‘’Fırsat vermeyin!‘’
Fenerbahçe’nin şampiyonluklardan, kupalardan ve başarılardan daha hayati önceliği var; yapısal ve mental devrimin tamamlanması.
İç ve dış saldırılar altında başlatılan ve en zor koşullarda taş çatlatan bir sabır ve kararlılıkla sürdürülen bu hamle sonucunda, kulüp kabuk değiştirdi. Mayınlı yolda yürümekten farksızdı bu. Çok mesafe katedildi, ama daha çok uzun bir yol var.
Kulübün bu cesur hamlesini en başından beri destekleyen kalemler, şampiyonluklara kutsanacak bir başarı olarak değil, sadece devrime ivme ve moral kazandıracak itici güç olarak baktı. Yanlışları da hataları da yine bu gözden değerlendirdi; skor tabelasına ya da oyuna takılarak değil. Gözü kara bir fedakârlığın ve emeğin eseri olan güzelliklerin hakkını verip alkışlamak, tribünlerde ‘Polyannacılık’, medyada da amigoluk ve yalakalık olarak yaftalandı.
Çünkü spor medyasında şöhretin en kestirme yolu Fenerbahçe’nin başkanına, yönetimine, teknik direktörüne, futbolcusuna saldırmaktan geçiyor. Hatta ne kadar fütursuzlaşırsaniz o kadar el üstünde tutulur, makbul bir adam olursunuz. Modası bir türlü geçmeyen bu trend sayesinde kazancınızı da, geleceğinizi de garanti altına alırsınız.
Kulübün adıyla özdeşleşen kaotik düzeni ve bundan beslenen rant oligarşisini kırmak, o stadı yıkıp yapmaktan çok daha zor bir manevraydı. Biraz istikrar, biraz sabır, biraz dayanışma ve biraz destek; işte sonuç ortada. Hiç abartısız söylüyorum; üretilen bu zenginlik, Fenerbahçe’nin gerçek potansiyelinin yüzde 10’u bile değil.
Kimse futbolculardan her sene şampiyon olmalarını ya da her maçtan galibiyetle ayrılmasını beklemiyor. Sihirbazlık, mucize ya da ‘boş mukavele’ gibi fedakârlıklar da, tribüne damardan giren süslü nutuklar da. Sadece kaytarmadan, saklanmadan, yılmadan, bıkmadan kora kor mücadele edip, tekmeye kafa sokarak oynasınlar, yeter...
Sırf bu formayı giydikleri için kendilerini yerden yere vuranlara, emeklerini, yeteneklerini ve meslek namuslarını aşağılayanlara, onları taraftarlarına hedef gösterenlere mücadeleleriyle, takım ruhuyla okkalı bir şamar atsınlar, yeter...
Çünkü bu futbolcular ve teknik heyet, bir devrimin öncü savaşçıları, taraftarları da devrimin muhafızları gibi.
Futbolcular medyada, camiada ve hatta tribünlerde pusuya yatan kelle avcılarına fırsat vermemek için canını dişine takmalı, çırpınmalı. Her maçın bu çağdışı zihniyetle bir rövanş olduğunu hiç unutmamalı. Onların saha içi ve dışındaki dostlukları, dayanışmaları, mücadeleleri ve başarıları devrimin adımlarını hızlandıracak, direncini güçlendirecek unsurlardır.
Çünkü Türkiye’nin ve Fenerbahçe’nin özel koşullarında Sarı-Lacivert formayı giymek, çelik gibi bir sinir, keskin bir bilinç ve hepsinden önemlisi ağır bir yürek işçiliği de gerektiriyor.
‘’Keçi boynuzu‘’
Hani ‘havaya girdiler’ dersek futbolculara, ‘yorgundular’ desek çağdaş futbola, mücadele yoktu desek emeğe ayıp olur. İlk 45 dakikada tek pozisyonu ve tek şutu olmayan, rakibi tarafından bütün ayakları kırk kilitten geçirilmiş bir Fenerbahçe.
Deivid’in ayakları gitmiyor, Vederson kabuğuna çekilmiş, Semih de hâlâ kendisini yedek kulübesinde sanıyordu besbelli. Aurelio’nun bile durgun olması hayra alamet değildi. Tum, ofsayt kurallarına meydan okumasa daha ilk yarıda istediği skoru bulabilirdi. Yönetim sıkıntılarından bunalan Yeşil-Beyazlılar sükseli bir çıkış yakalamak, Sarı-Lacivertliler de ilk 5 hafta hovardalığının açığını telafi etmek derdindeydi. Bu ahval şerait içinde ne yaptığı bilen ve direnen iki adam vardı; Kaptan Alex ile Roberto Carlos.
İbramoviç’i sahadan silen Edu’nun, Tum’a hediye ettiği gol affedilmez bir hataydı. Semih’in maçtaki tek olumlu hareketi beraberliği getirmeye yetti. Bu Fenerbahçe’yi biraz kıpırdattı ama puan farkının açılmasını önleyemedi.
Hakemin skora hiçbir etkisi yoktu ama olur olmaz çaldığı düdüklerle, zaten keçi boynuzu tadı veren sıkıntılı oyunu iyice dibe vurdurdu. “Fenerbahçe lige döndü” cümlesi, dün gecenin kaba ama en iyi özeti olur.
Daha 6. haftada, zirvenin 7 puan gerisinde 8. sıraya yerleşmenin bedeli, sezon sonunda çok ağır bir fatura çıkarabilir. Devler Ligi’nde devamlılık sağlamak ve sükse yapmak için buralardan kayıpsız geçmek zorundasınız çünkü.. Bu köprünün altından çok sular akar görünse de, artık deniz bitmek üzere.
‘’Rakibe saygı‘’
Fenerbahçe’nin İnter karşısındaki mücadelesi, kazanma isteği ve hırslı oyunu muhteşem bir galibiyeti beraberinde getirdi, camia üzerindeki kara bulutları dağıttı. Zico bile ligdeki ve Avrupa arenasındaki bu anormal farkı, Devler Ligi motivasyonuna bağladı. Yani işin sırrı rakibe saygı duymak ve ciddiye almak. En az rakibin kadar koşmaz, mücadele etmez ve savaşmazsan kalite farkın ortaya çıkmıyor, tabelaya yansımıyor. Kaldı ki, camianın öncelikli beklentisi skor değil, forması için kendini paralayan futbolculardan oluşan bir takım. Rakibine saygı duymayan, kendisine de, takım arkadaşlarına da, formasına da saygı duymuyor demektir. Rakibini küçümseyen öncelikle kendi camiasını, kendi takımını aşağılıyor demektir. Demek ki, futbolcular ligdeki rakiplerini ciddiye almıyor.
Zico ve Deniz Barış’ın açıklamaları geleceğe yönelik umut verirken, Selçuk Şahin’in sözleri can sıkıcı; “En zor rakibi geçtik, diğerleri daha kolay olur artık.” Yani bu mantığa göre PSV ve CSKA maçları ‘çantada keklik.’
Futbolda, hele Şampiyonlar Ligi’nde kolay maç olabilir mi? Oynanmadan kazanılan, bitmeden biten bir maç olabilir mi? Hiçbir rakibi gözünde büyütme, ama daha da önemlisi asla küçümseme. Fenerbahçe asıl başarıyı her karşılaşmaya derbi konsantrasyonu ile çıkmaya başladığında, her maça final ciddiyetiyle asıldığında yakalayacaktır. Dünya Kulübü olmanın temel felsefesi de buradan başlar. Yani rakibine saygı duymaktan.
Aynı sorun taraftarda da var. Lig şampiyonluklarına burun kıvırma ve rakipleri yok sayıp, galibiyetlere dudak büzme. Sürekli bir memnuniyetsizlik ve mızmızlanma hali. Tribünlerdeki hallerden de belli değil mi bu?
Oysa bu Devler Ligi’nin vizesi o çok küçümsenen ‘annemizin ligi’nden alınıyor. İnter’e, Real Madrid’e, Milan’a rakip olabilmek, kafa tutabilmek için, önce Gençlerbirliği OFTAŞ’ı, Kasımpaşaspor’u, Büyükşehir Belediyespor’u yenmek zorundasınız. Türkiye’deki ilkel futbol düzenini de, bu kulübü eski günlerine döndürmek, ‘Büyük Yürüyüş’ güzergahına sinsi sinsi mayın döşeyenleri alt edebilmenin ilk kuralı da bu. Bu rakipler de en az diğerleri kadar saygıyı hak etmiyor muydu?
Zico, futbolculuk kariyeri boyunca ters ve şaşırtan gollerin adamı olmuştu. Gol makinesi olduğundan dolayı değil, gol atış stiliyle efsaneleşmişti. Geçen yıl olduğu gibi bir kez daha Fenerbahçe’ye erkenden tabut biçenleri terse yatırdı. Açıkçası, sadece adamlığından dolayı bile yıllarca sarı-lacivert çatı altında bulunsun isterim. Kendisinin futbola ve rakibe duyduğu derin saygıyı, futbolcularının genlerine de işleyebilirse ortada sorun kalmaz. Çünkü camia skordan daha çok, sahada çirkefleşmeden ölümüne mücadele eden ve meydan okuyan bir takım görmek istiyor.
‘’Sakatlık nüksetti‘’
“Bir işi yapmaktan çok daha önemlisi; doğru işi yapmak ve o işi doğru yapmaktır” diye bir güzel bir vecize vardır. Bu sözlerin kulüp girişine, antrenman sahasına, soyunma odasına, taktik tahtasına ve tribünlere devasa harflerle yazılması ve asılması gerek bugünlerde.
Fenerbahçe’nin eski sakatlığı nüksetti, yine kendi kendisinin ayaklarına dolanmaya başladı. Soruna çözüm değil, çözüme sorun üreten eski hastalıklı yine işbaşında.
Yetenekli ve pahalı futbolculardan oluşan kadro, yaptığı işten bıkmış usanmış gibi, mesleğini sorgular gibi oynar, işinin en temel doğrularını yapmazsa bundan daha iyisi beklenemez.
Sezonun ilk 5 haftasında 7 kayıp puan. Üstelik sahada mücadele adına, futbol adına, kazanmak adına, takım adına üretilen hemen hiçbir şey yok. Zorlama, ite kaka, kekeme, iç bayıltan ve acemice, kısaca futboldan başka her şeye benzeyen futbol.
Tıpkı eskiden olduğu gibi bu takımın formasını giyenler, bildiklerini unutmaya, hatta kendini de formasını da inkâr etmeye başladı. Hadi geçen sene ‘Denizli travması’ denildi, peki bu seneki durumun mantıklı bir izahı var mı, ya da olabilir mi? İki pası bir arada yapamayan, topu kapmak için hiç bir çaba göstermeyen, ama ayağındaki topu tutmayı da beceremeyip hemen rakibe ikram eden, kendi sahasına savrulan her topta panik atak yaşayan/yaşatan bir sistemsizlik olur mu?
Bu tür kıyaslamalardan hiç hoşlanmam ama, Daum’un takımı her rakibini olabildiğince ciddiye alır; isteği, mücadelesi ve kondisyonuyla da özellikle son dakikalarda boğardı. Oysa şu anda durum tam tersi bir çizgide ilerliyor.
Bir yerlerde bir şeyler çok yanlış şekilde gidiyor. Yani kasıtlı olsa bile bu kadar kör parmağım kör gözüne yapılamaz. Eğer bir an önce neşter vurulmazsa, Roberto Carlos’lu Fenerbahçe yarıştan çok erken koptuğu gibi fırsat kollayanların da alay konusu olur.
Mesele şampiyonluk ya da kupa değil; futbolun temel doğrularını uygulama meselesi. Ancak bakıldığında tepeden tırnağa bir yanlışlar silsilesi hakim. Zico ve talebelerine en çıplak ve yalın haliyle çok masum bir soru; NEREYE BÖYLE?
‘’İnkâr‘’
Herkes kafa patlatıyor, ama hiç kimse anlayamıyor. Fenerbahçeli futbolcular bir maçtan diğerine taban tabana zıt bir görüntü sergileyebiliyorlar. Bu anlaşılmaz ve umursamaz haller kendi taraftarlarının sinir uçlarına iğne batırıp tahammül sınırlarını zorlarken, rakip taraftarların alay konusu oluyorlar.
Burada bir inkâr silsilesi var. Futbolcular öncelikle mesleklerini, yeteneklerini, giydikleri formayı, mensubu oldukları kulübün büyüklüğünü ve hedeflerini, takım ruhunu ve futbolun en temel gerçeklerini, takım olduklarını inkâr ediyorlar. Hatta aldıkları paraları bile inkâr ediyorlar.
Sarı-Lacivert formayı giyen her futbolcu, her rakibinin karşısına bir derbi maçı ciddiyetiyle çıkmak, her maça baştan sona bu ciddiyetle asılmak zorundadır. Çünkü büyük maç-küçük maç, zor maç-kolay maç diye bir ayrım yapmak, futbolu inkâr etmektir. En hafif tabiriyle affedilmez saygısızlıktır.
Geçen sene de şampiyon olunmasına rağmen görüntü bundan farklı değildi. Taraftarlar ve camia travmatik git-geller yaşadı, kalp ağrılarına yol açan kuşkulara kapıldı. Hadi bunu son dakikada kaçan şampiyonluğun yarattığı strese bağlayalım. Peki bu senenin bir mazereti var mı?
Futbol ilahı Zico ve teknik heyeti de kendi bilgilerini, görgülerini, birikimlerini inkâr ediyorlar. Mücadeleden, kondisyondan, takım disiplininden, çağdaş bir şablondan tamamen uzak oyun var sahada çünkü. Hiçbir maçın oynanmadan kazanılmayacağını, maç bitmeden maçın bitmeyeceğini, rakibe saygının kendine saygı demek olduğunu oyuncularına hâlâ ezberletemedilerse, onlar da ağır bir inkâr açmazındalar. Kulübün hedeflerini anlayamadılarsa hâlâ daha büyük bir ayıp.
Başkan ve Yönetim de kendi iç ve dış mücadelelerini, yaşadıkları akıl dışı tecrübeleri, ödetilen ağır bedelleri, Türkiye’deki kokuşmuş futbol düzenini ve koydukları hedefi anlatamadılarsa en büyük ve en yaralayıcı inkârı onlar yapıyorlar. Öncelikle de kendilerini ve emeklerini inkâr ediyorlar.
Fenerbahçe buldozer gibi bir takım olmalıydı, olabilmeliydi. Tabelada yenilse bile sahada yenilmemeliydi. Mücadelesi ve hırsıyla ezmeliydi, yıldırmalıydı, bezdirmeliydi. Bozguncuların oyunlarını da ancak böyle bozabilirdi. Büyük Yürüyüş yolunda alınacak yarım puanın bile yapısal ve zihinsel devrim açısısından çok büyük bir adım olduğunun bilincinde olmalıydı.
Bu kulübü en olmaz zamanda verdikleri anormal destekle, maddi manevi dayanışma ve özveriyle bu hale getiren taraftar da ıslık, yuh, kelle alma, transfer yapma, küfür-kâfir ve sürekli beğenmeyen, küçümseyen haliyle kendini inkâr ediyor. Mücadelesini abuk ağızlara yem yapıyor, sakız oluyor.
Bakalım Fenerbahçe’yi de içine alan bu inkâr silsilesinin sonu nereye varacak?
‘’Kör uçuş‘’
Üç büyüklerin ‘psikolojik’ ya da sözde deplasmanı Ankara’da, futbolsuz bir futbol maçı vardı.
Fenerbahçe’nin hamlesizlik, zamanlama, topa gitme yerine topu bekleme zaafları yine olabildiğince sırıtkandı. Uğur Boral, Kemal Aslan ve Önder Turacı başta olmak üzere bazı futbolcuların anlaşılması mümkün olmayan dağınıklığı da buna eklenince, ortaya adamı ekrandan da tribünden de soğutan, futbol dışında her şeye benzeyen tuhaf bir oyun çıktı.
Başkent ekibi, Fenerbahçe’nin defansta oyun kurmasını engelleyip, şişirme paslara zorlayarak sarsaklaştırmak, hatta sinirlendirerek oyundan düşürmek niyetindeydi.
Her topa en az 2-3 kişiyle hareketlenip Sarı-Lacivertliler’e kendi kalesinin dibinde bile taç kullandırmadı. Etten bariyerler örüp, topun usta ayaklara aktarılmasını engelledi.
Süper Lig’in kıyas ve ölçü birimi haline gelen Alex ve Roberto Carlos topu ayağına aldığında taraftarlarını biraz olsun rahatlatan isimlerdi.
Rakibine en küçük bir baskı kuramayan Fenerbahçe, ilk net pozisyonunu ancak 35’te yakalayabildi. Alex’in uzatmada attığı gol tabelayı değiştirse de törpülenen inancı değiştiremedi.
Bir çeşit Babil laneti gibi; takımdaki herkes ayrı futbol dilinden konuşuyor. Bu kaos ve kargaşa futbolu 80. dakikada ‘komik’ bir beraberlik golüne dönüştü.
Her şeye rağmen futbolun doğrularını uygulamaya çalışan evsahibi takımdı. Bu garipliğin hiçbir mazereti olamaz. Ne Anderlecht, ne yorgunluk, ne de hava. Daha 4. maçta, lige yeni yükselmiş 2 takıma verilen 5 puanın faturası, sezon sonunda çok ağır olur. Bakalım bu kör uçuş nereye kadar sürecek?
Hâl böyle olunca, hakemi de, kararlarını da konuşmanın hiç gereği yok.
‘’Fenerbahçe'nin öncelikleri‘’
Eyyama, kayırmacılığa, ayrımcılığa, hemşehriciliğe, goygoyculuğa ve ulufeye dayalı düzene karşı bayrak açıp direnen tek kulüp olan Fenerbahçe’nin, ucuz polemiklerle harcayacak saniyesi bile yok artık. Federasyon’un yıllardır süren akıl dışı ve garip uygulamalarına, son aldığı karar tam anlamıyla tüy dikmiştir.
Bu kulübün asıl hedefi içeride ya da dışarıda başarıdan çok, yıllarca kaynaklarını heba eden, damarlarını kurutan kronik hastalıklarını yenmektir. Hem de bunları kimseye anlatma derdine düşmeden, kızmadan, öfkelenmeden, sessiz sedasız çalışarak. Çünkü Sarı-Lacivertli taraftarlar dışında bunları görmeye, anlamaya, anlatmaya kimsenin niyeti yok. Asla da olmayacak.
Herkes biliyor ki; medya anti-Fenerbahçe tarikatının elinde.. Yani ağzınızla kuş tutsanız da yaptığınız her iş görmezden, bilmezden gelinecek. Alın teri yerin dibine batırılırken, peşkeşler kutsanacak. Bu kulübe ihanet edenler, kutsanacak ve el üstünde tutulacak. Şaşılacak bir şey yok. Çünkü bu düzen bunu gerektiyor.
O nedenle Fenerbahçe’nin tek ve tartışmasız önceliği ilk olarak dünya kulübü olmak, sonrasında da çağdaş futbolun gerçeklerini yakalamaktır. Kendi gücünün farkında olarak, uluslararası kriterleri iliklerine kadar sindirip, gelenek haline getirebilmektir.
Tesisleşme hamlesini tamamlarken, bir yandan gerçek anlamda kurumsallaşmayı hayata geçirmek, gelirleri artıracak projeler üretmektir. Sıradan sade bir üyeye bile elini cebine atmayı gerektirmeden, sadece misyon ve vizyonunu ortaya koyarak başkanlığın yolunu açacak sağlıklı düzeni kurabilmektir.
Mesela seviye fakiri suni ve zorlama sataşmalara yanıt yetiştirmek ya da yalanlamak yerine, kale arkası tribünlerindeki standardı Maraton ve Fenerium tribünlerinin seviyesine yükseltebilmektir.
Bu ahval ve şerait içinde, yedi düvele karşı daha sıkı birbirine kenetlenmesi, kulübüne sahip çıkması gereken bazı taraftarlar, ıslıkları, yuhları ve memnuniyetsizlikleriyle kimlerin ekmeğine yağ sürdüklerini oturup bir daha düşünsünler. Çünkü bu kulübün şampiyonluklarla ve kupalarla ölçülemeyecek, vazgeçilmez hedefleri var.
Bu iş yuhlamakla, pohpohlamakla, antrenman basmakla, futbolcu dövmekle, kelle istemekle ya da medyayla olsaydı, Fenerbahçe açık ara galaksilerarası şampiyon olurdu yıllardır!
‘’Zafer Bayramı‘’
Anderlecht Fenerbahçe’nin yavaşlık ve hamlesizlik zaaflarını iyi analiz etmiş, ısrarla hızlı oynamaya çalışıyordu. Maçın ilk dakikalarında bulduğu şok gol, Belçika ekibi yerine bizimkileri panikletti. Kejo bitirici vuruşuyla Kadıköy ıslıkçılarını da tekzip etti
Tümer’in ayağının ince ayarı bozuk olmasa ya da Deivid’in geldiğinden beri başının bela kesilen direkler bir kez daha ortaya çıkmasa Devler Ligi’nin vizesi daha ilk yarıda onaylanabilirdi. Ancak sarı-lacivertli, pardon sarı-beyazlı kramponların gereksiz bir şekilde geriye yaslanma inadının bedeli çok ağır olabilirdi. Sivasspor maçındaki direkler, bu kez de kurtarıcı rolündeydi.
Deniz ve Deivid’in oyunun iki yönünü de mükemmele yakın oynarken, defanstaki yan top zaafları yine sırıtkandı. Fenerbahçe’yi aşırı ciddiye aldıklarını söyleyen Anderlecht başkanı ile teknik direktörü belli ki arayı bulamamış bu kez de fazla küçümsemişlerdi. Kontrolsüzce saldırırken, Rolex de Souza’nın sol kroşesiyle nakavt oldular.
Bu kadar teknik futbolcunun yer aldığı bir takımın, bir o kadar paslaşmadan uzak olması, sarı-lacivertli taraftarların kafasında cevabı olmayan bir soru işaretiydi.
Maçın bitimine 10 dakika kala umudu tükenen Belçikalı taraftarlar, Ulusoy kriterlerine iltica ederek, “belki tekrarlatırız” umuduyla sahaya girmeye çalıştı ama nafile...
Rengini kuruluş yılında Kuşdili Çayırını işgal eden papatyalardan alan Sarı-Beyaz forma, önündeki ilk büyük engeli aştı. Ancak çok daha zorlu geçecek grup maçları açısından pek da umut vermedi.
Umalım ve dileyelim ki, bas bas bağıran eksikler giderilip, gerekli transfer hamlesi yapılsın. Yoksa beklenen başarı sadece tesadüflere ve şansa kalır.
Oysa bu zafer taçlanmayı hak ediyor.









































