Arama

Popüler aramalar

‘’Masalın sonu‘’

Son yılların tansiyonu en düşük ezeli rekabet maçına, Beşiktaş’ın her zamanki gibi daha iyi konsantre olduğu çok açıktı.
Sağlam’ın futbolcularını ‘ilk hamle’ konusunda sıkı sıkı tembihlediği daha maçın başında belliydi. Siyah-Beyazlılar henüz ilk dakikalarda bulduğu şok golle, Fenerbahçe’yi hipnoza soktu sanki. Ertuğurul Sağlam, bütün hesaplarını Alex’i izole etmek ve pas iletişimini kesmek üzerine yapmıştı. Bu taktiği de tuttu. Ancak bu kez de duran toplar üzerine hafıza tazeledi Fenerbahçe.
İşin ilginç yanı da, beraberlik golünün, maçın en silik ismi Deivid’in kafasından, hem de iğne deliğinden geçirircesine gelmesiydi. İlk yarıda akıllarda kalan bir başka pozisyon ise Roberto Carlos’un kale çizgisi üzerinden çıkardığı kader topuydu.
İkinci yarının baskın ama, savruk ve dağınık takımı yine Sarı-Lacivertliler’di. Deivid’in kaleciden dönen topuna düzgün vuruş yapan Semih ‘Wesson’, 7 yıl süren avuntu söylemini tarihe gömen vuruşu yaptı.
Yani Fenerbahçe 3 puanı aldı ama memleketin tekstil sektörüne de ağır darbe vurdu. Son dakikalarda Rus ruletine dönen maçta, bulduğundan daha fazla pozisyon verdi Sarı-Lacivertliler. Ancak bu kez Beşiktaş’a hatıra t-shirt’ü yaptırıp, kasasını doldurma fırsatı tanımadılar.
Ancak sırada şimdi çok tehlikeli bir kontratak takımı olan ve bu kadar cömert olmayan bir PSV müsabakası var. Fenerbahçe böyle oynarsa, avuçlarının içindeki tarihi fırsatı, elinin tersiyle iter. Çünkü her takım Beşiktaş gibi fırsat tepmez. Özellikle Şampiyonlar Ligi’nin gediklilerinden biri olan PSV Eindhoven. Biz testi kırılmadan söyleyelim de!

04 Kasım 2007, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sirk!‘’

Vedran Runje Fanatik Gazetesi’ne verdiği gündem yaratan röportajında ilginç açıklamalar yapmış. Kulübünde yaşadıklarıyla ilgili açıklamaları muhataplarını bağlar. Ancak Türkiye’deki futbol ortamına ilişkin yaptığı ‘sirk’ benzetmesi ‘cuk’ oturmuş. Cambazları, illüzyonustleri, trapezcileri, soytarıları ve palyaçoları çok olmasına rağmen, eğlence yerine gerilim pompalayan bir sirk hem de... Hangi takıma kimin teknik direktör olacağını liyakat değil, siyaset, tarikat, federasyon ve yayıncı kuruluşun icazetleri veriyor. Bu adamlar da yıllardır kulüpleri araya almış, ‘ortada sıçan’ oynuyor.
Takımlarını küme düşürenler, lig liderinin ya da ikincisinin hocasını acımasızca eleştirip, istifaya çağırabiliyor. Sonra ekran büyüsüyle zemzemden geçirilip, yeniden başka kulüplere pazarlanıyorlar. Hiç sıkılmadan da, suyunu kendilerinin taşıdıkları bu değirmenin teknik adam öğütmesinden yakınıyorlar. Gelelim asla şampiyonluk hedefi koymayan ve figüranlığı peşinen kabullenen diğer kulüplerimize. Onların da bırakın bir hedef koymayı, böyle bir hayalleri bile yok. Tek ortak düşünceleri ligi orta sıralarda tamamlamak. Sezon sonunda da yüksek gümrük duvarlarını fırsat bilip, parlayan birkaç yıldızını 4 büyüklerden birine fahiş fiyattan satabilmek.
Mesela bunların içinde planlı programlı giden ve maddi durumu tek takım olan Gençlerbirliği de son 3 yıldır başka bir yolda. Planlaması, hedefleri ve yatırımlarıyla kalıpları kırmaya çalışan tek takım ise Kayserispor. Onları da taraftarı yalnız bıraktı.
İşin en acıtıcı yanı, ‘dön baba dönelim’ esasına dayanan bu ‘harala gürele’ düzenine itirazı olan da yok.
Türk futbolunun kurtuluşunun tek yolu, sistemsizlik, kuralsızlık ve akraba-i taallukat eksenine oturtulan sistemi, acımasızca yerle bir edip, yeniden yapılandırmaktan geçiyor. Kulüplere ve teknik adamlara kesin ve değişmez sınırlamalar koymak şart. Bunun Avrupa’da çok ciddi ve sonuç vermiş örnekleri var. Yani Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. İşin bir başka boyutu da, vahşi rekabetin yaşandığı bu ortamda, yabancı sınırlamasının kışkırttığı futbolcuya dayalı düzen. Her fırsatta ‘kupaları için, şampiyonluk için sevmedik’ hamasetine sarılan taraftarlar. Ama söylem ve eylem taban tabana zıt. Çünkü takımlarından, renklerinden, futboldan çok başarıyı, kazanmayı ve kendini seven, en küçük yalpalamada kelle isteyen tribünler.
Aslında o kadar çok şey var ki yazılacak ama yerimiz de dar. O yüzden bu sirkin ortasında sadece “Runjeeeee... Runjeeee!” bağıralım ve noktalayalım.

02 Kasım 2007, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yorumsuz!‘’

Yazmakta en çok zorlandığım maçlar sıralamasında zirve dün akşam değişti. Rotasyonu bol, regülasyonu ve akordu bozuk bir karşılaşmaydı Fenerbahçe açısından.
Belli ki bazı kıdemli futbolcularda ‘yedeklik’ kronik bir alışkanlık olmuş, çünkü en küçük bir ‘itiraz’ kıpırtısı göstermediler.
Genç futbolcular iyi niyetle çırpındılar ama açıkçası ben de Zico gibi çırpınmalarını değil ‘yırtınmalarını’ beklerdim. Oyunun bazı bölümleri bir antrenman havasındaydı. Ancak hangi takımın hangisini çalıştırdığı konusu muammaydı.
Hep taraftarı eleştirirken söylediğimiz sözü bu kez futbolcular için söyleyelim; “İsteyen alır, bekleyen yutkunur.” Forma verilmez, söke söke alınır. Eh, buna bir de statü yüzünden tansiyonun düşük olması eklenince, zaten yavan olan oyunun hiç tadı kalmadı.
Bu kupayı anlamlı ve özel kılan tek şey, Sarı-Lacivertliler’in çeyrek asıra yakışan hasreti. Bu sene bu hasret de biterse, sponsor desteği bulmak bile zorlaşabilir.
Ancak ne olursa olsun her galibiyet, kulüplerin kasasına önemli bir para girdisi sağlıyor. Dolayısıyla futbolcular her maça derbi maç gibi asılmak zorundalar. En azından kendi gelecekleri için, formayı ne kadar istediklerini ve hak ettiklerini göstermek için, kendilerine kazandıran kulüplerine kazandırmak için ‘zorunda’lar.
Maçın en güzel ve akılda kalan tek hareketi, Vederson’un kalenin yarım metre içine vurup dışarı çıkan ama hakemlerin gözünden kaçırdığı nefis şuttu.
Fenerbahçe’nin yedek kulübesi ne zaman bu maçtaki kadar kalibreli adamla dolarsa, o zaman işler dönüşü olmayacak biçimde değişir. Bütün bunlara rağmen tribüne gelen taraftarlara ise sadece şapka çıkarılır.

01 Kasım 2007, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ne ertelemesi?‘’

Fenerbahçe cephesi hiçbir zaman Avrupa maçları konusunda ucuz hamasetler yapmadı, ligin dengesini bozacak girişimlerde bulunmadı. Kendisine yakışan ve olması gereken bir tavır sergiledi.
Zaten bu, futbol dilinde ve ahlakında hiçbir karşılığı bulunmayan saçma sapan bir yaklaşım. Sinan Engin’in ortaya attığı erteleme önerisine medyanın da mal bulmuş mağribi gibi atlayıp, zorlama anketlerle ortalığı bulandırması ayrı bir tuhaflık.
Bu ligi kendi başınıza oynamıyorsunuz. Sizinle aynı ya da farklı hedefleri kovalayan takımlar yok mu? Onları nasıl yok sayarsınız?
Futbol dervişi Zico’nun bununla ilgili soruya verdiği cevaba bir bakalım: ”Eğer öteki takımlar da kabul ederse ve uygun görülürse, benim için hiçbir sıkıntı yaratmaz. Böyle bir maçın ertelenmesi şu anda ligdeki programı nasıl etkiler, maç tarihi bulunabilir mi? Milli takım da maç oynayacak. Eğer bu açılardan da sıkıntı olmazsa, bizim açımızdan bir sıkıntı olmaz.” Ne kadar saygılı ve saygın bir yaklaşım değil mi? Önce rakiplerini düşünüyor.
Erteleme saçmalıkları, Ulusoy’un keyfiyet eksenli düzeninde Türkiye’nin alıştırıldığı bir deformasyondur. Milliyetçilik ve vatanseverlikle sosuyla maskelenip, dayatılarak hem de. Haluk Bey’in, sempatizanı olduğu kulubün başvurusunu bile beklemeden telefonla maçını ertelettiği de kayıtlardadır.
Federasyonu karşımıza alırız korkusuyla, yıllarca sürdürülen bu ucubeliğe kimsenin gıkı çık(a)madı. Eh, dolayısıyla Sinan Engin de bunu bir hak olarak görüyor, çünkü dayandırabileceği yığınla emsal var!
Kimsenin ligi allak bullak etmeye, yarışın kimyasını bozmaya hakkı yok. İki takım da çıkar adam gibi oynar, her halükarda da kazanan futbol olur. Her takımın kadrosu 20-25 futbolcudan oluşmuyor mu? Tıpkı rakipleri gibi 3 günde bir maç oynamaya alışacaklar, alışmalılar.
Türk futbolunun yükselmesini gerçekten isteniyorsa birilerinin hamasetleri, keyfiyetleri, egoları ve kuralsızlıkları süresiz ertelenmeli; maçlar ve rakibe saygı değil.

30 Ekim 2007, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Darağacında olsa bile...‘’

Fenerbahçe yıllarca kendi kuyruğunu kovalarken, grupçuların yarattığı kaos ve rant düzeninde boğulurken, iki ezeli rakibi hem mal varlığı hem de lobi olarak malı götürdü.
Bu kulubün tek tapulu malı, çakılı çivisi yokken, biri Florya’yı, Riva’yı envanterine yazdı, diğeri Fulya’yı tapulayıp, Beşiktaş’ın ortasına iki gökdelen dikti.
Vefa Küçük kendisine değil de alnına konulan o ‘rakı kadehi’ne duyulan öfke yüzünden 1 oyla başkanlık yarışından geri düşünce, Sarı-Lacivert devrimin temeli atıldı.
Dün Divan Kurulu’nda üstelik de sıkıntılı bir günde olmasına rağmen gözleri parlayarak büyük bir heyecanla anlatıyordu Aziz Başkan... Fenerbahçe’yi dünyanın en güçlü kulüpleri arasına sokacak, milyonlarca dolarlık projeleri tek tek gururla sıralıyordu.
İlk seçildiğinde dillendirdiği projelere, koyduğu hedeflere kıs kıs gülüp hayal tacirliğiyle suçlayanların yanında, inananlar, köy kahvesini dolduramayacak bir azınlıktı. Ama artık “Madem 8 yılda bunlar yapılabiliyordu, 92 yılda neden yapılamadı?” sorusu soruluyor.
Ne kıymetli zamanlar, ne kaynaklar boşa gitti, tüketildi, yağmalandı, heba edildi. Ne fırsatlar ıskalandı. Ne değerlerini harcadı. Camia kongre ağalarının elinde oyuncak oldu. Medyanın verdiği narkozun etkisinden yıllarca çıkamadı. Uyutulan dev önce silkelendi ve ayağa kalktı, sonra küçük ama kararlı adımlarla ‘Büyük Yürüyüş’üne başladı.
Aziz Başkan’ın muhteşem projeleri müjdeleyen sözleri arasında, gözden kaçan şu cümledir aslında her şeyin özeti; “Daha yeni başlıyoruz.”
İşte tam da bu nedenle, her maçta alınacak yarım puan bile, hedefe doğru atılmış ‘dev’ bir adımdır.

28 Ekim 2007, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Eldeki ve daldaki‘’

Fenerbahçe camiası ciddi çileler ve sancılar çekti, zaman zaman ağır bedeller ödedi bu yolda. Bu camiada hiç olmayan sabır ve istikrar, önce çiçeğe durdu, şimdi de meyvelerini vermeye başladı.
Geçmişle yüzleşmek başka, kavga etmek başka. Başarı ya da başarısızlık sürekli birileriyle hesaplaşma rövanş alma aracı haline getirildi. Bu kör dövüşü sırasında son 8 yılda elbirliği ile üretilen güzellikler bile ıskalandı. Hatta bunun keyfini yaşamak bile neredeyse yasaklandı.
“Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha acıdır” demiş Socrates. Haddimiz olmayarak şunu da biz ekleyelim; ayrıca onursuz ve utanç verici bir acıklılık halidir.
Fenerbahçeliler hep daldakiyle uğraşırken, eldekilerin kıymetini bilemedi, ağır haksızlıklar etti. Sahip olduklarını kendi elleriyle ucuzlattı, asla mutlu olmayı bilemedi.
Artık bundan vaz geçme hatta tövbe etme zamanı. Herkes yanlış gördüğü şeyi söyleyebilir ama şu istifa çığlıklarından, yuhlamalardan, linç çağrısına dönen hesap sorma ilkelliğinden sıyrılmalı.
Safça öneriyorum: Alex, Deniz ve Zico’yu ıslıklayanlar kendileriyle yüzleşsinler. Çünkü birilerinin dolmuşuyla, çok büyük haksızlıklar yapıldı.
Zico’nun kurduğu özenli cümlelere, en gergin atmosferde, en kışkırtıcı sorulara verdiği yanıtlardaki sakinliğine bir bakın. Tepeden tırnağa saygı uyandıran bir ‘futbol dervişi’. Kimseyle kavgası yok. Hiç popülizm yapmadı, hiç tribünlere oynamadı. Oynatmaya çalıştığı futbol da bu anlayışıyla örtüşüyor; tamamen pozitif. Bu karakter yavaş yavaş futbolcuların genlerine de sirayet ediyor. R.Carlos’un varlığı da bu süreci hızlandırıyor. Takım futboldan keyif aldıkça, keyif de vermeye başladı.
Bütün camia şımarıklık, kibir ve polemik bataklığının ürettiği hesaplaşma virüsünden uzak durarak PSV ve CSKA maçlarına kilitlenmeli. Sindire sindire gitmeli, önce UEFA cebe konulmalı, sonra grup ikinciliği, sonra liderlik.
Yani daldaki kuşlara methiyeler düzerken, eldeki kuşların kıymeti bilinip, hakkı verilmeli. Yani yavaş yavaş acele etmeli.

26 Ekim 2007, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Tecrübe‘’

Fenerbahçe ağır bir matem atmosferinin kendisine yüklediği misyonla gitmişti bu deplasmana. Ancak Sarı-Lacivertliler’den yansıması beklenen gerginlik, katmerli haliyle PSV’de başgösterdi.
Alışılmışın tersine panik atak ve aceleci davranan, eli ayağına dolanan Hollanda ekibi ile rakip seyircilerdi. Sakin ve soğukkanlı olanlar da bizim çocuklar ve İngiliz hakem Webb’ti; ta ki sarı kartın bile tartışılacağı bir pozisyonda kırmızıyı çıkarana kadar .
Deivid ve Alex tutuk, Lugano dağınık olmasa maç daha ilk yarım saatte kopabilirdi. Soldan beklenen bindirmeler sağdan, ülkenin en iyi ofansif sağ beki olduğunu bas bas bağıran Gökhan Gönül’ün kanadından geldi.
Alex’in oyundan erken çıkması herkesin yüreğine korku düşürdü. Deivid’in atılması tuzu biberi oldu. Sarı Lacivertliler Önce biraz kabuğuna çekilse de, artık genlerine sindirdiği Avrupa hafızasını, yani biriktirdiği tecrübeyi konuşturdu. Öyle ki 94 dakika boyunca PSV’nin tek pozisyonu 77. dakikada Koevermans’la geldi, o da direği sıyırdı.Kuşkusuz maçın en iyi adamı Gökhan Gönül’dü. Sonrasında ise Mehmetçik Aurelio.
Avrupa’da oynamanın temel kuralı şu: yenemiyorsan yenilmeyeceksin. Fenerbahçe geçen yıldan beri bu serüvenine namağlup halde devam ediyor. Fakat özlenen başarı için henüz yeterli değil. Bırakın yüzde yüzü, yarım hatta çeyrek vuruşlardan gol çıkarmanın yolunu öğrenmesi, hatta ezberlemesi gerek.
Devler Ligi’nde içerde ya da dışarda oynamanın pek bir farkı yok. CSKA ve PSV maçları öncekilerden belki de daha zor olacak.

24 Ekim 2007, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’İnanalım mı?‘’

İnsanın içinden hiçbir şey yazmak ve konuşmak gelmiyor. Öfkemiz, acımız heyecanımızı boğmuş, her şey anlamını yitirmiş. Solan gencecik fidanlarımızın yanında futbol, Şampiyonlar Ligi, Avrupa başarısı teferruat bile olamaz. Ay-Yıldızlı bayrağın istikbali uğrunda, kulüp renkleri teferruat bile olamaz.
İkbali için her türlü hinlikle ve pislikle kol kola, iç içe girenlerin, bu yoğun duygu atmosferini sömürme çabaları ise midemi kaldırıyor. Şehitlerimizin acısını bir aklanma fırsatı gibi görüp, vatanseverlik dersi verme işgüzarlığına soyunanları hayretle ve ibretle izliyorum.
Hortumcuların, yolsuzlukçuların, gaspçıların, kapkaççıların, iltimasçıların, mafyozların, zehir tacirlerinin, kanunları ve hukuku geçersiz kılıp onlara yol verenlerin dağdaki hainlerden ne farkı var?
Tribünleri rant için şiddet alanına çevirenlerin, kendi taraftarlarını bıçaklayanların, rakip taraftarları lince yeltenenlerin, pankart açtığı için kendi arkadaşlarını infaz edenlerin, sağa sola döner bıçakları ve palalarla saldırıp, statları terörize edenlerin, annelere pankartlarla hakaret edenlerin, onları besleyenlerin, öykünenlerin ve kutsayanların dağdaki hainlerden ne farkı var?
Her şeyi yap, sonra tribünde hamaset dolu iki slogan at, iki pankart as ve aklan öyle mi? Bu kadar kolay mı? Bugüne kadar terör belası uğruna canını verenlerin, ömür boyu sakatlığa mahkum olan gazilerin, dağlarda aç susuz omuz omuza çarpışanların takımı var mı beyler? Hangi bayrakla gidiyorlar toprağın bağrına?
Tribünlerde birbirlerinin annelerine küfredenler, ilkel bir kabile vahşetiyle saldıranlar, kan dökenler, kandan ve şiddetten beslenenler, dün oralarda yan yana çarpışanlar, yarın bu vatan uğrunda birbirlerinin kucağında son nefesini verecek olanlar değil mi?
Ya yazılarıyla ve sözleriyle tribün terörünü taammüden körükleyen, şirin görünmek için emziren, besleyen, görmezden gelen ya da himaye edenler? Onlar da utanıyor mudur acaba?
Hainlerin kurşunuyla dağda can vermek mi daha acı, tribünlerde, stat dışında bir hiç uğruna linç edilmek mi? Teferruat bile olmayacak şeyler uğruna, gencecik çocuklara palalarla, taşlarla, kılıçlarla, silahlarla ölümüne saldıran hainler ne düşünüyor? Bir insanı öldürdüklerinde ya da sakat bıraktıklarında Türk Ulusu’nu, Türk Ordusu’nu eksilttiklerinin farkındalar mı?
Küfür ettikleri, utanmadan iğrenç pankartlar açtıkları annelerin her birinin aslında bir şehit annesi, ya da şehit çocuğu olduğunu bilmiyorlar mı? Futbola, tribüne, sokaklara hakim olan garabet anlayışın şehitlerimizin kanını sömürmesine de katlanalım mı? Hamasetlerine inanalım mı? Bunlardan bırakın vatanseveri, takımsever, renksever, sporsever hatta futbolsever olabilir mi?
Toplumun huzurunu, birliğini ve barışını tehdit eden her şey terördür. Buna alet olanlar da övenler de, göz yumanlar da haindir.
En azından şehitlere ve şehadet makamına saygı gösterin de, düşün onların yakasından!

23 Ekim 2007, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI