Arama

Popüler aramalar

‘’Ne destan ne ağıt‘’

Tuhaf hallerimiz, ürkütücü ve keskin geçişlerimiz var. Kahramanlıkla hainlik, destanla ağıt arasındaki incecik çizgide patolojik git gel halleri.
Sistemin tüm unsurlarıyla işlediği coğrafyalarda, asla kurtarıcıya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü tek kahraman, sistemin kendisidir. Oralarda krallara, imparatorlara, prenslere de hayat hakkı tanınmaz.
Her ülkenin ve milletin olmazları oldurmuş, en ağır şartlara meydan okumuş, tarihe not düşmüş, kaderlerini değiştirmiş kahramanları vardır. Onları iyi anlamak, unutmamak herkesin görevi, ama asıl marifet onları yaratan şartları bir daha oluşmayacak şekilde ortadan kaldırabilmekte. Yani vatanseverlik ‘kurtuluş’ günleri kutlamaktan değil , ‘işgal’ ortamını yaratan zayıflıkları ortadan ilelebet kaldırabilmekten geçiyor.
Tanrı sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra da buldururmuş. Ay-Yıldızlılar’ın son dönemeçte yaşadığı saçmalıklar silsilesi, tam da bu deyime uygun düşüyor. Çünkü sonuca göre hain ya da kahraman üretmek bizim kronik hastalığımız.
Kimileri bayrağı temsil eden milli formanın arkasına saklanıp, sinsice yaylım ateş açıyor, kimileri de yanlışlarını, egolarını ve adaletsizliklerini yine bu kutsal renkler üzerinden aklamaya, meşrulaştırmaya çalışıyor.
Anlamıyor musunuz kardeşim? Bu ülke insanının o formayı giyen çocuklarla hiçbir alıp veremediği olamaz, olmadı da. Ancak forma adaletinize, tavrınıza ve tarzınıza bu ülkenin en az yarısının itirazı var. Paşa gönül kriterleri eksenli oyuncu tercihlerinizle, kontenjan senatörleri yaratmanıza kimsenin tahammülü kalmadı. Bayrağı temsil eden o formayı, yanlışlık ve yetersizliklerinize itirazı olanlarla rövanş unsuru olarak göremezsiniz. Eyyama dayanan ‘mavi boncuk’ stratejilerinize kurban edemezsiniz. Bu takım milletin takımı, futbol oligarşisinin ya da bir zümrenin değil. O formayla milletin arasına mesafe sokanlar da, sevinçlerin içinde burukluk yaratanlar da sizlersiniz.
İşinizi adaletli ve iyi yapın, yeter. Dehanız hâlâ sistem, teknik ve taktik yerine ‘gaz’ vermekle, her galibiyet sonrası ortaya abartılı prim rakamları atarak, milli bilinci küçümsemekle sınırlıysa, oturun da bir muhasebe yapın. Eksper pozlarıyla sağa sola adamlık ve vatanseverlik dersi vermekten de vazgeçin.
Ne milletin takımını kolaylıkla lider çıkacağı grupta bu hallere düşürürken haindiniz, ne de şimdi kahramansınız. Forma dağıtırken adalet ve liyakâti birazcık ön plana çıkarabildiğinizde, en stresli maçta bile neler olabildiğini kendi gözlerinizle gördünüz.
Futbolun gerçeklerini çoktan geçtik de, bari kendinizi inkâr etmeyin!

20 Kasım 2007, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kader anı‘’

Buz gibi gecede, herkesin yüreğini ısıtan mücadele ve futbol vardı.
Galibiyete mutlak ihtiyacı olan Ay-Yıldızlılar, 1-0 geri düşmelerine rağmen istediğini aldı ve heyecanı Bosna maçına taşıdı. Maçın en belirgin kader anı, İbrahim Kaş’ın yerini Gökhan Gönül’e bırakmasaydı.
Topa hakim olan, ne istediğini ve ne yaptığını bilen takım Türkiye’ydi. Ancak öne geçtikten sonra uzun bir süre bocaladığımız ve yüreklerimizin titrediği de bir başka gerçek. Top şişirme alışkanlığından kopup, yerden ve dikkatli oynadığımızda ne kadar etkili ve yetenekli bir takım olduğumuzu herkese gösterdik. Emre, boş işlerle uğraşmayı bırakıp, futbola odaklandığında neleri becerebildiğini kendisi de gördü. Mehmetçik Aurelio, bu takımın sigortası, deprem kazığı. Formda bir Nihat, olmaz zamanda olmazları başarabilecek bir güç.
Arda, bir soğukkanlılık abidesi. Norveç’in direncinin düştüğü anlarda, Yusuf değişikliğini anlayamadım. Nitekim, az kalsın tura mal olacak bir hata yaptı. Ancak şans melekleri yanımızdaydı. Şimdi her şey Ali Sami Yen Stadı’ndaki Bosna-Hersek maçına bağlı. İlk maçta olduğu gibi, “çantada keklik” saygısızlığını tekrarlarsak, yine tokat yiyebiliriz. Bu kritik mücadelede taraftarımız, Ali Sami Yen’i tıka basa doldurmalıdır. Milli takım Moldova maçından sonra ilk kez güzel futbol oynadı. Spor medyasının uzun süredir dile getirdiği, jenerasyon değişimi gerekliliğinin ne kadar haklı olduğunun kanıtıdır.
Gruptan çıkmamız bizi çok sevindirecek ama, Türk futbolunun birçok sorununu da ertelemiş olacak. Umarım finallere gitmeden bu hesaplaşmayı da yaparız. Çünkü bu hesaplaşma yapılmazsa, bu galibiyete gelecek inşa etmeye kalkarsak, Türkiye’yi ileride benzer sıkıntılar bekleyebilir.

18 Kasım 2007, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’'Sinirötesi' harekât‘’

Fenerbahçe’nin, artık kısır ve suni tartışmalarla uğraşacak, boğuşacak zamanı da, lüksü de yok. Beyni ve kalbi mühürlenmişlere kendini anlatma çabası, yorucu ve beyhude bir uğraştan başka bir şey değil.
Nerelerden nerelere gelindiğini ve nerelere gidilmek istendiğini bilenler biliyor, hatta şimdiden görüyor. Eğer bu kulüp, kronik hastalıkları ve içler acısı gerçekleriyle yüzleşmeseydi, bu bilinç sıçraması yaşanmazdı. Devlete ve sisteme dayanmayan kalkınmanın, iç ve dış psikolojik saldırının en yoğun olduğu dönemde gerçekleşmesi de çok mânidar.
Eskiler, cenaze evine gittiklerinde, ‘başın sağolsun’ yerine ‘Allah bu acıyı unutturmasın’ der. Sığ kafalara beddua gibi gelebilecek bu sözler, ‘bu son acınız olsun’ derinliğidir. Fenerbahçeliler’in Pendik ve Aydın faciasını, S. Olomouc, Benfica ve Manchester United hezimetlerini unutması, Türkiye’nin Sevr’i, Çanakkale’yi unutmasından farksızdır. Unutmak eksilmektir. Halının altına süpüren, yüzleşmeyen, yok farz eden, ilelebet yanılmaya ve yenilmeye mahkumdur. Fenerbahçeliler bu maçları hatırlatanlara asla kızmasın. Hatta hafıza tazeleyenlere bir de teşekkür etsinler. Geçmişini bilmeyenin geleceği olmaz çünkü. Ders alınmayan tarih, kendini bıkmadan tekrar eder.
Bu sonuçları unutmaya çalışmak ne kadar zavallı bir durumsa, takılıp kalmak, üzerinde patinaj çekmek de o kadar anlamsızdır.
Pompalanan kültürün aksine, yenilgi de en az başarı kadar kutsaldır. Ancak her ikisini de iyi anlamak ve adam gibi sindirmeyi bilmek lazım. Ölüm ve hayat bile ikiz kardeş değiller mi?
Başarıya giden her yolun kutsandığı bir düzende, bunları söylemek suya yazı yazmaktan farksız, ama olsun... Tabii ki acıyı kabullenmek, cinayetleri ve katliamları onaylama, planlayıcılarını ve tetikçilerini hoşgörme anlamına gelmiyor.
Yine de hatırlatalım, ‘babanızı kaybetmekten daha beteri, onun sapık çıkması’dır. Yani en tarifsiz acıdan bile daha ötesi olabiliyor. Sporda utanılacak skor yoktur, ama utanılacak haller vardır. Şairin hayata dair dediği gibi, ‘kazanacaksın, kaybedeceksin ama mutlaka sonunda kendi yolunu yaratacaksın.’
Fenerbahçe’nin ‘sinirötesi’ psikolojik harekâtlara cevap yetiştirmek için israf edecek enerjisi ve zamanı yoktur. Çünkü kafalar ve yürekler artık sınırötesi hedeflere kilitlenmiştir. Bu kulüp gölge boksuyla, aynadaki düşmana saldırarak bir yere varılamayacağını öğrendi ve öğretti.
Hedefleri çok büyük, ama potansiyel ondan daha büyük.

16 Kasım 2007, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’FB Rh pozitif‘’

Varsınlar dillerine kilit, kalemlerine mühür vursunlar. Sahadaki çirkefliklere yıllarca ‘agresif futbol’ güzellemeleri döktürüp, saha dışındaki çirkinliklere, tezgahlara gıkları çık(a)mayan ‘ağır abi’lerden söz ediyorum.
Ülkedeki futbol düzeni karşısında üç maymunu oynayan, hatta zaman zaman çanak tutup kol kola giren, zalimi mazlum diye yutturmaya çalışan sözde ‘etik jandarmaları’ndan.
Onların övgüleri kimseyi çoğaltmayacağı gibi, yergileri de kimseyi azaltmaz. Meşhur Nazi işkencecisi Mengele gibi sinir uçlarıyla oynamaya bayılırlar. Biat ettirmek için gerçekleri çarpıtmak, saklamak, karartmak, saptırmak ve gündemden kaçırmaktır öncelikli görevleri. Özellikle de zayıfsan, açıkların varsa, bunlarla mahrem sırlar paylaşmışsan, paslaşmışsan, ittifak kurmuşsan kuyruğu kaptırmış, işgal edilmişsin demektir.
Fenerbahçe bu saadet zincirini kırdığı, kendi rotasından sapmadığı, saltanatın dişlilerine çomak soktuğu ve boyun eğmediği için işkence görüyor. Çünkü bu düzende ödün vermeyene ödül de yok. Eğer yönetim ve taraftar bu kararlı direnişi gösteremeseydi, kulüp bugün bulunduğu noktaya gelemezdi.
Futbol dervişi Zico ve talebeleri, romantik bir ısrarla futbolun sadece futbol olduğu konusunda inatla diretiyorlar. Sahadaki duruşlarıyla ve çabalarıyla bunu ispatlamaya çalışıyorlar. Sonuçları tartışılır ama nereden bakarsanız bakın saygı duyulacak onurlu bir tavır. Hani Hac yoluna düşen karıncaya “Bu adımlarla zor gidersin” demişler, O da “Olsun varamasak bile yolunda ölürüz” demiş ya, o misal.
Sarı-Lacivertli futbolcuların sükuneti, soğukkanlılığı, rakibe saygıları ve futbolun sadece pozitif yönüne odaklanan halleri, yalnızca gözlerimizin değil, duygularımızın da pasını temizliyor. Takım ruhu ve oyununu biraz daha geliştirip, hakem yanlışlarına aldırış etmeden, bahane üretmeden, tribünlere oynamadan, savaşçı kimliklerini de ön plana çıkarabildiklerinde kıyamet kopacak. Ne Baron’lar kalacak ortada ne de onların şişirip, yol verdiği balonlar.
Futbol rakiple oynanır ve hiçbir takım her maçını kazanamaz. En farklı mağlubiyetler bile gurur apoletidir, utandıran galibiyetlerin yanında. Hayatın en acımasız kuralıdır; ‘güçlü’ olmayana asla ‘barış’ yoktur.
Yıllardır bu sisteme karşı ‘dayanışma barikatı’ oluşturan Fenerbahçe taraftarı, takımına ve kulübüne her zamankinden çok daha fazla destek vermeli. Futbolcular ve Zico da çok ama çok daha fazla çalışmalı. Karanlığa meydan okuyan yumruklar asla çözülmemeli.
“Şeytanın saltanatı besmele çekilene kadardır” demiş atalarımız, ‘besleme’lere küpe olsun!

13 Kasım 2007, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Nazar‘’

Avrupa’da parmak ısırtan, ‘maşallah’ dedirten kramponlara, kem gözler değmiş olmalı. Yoksa performanslar arasındaki fark motivasyonla ya da yorgunlukla izah edilebilecek gibi değil. Roberto Carlos bile ilk hatasını bu maçta yaptı.
Alex gibi bir dehanın yokluğunda oyuna sakin ve kendinden emin başlamıştı Sarı-Lacivertliler. Yorgun ama yine pozitiftiler. Rakibinde ise anlaşılmaz bir gerginlik, sanki ağır bir yenilginin rövanşını ne pahasına olursa olsun almak ister gibi acımasız bir hâl vardı.
Buna rağmen ilk golü atan yine Semih’ti. Maçın kaderini göz yanılmasından çok eyyama kurban giden Edu’nun oyun dışı kalması ve Deniz’in sakatlanması belirledi. Tabii bir de Iglesias’ın da yerini zorunlu olarak günün adamı Mehmet Eren’e bırakması.
Fenerbahçe sertlikten ve hır gür taktiğinden yılıp, hakemden de ürkünce, kora kor çatışmaya giremedi. Doğal olarak oyunun kontrolü tamamen Kayserispor’a geçti. Futbolcuların soğukkanlılıklarını kaybettikçe, dengeleri ve sinirleri alt üst oldu.
Sertlik, hakem, zemin, eksik, cezalı, yorgunluk, motivasyon ya da her neyse, bunlar asla mazeret oluşturmamalı. Fenerbahçe, polemiklere aldırmadan, çok çalışarak, dersine daha iyi çalışarak rotasına devam etmeli. Artı hanesine yazabilse tabii ki çok iyi olurdu ama kaybettiği sadece 3 puandır.
Nazar boncuğu olsun.

12 Kasım 2007, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Seviyordum öldürdüm!‘’

Başlıktaki bu patolojik mantık, Türkiye’de bir çok cinayetin de gerekçesi. İşin belki de en acıtıcı tarafı, bu tarifi haklı görebilen yığınla insan var.
Türk futbolunda tribünlerin ruh halini de özetliyor bu cümle. Ölümüne seviyorlar güya ama severken ya da sevdikleri için öldürebiliyorlar. Kulüplerin sezonu, yatırımları, geleceği ‘fail-i meçhul’ değil ‘fail-i meşhur’ cinayetlere kurban gidiyor. Halbuki taraftar tüketmez, var eder. İşte bu nedenden dolayı ‘müşteri’ yakıştırması bir aşağılamadır tribünler için.
Bu yazıyı şunun için yazıyorum. Hayatım boyunca taraftarı futbolun asli unsuru olarak gördüm. Tribünlerdeki çirkinlikleri lanetlemek yerine, güzelliklerin ön plana çıkarılıp, böylelikle iyi örneklerin kışkırtılmasını savundum. Hala öyle düşünürüm.
Ancak tahammül edemediğim şey şu; taraftarın kendi kendini kutsamasanı, yeniçeri mantığıyla kendini takımın asıl sahibi ilan edip, önüne geleni ıslıklayıp yuhlamasını, yeri geldiğinde kelle almasını ve böylelikle de palazlandırılmasını hiç hazmedemedim. Taraftara yönelik popülist söylemlerden de hiç ama hiç hoşlanmadım.
Takım sevgilerini, ezeli rakiplere duyduğu nefret üzerinden tanımlama zavallılığına girenlere hep acıdım. Sevgisini başkalarına küfrederek, alay ederek, aşağılayarak, şiddet uygulayarak tarif etmeye çalışan acizliklere ve acıklı hallere hiç yakın durmadım. Başarıyı rakiplerinin başarızlığında arayanlara ibretle baktım.
Taraftarı saatli bomba gibi kurarak, tribünleri mayınlayarak iktidara gelenlerin yine aynı sinsi tuzaklarla gittiğini cümle alem, sayısız kez gördü. Küfürle gelen, küfürle, kılıçla gelen kılıçla gönderildi. Ancak bazıları, insanları birbirine kırdırma pahasına hala bu babadan kalma yöntemi uygulamakta ısrarlı.
Son yazımda da vurguladım. Tribünde kendi maçını oynamak, takıma hiçbir fayda getirmez. Rakibe bel altından vurmalar, küfür savurmalar, sahaya yabancı madde atmalar da öyle. Gerçek taraftar sevgisiyle yaşatandır, öldüren değil. Oyuncularıyla nefes alıp verendir, kötü gününde bile yanında olabilendir. Koca stadı, anlık tepkileriyle bir basketbol salonuna çevirebilen, bunun için sabırla ve inatla çabalayandır. Alex’i, Deniz’i yuhlayanlara, ıslıkla cevap verebilendir.
Fenerbahçe taraftarları bu anlamda çok ciddi mesafe aldı. Rakipleriyle arayı fersah fersah açtı. Bunun en son ve çarpıcı örneğini de PSV maçında gösterdi. Sabırla, fedakarlıkla, acıyla, sevgiyle, destekle ve gururla devam. Ama kesinlikle ‘merhamet’ asla unsurunu ıskalamadan, son maçındaki çıtayı çok daha yukarılara çekerek, makası daha da açarak.

09 Kasım 2007, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Büyük yürüyüş‘’

Fenerbahçe ‘dönüm’ değil dönem maçını atlattı. Sonunda şeytanın bacağını proteze mahkum edip, kritik eşiği aşmayı başardı. Yıllar süren o soyut şanssızlık duvarı nihayet, Berlin duvarı gibi yerle bir edildi. Bu galibiyetle kendi ortaçağını kapatıp, yeni çağını açtığını da, hem Türkiye’ye hem dünyaya ilan etti.
İşin en güzel ve en umut verici yönü de, bütün bunları rakibine 90 dakika boyunca tek bir pozisyon bile vermeden becerebilmesi.
Kimse kusura bakmasın ama Alex ve Deniz’i, Zico’yu yuhlayanlar, ıslıklayanlar kendilerine inat onlara destek verenlerden özür dileyip günah çıkarsınlar.
Sabırla, inatla, mücadeleyle, destekle üretilen, göz yaşlarıyla yıkanan ve üretilen zenginlik, sonunda ilk meyvesini verdi.
Golleri atanların ve hatta diğerlerinin hoşgorüsüne sığınırak, onları bilerek erteleyip, formaya yeni alışan üç gizli ve sessiz kahramana dikkat çekmek istiyorum; Gökhan Gönül, Yasin Çakmak ve Colin Kazım. Mükemmeldiniz çocuklar ve hatta ötesi. Kadroya giren hatta yedek kulübesinde bile olmayan bütün çocukların alnından, yüreklerinden öpüyorum.
Bir önceki yazımızda demiştik, “devrimin sabır çiçekleri sonunda meyveye durdu” diye. Haşat mevsimi geride kaldı ve artık hasat mevsimi başladı. Bu yoldaki en kritik viraj muhteşem bir oyun ve muhteşem bir skorla aşıldı.
Muhteşem gecede tribündeki kahramanları ıskalayanı Allah çarpar. Arabesk fon müziğini, bağırmayı, böğürmeyi, yırtınmayı, kopuk eğlenceyi ve desibel yarışını bir kenara bırakıp, egolarını erteleyip, bitiş düdüğüne kadar takımla nefes alıp, takımla nefes verdiler. O taraftar ki; Denizlispor maçında tarihinin en travmatik ve dramatik şampiyonluğunu bıraktığı halde, 3 gün sonra kombine kuyruğuna girenlerdir. ‘Büyük Yürüyüş’ün yürek işçileri, tribünlerdeki fedakâr militanları, suni sorunları aşıp, tek yürek, tek ses olduklarında nasıl caydırıcı bir güç olduklarını dosta düşmana ilan ettiler.
İlk kez samimi bir alkış alan Zico’ya, bu uğurda hayatını ertelemeyi göze alan, sistematik bir saldırıya maruz bırakılan Aziz Başkan’a da teşekkür borcunu yerine getirerek.
Evet, Büyük Yürüyüş sürüyor.

08 Kasım 2007, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Taraftarın maçı‘’

Yarın tarihindeki en önemli maça çıkıyor Fenerbahçe. Kadıköy’de PSV Eindhoven’ı devirdiği taktirde, gruptan çıkmayı çok büyük bir oranda garantiye alacak. Yani bu bir dönüm değil, dönem maçıdır.
Bu maç futbolcular kadar, taraftarın da maçı olacak. Sarı-Lacivertli taraftarlar hayatlarında hiç olmadığı kadar bugünler için sabretti, destek verdi. Yutkundu ama asla yutmadı. Dişinden, tırnağından, kendinden, ailesinden, harçlığından artırdığını bir ablukayı dağıtmak için kulübüne akıttı. Karanlığa küfretmektense, mum yakmanın daha etkili olduğunu ezberletti.
Daha çok değil, daha efektif olmanın yollarını aradı. Şimdi göz yaşlarıyla sulanan narin sabır çiçekleri meyveye duruyor artık.
Fenerbahçe tribünleri ‘fon müziği’ yapmayı bırakmak için uzun zamandır kendisiyle mücadele ediyor. Takımıyla birlikte maçı yaşamaya çalışıyor.
Pozisyonlardan kopuk anlamsız böğürmeleri ya da gürültü çıkarmayı tezahürat zannedenlere inat, futbolcularıyla nefes alıp veriyor.
Tribünler zaman zaman kendi egosuna yenilip bu doğru yoldan sapsa bile, bunu ‘eski sakatlıkların nüksetmesi’ olarak görmeli. PSV maçında, Büyük Yürüyüş’ün askerlerini çok büyük bir imtihan bekliyor. Hem de maçın ilk saniyesinden son saniyesine kadar.
‘Merhametsiz sevgi’ en keskin nefretten bile daha tehditkâr, yaralayıcı ve itici bir ruh halidir. Destek borç gibi verilmez, başarı da alacak ister gibi istenmez.
Sonuç ne olursa olsun lütfen sabotajcılara fırsat vermeyin!

06 Kasım 2007, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI