‘’Vida!‘’
Çok sağlam bir yapının oluşturulmasında kullanılmakla birlikte günlük hayatımızın her alanında elimizin altında olan bir alet. Sabitleyici özelliğinin yanı sıra, işleyişlerin ortaya çıkması ve sistemlerin çalışmasında da önemli rolü vardır. Sistemin işlemesi için icat edildi ama çivi ile baş edemedi.
Ortaya çıkması Orta Çağ’a yani 15. yüzyıla denk düşer. Ancak çivinin sabitleme ve sağlam durma becerisi karşısında mücadeleyi kaybeder. Tam yüz yıla yakın bir zaman çivi onu yerinden eder. Kenarlarda, köşelerde savruk bir şekilde kıymetinin anlaşılmasını bekler. Oysa 20. yüzyılın küçük buluşlarının en büyüyüdür. Son bin yılın en önemli aleti nedir diye sorsanız çoğunluk “ vida” der.
Birmingham’ın kuzeyindeki, kullanılmayan bir su değirmenini dünyanın ilk vida fabrikasına dönüştürmek için gereken sermayeyi toparlamak Wyatt kardeşlerin on altı yılını aldı. Sonra açıklanamayan nedenlerle, girişimleri başarısızlığa uğradı. Ürettikleri vidalar yalnızca ayna menteşelerini tutturmakta işe yarıyordu.
Vida çiviye galip geliyor…
Ancak 1800’lü yıllara gelindiğinde vida yerini sağlama almıştı. Artık sadece ayna menteşelerinde değil gemi yapımı, mobilya yapımı, marangozluk ve atlı araba yapımı gibi ince ahşap yapının sıkıca tutturulmasının gerekli olduğu her uygulama için kullanışlı olduğunu kanıtlamıştı. Nihayet bu olağanüstü küçük nesne çiviye galip gelmesini bilmişti.
Ne var ki vida dar alanlarda problem yaratıyordu. Henüz vidayı tutan tornavida icat edilmediğinden, vidanın tek elle sıkıştırılmaya çalışıldığı, örneğin, dar alanda çalışıldığında merdiven basamakları üzerinde dengeyi sağlamak gibi tuhaf durumlar vardı. Bunu, başı yarıklı bir vidayla yapmak neredeyse olanaksız bir işti.
Büyük servetler, küçük buluşlarda yatar…
Tornavida icat edildikten sonra ise vida sallanır; tornavida kayar, vida yere düşüp yuvarlanır; işi yapan bu, çıldırtıcı aletin mucidine bir kez daha lanet okur. Derken, 1907’de yarık başlı vidanın modası geçer çünkü yuva başlı vida patent almıştır.
Hevesli bir tanıtımcı olan Kanadalı Robertson, küçük bir Ontario kasabası olan Milton’da kendisine vergisiz krediyle başka yardımlar sağlayacak mali destekçiler buldu ve kendi vida fabrikasını kurdu. Robertson “büyük servetler, küçük buluşlarda yatar” diyordu.
O günlerde pek çok kişi vidayı, son bin yılda bugüne dek yapılmış küçük buluşların en büyüyü olarak görüyordu. Robertson yaşamının geriye kalan kısmını Milton’da geçirdi; yani küçük suların büyük balığı olarak…
Vida aslında bir helezondur
Helezon, bir silindirin çevresinde sabit eğimli bir açıyla dolanan üç boyutlu bir eğridir. Vida da bir helezondur. Doğada sarmaşıklar ve bazı deniz kabuklularında görülür. Bir vida icat etmek ya da Vida’dan anlamak birtakım özel beceriler gerektirir. Öncelikle helezonun geometrisini tanımlamak için becerikli bir matematikçi olmalı.
Vida geçen yıldan beri beceriksiz bir matematikçiyle birlikte olmanın sıkıntısını mı çekiyor? O beceriksiz matematikçinin icadı olan “ahşap vida” ile birlikte olmak mı Vida’yı yerinden oynattı?
‘’Derbiden yansıyanlar…‘’
Dış baskının insanların önüne koyduğu engellerden olsa gerek, teknik direktörlerin futbolu ciddi anlamda zorlaştırdığına inanmaya başladım son dönemlerde. Bizim gençliğimizde kazanan takım bozulmaz, bir önceki maçta iyi oynayan oyuncu takımdan kesilmez diye bir anlayış vardı. Böylece hem takımda devamlılık sağlanır hem de forma adaleti konusunda tutarlılık sağlanmış olurdu.
Son oynanan Fenerbahçe-Beşiktaş derbisine baktığımızda Vitor Pereira bir önceki maçtan sonra kadroda beş oyuncuyu değiştirmiş, herkesin beğenisini kazanan Önder Karaveli ise şapkadan tavşan çıkartmaya soyunmuştu.
Beşiktaş maçı kaybetse kimden hesap sorulurdu?
Önder Karaveli’ye sormak gerekir; Siz bir öz kaynak düzeni ürünüsünüz. İlk düşünceniz Öz kaynaktan yetişen oyunculara sahip çıkmak değil midir? Sergen Yalçın, Rıdvan Yılmaz’ı oynatmamak için bin dereden su getirdi.
Siz Serdar Saatçi’yi neden oynatmazsınız? Bir hafta önce gayet başarılı olmuş, bir golün pasını vermiş, dürüst oyuna örnek olacak bir davranışta bulunmuş.
Futbolcuların hocalara olan inanç ve güveni böylesi yanlış uygulamalarla sarsılmaktadır. Önder Hoca neden çekinip Serdar’ı oynatmaz. Beşiktaş Kadıköy’de maçı kaybetse kim hocaya hesap sorar? Oysa kazansa neler olur? Büyük olasılıkla kariyeri değişir, Beşiktaş hoca aramazdı!
Geçen sezon Kadıköy’de kazanan Beşiktaş’ın en başarılı iki oyuncusu kim diye soracak olursanız Aboubakar ve Montero derim. O Montero yanında oturuyor, Necip Uysal’dan stoper yaratmaya çalışıyorsun. İspanyol stoper geriden oyun kurma konusunda şu anda Türkiye’de bir numaradır.
Vida’yı ters tarafta oynatmanın bedeli…
Beşiktaş’ın pas oyununa yapacağı katkı bile Montero’nun oynatılması için yeterli nedendir. Vida’yı ters tarafta oynatmak yüzünden Beşiktaş bugüne kadar kaç gol yedi? Önder hoca bu konu üzerine kafa yordu mu?
Önder Karaveli’nin yenilik ya da en azından değişiklik adına oynattığı Necip’in yerine Serdar Saatçi’yi görevlendirseydi, Yanında da Montero oynasaydı sonuç çok mu farklı olurdu? Vida ne olacak diye soracak olursanız onun da yanıtı var:
Josef de Souza ile birlikte çift ön libero oynatılabilirdi. Böylece, eğer var olduğu düşünülüyorsa savunma ortasındaki deneyim eksikliğine de önlem alınmış olurdu. Yenilik, takım kurmada zihinsel esneklik böyle olur!
‘’Derbide neler olur?‘’
Baştan söylemek gerekir ki iki takımda gol yer. Bu yargıya varmak bir kehanet değil. Puan cetveline bakıldığında bu gerçek net bir şekilde görülebilir. 16 karşılaşmada Fenerbahçe 20 Beşiktaş ise 24 gol yemiş. Neredeyse attıklarına yakın gol sayısı demek bu.
Neredeyse tarihlerinde az görülecek derecede fazla gol yemenin nedeni ne olabilir? Fenerbahçe söz konusu olduğunda sorunun yanıtı kolay gibi görünmektedir. Takım üçlü savunma ile oynuyor ve orta alanın kenarlarında, top rakibe geçtiğinde savunmaya dönmek zorunda olan iki oyuncu(Ferdi-Osai) defansif özelliklere sahip değil.
Fenerbahçe’ye karşı rakipleri karşı atak düzeniyle oynadıkları için savunmanın az adamla yakalanma ihtimali fazla oluyor. Genel takım savunması göz önüne alındığında Mesut Özil’in durumu küçük de olsa olumsuz bir etken olarak göz önüne alınmalıdır.
Fenerbahçe’nin gol yeme sorunu sayılara bağlı değil
Savunma zincirinin sağlamlığı çok oyuncuyla değil de, yetkinleşmiş organizasyonla ölçülür. Fenerbahçe savunmada çok oyuncu bulundursa da kolay gol yiyor ya da savunma esnasında doğru pozisyon almak konusunda sıkıntı yaşıyorlar. Son oynanan Gaziantepspor maçında Ferdi Kadıoğlu’nun yaptığı penaltıyı düşünün.
Teşbihte hata olmaz derler; bir deli kuyuya bir taş atmış, kırk akıllı çıkartamamış. Kimin icat ettiğini(!) bilmediğim şu serbest vuruş esnasında bir oyuncunun boylu boyunca yere yatırılması nasıl bir uygulamadır? Bir de futbolun teorisinde “savunma yapan oyuncular ceza alanı içinde yere yatmazlar” diye bir kural öğretilir.
Ceza alanı içinde oyuncu yere yatırılır mı?
Peki, oyuncuyu yere yatıran teknik adamlar futbolun biyomekaniği üzerine hiç düşünmezler mi? Atış sırasında top birine çarpıp ceza alanı içinde kalınca yerdeki oyuncu ayağa kalkıp vücudunu ve hareketlerini kontrol altına alarak nasıl rakibe müdahale edecek. Nitekim Ferdi örneğinde olduğu gibi beden kontrol edilemiyor.
Uygulamanın yanlışlığına başka bir boyuttan bakalım. Baraja giren oyuncular birbirlerine yaslanıp oldukları yerde sıçrarlar. Birbirlerine omuzlarından yaslandıklarından en fazla bir top yüksekliği kadar sıçrayabilirler.
Topu yerden hiç kaldırmadan vuruş yapmak çok zordur. Böyle vuruşları Hagi, Maradona, Platini gibi özel oyuncular becerebilir. Artık bu denli becerili oyuncular olmadığına göre bir teknik adam futbolcusunu neden yere yatırır? Kaldı ki böyle bir gol atabilecek rakibiniz varsa gol sonrası gidip elini sıkarsınız. Birçok gol yemişsiniz, biri de böyle olsun!
Beşiktaş’ın sorunu savunmanın ortası
Beşiktaş’ın gol yeme sorunu ise sayılarla bağlantılı değil. Hep dörtlü savunma ile oynuyorlar ancak bekler devamlı atağa çıkıyor. Bu durumda ağır savunma ortası hata yapmaya açık oluyor. Geçen sezonun başından Sergen Yalçın’ın ayrılışına kadar Nsakala ve Welinton kaynaklı sayısız gol yedi Beşiktaş. Neyse ki bu oyuncular ile devam edilmeyecek bundan sonra.
Ne var ki Beşiktaş yine gol yemeye yatkın bir takım olacak ligin devamında da… Çünkü beklerin yanında görevli orta alan oyuncularının savunmaya katkısı yok denecek kadar az. Bu akşam iki takım da kontrollü bir futbol oynayacaklarından daha az savunma hatası yapabilirler. Yani kimse karşı atak hesapları yapmayacak, bireysel hataların peşine düşülecek.
Sonuçta gol yemeyen takım maçı kazanacaktır. Çünkü büyük takımlar her koşulda gol atabiliyorlar. Ancak galibiyeti attıkları değil yedikleri belirliyor…
‘’Düşünce boşluğuna düşmek…‘’
Ne yazık ki birilerinin acıları başkalarının mutluluğu oluyor. Bu, yaşamda da futbolda da değişmez kural sanki. Ancak konu üzerine biraz derinlemesine düşündüğünüzde çağın ya da günün koşullarına uygun yaşam standardı, hayat kültürü oluşturamayan toplumlarda acılar başkalarının mutluluğuna daha fazla dönüşüyor gibi.
Bir hafta ara ile futbolun bize anımsattıkları rastlantı olamaz. Bunun yaşam kültürüyle ilintisi olduğu tartışılmaz sanırım. Geçen hafta Beşiktaş-Giresunspor maçında Mert Günok’un yaşadığı, bu hafta Sivasspor-Galatasaray karşılaşmasında Muslera’nın başına geldi. Muslera ağır bir sakatlık geçirip yerde yatarken, golü hazırlayan Yatabare ve golü atan Fajr sevinçle futbol alanında koşturuyorlardı.
Başkalarının acılarını hissetmenin erdemi
Hani insan hayatı her şeyden önemli, başkalarının acısını yüreğinde hissetmek en büyük insan erdemlerinden biriydi. Demek ki acımasız futbol rekabeti, çekişmesi içerisinde bunlar sadece göstermelik sözler.
Orta alanda, gol tehlikesinin yaşanmayacağı bölgelerde yere düşün her oyuncu için topu dışarı vuranların samimiyetini de sorgulamak gerekmiyor mu bu durumda?
En kusursuz nesnelerin doğada az bulunduğu gibi en mükemmel düşüncelerde insan toplumları arasında azdır. Bunu biliyoruz. İşte sorun da burada zaten. Az bulunan, insanların yaşamını kolaylaştıracak kusursuz davranışların sayısını artırmak değil midir insan olmak?
Yabancı futbolcular daha fazla örnek olamazlar mı?
İnsanca davranışlar neden azdır ya da neden az tanınıyor? Elbette ki az karşılaştığımız, örneklerini az gördüğümüz için. Üstelik insanlık değerlerinin en azından futbolun güzelliklerinin bir kültür haline dönüşmesi için transfer ettiğimiz yabancı oyuncuların duyarsızlık düzeyi daha da yüksek.
Toplumda takdir görecek insani hareketleri ortaya koymak entelektüel yeteneklerin gelişmiş olmasını gerektirir. Futbolcular entelektüel insanlar değildir, onlar daha çok fırsatların peşindedir. Peki, Mert Günok ve Muslera’nın başına gelenlerden sonra ne yapılmalı, bundan sonra olacakları da hep birlikte izleyip, sineye mi çekeceğiz?
Hayır, böyle olmaz ya da böyle gitmez. Birkaç saniye bir insanın hayatına da mal olur, yaşamını da kurtarır. Şu andaki oyun kuralları bu gibi durumlarda hakemin oyunu durdurmasına izin vermiyor. Ne var ki insan hayatı söz konusu olduğunda kural kendiliğinden ortadan kalkar.
Son söz hakemlerin olmalı
Hakemler futbolculara göre daha entelektüel insanlardır. Böyle anlarda derhal oyunu durdurmalıdırlar ya da kural yeniden gözden geçirilmelidir. Bu kararları hakemliğine mal olsa da arkasında durmalıdırlar. Böylece futbolcuları düştükleri “düşünce boşluğundan” hakemler çıkarmış olur.
Ofsayt anındaki “bekle gör” anlayışı da değiştirilmelidir. Muslera’nın uzun süre futboldan uzak kalması bu yüzden olmuştu. Perder Gellert’in dokunaklı ağıtı şöyle başlar;
“En üstün yeteneklerin/ Az hayranı varsa, / Ve dünyanın büyük kısmı/ Kötüyü iyi sanıyorsa, / Bu rezalet her zaman görülür.”
Şöyle de biter; “Hep değersiz şeyleri överler/ İyiyi hiç tanımadıklarından.”
‘’Terim'e güven yeterli mi?‘’
Roma Olimpiyat Stadı’nda Lazio-Galatasaray maçını izlerken 1990 Dünya Kupası için gittiğim İtalya’da geçirdiğim 50 gün bir film şeridi gibi gözümün önünden gelip geçti. Olimpiyat Stadı’nda Arjantin-Almanya final maçı da dahil onun üzerinde maç izlemiştim.
O günlerde henüz Ümit Ulusal takımın sorumlusu Piontek’in de yardımcısı olan Fatih Terim ile Ulus’ta ki federasyon binasında görüşürdük. Terim’in özgüveninin ne denli yüksek olduğunu o günlerden bilirim.
Sadece oynanan oyunun değil çalıştığı tüm personelin arkasında duran Fatih Hoca haklı olarak bugün Türkiye’nin bir numarası konumuna geldi. Değişik yerli hocalar “efsane” olarak göreve getiriliyor ama ne yazık ki bir Terim daha çıkmıyor.
Fatih Hoca artık “tek adam”
Çok doğal olarak hem çalıştığı yönetimler hem de futbolcuları onun artık “tek adam” olduğunu biliyorlar ve ona sonsuz güven duyuyorlar. Doğaldır ki futbolda güven tek başına hiçbir şeyi çözmez ancak çözüm bekleyen sorunların kapısını açmak da da anahtar olur çoğunlukla.
Sanırım Fatih Terim’den başka hiçbir teknik adam bugünkü genç Galatasaray kadrosunu oluşturamazdı. Elindeki Milli takımın sol bekini oynatamaya cesareti olmayanları düşündükçe Terim’in yaptığı hamlenin değeri daha iyi anlaşılır sanırım.
Hoca, Ocak ayını hedef koydu ama takım daha zamanı varken Avrupa’da yine kutup yıldızı gibi parlamaya başladı. Ligimizdeki sert ve rakibi bozmaya dayalı oyun genç kadronun verimini düşürüyor. Ama Avrupa’da rakipler oynamaya çalışınca Galatasaray’ın futbolu da değeri de ortaya çıkıyor.
Genç oyuncularla yarışmak kolay değildir
Genç oyunculardan yeni bir takım kurup o takımı geliştirmek hiç kolay değil. Hele Türkiye’de hep başarıya koşullanmış büyük takımlar söz konusuysa… Ancak bu takımın başında Fatih Terim gibi güven duyulan bir hoca varsa, teknik anlamda her şeyi ona teslim etmek yeter!
Fatih Hoca’nın maç esnasındaki davranışları ve aldığı cezalar geçmişte olduğu gibi bugünde ona yakışmıyor. Bu başka bir konudur ve zamanı ve yeri geldiğinde açılımı yapılabilir. Bu konuda Fatih Terim’in bilmesi ve içselleştirmesi gereken konu şudur:
Hakemler gerçek anlamda kuralları uygulasa, bırakın Terim’i hocaların yüzde sekseni hiçbir maçı tamamlayamaz. Türkiye liginde hakemler gereğinden fazla iyi niyetli davranıyorlar. Oyun kuralları hocaların kariyerlerine göre uygulanmaz. Kuralların özünü eşitlik oluşturur…
‘’Sergen Yalçın'ın konuşmaları‘’
Hiç kuşku yok ki düşüncelerini anlaşılır bir biçimde özenerek anlatan teknik direktörlerimiz var. Bunların başında Abdullah Avcı gelir. Ancak konuşmaya başladığı zaman acaba yine hangi çamı devirecek diye endişe ile konuşmalarını beklediklerimiz de yok değil. Bunların başında da Sergen Yalçın gelmektedir.
Futbol dünyasında “dobra” konuşmaları ile sempati kazanmış olan Sergen Yalçın, teknik direktörlük öncesi yorumculuk ve jüri üyeliği yaptığı dönemde espirileriyle, medya aracılığıyla eğlenmek isteyenlere hoş görünmüş olabilir.
Ancak Beşiktaş’ın başında bulunan bir görevli konuşmalarına dikkat etmeli sözcükleri özenle seçmelidir. Çünkü Beşiktaş gibi takımlar kamuya mal olmuş kurumlardır. Bir yerde kurumsallık söz konusuysa onun başında bulunanların “diline hakim” olması bir zorunluluktur.
“Fişi çekmek” ne demektir?
Beşiktaş’ın başında görev yapan insanlar İstanbul’un Kilyos mahallesindeki kahvehane ağzıyla konuşamazlar. Halkımızın kullandığı çeşitli ağız ve şivelere bir diyeceğimiz yoktur. Devletimizin en üst makamına kadar çıkıp Cumhurbaşkanlığı görevini yapan rahmetli Süleyman Demirel’in zaman zaman Isparta şivesi ile konuşması kimseyi rahatsız etmez hatta hoşumuza bile giderdi.
Kasımpaşa-Beşiktaş maçından sonra Sergen Yalçın karşılaşmayı şu şekilde özetlemiş: “Yakaladığınızda fişi çekeceksiniz.” Fişi çekmek ne demek?
Biraz sözlük karıştırdım, özetle şu anlamlara gelmekte: İnsanın kulağına hiç de hoş gelmeyen hatta insan onuruna da aykırı olan bir ifade. Çoğunlukla trajik anlamlar taşımasa da ironi amaçlı kullanılan bir deyim; daha çok başkasının herhangi bir konudaki faaliyetine son vermek amacını taşır. Mafya hesaplaşmalarında, karşı taraftan birinin yaşamına son vererek susturmak.
Dili kullanmanın da bir zarafeti vardır
Doğaldır ki Sergen Yalçın bunlardan hiçbirini kastetmiyor. Söylemek istediği futbol oyununda yakalanan gol pozisyonlarını gole çevirmektir. Ne var ki bunu söylemenin birçok yöntemi vardır. Dil denilen insanoğlunun kullandığı en büyük iletişim aracının da bir zarafeti vardır.
Son dönemlere bakıldığında Beşiktaş’ın sorunları büyük. Ortada bir sorun varsa ve o sorun herkesin anlayacağı şekilde izah edilmek durumundaysa, o sorunu çözmek için düşünsel yöntemler geliştirilir, öğrenilir, yoksa da yaratılır. Buna karşın ortalama görevliler bildikleri yöntemden vaz geçmezler, ilk aklına gelen fiş çekmek olur!
Büyük oyuncular ve büyük teknik direktörler daha çok “oyun” u görür. Tek tek hareketleri değil, oyunun akışını sürekli bir bütün olarak görür. Oyunu bir bütün olarak göremiyorsanız ülkemizde futbola bakış ve yaklaşım göz önüne alındığında, oyunun büyük bir parçasını görmek de yetebilir. Eh, onu da göremiyorsanız çözüm kısa ve basittir: Fişi çekeceksiniz!
‘’Futbolda istatistikler, sayılar ve oranlar‘’
Sözel akıl yürütmenin insanları başarısızlığa doğru yönlendirdiği anlayışı toplumda değer bulmaya başladıktan itibaren istatistikler ve sayısal veriler önem kazanmaya başladı. Ne var ki kanıtı istatistiklerde aramak olaylar hakkında bizi yanlış yönlendirme anlamında fırsatlar da sunar. Genel olarak istatistiksel sonuçlar kullanılan örneklerin büyüklüğü ve küçüklüğüne bağlıdır. Gelişigüzel seçilmiş küçük örnekler genellikle güvenilmezdir.
Eğer istatistikler söz konusuysa karşımızda karmaşık bir soruna isabetli bakmak gibi özel bir yetiden söz etmek gerekir. Bir soruna isabetli bakma, onları denetimi altında tutan ana meseleyi bulana kadar zorluklarla aşama aşama başa çıkma çabasıdır.
Sayılarda doğruluk ve kesinlik
Bu çaba ne denli tutarlı ve güçlüyse sayıların içinde saklanmış, görünmesi zor gerçekler de daha kolay okunabilir. Öncelikle sayıların doğruluğu ve kesinliği hakkında tam bir yargıya varmak gerekir. Sözgelimi marketten bir paket mısır gevreği satın alıyorsunuz. Üzerinde “günlük karbonhidrat ihtiyacınızın yüzde 15’ini karşılar” yazmaktadır. Bu oran doğru mudur, kesin midir?
İlk bakışta doğru olabilir ancak kime göre doğrudur? Örneğin 60 kilo ağırlığında oturarak çalışan bir insana göre mi yoksa 110 kilo ağırlığında bedensel olarak ağır bir işte çalışana göre mi? Görüldüğü gibi ilk bakışta doğru olsa da bu oranın kesinliği yoktur.
Galatasaray 78 köşe vuruşu kullanıp tek gol atamadı
Konuyu futbol boyutunda örneklersek, Galatasaray son oynadığı 5-6 karşılaşma boyunca kazandığı 78 köşe vuruşunun hiç birini gole çevirememiş. Bu verilere bakıldığında Galatasaray’ın çok atak bir futbol oynadığı anlaşılabilir. Ne var ki bugünün istatistiksel verilerine göre 10 köşe vuruşundan bir gol kazanılabiliyor.
Bu köşe vuruşları sadece Galatasaray’ın baskısından mı kazanılmıştır? Savunma yapan takım rakibin ataklarını bozmak için, savunma organizasyonun bozulduğu anlarda yeniden defansı düzene koymak için topu bilinçli olarak da dışarıya vurmuş olabilirler.
Ayrıca köşe vuruşu kullanıldığında, merkez savunma oyuncularının gol için karşı kaleye gittiğinde kontra atak sonucunda yenilen gollerin sayısı da hiç az değildir. Beşiktaş’ın geçen sezondan bu yana, köşe vuruşu kullanırken kalesinde gördüğü golleri dikkatinize sunarım.
Daha fazla topa sahip olmak mı, daha az hata yapmak mı?
Topa sahip olma oranlarının içinde de ilk başta doğru görünen ama ayrıntılarda bazı yanlışlıklar barındıran durumlar vardır. Şampiyonluğa oynamak geleneği olan, büyük takım nitelemesi ile eşleştirilen ekipler topa sahip olarak oynamak zorundadır. Bu oyun şeklinin hem kendilerine psikolojik yararı var hem de rakibi yıpratma özelliği...
Ancak yüzde 70-80 oranında topa sahip olup da maçları kaybeden birçok takım var. Daha fazla topa sahip olan takım daha çok şut çekme olanağı bulsa da kaleyi bulan şut oranı düşüktür. Kısa süreli paslaşmalarda her dokuz şuttan biri, uzun süreli paslaşmalarda ise 15 şuttan biri gol olmaktadır.
Aslında futbolda sürekli topa sahip olmaktansa top kayıplarını en aza indirgeyebilmek ve bu top kayıplarına çare bulup onu yönetebilmek önemlidir. Topa daha fazla sahip olmak için daha az top kaybetmek gerekir.
‘’Beşiktaş, atletizm pistine…‘’
Giresunspor karşılaşmasını kendi evinde 4-0 kaybettikten sonra herkes Beşiktaş-Sergen Yalçın ilişkisine dikkat kesilmişken benim dikkatlerim Mert Günok’un yaşadığı sakatlığa yönelikti. Bir sporcunun rakip karşısında sırtı yere gelecek kadar ağır bir sakatlık geçirmesi üzüntü vericidir.
Mert Günok’dan yaklaşık on yaşa daha gençken ve futbol oynarken geçirdiğim bel sakatlığı nedeniyle neredeyse süründüğüm günler oldu. Bu nedenle son derece düzgün, tutarlı, özel ve futbol hayatında hiçbir iniş çıkışlar olmayan Mert Günok’un sırtüstü yatışı beni o acılı günlerime götürdü. İster istemez Mert ile empati kurdum.
Böylesi üst düzey sporcuların yaşadığı sakatlıklar bir talihsizlikle açıklanamaz. Hiçbir rakiple yüz yüze değilken yaşanan bu sakatlığın altında yatan gerçek büyük olasılıkla antrenman eksikliği ya da yetersizliğidir.
Antrenmanın yoğunluğu ve niteliği önemlidir
Antrenman eksikliği derken bazı okuyucularımız “acaba” diyebilir. Çünkü her üst düzey takım gibi Beşiktaş’ta haftanın en az 5-6 günü Nevzat Demir antrenman tesislerinde çalışıyor. Ancak önemli olan o antrenmanların zamanı değil niteliği ve yoğunluğudur.
Bir takım haftanın her günü sabah ve akşam olmak üzere antrenman yapabilir. Ama o takım haftada üç-dört günde, altı gün çalıştığından daha fazlasını çalışabilir. Buna antrenmanın yoğunluğu denilir.
Çok takım biliriz ki, futbolcuları her gün antrenman yapar ama bu antrenman süreleri çoğunlukla ortada sıçan, eltopu oynarken şakalaşıp eğlenceyle geçer. Futbolcular da bu antrenman biçimine bayılır. Hele kazanılmış bir maçtan sonra futbolcular “hocam biraz yorgun hissediyoruz” diyorsa bazı hocalar için akan sular durur.
Ülkemizdeki yüze yakın spor yüksek okullarının mezunları ne iş yapar?
Bırakın bugünü, futbolun İngiltere’de ortaya çıktığı ilk günlerde bile Britanya’da şöyle bir anlayış vardı: “Güçlü olmayan hiçbir erkek adam gibi futbol oynayamaz”. O günlerde adanın çayırlıklarında vakit geçirmek için amatörce oynanan oyundan bugün büyük bir endüstrinin ortasına geldik.
Artık yüz civarında Spor Yüksek Okulu, Beden Eğitimi Bölümü ve Spor Fakülteleri ve bunların antrenman bilimi bölümleri var. Ama gelin görün ki, bu çağda Beşiktaş’ta 14 haftada 13 futbolcu sakatlanıyor. Futbolun sadece bugününde değil 50-60 yıl öncesinde de ilk çıkışında da en önemli şey güç ve atletizmdi.
Hocaların hocası Herrera ne diyor?
Yazıyı fazla uzatmadan bu noktada konuyu 60 yıl önce hocalık yapan, hocaların hocası Helenio Herrera’ya bırakalım. Herrera oyuncularının topla olan becerilerinden daha çok karakterlerine ve sporculuk özelliklerine önem verirdi. Herrera’ya göre oyuncuların topla olan becerilerindense iş ahlakı ve profesyonellik daha önemliydi.
Atletizm ve dayanıklılık onun sisteminde olmazsa olmazdı. Futbola bakışının temelini oluşturan bu sözcükleri, İnter’de çalıştığı yıllarda soyunma odasının girişine slogan olarak astırmıştı. Herrera çalışmaya ve disipline o denli çok önem verirdi ki “tutku” ve “güç” ile futbolu özdeşleştirip “Aldığım en büyük övgü günde 30 saat çalıştığımın söylenmesidir.” Sonuç; 20 yılda 16 kupa kazanarak İnter’i Avrupa’nın zirvesine taşıdı…
Giresunspor’un dördüncü golü sporseverlerin canını yaktı
Sergen Yalçın kitap mitap okumadığını daha önce söylemişti. Dolayısıyla Herrera’nın sloganlarıyla da ilgileneceğini pek sanmıyorum. Benim bu uzun yazılarıma da dayanamayacağı olasıdır. Ama ben yine de bu köşe aracılığı ile ona bir slogan önereyim; Beşiktaş, haydi atletizm pistine…
Yeri gelmişken Giresunspor’un attığı dördüncü golün gerçek sporseverlerin canını yaktığını da yazıya eklemeliyim. Mert’in sakatlandığı anda Giresunspor 3-0 öndeydi ve maç bitmek üzereydi. Dördüncü golün pasını veren Champness ve golü atan Flavio’nun önüne tarihi bir fırsat geldi ama ikisi de bu fırsatı tepti.
Bu noktada Flavio’nun bir gol atması sadece kayıtlara geçen bir sayı olarak kalacak. Ama topu dışarı vursaydı bütün futbol dünyasının saygısını kazanıp tarihe geçecekti. Futboldaki rekabet ortamı öylesine acımasız ki, bu kadar iyilik ve güzelliği çok görüyorlar bizlere…