‘’Sergen Yalçın haklı mı?‘’
Beşiktaş teknik direktörü Sergen Yalçın, Alanyaspor’a kaybedilen üç puan sonrasında yaptığı açıklamada VAR sisteminin kaldırılması gerektiğini söyledi. VAR ile futbolun doğallığının ortadan kalktığının dolayısıyla bu uygulamanın kaldırılması gerektiğinin de altını çizdi. Gehezzal’ın koluna çarpan top sonucunda penaltıya hükmedilmesi tartışılabilir.
Çünkü Beşiktaşlı oyuncu rakiplerinin arasında kendini korumaya çalışırken top çarptı ve üstelikte gözleri bile kapalıydı. Bu pozisyonda penaltı verilmesi salt Sergen Yalçın’ı değil futbol kamuoyunda çoğunluğun tepkisini çekebilir. Ancak sorun sistemde değil, o günkü hakem yorumlarındadır.
Hakem hatalarına bir de başka bir taraftan bakılmalıdır. Nasıl ki dünyanın en iyi santrforları çok basit pozisyonlarda golü kaçırıyor ve yine nasıl ki herkesin beğenisini kazanan kaleciler bazen ellerine gelen topu tutamıyorlarsa hakemler de hatalar yapacaklardır.
VAR olsa da olmasa da hatalar olacaktır. Hakemler ne kadar eğitilirse eğitilsin futbolun değişkenliği ve bazen fizik kurallarını alt üst eden pozisyonları yüzünden yine yanılmalar, hatalar ve eleştireler olacaktır. Her şey kusursuz olsa da sonuçta görme organlarının sağlık durumuna da bağlıdır bakışlar ve görüşler. Çoğunlukla olayların kendi takımlarının penceresinden görülmesi ise işin bir başka boyutu…
Sergen Yalçın’ın yanlışa düştüğü nokta ise VAR’ın kaldırılmasını istemesidir. Hayatın ve bilimin bir ürünü olan teknolojiyi futboldan ayrı tutamazsınız. VAR bir teknolojik uygulamadır ve artık futbol ile birlikte hayatımıza girmiştir. Teknoloji davetsiz misafirdir. Ev sahiplerinin davetini beklemeden gelip başköşemize otururlar. Video da, televizyon da ve taşınabilir telefonlar da davet beklemeden hayatımıza girdiler.
Teknoloji cömerttir ve insan hayatını kolaylaştırır, birçok kazanımlar sağlar. VAR’da bu nedenle girdi futbol uygulamalarına. Her şeyin iyi ve kötü yanları olduğu gibi, kontrolsüz büyüyen teknolojinin de, bazen insanlığın hayati kaynaklarına zarar verdiği olmaktadır.
Yazının bulunması insan hafızasında zayıflama yarattı, buna karşın olayları öğrenmek anımsamak ve gelecek kuşaklara aktarmak için not tutmaya, kitap, dergi gazete yayımlamaya başladık. Cep telefonunu ya da televizyonun verdiği zararlar üzerine dizi yazılar yayımlanabilir. Peki, o zaman bu teknolojik ürünleri hayatımızdan çıkartalım diyebilir miyiz?
Hakem hataları konusunda yöneticiler ve taraftarlar her fırsatta konuşup sosyal medya aracılığıyla seslerini duyurabiliyor, gazeteler ise yeterince eleştiri yapıyorlar. Futbolun diğer parametreleri içinde hakemleri en iyi anlayan, onlarla empati kurabilecek olanlar teknik adamlar ve futbolculardır. Çünkü saha pratiğinde herkes yeterince hata yapıyor.
Düşünmek gerekir: Beşiktaş’ın maçı kaybetmesinin nedeni, haksız da olsa hakemlerin VAR ile verdiği bir penaltı kararı mıdır, yoksa Gehezzal, Aboubakar ve Güven Yalçın’ın rakip kaleci ile karşı karşıya kaçırdıkları pozisyonlar mıdır? Üstelik yenilen bir ikinci gol var ki, en ileri uçtan kaleciye kadar herkes hatalı. Dünyanın en iyi hakemlerini getirip VAR odalarına oturtun yine de yanılmalar, hatalar olacaktır. Yeri ve zamanı geldiğinde futbolun herkesi yanıltabilecek bir özelliği olduğunu unutmamak gerekir.
‘’Sergen Yalçın ne okuyor?‘’
Geçen hafta Hürriyet gazetesinin spor müdürü Mehmet Arslan, Sergen Yalçın ile bir söyleşi yaptı. Yalçın “kitap okumam, oyunu okurum demiş” Arslan’a. Aslını isterseniz bu sözlerin Fenerbahçe maçının kazanılmasından sonra söylenmiş espirili sözler olduğunu düşündüm. Yoksa koskoca Beşiktaş’ın teknik direktörünün okumak konusundaki duyarsızlığı kabul edilemez. Bu sözlerin dobralık ve dürüstlükle de bir ilgisi yok. “Biliyorsunuz bu sezon Beşiktaş çok sorun yaşıyor, bu sorunların üstesinden gelmek için okumaya zaman bulamıyorum ancak fırsat buldukça okumaya çalışıyorum. Çünkü kitap kendini geliştirmenin en iyi yollarından biridir” dese Sergen Yalçın Sergenliğinden ve dürüstlüğünden ne kaybeder? Bir eğitimci-akademisyen olarak Sergen Hoca’nın sözleri başkalarını bilmem ama bana dokundu.
Sergen Yalçın Beşiktaş’ta yetişmiş, Türk futboluna mal olmuş bir değer. Futbolculuğunda türlü değişimler, inişler çıkışlar yaşamış sonunda teknik direktör olmuş, şu anda da Beşiktaş’a hizmet etmektedir. Artık bulunduğu yer bir futbolcunun sorumluluğundan daha fazla değer içermektedir. Şimdi ağzından çıkan sözler ülkemizin çocuklarından tutunda futbolcu adaylarına ve gençliğine değin büyük bir kesimine mesaj olarak gitmektedir.
Sergen Hoca’nın “kitap okumuyorum” demesini birçok çocuk ve genç “demek ki Sergen olmak için kitap okumaya gerek yok” şeklinde algılayamazlar mı? Oysa kitap okumak insanı her alanda geliştirdiği gibi lider olma yolunda da aşama kaydetmesini sağlamaktadır. Kitap okumayan bir lider, gerçek bir lider olamaz! Büyük futbolcu olmak Tanrı vergisi bir şans olmadığı gibi liderlikte Tanrı vergisi değil, sonradan öğrenilen bir yetidir. Bu konuda Howard Hass ve Bob Tamarkin’in yazdığı “İnsan Lider Doğmaz” kitabını Sergen Yalçın’a öneririm. Okusun, okuduktan sonra eminim ki oyunu daha iyi okuyacaktır.
Şu salgın hastalık dönemini atlattıktan sonra Sergen Yalçın’ın arada bir de olsa kitapçıları dolaşmasını isterim. O zaman görecek ki kitap dost olabileceği kadar dost, sevebileceği kadar sevgidir. Sevgi olmadan oyun okunmaz! Büyük Atatürk, çoğu cephelerde ve savaşlarda geçen o kısacık ömründe, o günkü koşullarda tam 3997 kitap okumuştur. Çoğu yabancı dillerde yazılmış ve okurken satırların altı kırmızı kalemle çizilmiştir. Eğer yerinde görmek istiyorsanız Anıtkabir’deki Atatürk Kitaplığı’nı ziyaret ediniz.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş, ülkenin lideri olmuş birinin okumaya ne ihtiyacı vardı? Ancak okumak yemek, içmek gibi bir ihtiyaç ve alışkanlıktır. Onu kazandınız mı bir daha” ben bırakıyorum” diyemezsiniz. Sergen yalçın için hiç de geç değildir. Bir an önce okumaya başlasın. O zaman sahada olup bitenlere bakışı da oyunu okuması da değişecektir, bundan eminim.
‘’Diego nasıl Maradona oldu? (2)‘’
Yarı tropikal bir iklime sahip Corrintes eyaletinde yaşamış olan Guarani isimli bir Kızılderili kabilesine kadar soyu dayanan Diego Maradona tam anlamıyla yoksulluğun ve geçim sıkıntısının içine doğmuştur. Baba Diego günlük işlerde çalışıyor para alması ise işverenin keyfine bağlı kalıyordu. Kısa bacaklı ve geniş omuzlu bir adamdı. Çalıştığı günlük işler sırasında pamuk balyasını taşırken üç kaburgası kırılınca işsiz kalır. Zorunlu olarak ataları Guarani’lerin kullandığı tuzakları hazırlayıp yılan ve turna balığı avlayarak geçimini sağlamaya çalışırdı.
Küçük Diego henüz yürümeye başladığı yıllarda amcasının hediye ettiği topla, gündüzlerini Buenos Aires’in yıkık dökük kenar mahallelerinden Villa Florito’da kulübeden bozma evlerinin yakınlarındaki çöplüklerde top teperek geçiriyordu. Ufaklık Maradona topunu taş toprak arasında beceriksizce sektirirken, ilk numaralarını öğreniyor, kontrol edilmesi kolay olmayan oyuncağını yavaş yavaş bir esin kaynağı haline getiriyordu. Bir yandan top onun vücudunun bir parçası olurken öte yandan her türlü seken topa karşı bedeni otomatik olarak pozisyon almayı öğreniyordu.
Küçük Diego elektriği ve suyu olmayan bir gecekonduda büyüdü. Sonraki yıllarda, zorlu yaşam koşullarında ayakta kalabilmeyi, yaşadığı gecekondu mahalsinde öğrendiği kurnazlık ve açgözlülüğe bağladığını ve gecekondu mahallesinde bir kabile gibi yaşayan “küçük kara kafa” olduğunu söylemiştir.
Diego çocukken elinden ne geliyorsa yaparak para kazanıyordu. Taksi kapıları açıyor, çöp satıyor, sigara paketlerinin kağıtlarını topluyordu. Ayakta kalması için kurnaz olması gerekiyordu. Dört beş yaşlarındayken çekilmiş eski bir fotoğraf onu, top darbeleriyle yamulmuş bir tel örgünün önünde gösteriyor. Okula giderken bir portakalla, bir kağıt ya da çaput topağıyla top sektiriyor, demiryolu köprüsünden geçerken bile topu düşürmüyordu.
Henüz sekiz yaşındayken dünyanın en büyük derbilerinden biri olan Boca Juniors-River Plate maçlarının devre arasında top ya da gazoz şişensini düşürmeden gösteri yapıp tribünleri kendine hayran bırakıyordu. Çevresinin kendisine gösterdiği büyük ilgiden dolayı Diego’da büyük, özel bir şeyler olduğu duygusunu geliştirdi. Daha sonra olanlar bu duygu ve algıyı biçimlendirdi ve başka bir yaşamda unutulabilecek anlara anlam kazandırdı.
Diego kaçak olarak kendinden büyüklerle oynatıldı. Öyle ki, giydiği forma şortunun dışına çıktığında ayaklarına kadar sarkardı. Okul sorunu onu oynarken görüp aklı başından giden müdürünün, ona girmediği sınavlardan geçer not vermesiyle halledildi. Bu ona daha o günlerde kuralların kendisi için geçerli olmadığını öğretmişti. Artık herkesin tanımaya ve Arjantin futbolunun umudu olmaya başladığı yıllarda, olağanüstü bir estetik ve futbol kalitesine ulaştığı halde, her antrenmandan sonra farklı tekniklerde bir saat daha şut ve serbest vuruş çalışırdı. Diego, Tanrı’nın özel yetenekler vererek bu dünyaya gönderdiği bir özel kişi değil, zor koşullarda ayakta kalabilmek için çalışmaktan başka çaresi olmayan, çalışmanın var ettiği bir büyük futbolcuydu.
Maradona’nın kalbinin solda attığı söylemi de pek gerçekçi değil kanımca. Çünkü çocukluğu, babasının General Juan Peron ile yan yana koyduğu bir fotoğrafının büyütülmüşüne hayranlıkla bakarak geçti. Kimi örnek alacağını o günlerde öğrenmişti. Peron, Mussolini ve Hitler’in nasyonal sosyalizmine hayrandı. Diego’nun doğduğu hastanenin adı Evita Peron olduğundan olsa gerek Peronlara ayrı bir ilgisi vardı.
Her diktatör gibi futbolu politik olarak kullanan faşist General Videla ile ilişkileri, sosyalist liderlere yakın durması, uyuşturucudan kurtulmak için Küba’ya sığınması, Napoli’de yer altı dünyası ile ilişkileri onun, gecekondu semtinde geçen çocukluk döneminden öğrenilen kurnazlıklarla ilişkili olsa gerek. Kendisi söylemişti özünde: Zorlu yaşam koşullarında ayakta kalmanın yolu kurnazlıktan geçmektedir
‘’Diego nasıl Maradona oldu? (2)‘’
Yarı tropikal bir iklime sahip Corrintes eyaletinde yaşamış olan Guarani isimli bir Kızılderili kabilesine kadar soyu dayanan Diego Maradona tam anlamıyla yoksulluğun ve geçim sıkıntısının içine doğmuştur. Baba Diego günlük işlerde çalışıyor para alması ise işverenin keyfine bağlı kalıyordu. Kısa bacaklı ve geniş omuzlu bir adamdı. Çalıştığı günlük işler sırasında pamuk balyasını taşırken üç kaburgası kırılınca işsiz kalır. Zorunlu olarak ataları Guarani’lerin kullandığı tuzakları hazırlayıp yılan ve turna balığı avlayarak geçimini sağlamaya çalışırdı.
Küçük Diego henüz yürümeye başladığı yıllarda amcasının hediye ettiği topla, gündüzlerini Buenos Aires’in yıkık dökük kenar mahallelerinden Villa Florito’da kulübeden bozma evlerinin yakınlarındaki çöplüklerde top teperek geçiriyordu. Ufaklık Maradona topunu taş toprak arasında beceriksizce sektirirken, ilk numaralarını öğreniyor, kontrol edilmesi kolay olmayan oyuncağını yavaş yavaş bir esin kaynağı haline getiriyordu. Bir yandan top onun vücudunun bir parçası olurken öte yandan her türlü seken topa karşı bedeni otomatik olarak pozisyon almayı öğreniyordu.
Küçük Diego elektriği ve suyu olmayan bir gecekonduda büyüdü. Sonraki yıllarda, zorlu yaşam koşullarında ayakta kalabilmeyi, yaşadığı gecekondu mahalsinde öğrendiği kurnazlık ve açgözlülüğe bağladığını ve gecekondu mahallesinde bir kabile gibi yaşayan “küçük kara kafa” olduğunu söylemiştir.
Diego çocukken elinden ne geliyorsa yaparak para kazanıyordu. Taksi kapıları açıyor, çöp satıyor, sigara paketlerinin kağıtlarını topluyordu. Ayakta kalması için kurnaz olması gerekiyordu. Dört beş yaşlarındayken çekilmiş eski bir fotoğraf onu, top darbeleriyle yamulmuş bir tel örgünün önünde gösteriyor. Okula giderken bir portakalla, bir kağıt ya da çaput topağıyla top sektiriyor, demiryolu köprüsünden geçerken bile topu düşürmüyordu.
Henüz sekiz yaşındayken dünyanın en büyük derbilerinden biri olan Boca Juniors-River Plate maçlarının devre arasında top ya da gazoz şişensini düşürmeden gösteri yapıp tribünleri kendine hayran bırakıyordu. Çevresinin kendisine gösterdiği büyük ilgiden dolayı Diego’da büyük, özel bir şeyler olduğu duygusunu geliştirdi. Daha sonra olanlar bu duygu ve algıyı biçimlendirdi ve başka bir yaşamda unutulabilecek anlara anlam kazandırdı.
Diego kaçak olarak kendinden büyüklerle oynatıldı. Öyle ki, giydiği forma şortunun dışına çıktığında ayaklarına kadar sarkardı. Okul sorunu onu oynarken görüp aklı başından giden müdürünün, ona girmediği sınavlardan geçer not vermesiyle halledildi. Bu ona daha o günlerde kuralların kendisi için geçerli olmadığını öğretmişti. Artık herkesin tanımaya ve Arjantin futbolunun umudu olmaya başladığı yıllarda, olağanüstü bir estetik ve futbol kalitesine ulaştığı halde, her antrenmandan sonra farklı tekniklerde bir saat daha şut ve serbest vuruş çalışırdı. Diego, Tanrı’nın özel yetenekler vererek bu dünyaya gönderdiği bir özel kişi değil, zor koşullarda ayakta kalabilmek için çalışmaktan başka çaresi olmayan, çalışmanın var ettiği bir büyük futbolcuydu.
Maradona’nın kalbinin solda attığı söylemi de pek gerçekçi değil kanımca. Çünkü çocukluğu, babasının General Juan Peron ile yan yana koyduğu bir fotoğrafının büyütülmüşüne hayranlıkla bakarak geçti. Kimi örnek alacağını o günlerde öğrenmişti. Peron, Mussolini ve Hitler’in nasyonal sosyalizmine hayrandı. Diego’nun doğduğu hastanenin adı Evita Peron olduğundan olsa gerek Peronlara ayrı bir ilgisi vardı.
Her diktatör gibi futbolu politik olarak kullanan faşist General Videla ile ilişkileri, sosyalist liderlere yakın durması, uyuşturucudan kurtulmak için Küba’ya sığınması, Napoli’de yer altı dünyası ile ilişkileri onun, gecekondu semtinde geçen çocukluk döneminden öğrenilen kurnazlıklarla ilişkili olsa gerek. Kendisi söylemişti özünde: Zorlu yaşam koşullarında ayakta kalmanın yolu kurnazlıktan geçmektedir…
‘’Diego nasıl Maradona oldu?‘’
Bir futbolsever ve Maradona’nın 1990 Dünya Kupası’nda oynadığı tüm maçları İtalya’da izleyen biri olarak hakkında yazılan övgülerin hepsini hak ettiğini düşünenlerdenim. Maradona’nın özel yetenek olduğu, aşırı ve toplumsal alışkanlıkların tersine davranışları üzerine yazılanlar tartışılabilir, bakış açısına göre farklılıklar gösterebilir. Ancak değişmeyen, bilimsel bir gerçek var ki o da tüm büyük sporcular gibi Diego’nun da, Maradona olmak yolunda çalışmanın eseri olduğudur.
Diego’nun doğduğu kulübeden bozma gecekonduda ne oyuncak ayılar ne de atariler vardı. Sadece yürümeye başladığı üçüncü yaş gününde amcası Cirilo’nun hediye ettiği bir futbol topu vardı. Diego o topla oynar ve onunla uyurdu. Maradona olduğu yıllarda verdiği bir röportajında “o top olmasaydı ve varoşlarda doğmasaydım, Maradona olamazdım. Şimdiki kentlerde çocukların bulmakta zorluk çekecekleri bir özgürlüğe sahiptim. Oynayabilecek yerimiz vardı, istediğimizi oynayabilirdik.”
Maradona çok küçük yaşlarda özgürce oynamanın geliştirdiği becerilerine sokak çocuğu olarak büyümenin verdiği zorluklara katlanabilme gücü ve dayanıklılığını da eklemiştir. Varoşlardan diğer çocuklarla, banliyö treninde kondüktörlerle kedi fare oyunu oynayarak ya da bir kamyonun arkasına asılarak vardığı kent merkezinde, sigara paketlerinin içindeki alüminyum kağıtları toplayıp satarak harçlığını çıkartırdı.
Mardona’nın ilk hocası Cornejo, küçük Diego ile yaptığı çalışmaları ölçme-değerlendirme açısından şöyle yorumluyor: “Her sezonun başında birden ona kadar giden iki tablo yapardım. Biri kazanılan beceriler için, biri de çalışma isteği için olurdu. Diego ikisinden de on alırdı. Başka türlü neden hayatımı ona adayacaktım ki… Hiçbir antrenmanı kaçırmazdı çünkü oynamayı çok seviyordu.”
Maradona’nın çalışarak geliştirdiği becerileri ve yaşam koşullarından kaynaklanan engelleri aşma duygusunun futbol hayatına yön vermesinin yanında, gelişip aşama yapmasında bir doktorun “eli” de rol oynamıştır. Hocası Cornejo, pigme denilecek kadar küçük vücutlu ve kocabaşlı bu çocuğun büyümesi için yardıma ihtiyacı olduğunu düşünür. Kuşku duyulan birtakım ilaçlarla boksörlerin kaslarını geliştiren ve aynı zamanda Huracan futbol takımının kulüp doktoru olan “Cacho” lakaplı Dr. Pladino’ya götürmek için ailesinden izin alır.
Cornejo, Dr. Pladino’ya “ Bu çocuğun kilo alması, uzaması için vitaminler ve başka şeyler ver. Toparla onu. Bu çocuk, büyüyünce yıldız olacak.” Daha sonra Dr. Pladino “ o çocukla işim bittiğinde, yakında yarışlara katılacak olan bir tay gibi olmuştu” diyecektir. Maradona’nın uyarıcılara düşkünlüğünün başlangıç noktasında belki de Dr. Pladino’nun uygulamaları vardır, kim bilir?
‘’Güneş'i gördüm!‘’
Başlık, Mahzun Kırmızıgül’ün ülkemizin doğusunda çevirdiği bir filimden alınmadı elbette. Milli takımımızın teknik direktörü Şenol Güneş’in futbol uygulamalarına bir gönderme yapmak için kullanıldı. Bir ulusal futbol takımı düşünün ki, Avrupa Şampiyonu elemelerinde Dünya Futbol Şampiyonu Fransa’yı yenebiliyor. Aynı futbol takımı Avrupa Şampiyonası vizesini alabilmek için Andorra karşısında zorlanarak, ancak son dakikalarda kazandığı bir gol ile amacına ulaşabiliyor. Bu takım için nasıl bir yorum yapabilirsiniz. En basit şekilde, futbolcuların güçlü takıma karşı onur mücadelesi vermesi, zayıf takımı ise hafife alması şeklinde açıklanabilir.
Aynı Ulusal takım kendi değerleri ile karşılaştırılamayacak kadar geride olan üç rakibi ile giriştiği Avrupa Ligi grubunda dördüncü olup küme düşüyor. Yorumcuların ortak kanısı, grupta karşılaştığımız diğer takımların hocası taktik anlamda takımlarına katkı yaparken Şenol Güneş’in elindeki futbolcuları gereği gibi yönetip, yönlendiremediği şeklinde.
Çoğumuzun adlarını bilmediğimiz birçok futbolcuyu bulup çıkartan Lucescu’nun hazırladığı bu takımın üzerine Şenol Güneş ne koydu? Aradan geçen iki koca yıl sonunda Avrupa’da final oynamaya aday olması gereken bir takımın Uluslar Ligi’nde küme düşmesinin bir tek açıklaması olabilir; bu takımın organizasyon, takım oyunu, saha planlanması ve yardımlaşma konusunda kusurları olduğu, dolayısıyla hoca yardımından mahrum olarak mücadelesini sürdürdüğü gerçeği…
Hoca yardımından mahrum olduğunun ipuçlarını bir önceki yazımızda Caner Erkin üzerinden açıklamaya çalışmıştık. Macaristan karşısında da uzatma dakikalarında yediğimiz gol ile takımın başıboşluğu kendini gösterdi. Bırakın Ulusal takımlar düzeyini mahalle arasında bile yediğimiz ikinci gol gibisi görülmez. Kendi ceza alanı üzerinden aldığı bir topu doksan arttı dörtte, yaklaşık 70 metre taşıyarak gol yapan bir oyuncuyu durduramayan bir takımın organizasyon, disiplin ve yardımlaşma konusundaki kusurları olduğu açık değil mi? Futbolun modern dönemlerinde böyle bir golü başka bir Milli takım yemiş midir merak ediyorum doğrusu?
Bu kusurlar futbolculardan mı yoksa teknik adamdan mı kaynaklanıyor? Denebilir ki, son dakikalarda oyuncular beraberlik için mecburen disiplinden koptular. Şampiyonlar Ligi finalinde 1-0 yenik durumda olan takım son dakikada 2-1 öne geçip kupayı kazanabiliyor. Bir Milli takım nasıl böyle başıboş bırakılabilir? Avrupa’nın beş büyük liginde oynayan futbolcularımız var. Onlar kendi takımlarında böyle davranabilirler mi?
Teknik direktörümüz güneş, futbol takımımız ise bir dünya ise, bu Güneş bu dünyayı ısıtamaz. Güneş’i gördüm, güneşin hep yanında oldum çünkü geçen Şubat ayının sevgililer gününde yitirdiğim annemin adı Güneş. Sözün özü ben Güneş’ten anlarım. Helyum ve hidrojenden oluşan Güneş kendi sistemini aydınlatıp ısıtırken, Doğu’dan doğduğu söylenen bizim Güneş Batı’ya ışık bile veremiyor…
‘’Şenol Güneş hangi ülkenin teknik direktörü?‘’
Ulusal takımımızın Rusya ile oynayacağı karşılaşma öncesinde Şenol Güneş’in ülkemiz teknik direktörlerine seslenişi bana ilginç geldi. Güneş şöyle demişti: “Elinizde sol bek varsa bana gönderin.” Nasıl olabilir, böyle bir istekte nasıl bulunulabilir? Şenol Güneş ulusal takımın teknik direktörü olarak hangi ekipte ulusal takımda forma giyebilecek oyuncu olduğunu bilmiyor mu? Zamanında Piontek, otobüs ile Anadolu’nun en ücra köşelerine gidip milli takıma oyuncu ararken bugün, iletişim çağında Şenol Güneş takımlara ulaşamıyor mu?
Evet, salgın hastalık döneminden geçiyoruz, takımlarımızın mevkilerinin tamamına yakını yabancı oyuncularla işgal edilmiştir. Bunlar Güneş’in elini kolunu bağlayabilir. Ancak gene de böyle bir söylem yerine teknik adamlardan daha faklı isteklerde bulunabilirdi. Sözgelimi, Sergen Yalçın ile konuşup Rıdvan Yılmaz’a daha fazla şans verilmesini, eğer oynatırsa Milli takım ve Beşiktaş’a uzun yıllar hizmet edecek bir oyuncunun yetişeceğini söyleyebilirdi. Beşiktaş’ta görev yaparken kulübede yanında oturan Dorukhan’ı ancak mecbur kaldığında hatırlayan bir teknik adam böyle bir istekte bulunabilir mi, o da bilinmez…
Ya da, yeniden Caner Erkin’e döneceğine araştırmacı teknik direktörlük yetisi ile farklı seçenekler gündeme getirebilirdi. Örneğin kendi dönemine döndüğünde aklına Zekeriya Alp gelebilirdi. O Beşiktaş ve Milli takımın sol bekiydi ama sağ ayaklıydı. Beşiktaş’ın 1970’li yılların ortalarında Rumen takımı Steagul Rosu ile İnönü Stadı’nda oynadığı Avrupa Kupası maçında Alp’in sol bekte görev yaptığı halde 25-30 metre mesafeden sağ ayağıyla attığı golü bilmesi gerekir Güneş’in. O maçı Beşiktaş 2-0 kazanmış ama ikinci maçı garip bir şekilde son dakikalarda yediği gollerle 3-0 kaybetmiş ve elenmişti. Yani sağ ayaklı bir oyuncudan da sol bek olur. Almanların efsane sol beki Breitner’i de iyi bilir Şenol Güneş. O da sağ ayaklıydı. Yakın geçmişte Alman Philipp Lham’da sağ ayaklıydı ama zaman zaman sol bek oynamış ve bu mevki de oynarken bize bir de gol atmıştır.
Bunları da bir kenara koyalım, üçlü savunma uygulayabilirdi Güneş. Başında bulunduğu Ulusal takım tarihimizin en alternatifli, seçeneği en bol takımı. Elindeki stoperler Avrupa’nın en iyi liglerinde oynuyorlar. Gördüğüm ve anladığım kadarıyla bu seçeneği bol takım üzerine fazla kafa yorulmadığı için değişik seçenekler üretilemiyor, günübirlik düşünülüp geleceğe yatırım yapılmadığı için takım giderek futbol oynamaktan uzaklaşıyor.
Rusya ulusal takımının yarısı sayılabilecek olan santrfor Dzyuba’nın yokluğunda farklı bir taktikle oynadılar. Uzatmalarla birlikte 75 dakika 10 kişi oynadıkları halde önde baskı yaparak bize oyun kurdurmadılar. Nasıl ve ne amaçla oynadıkları taktiklerinden belliydi. Bizde ise taktik açısından belirginleşmiş bir oyun planı yoktu, Caner’in top kesmelerinden başka. Cengiz’in bireysel yeteneği ve 10 kişi kaldıklarında savunma düzenini kuramadıkları anda Kenan’ın golüne engel olmadıklarından yenildiler. Oyuncu kalitesi olarak çok daha değerli olduğumuz halde düşünsel dolayısıyla taktik anlamdaki yetersizliğimiz yüzünden zayıf takımlara karşı bile zorlanıyoruz. İlk 11’inde 7 eksiği olan Hırvatistan’a karşı zorlanmamızın nedenlerinden biri de taktik yetersizlik olsa gerek…
‘’Kadro derinliğinde boğulmak…‘’
Fenerbahçe’nin kadro derinliği üzerine düşüncelerimizi Konyaspor karşılaşmasından iki gün önce dile getirmiştik. Eskiler bir benzetme yapmak istediklerinde “teşbihte hata olmaz” diye söze başlarlardı. Biz de Fenerbahçe’nin kadro derinliğinde boğulduğunu söylersek bunun bir benzetme, yenilginin nedenlerine bir vurgu yapmak için olduğuna inanılmasını isteriz.
Dünyanın en güçlü takımları bile futbolda beklenmedik yenilgiler alabiliyor. Kaldı ki Fenerbahçe henüz yeni bir takım sayılır. Bu takımın oyuncuları ne denli kaliteli olursa olsun 41 maç oynayacakları bu dönem içinde başka zorluklar ve farklı engellerle mutlaka karşılaşacaklardır. Bu, zorlu maratonun temel gerçeklerinden biridir. Türkiye ligleri kurulalı beri böylesi uzun bir lig dönemi ilk defa yaşanacak. Fenerbahçe’nin derinliği olan kadrosu bu anlamda avantajlı konuma da gelecektir. Ne var ki kadro derinliği ile kadronun kurulması arasında doğru bir ilişki kurulduğu konusunda kuşkularım var.
Transfer döneminin lideri kimdi?
Erol Bulut teknik direktörlük yaşamına başlayalı beri düzgün ve tutarlı bir çizgi izliyor. Ancak bu kadronun teknik direktör tarafından kurulmadığını, transfer döneminin liderinin Emre Belözoğlu olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Dolayısıyla kadroyu kuran Belözoğlu’dur ve Fenerbahçe futbol takımı teknik kadro olarak ona teslim edilmiştir.
Emre Belözoğlu’nun bu kadroyu hangi birikim, hangi bilgi ve hangi yeterlilik ile oluşturduğu bir başka konudur. Onun sürekli Erol Bulut’un yanında olduğu, teknik kadrodaki herkesin Bulut’a yardım etmek için var olduğuna ilişkin açıklamaları işler iyi giderken söylenmiş sözler gibi geliyor bana. Bu geniş kadronun kuruluşu ve oynatılış biçimi bakımından Belözoğlu ile Bulut arasında bir çatışma çıkma olasılığı yüksektir.
Caner Erkin’in oynatılmasında karar kimin?
Elbette ki bunu söylemek bir kehanet değil. Sadece Caner Erkin’in oynatılışı ve görev tanımlaması bile böyle bir ihtimalin ilerleyen günlerde karşımıza çıkacağına ilişkin ipuçları veriyor. Bunca transferden sonra ağır, çabukluğu ve kıvraklığı olmayan Caner’in oynatılmasının kararını kim veriyor? Bu karar verilirken temposu olmayan bir oyuncuyu 60-70 metrelik bir kulvarda koşturmanın doğuracağı kayıplar nasıl görülmüyor?
Konyaspor karşısında yenilen iki golde de son noktada onun hatası var. İlk golde yorgunluktan kafaya çıkamayıp rakibin altında kaldı, ikinci golde ise ofsaytı bozdu. Bunların ikisi de kondisyonel yeteneklerin eksikliğine bağlı. Fenerbahçe gibi büyük ve iddialı bir takımda bir oyuncu sadece sol ayağıyla kesik toplar atıyor diye oynatılır mı?
Üstelik o toplara kafa vuracak birileri de şimdilik yok gibi. Belli bir disiplin içinde değil hatta başına buyruk oynayan Caner’in bu görüntüsü Belözoğlu ile Bulut’un arasını açabilir. Caner oynayacaksa savunmaya dönmeden arkasına önlem alınarak oynatılmalı. Böyle bir oyun şeklinde ise bir görevi iki oyuncu yapacak olmasından dolayı başka bölgelerde eksiklik doğacaktır. Konyaspor karşısındaki gibi oynarsa bir teknik direktör buna katlanamaz. Eğer katlanırsa bu, iplerin başkasının elinde olduğunun kanıtı gibi durur.