düşünmüştüm. Bilinci kapalı olarak hastaneye kaldırılan Fransız futbolcunun ön dişleri ve birkaç kaburgası kırılmış, yüzünden 3-4 ameliyat geçirmişti.

Schumacher yaptığı hareketten sonra rakibinin yanına bile gitmemiş, üstünden aşırttığı topun auta gitmesini izlemiş sonra da hiçbir şey olmamış gibi topu alıp aut çizgisinin üzerine koymuştur. Hakemler bu harekete faul kararı bile vermediler, Schumacher oyunda kaldı. Sonrasında ne mi oldu?

Fransızlar iki gol atıp 3-1 öne geçtiler. Ne var ki sonradan oyuna giren Karl-Heinz Rummenige peş peşe iki gol atarak oyunu 3-3’e getirdi. Oyun penaltı atışlarına gitti. Schumacher iki penaltıyı kurtararak Almanya’nın finale çıkmasına neden oldu. Schumacher futbolu bıraktıktan sonra yazdığı özyaşamöyküsünde Battiston olayına on bir sayfa yer verip kendini aklamaya çalışmış, pozisyonun faul olmadığını savunmuştur. Tarihin ünlü faullerine devam edeceğiz.

04 Mayıs 2020, Pazartesi 12:16
YAZININ DEVAMI

‘’İngiltere ile Arjantin çekişmesi‘’

Sadece yerel liglerde değil uluslararası alanda da futbol takımlarının çekişmesi dikkate değerdir. İngiltere ile Arjantin’in arasındaki rekabetin yeri ve zamanı geldiğinde üst düzey bir gerginliğe neden olduğunu biliyoruz. Rekabetin yoğunluğunun nedeni 1982 yılında İngiltere’nin hak sahibi olduğu Folkland Adaları’nın Arjantin tarafından işgal edilmesi ve İngilizlerin iki ay içerisinde savaşarak geri alması olarak görülebilir. Arjantin’in burnunun dibindeki adalara 1800’lü yıllardan beri İngilizlerin egemen olması onlarda bir bilinçaltı sorunu yaratmış da olabilir. Bu yüzden iki ülkenin arasındaki çekişme 1980’li yıllarda başlamış değil.

İlk lig İngiltere ve Arjantin’de kuruldu

Oysa dünyanın her yerine olduğu gibi Arjantin’e de futbolu Britanyalılar götürmüştür. Arjantin Ligi’nin ve dünyanın sayılı derbilerinden biri olan Boca Juniors-River Plate karşılaşmasının aktörlerinden biri olan Boca Juniors, Arjantin’e göç etmiş bir İrlandalı boksörden futbolu öğrenen beş İtalyan tarafından 1905’te kurulmuştur. Daha önce 1901 de ise yine göçmenler tarafından River Plate kurulmuştu. Bu iki takımın kurulmasından da önce Britanyalıların girişimi ile takımlar kurulmuş ve Arjantin’de, İngiltere’nin dışında kurulan ikinci bir lig devreye girmiştir. Yani İngiltere ve Arjantin’de lig oynanırken dünyanın bir başka coğrafyasında böyle bir organizasyon yoktu.

Arjantin’e ilk futbol topu İngiltere’den geldi

Arjantin Ligi’nin ilk şampiyonu bir İskoç tarafından kurulan St. Andrews’tur. Bu şampiyonlukta takımın kaptanlığını ve teknik direktörlüğüne yapan ise yine bir Britanyalı olan Waters’dır. Arjantin’e ilk futbol topu bile İngiltere’den gitmiştir. Söylentiye göre rıhtıma yanaşan gemide şişirilmemiş toplar vardır. Bu toplar gümrük görevlilerinin kafasını karıştırmış “çılgın İngilizler için eşya” olarak kayıtlara geçirilmiş.

Günler geçiyor, Arjantinliler kurucu babaları sayılan Britanya temsilcilerinden İngilizlere karşı rekabet duygusunu bir ateş gibi içten içe yakıyorlar. Artık İngiliz takımları Latin Amerika turnelerine başlamışlardır. 1953 yılında İngiltere ulusal takımı Arjantin’de iki karşılaşma oynamak için ülkeye gelir. İlk maçı Buenos Aires Karması 3-1 kazanır.

İngiltere galibiyeti Arjantin’de “Futbolcular Günü” oluyor

Bu galibiyet öylesine büyük bir sevinç yaratır ki, İngilizler antrenman maçı diye hafife ala dursunlar, Arjantin Devlet Başkanı Juan Peron galibiyet günü olan 14 Mayıs 1953’ü “Futbolcular Günü” olarak ilan eder. O günden bu yana 14 Mayıs futbolcular günüdür. Arjantin’de berberler ve boyacılar da dahil olmak üzere tam 153 mesleğin günü vardır ki, bu bir dünya rekorudur.

3-1 biten maçta bir gol atan Rodolfo Michel “biz o güne futbolun doğduğu gün deriz” demiştir. İkinci maç ise 22. dakikasında sağanak yağış nedeniyle durur, hakem ve futbolcular soyunma odasına gider ve 10 dakika sonra da durmayan yağmur nedeniyle tatil edilir. Arjantinliler 3-1 biten maçın FİFA tarafından resmiyet kazanması için uğraşırlar ancak İngilizler antrenman maçı konumunda kalmasında baskın çıkarlar.

Latinler topa sevgili gibi davranır

Arjantinliler İngilizleri içten gelen değil, öğrenilmiş bir futbol oynayan soğuk ve hesaplı insanlar olarak görmekteydiler. Oysa Latin Amerika insanının özyapısı çok daha farklıydı: Bu kıtanın uygarlığa katkısının “samimiyet” olduğu söylenir. Latin Amerika’da bir köylü bir devlet başkanına rahatlıkla ilk adıyla hitap edebilir. Bu Portekiz geleneği bütün kıtaya yayılmıştır.

Arjantin ve Brezilya’da futbol, o günlerde bir zarafet gösterisi olarak algılanıyordu. Oyuncular futbol topunu kur yapılacak güzel bir hanım olarak görürlerdi. 1958 ve 1962 Dünya Kupasının büyük oyuncusu, 1970’li yılların başında üst üste iki şampiyonluk yaşayan Brezilyalı Didi topla ilişkisini şöyle anlatır: “Ben ona hep özenle davrandım. Çünkü aksi halde sözümde durmazdı. Top bana yaklaşırken ona ‘hey bebeğim’ derdim. Ona karıma gösterdiğim kadar özen gösterirdim. Topu çok sevdim.”

İlk futbolcu sendikası da Arjantin’de kurulur

Arjantinliler İngilizler ile aralarındaki çekişmeden sıyrılıp kendi dünyalarına döndüklerinde spor ve futbol için birçok yeniliğin de öncüsü olmuşlardır. Örneğin Nisan 1898’de Adalet ve Eğitim Bakanlığı beden eğitimi dersini bütün okullar için zorunlu kılar.

Futbolun daha ilk yıllarında çok büyük ilgi görmesi sonucunda 1905’de oynanan 52 karşılaşmayı ortalama 5000’den fazla seyirci izlemiştir. Bu sayı o günler için inanılmazdır. Futbola olan ilgi İngilizce ve İspanyolca basılan gazetelere de ilginin artmasına neden oldu. Hayatın diğer alanındaki gelişmeler kadar futbola da yer verilip yorumlar yapılıyordu. 1912’de Herald gazetesi gazeteciler için özel bir basın tribünü fikrini ilk kez ortaya attı.

1939’da Uruguaylı Jose Nasazzi futbolcuların greve gitmesine öncülük etti. 1944’de ise Arjantin’de ilk futbolcu sendikası kuruldu. Adı Futbolistas Argentinos Agremiados oldu. Kulüpler ilk başta sendikayı tanımadı ama 1948’de grev kararı alınca sendika resmen tanındı…

02 Mayıs 2020, Cumartesi 12:37
YAZININ DEVAMI

‘’Sarı ve kırmızı kart nasıl bulundu?‘’

1966 yılında Arjantin Genel Kurmay Başkanı General Raul Poggi ülkede darbe emri verdi. Darbe olduğunda Arjantin ulusal takımı 11 Temmuz’da başlayacak olan Dünya Kupası finalleri için İngiltere’de bulunuyordu. Ülkedeki politik durumdan ötürü Arjantin ulusal takımının hazırlıkları da tam bir karmaşa içerisindeydi. 1964 ve 1965’te yaptığı 13 maçın sadece birini kaybeden Arjantin’de şampiyona öncesinde teknik direktörlüğe Juan Carlos Lorenzo’nun getirilmesi de başta takım kaptanı Rattin olmak üzere futbolcuların kafasını iyice karıştırmıştı. Çünkü Lorenzo Lazio ve Roma’yı çalıştırırken katenaçyodan çok etkilenmişti. Bu nedenle savunmanın arkasına bir süpürücü konmasını, hatta yıllar sonra voleybolda uygulanan liberonun farklı renk forma giymesini o günlerde süpürücü için de önermişti. Topla oynama becerisine dayalı özgür futbolu bir Latin Amerika tarzı olarak benimsemiş Arjantinlı futbolcular Lorenzo’nun düşünceleri karşısında adeta afallamışlardı.

O ünlü fıkrada, otobanda ters yöne giden Temel’in üzerine doğru gelen otomobiller örneğinde olduğu gibi, Londra’ya indikten sonra sanki her şey Arjantinlilerin başarısız olması için gelişiyordu. Maçtan bir gün önce Wembley’de antrenman hakları olduğu halde yetkililer köpek yarışları yapılacağını öne sürerek bu hakları ellerinden alınmıştı. Yine de grup maçlarında bir sorun olmamış ancak Arjantin kaptanı Boca Juniors takımının oyuncusu Antonio Rattin’in mız mız tutumu dikkat çekmişti. Ülkesinin dışına ilk kez çıkan kaptan çocukları ve karısına duyacağı özlemi gidermek için onların ses kayıtlarını yanına almıştı.

Çeyrek final maçlarında hakem atamaları Arjantinlileri rahatsız etmişti. İngiltere-Arjantin maçına bir Alman hakem, Rudolf Kreitlein, Batı Almanya ile Uruguay arasındaki karşılaşmaya ise bir İngiliz hakem, Jim Finney atanmışlardı. Avrupalıların oynadığı fizik güce dayalı sert futbol ve Avrupalı hakemlerin bu oyun tarzına izin verdikleri düşüncesi kafalarda kuşkular yaratmıştı. 1966 Dünya Kupası’nda kuralların hakemler tarafından farklı yorumlanması Avrupa ve Latin Amerika temsilcileri arasında sürekli sürtüşme yarattı.

Arjantin kaptanı Rattin’in oyundan ihracı

İngiltere-Arjantin maçına damgasını vuran olay maçın 35. dakikasında Alman hakemi Kreitlein’in Rattin’i oyun dışına davet etmesiydi. Kimilerine göre nedeni belli olmayan, kimilerine göre iki farklı pozisyonda rakiplerine sertlik yapan, kimilerine göre ise sürekli hakeme itiraz eden Rattin bu kararı hak etmişti. Hatta İngiliz futbolcu Bobby Caharlton’da hakemi haklı bulmuştu. Hak edip etmemesi bir yana Rattin’in oyundan atılması sarı ve kırmızı kartların doğuşuna öncülük etmişti.

Rattin hakemin davranışına bir anlam verememiş, başını öne eğip ellerini yana açarak hiçbir şey yapmadığını anlatmaya çalışmış hatta tercüman isteyip sahayı terk etmemekte direnir. Bu durumda hakem komitesi başkanı Ken Aston taç çizgisine kadar gelip hakeme yardımcı olmak ister. Onun bu davranışı, sonraki yıllarda bir dördüncü hakem fikrinin de belirlenmesine neden olur. Oyun sekiz dakika durduktan sonra Rattin sahayı terk eder.

Ken Aston trafik lambalarından esinlenir

Maçtan sonra hakem komitesi başkanı Ken Aston evine gitmektedir ve trafik ışıklarında birkaç kez durmuştur. Son durduğunda sarı ve kırmızı renkler kart uygulaması konusunda ona esin kaynağı olur ve Meksika’da yapılan 1970 Dünya Kupası’nda ilk kez uygulamaya konulur. Meksika’da hiç kırmızı kart gösterilmez, 33 kez hakemler sarı kartına başvurur. 1970 Dünya Kupası ilk kez oyuncu değişikliği uygulamasının yapıldığı turnuva da olur. İlk değişikliği ise Sovyet Rusya takımı yapar. Maçın devre arasında Viktor Serebryanikov’un yerine Anatoliy Duzach oyuna dahil oldu.

İlk kırmızı kartı Doğan Babacan gösterir

Bir futbolcunun kırmızı kart görmesi ilk kez Almanya’da yapılan 1974 Dünya Kupası finallerinde gerçekleşir. Turnuvanın açılış maçında Almanya ile Şili karşı karşıya gelirler. Maçın 67. dakikasında futbol tarihinin ilk kırmızı kartını hakem Doğan Babacan Şilili Calos Caszely’e gösterir. O günlerde 17 yaşındaydım ve maçı televizyondan izliyordum. Türk hakem Doğan Babacan’ın oyuncunun yanına gelip kırmızı kartını gökyüzünü delercesine hızlı çekmesinin görüntüleri bugün bile belleğimdeki canlılığını korumaktadır.

30 Nisan 2020, Perşembe 11:53
YAZININ DEVAMI

‘’Total futbolun babası: Rinus Michels‘’

Bizler hiç farkında olmadan bir de bakarsınız ki, yaşadığımız coğrafya yeni bir hamleye gebe durumuna gelmiştir. Başka bir değişle ihtiyaç buluşun ebesi olmuştur. Her buluş gökten zembille inmez, mutlaka öncülleri vardır. Söz gelimi ABD’li Eli Whitney’in 19. Yüzyılın sonlarında pamuk ipliği makinesini (çırçır) bulması. Whitney bu makineyi icat ederek 2000 kölenin bir günde ayıkladığı pamuğun iki saatte ayıklanabilmesini sağlamış, belki de köleliğin ortadan kalkmasının zeminini hazırlamış. Ne var ki çırçırın icadından yüzlerce yıl evvel onun öncülleri Çin’de yapılmıştır.

Modern futbolun babasının Rus Viktor Maslov olduğuna daha önce değinmiştik. Ancak modernden Total Futbol’a geçişin kavşağında Rinus Michels durmaktadır. Nasıl ki, katenaçyoyu Avusturyalı Karl Rappan bulup dünyaya tanıtılmasını Helenio Herrera sağladıysa, benzer bir şekilde Total Futbol’da son şeklini Hollandalı Michels ile aldı.

Michels önce Jimnastik hocasıydı

Futboldaki diğer bütün mucitler gibi Rinus Michels’de sıradan bir futbolcudur. 1958’de aktif futbola son verip Amsterdam Spor Akademisi’nde okuyan Michels aynı zamanda yerel bir okulda Jimnastik dersleri verir. Sonrada amatör bir takımda teknik adamlık yaşamına adım atar. Hollanda futbolunun kurucu babası olarak bilinen İngiliz Jack Reynolds’un futbolcusu Rinus Michels hiç kuşku yok ki hocasından etkilenmişti. Efsanevi Ajax alt yapısının kurucusu da olan Reynolds 1945’de Ajax’ın başına ikinci kez geçtiğinde “Benim için hücum en iyi savunma biçimidir ve öyle de kalacaktır.” diyordu.

Reynolds’un hücum taktikleri ile Michels’in yaklaşımı birbirine benziyordu ancak diyalektik düşünce konusunda Hegel ve Marx’ın etkileşimini andırıyordu. Diyalektik felsefenin babası olarak bilinen Hegel’den sonra konuya kafa yoran Karl Marx “Ben Hegel’in başı üzerinde duran diyalektiğini ayakları üzerine doğrulttum” demiştir. Michels ile hocası Reynold’un etkileşimi de benzer şekilde olsa gerek.

Ajax altyapısı ürün vermeye başlar

Çünkü 1960’lı yılların sonlarına doğru Ajax’ın altyapı ürünleri kendini göstermeye başlamış, Avrupa’da adı bile olmayan Hollanda futbolunda kımıldanmalar başladığı halde 1970 Fuar Şehirleri Kupası final maçında Ajax’ı Highbury’de 3-0 yenen Arsenal’ın teknik direktörü Bertie Mee, onları amatör bir takım olarak niteliyordu. Ancak 1949’den 1955’e kadar Hollanda milli takımı yaptığı 27 karşılaşmanın sadece ikisini kazandığı halde Ajax Avrupa’da final oynayacak konuma gelmişti. Bu altyapının, Jack Reynold ile başlayan ve Rinus Michels ile hayat bulacak olan Total Futbol’un ayak izleriydi.

Ajax’ın mutfağında pişirilen ürünlerin kokusunun Avrupa’ya yayılması aslında final maçından dört yıl önce başlamıştı. Ajax’ın stadı De Meer’de oynanan Avrupa Kupası ikinci tur maçında Liverpool’u 5-1 yendikleri maçta koku burunlara daha yoğun biçimde gelmişti. Beş yaşındayken De Meer stadında top toplayıcılık yapan ve annesi de bu stadın paspasçısı olan Johann Cruyff daha 17 yaşındayken Hollanda futbolunun lideri olacağını göstermeye başlamıştı.

Bill Shankly Ajax ile dalga geçer

5-1’lik skor çok büyük bir sürpriz olarak görülüyordu. Maçtan sonra Liverpool’un teknik direktörü espirili ve şakacı Bill Shankly, Anfield’de Ajax’ı 7-0 yenerek turu atlayacaklarını rahatlıkla söylemiştir. Ancak Liverpool efsanesinin yaratıcısı olarak bilinen Shankly, oynadığı dönemlerde dünyanın en büyüğü olduğu tartışma götürmeyen Cruyff’a dikkat etmemiş olmalı. Rövanş maçında Cruyff’un attığı iki golle karşılaşma 2-2 biter.

Michels’in ödün vermez disiplin anlayışı

Ürünlerini vermeye başlayan Ajax altyapısının Total Futbol ile taçlandırılması için Michels müthiş disiplin anlayışıyla iş başındaydı. Liverpool’u açık ara saf dışı bıraktıkları halde Michels’e göre eksikler vardı. Takım hücuma iyi çıkıyor, pres yapıyor ancak top rakibe geçtiği anda kazanma süresi uzuyordu. Michels bu durumun çözümünü o günlerde uygulanan 4.2.4’ten, 4.3.3’e geçişte buldu. Çünkü dört forvetle oynamak topu yeniden kazanmak için büyük zorluklar çıkartıyordu.“Topu kazanınca alanı genişlet, kaybedince ise alanı daralt” ilkesini orta sahada kalabalık olma prensibi doğrultusunda sistemli ve disiplinli bir ofsayt taktiği ile alanı daraltmayı da başarıyla uygulayınca artık Total Futbol yerli yerine oturmuş oldu.

Michels’e göre Total Futbol’un asıl sırrı disiplindeydi. Pres, alan daraltma, hücumda alanı genişletme, savunmadan bile isteyenin ileri çıkması, Total Futbol’da hücum oyuncusu savunmada, savunma oyuncusu ise hücumda görev yapabilirdi ve uygulanabilir olduğu görülmüştü. Ancak bütün bunlar katı bir disiplin altında yapılmayınca ve disiplinin elden bırakılacağı anda takımın dağılacağı da hesaplanmıştı. Öyle ki, Michesl yardımcı antrenörlerine bile hayvan terbiyecisi gibi davranıyordu.

Büyük üretimin ürününü Kovacks toplar

Rinus Michels Total Futbol’un babasıydı, Ajax’ı Dünya Markası yapmıştı ama Ajax asıl zirveyi ondan sonra yaptı. Yerine gelen Stefan Kovacs ucuz ve geçici olarak göreve getirilen bir hoca olarak düşünülse de Ajax onun teknik direktörlüğünde iki sezonda iki Avrupa Kupası, bir Kıtalararası Kupa, iki Avrupa Süper Kupası, iki Hollanda Şampiyonluğu ve bir Hollanda Kupası kazandı. Ne var ki bu başarılar kazanılırken Kovacks’ın disiplinsizliği yüzünde o efsane takım dağıldı. Eğer Rinus Michels devam etseydi “sonsuz kadar şampiyon olurduk” fikri düşüncelere saplanıp kaldı. Kovacsk ise Romanya milli takımı ve kulüp takımlarında görev yaparken hiçbirinde başarılı olamadı ve hep görevine son verildi.

28 Nisan 2020, Salı 13:24
YAZININ DEVAMI