Arama

Popüler aramalar

‘’İnananların gecesi‘’

Mübarek kandil akşamına denk geldi bu sene sezon açılışı. Bütün futbolseverlerin tek temennisi şiddetsiz, şaibesiz, sakatlık ve yol kazalarından uzak bir sezon yaşamaktı.İlk maç, ilk korner, ilk faul, ilk taç, ilk gol, ilk kartlar, istatistikleri de zenginleştiriyordu.Turkuaz forma giyen Fenerli futbolcular, hangi takımda oynadıklarını da unutmuş gibiydi. İki takım da fiyakalı bir başlangıç arzusundaydı ama bunun için Belediye çabaladı. Milyonlarca Fenerli şov beklerken, ilk yarıyı 2-0 geride ve 2 pozisyonla geçebilen bir takım izliyordu. Hem de kritik Anderlecht maçı öncesi kafalarını kaşıyıp umudu kemirerek. Birilerinin karın ağrısı haline gelen Hasagiç nihayet kaledeydi. Maç Olimpiyat’taydı ve Fenerbahçe’nin kornerlerini de Deivid kullanıyordu. Buna rağmen her topa 2-3 oyuncuyla basan da Abdullah Avcı’nın ekibiydi. Can’ın klasik hataları dışında bütün ezberler bozulmuştu. Kerim’in golü idman golü gibiydi. Devre bittiğinde akıllarda inisiyatif almakta, pozisyona girmekte ve mücadelede aciz kalan ‘afilli kramponlar’ ile Carlos’un çığlıkları kalmıştı.Orta sahasız, forvetsiz, defanssız oynayan, ribauntlarda hiç gözükmeyen takımda, Aurelio dahil herkesin ayarları kaçınca, tribünlerin kimyası da bozuldu. Fenerliler üzülmemeli, şükretmeli. Futbolun temelini bile yapamayan takımları, farktan kurtulduğu ve bu müsibeti sezon başında yaşandığı için. Zico’nun verdiği ‘transfer istemiyorum’ raporu, geçerliliğini yitirdiği gibi, yırtılmayı da hak etti. Hayal kırıklığı yaratan Sarı-Lacivertli futbolculara balans ayarı verilmek isteniyorsa, yüz kızartıcı maçın kaseti, defalarca izlettirilmeli. Utançtan kastımız, skor değil, futboldan başka her şeye benzeyen, kendilerini de, formalarını da, yeteneklerini de inkar eden anlayış. Yoksa Avcı ve yürekli mangasını sadece kutlamak düşer herkese. Çünkü mübarek gece, inananların gecesiydi.

11 Ağustos 2007, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gerçekler ve gerzekler‘’

Tarafsızlık ve dürüstlük kisvesi altında, yalan ve iftira çamuruyla, her fırsatta Fenerbahçe’ye saldırmayı bir hayat felsefesi haline getiren ‘sinsi’ ve ‘maskeli’ amigoların gülünç çırpınışlarına bakın.Cümle kurmaktan yoksun bu Türkçe ve etik fakirlerinin tek anadili ve besin kaynağı ekranlardan ve köşelerden kin kusup, nefret pompalamak. Yıllarca yalan ve iftira düzeninin şakşakçılığını, ayakçılığını ve bekçiliğini yapan kursak bülbülleri, bugünlerde tek koro halinde, aynı göbekten konuşuyorlar.Ekranlardan ve köşelerinden nefret ve şiddet pompalayarak karınlarını doyuran bu zat-ı muhteremler, ezberleri bozulmaya, maskeleri düşmeye başlayınca paniğe kapıldılar. Yöneticiye yöneticilik, futbolcuya futbolculuk, taraftara taraftarlık, hakeme hakemlik öğretmeleri yetmedi, şimdi de utanmazca gazetecilere gazetecilik öğretme cüretine giriştiler. Türk futbolunun ve spor medyasının, en çok da bunlar gibilerden acilen kurtulması ve temizlenmesi gerekiyor. Nasıl salak sapan, girift ve çarpık ilişkilerin içinden geliyorlarsa, herkesi kendileri gibi algılayıp, onun bunun adamı olmakla suçluyorlar. Başkalarına iftira atarken bile kendilerini itiraf ediyorlar. Herkesi kendileri gibi ‘talimatlı’ ya da bir kulübe saldırma, bildiklerini susma ve bilmedikleri konularda ahkam kesme konusunda ‘tarikat yemini’ etmiş gibi davranıyorlar. Bunlara göre medya ve yöneticileri Fenerbahçeli dayanışması içinde. Oysa en başta ve en iyi kendileri biliyor durumun taban tabana zıt olduğunu. Şehir efsanesi haline gelmiş şarlatanca, kokuşmuş ve bayatlamış bir yalan olduğunu. Çünkü bu yalanı kalkan yapıp, yılanlık yapmaya devam ediyorlar. Hal böyle diye gerçekleri gerzeklere kurban edecek değiliz.Şimdi şu çok masum, hatta Galatasaray’ın devlete inanılmaz bir rant kıyağı(!) sağladığı, sırf Türk futboluna hizmet olsun diye gözünü kırpmadan Ali Sami Yen’i TOKİ’ye peşkeş(!) çektiği Seyrantepe masalına bir kez daha gelelim ve soralım; Ali Sami Yen Stadı kimin malıdır? Varlığını Türk futbolunun varlığına armağan eden fedakar kiracısı, kaç yıldır borcunu ödememektedir? Faiziyle birlikte birikmiş kira borcu kaç milyon dolardır? Mahkeme kiracılık sözleşmesini iptal etmiş midir, etmemiş midir? Öyleyse, buna rağmen birikmiş kira borçları silinmiş midir, silinmemiş midir? Öyleyse, bu stattan neden 49 yıl boyunca kira alınmayacaktır? TOKİ bu statla ilgili projelere milyon milyon dolarlar ödemiş midir? Eğer ödemediyse, Galatasaray neden ilk projeye 14.5 milyon dolar ödemiştir? Bunlarla yüzleşilmiş midir, değilse neden geçiştirilmiştir?Asıl mesleği gazetecilik olan ve kimseyle göbek bağı bulunmayanlar, gerçeğin peşinden koşarlar, şarlatanlar ve amigolar ise illüzyonun. Gerçekler acıdır ve acıtır ama gerzeklik kadar acıklı değildir.

08 Ağustos 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sırp Ağrısı‘’

Yazının başlığı Beşiktaş’ı olduğu kadar Fenerbahçe’yi de içeriyor. Şampiyonluk düğümünü çözen isim Süper Kupa’nın düğümünü de çözen adam oldu. Golü atana kadar Fenerbahçeliler’in ağrısıydı, attıktan sonra Beşiktaşlılar’ın ağrısı oldu. Bir nevi dejavu. İki takımın yabancıları da, Türkiye’den binlerce kilometrelerce uzaktaki bir başka ülkede oynanan maçta, tıklım tıklım dolu tribünler karşısında kesinlikle hayrete düşmüşlerdir. Garip bir zamanda, garip bir kararla, gurbetçilerin yaz tatiline çıktığı bir dönemde final oynatan garip bir federasyon. Sarı-Lacivert ‘logo krizi’ gölgesinde başlayan karşılaşmanın lokomotifleri Mehmet Aurelio ile Mehmet Yozgatlı oldu.Delgado’nun olmaz bir yerden, olmaz bir şekilde şimşek hızıyla vurduğu ve direkte patlayan şut dışında, ilk yarının hakimi Fenerbahçe’ydi. ‘İstenmeyen adam’ Deivid, sahanın en iyi ve en gayretli isimlerinden biriydi. Nitekim üç bant bilardo güzelliğindeki ilk gol de ondan geldi.Garanti ve risksiz futbolu yüzünden kendi tribünlerinde pek sevilmeyen Edu, beraberlik golünün mimarı gibiydi. Yozgatlı ısrarcılığı ve ortasıyla gelen Bobo golü de şapka çıkarılacak güzellikteydi. Roberto Carlos henüz formasına alışmakla meşgul. Dünya standartlarında tartışmasız faul ya da penaltı olan davranışların, Fenerbahçe lehine olduğunda bu ülkede gözü kapalı pas geçildiğini anlamasına hayli zaman var. Bu şaşkınlığı yüzüne olduğu kadar serbest vuruşlarına da yansıyınca, doğal olarak kendini rölantiye aldı. Buna rağmen ilk resmi maçında ilk sarı kartını da gördü. Fırat Aydınus’un ‘kıssadan Cisse’ mantığıyla yarattığı serbest vuruşta, Tello’nun müthiş vuruşunu kurtaran Serdar Coolbilge, Cisse’nin tamamlamasına da izin vermedi.İki takımın da tempolu, mücadeleci ve istekli futbolu bir final derbisine yakışan güzellikteydi. Maçın uzatmalara gitmemesi, Şampiyonlar Ligi’ne kalma mücadelesi veren iki takım açısından da sevindiriciydi. Sezonun ilk kupasını alan Fenerbahçe, 100. Yıl kolleksiyonuna bir yenisini daha kattı.Ancak iki takım da, şampiyonluktaki rakiplerine ciddi ciddi gözdağı verdi.Fenerbahçe’nin hava toplarına hakim, yıpratıcı ve tek vuruş özelliği olan bir santrfora olan ihtiyacı, bu maçla birlikte, ilk kez bu kadar çıplak biçimde ortaya çıktı.

06 Ağustos 2007, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Formanın vizyonu‘’

Asbaşkan Murat Özaydınlı forma tanıtımında konuşurken, çok değil 7 yıl öncesini hatırlatıp, ‘35 metrekarelik’ bakkal gibi bir dükkandan, 52 mağazaya ve inanılmaz bir ciroya ulaşan Fenerium’a dikkat çekiyordu. O dükkan ki; lisanslı ürün pazarlayan değil, almaya gelen taraftarı azarlayan elemanları da barındırıyordu. Bilenler bilir de, bilmeyenler için bir kez daha hatırlatalım; Fenerium’un adını bile taraftarı koymuştur.Nereden nereye? Fenerium önce kulubün formasını kendisi yapmaya başladı. Taraftar bu bilince ortak olunca, bu alanda çok ciddi bir katma değer üretti. Adidas’la yeniden masaya oturulduğunda, Türkiye’de bir kulübün kasasına ilk kez ciddi bir para girdi. Bu haliyle de örnek oldu. Çıtayı yükseltti.4-5 yıl önce salaş bir meyhane görünümündeki Faruk Ilgaz Tesisleri’nde dün su balesi eşliğinde yapılan sarı-lacivert defile, bilinç sıçraması içindeki kulübün, dünya gerçeklerini yakalayan vizyonunu ortaya koyuyordu. Üstelik tesis içindeki Fenerium defile biter bitmez satışa başlamıştı.7’den 70’e istisnasız bütün Fenerbahçeliler’in aşığı olduğu, vazgeçilmezliğiyle en az kulübün amblemi kadar simgeleşen ‘çubuklu’ formaya olan tutku, bu vizyon ve misyondaki sıçramanın mihenk taşıdır. Fenerbahçe’nin sportif anlamda dibe vurduğu yapısal ve düşünsel devrim sürecinin en sancılı geçiş döneminden, taraftarın bu formaya sahip çıkmasıyla çıkmıştır Fenerbahçe. Hem de bir oyun olan sporun, oyun içinde oyun haline getirildiği, masa başında çarmıha gerildiği bir sisteme meydan okuyarak. Üstelik sadece kendi iç krizlerini değil, hortumcuların yol açtığı, ülke tarihinin üst üste gelen iki büyük ekonomik krizini de atlatarak. Bütün bu değişim, en olmaz zamanlarda, en olmaz koşullarda bile tüketmek için değil, var etmek adına çubuklu formayı satın almak için yarışanların dayanışması ile başarıldı. Taraftar bu formayı satın alarak, sahip çıkarak devrime ve mimarlarına hem destek hem cesaret verdi. Bu formaya savaş açanlara meydan okudu. Kulübün ilk kuruluş renkleri olan sarı-beyaz çubuklu forma, inanılmaz güzellikteydi. Düşünene, onay verene, uygulayana çok çok teşekkürler. Müthiş görünen turkuaz renkli formayı tanıtan ise, bu tür tanıtımlardan milyonlarca dolar kazanan Roberto Carlos’tu. Ancak bu kez konu mankeni değil, Fenerbahçe’nin futbolcusu sıfatıyla. O’na bu formayı giydirenler, bu formayı satın alanlardır. Geçen yıl 350 bin forma satmış Fenerbahçe. Türkiye şartlarına göre çok iyi ama taraftar sayısına ve dünya şartlarına göre çok az. Belki de, Real Madrid ve Manchester United’ın Japonya satışı kadar. Taraftarın formasına sahip çıktığı oranda, alın teri hortumcularının kurduğu düzeni alt etmek de, koyulan hedefe ulaşmak da kolaylaşacaktır.

01 Ağustos 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fenerbahçe kriterleri‘’

Son 3-4 yıldır önce moda, sonra hastalık haline geldi. Fenerbahçe’nin yaptıkları ya da yapmadıkları birilerinin sinirlerini fena yıpratmış besbelli.Başkanı, yöneticisi, futbolcusu, köşe yazarı hemen hepsinin tek kriteri Fenerbahçe. Galatasaraylı, Beşiktaşlı, Trabzonsporlu köşe yazarlarına dikkat edin, hemen hepsi kendi takımlarını bırakmış Fenerbahçe üzerinden ahkâm kesiyor. Ortalıkta hiçbir şey yokken, bazı takım yöneticileri kombine satışlarını artırmak için saçma sapan bir saldırıya geçiyor. Yeni transferlerinin lansmanını bile Fenerbahçeli futbolcularla kıyaslama üzerinden yapıyorlar. Bu halleriyle, takım sevgilerini, rakip nefreti üzerinden tanımlayan güdük kafalı zavallılardan bir farkları yok. Alex, Appiah ve Carlos artık transfer borsasının ‘çapraz kur’ endeksi haline geldi. “şu 10 Alex eder, bu Carlos’u siler süpürür’ falan gibi bir abukluk. Fenerbahçeli bir yöneticinin ağzından hiç böyle saçma sapan bir demeç duyan var mı peki? Hadi diyelim kulüp yöneticisinin, başkanının bir stratejisi var, bu gerilim üzerinden kendi camiasını hareketlendirmeyi, forma ve kombine satışını artırmayı hedefliyor. Peki futbolculara ne oluyor?Kaptanlık pazubandı taşıyan biri “Carlos, Ümit Özat’ın yerini dolduramaz” buyuruyor. Doping sabıkalı ve sahaların en saldırgan bir diğeri de, takımdan ayrılan futbolcuları dert edinmiş, “Fenerbahçe’nin ruhu gitti” diye yorumluyor.Son olarak soyadı ile orantılı bir beyin ve yetenek bile taşımadığı şüphe götürmez bir topçu da çıkıp, tuhaf sözlerle ahkam kesiyor. Hem de öyle böyle değil. Herkesin tek derdi Fenerbahçe. Sanırsınız ki, tek istedikleri, bu kulübün her alanda patlama yapıp yükselmesi, dertlerinden, sorunlarından arınması. Oysa durum tam tersi. Tamamı Fenerbahçe için bir kez bile iyi rüya görmemiş, bir kez bile beyaz yumurtlamamış adamlardan oluşuyor. Yani açık açık bu kulüpten nefret eden kişiler. Evlerindeki toplu maç seanslarında havada uçuşan küfürlerin haddi hesabı yok.Alex’in parası dert, Lincoln’ünki değil. Tuncay’ın gidişi dert, Mondragon’unki değil. Yozgatlı’nın yedek oturması dert, Carrusca’nın, Ailton’un yedekler arasına bile girememesi değil. Rüştü, Serkan, Ümit Sarı-Lacivert forma giyerken yerden yere vurulur, ayrılır ayrılmaz kutsanır, ağıtlar yakılır, klipler yapılır.Siz kendi işinize bakın, Fenerbahçe kendi işine. Bu yorumlar da hepinizin boyunu aşar. Eğer konuşacak şeyiniz kalmadıysa, konu kıtlığı çekiyorsanız size bazı başlıklar verelim de ev ödevi olsun; Seyrantepe ve Fulya peşkeşinden başlayıp, federasyonla garip ve girift ilişkilere, oradan çıkıp başkanlarınızın geceyarısı randevularına, oradan yöneticilerinizin kupa ve şampiyonluk paylaşmalarına, kulüplerinizin başkanlarına olan borçlarına kadar gidin. Bunlarla yüzleşin.Fenerbahçe bu serveti devlet kasasından edinmedi, stadını da, transferlerini de devlet yapmadı. Bir gecede borcu 100 milyon dolar azalan bir kulüp de değil. Ulusoy’a bağımlı bir yapısı da yok. Tasası da sevinci de, günahı da sevabı da Fenerbahçeliler’e ait şeyler için ahkâm kesenlere soruyorum;Size ne?

25 Temmuz 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Değirmenin suyu‘’

Kerameti kendinden menkul ‘vahiy ayrıcalıklı’ Bay Polat, vahim bir açıklama yaparak “Fenerbahçeliler kıskanç, o yüzden SeyRANTepe’yi engellemeye çalıştılar” buyurmuş. Bugün kameralar önünde söylediği incileri, ertesi gün yine kameralar önünde yalanlamaktan sıkılmayan, kendi kendini tekzip etmekten bıkmayan müthiş ve kerameti kendinden menkul bir yöneticidir zat-ı âlileri.Fenerbahçeli, kıskanç değil kızgındır. Çünkü kendi stadını, devletin kesesinden tırtırlı tek kuruş talep etmeden, sadece taraftarının katkısıyla ve elbirliğiyle yapmıştır. Üstelik Türkiye’nin en büyük iki ekonomik krizini üst üste yaşadığı dönemde. Üstelik sportif başarıları erteleme pahasına ve tam 80 milyon dolar harcayarak. Üstelik millete ait bir araziyi oldu bittiyle lüplemeden. Üstelik rakibini şımartmak için kurulmuş düzene meydan okuduğundan, ağır bedeller ödemesine rağmen. Kaldı ki; Fenerbahçe, stadı değil, onun dışında kalan arazinin emlakçılık yoluyla pazarlanmasını, yani korkunç bir hortumculuğu tek başına engellemiştir. Galatasaray Divan Kurulu’nda bu rant vurgununun boyutu “yaklaşık 1,5 milyar dolar” olarak, kürsüden açıklanmıştır. Rakamı görüyor musunuz?Sorun bu peşkeşe karşı çıkanda değil, çık(a)mayanlardadır. Çünkü onlar da benzer vurgunları Fulya’da, Akaretler’de yapmışlardır. “Sus payı olarak belki bir yerleri daha iç edebiliriz’’ umuduyla, gıklarını bile çıkarmamışlardır. Düzenin korumasına, kollamasına ve şımartmasına alışanlar, bağlılıktan öteye geçip, ‘proje takım’ olmak hasebiyle bağımlı hale gelenlerin bu mücadeleyi böyle yorumlaması normal. Bay Polat’ın asıl açıklaması gereken, daha 4-5 ay önce, mali kongrelerinde 220 milyon dolar olarak açıklanan borcun, nasıl olup da bir anda 130 milyon dolara düştüğüdür. Hem de dolmayan 20 bin kişilik bir stada, Fenerbahçe’nin 4’te 1’i fiyatına satılan biletlere ve yine Fenerbahçe’nin yarısı kadar olmayan lisanslı ürün satışına rağmen. Üstelik bunca pahalı transfer de cabası. Define mi bulundu, şirket ve borsa hesapları mı karıştı, yoksa ilahi kaynaklı bir cambazlık mı? Değirmenin suyu nereden geliyor?Bu camianın fularlı duayeni, “Geçen sene nasıl şampiyon olduğunu en iyi sen biliyorsun ama yine de Galatasaraylı Ulusoy’u göndermeye çalışıyorsun!” itirafıyla, Başkan Canaydın’a öfke kusuyor. O’nun icazetli çıraklarından biri de “Ulusoy’un Canaydın nefreti” söylemiyle, bu gerginliğin Galatasaray’a ağır bedel ödeteceğine dair korkusunu dile getiriyor. Hem de bu keyfi uygulamayı yapacağından zerre kadar kuşku duymadığı kişiyi peygamber katına çıkaracak kadar yalayıp yutmayı da ihmal etmeden. Çaktırmadan da gelecek sezona ipotek koymaya çalışıyor. Pekii, aynı federasyon başkanının yıllardır Aziz Yıldırım’dan nasıl nefret ettiğini bilmiyor musunuz? O zaman Fenerbahçe’ye yıllardır ödetilen ağır bedelleri de ikrar etmiş olmuyor musunuz? Peki hiç utanmıyor musunuz?Vallahi ve de billahi kıskançlıktan değil; sadece masum bir merak!

10 Temmuz 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İlkeler ve ilkeller‘’

Yapay gündemlerle, yavan tartışmalarla herkesi bıktıran ve bezdiren tepeden tırnağa yalan bir düzen. Suyun başında ilkeller olunca, ilkeler de kolaylıkla vazgeçilebilecek, satılık bir kavram haline dönüşebiliyor. Hatta hastalıklı, paranoyakça hatta dangalakça bir takıntı gibi görünebiliyor. Oysa ‘-mış gibi’ yapmanın, ‘-miş gibi’ yaşamanın getirisi çok daha fazla. Tabandan tavana kadar kokuşmuş ve bulanıklaşmış düzenin tetikçileri, kendilerini etikçi gibi pazarlayabiliyor. Çıkarları gereği haklı olanın yanında saf tutmak yerine, güçlü olanın önünde diz çökmeyi seçen mâlum zevat. Sürekli sanal ve sahte kahramanlar üreten, sonra da yarattıkları putlara tapınan pusulayı şaşırmış kerli-ferli adamlar. Yorucu usulü yorumlarıyla renk aşıklarını, bir çeşit mezhep kavgasının içine doğru sürüklemekten, şöhret ve ikbal uğruna şiddet ve yalan pazarlamaktan öteye geçmeyen anlı-şanlı ama aslında kanlı ve zanlı kalemler. Sporun, futbolun, taraftarın ve bu işe gönül koyan herkesin kimyasını elbirliğiyle bozdular ama bu ilkel ezberin bozulmaması için, var güçleriyle dayanışma halindeler. Meslekteki herkes onlara biat etsin, icazet alsın istiyorlar. Kendilerine benzemeyen, suç ortaklığına yanaşmayan herkesi düşman belleyip, yok etmeye çalışıyorlar. şu ülke futbolunun içine düşürüldüğü garabete bir bakın! Neredeyse sezon başlayacak, federasyondan yabancı sınırlaması konusunda hâlâ bir açıklama yok. Öyle ya da böyle bir karar alır, açıklar ve uygularsın. Kulüpler de rotasını ona göre çizer. Ancak onlar varlık nedenleri olan kulüpleri ‘yok farzetme’ suskunluğuyla sınırları ve sinirleri zorlamayı sürdürüyorlar. Hesap soran kimse de yok. Başkanları, yöneticileri, futbolcuları, taraftarları, hatta meslektaşlarını ‘eleştiri’ adı altında aşağılama ve hedef gösterme gayretkeşliğinde yarışanlar, söz konusu federasyonun keyfiyeti ve çelişkileri olduğunda sus pus. Hatta bazı teknik adamlar, bazı futbolcular ve bazı kulüp başkanları karşısında süt dökmüş kediden farkları yok. Açıkçası bu ‘girift uzlaşma’nın nedenini çok merak ediyorum. Spor medyasının bir kulübe, bir camiaya savaş açma, onunla kavga etme gibi bir hakkı da, lüksü de yoktur. Misyonu da, varlık nedeni de bu değildir. İlkeler ve ilkellerin yer değiştirmediği iklimlerde, yorumcuların aykırı bile olsa kendi doğrularını söyleme özgürlüğü vardır. Ancak gerçeği görmezden gelme ya da saptırma keyfiyeti yoktur.Oysa biz artık, ilkelsiz çay saati bile düşünemiyoruz!

04 Temmuz 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yalancı sınırlaması!‘’

Sözde ‘süper’ sıfatlı ligimizi teslim alan zihniyete, yıllardır ekranlardan, köşelerinden onları kutsama yarışına giren koca koca adamlara bir bakın. Bildiklerine susup, bilmediklerine iman edenler; en bayağı dedikoduları birinci dereceden tanıkmış edasıyla aktaranlar. Neredeyse sezon başlayacak. Transfer borsasında atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti. Ulusoy Federasyonu da haftalardır toplantı üstüne toplantı erteleyip, ‘yabancı’ konusunu ısrarla sürüncemede bırakmayı sürdürüyor. Futbolu yönetenler, hem futbolla hem de kulüplerle resmen dalga geçiyor. Dün bir kulübe karşı kol kola, sarmaş dolaş gizli geceyarısı toplantıları düzenleyip, şarap faslından sonra ‘gazamız mübarek olsun’ dileğinde bulunanlar, bugün kürsülerden birbirlerine öfke kusuyor.Ulusoy’un bu ‘zaman daraltan’ taktiği çok tanıdık. Aynı şeyi görevi Bıçakcı’ya devrettiği sene de yapmıştı. Naklen yayın ihalesini seçim gerekçesiyle neredeyse sezon başına kadar sarkıtmış, yayıncı kuruluşun rakiplerini de bu ince oyunla safdışı bırakmıştı. Çünkü ihaleyi alacak kuruluşun, altyapı hazırlığı için en az 2-3 aya ihtiyacı olduğunu herkes biliyordu. Kaldı ki malum yayıncı kuruluş bir önceki ihaleyi 600 milyon dolara aldığı halde, krizleri bahane ederek, kur sabitlemesiyle 300 milyon dolar ödemişti. Şu saatten sonra yabancı sınırlaması kalksa ne, kalkmasa ne? Kalburüstü ve bonservissiz futbolcular çoktan kapışıldı bile. Bundan sonra ancak ya sorunlu olanlar ya da hurdaya çıkanlar boşta kalmıştır ancak. Bu garip ve girift ilişkiler silsilesine kim sille vuracak merak ediyorum. Dün birilerini padişahlıkla suçlayanlar, aniden onun soytarılığına soyunabiliyor. Herkesin gözü başı bir tuhaf oynuyor. Taşlar ve saflar anında yer değiştirebiliyor.Kendilerini düşünenler ve futbol üzerinden rant beklentisi olanlar fırıldak gibi döner ve dönüşürken, gerçekten kulüp ve spor aşkıyla yola koyulanların söylemlerinde-eylemlerinde en küçük bir tutarsızlık yaşanmıyor. Spor medyasında birkaç kişi dışında kimse bunları konuşmuyor, hatta buna cesaret bile edemiyor. Her fırsatta Fenerbahçe’ye dalaşmayı görev edinenler, konu bunlar olduğunda çalının etrafından dolaşmaya dünden teşne.Türk futbolunun gerçek kurtuluşu, federasyonu ahbap çavuş ilişkisiyle parselleyen, kulüplere, ülke gerçeklerine ve sporun ruhuna yabancı olanlara getirilecek sınırlamadan geçiyor. Kulüplerin kurtuluşu da, günü, karizmayı ve çıkarını kurtarma adına, bu yalan düzene sığınan, iltica eden ve teslim olanlardan arınmaktan geçiyor.işin bir başka önemli ayağı da medya; O’nun kurtuluşu da, giderek gazeteciliğe yabancılaştığı halde etik ticareti yapmaktan da asla geri kalmayan kalemşörlerin defterinin dürülmesinden geçiyor. Sözün özü; kurtuluş yabancı değil, yalancı sınırlamasında.

01 Temmuz 2007, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI