‘’Çağ açmak‘’
Fenerbahçe, CSKA Moskova ile dönüm değil dönem maçına çıkacak. Bu karşılaşma, 100 yılın en önemli karşılaşmasıdır. Asırlık kulübün kendi tarihi ve talihiyle en kritik derbisi. Üst tura çıktıkları anda, kendi Orta Çağ’ını kapatıp, Yeni Çağ’ını açacak. Devrim taçlanacak.
Fenerbahçeliler artık takdir ya da övgü beklemekten vazgeçsin. ‘Eleştiri’ maskeli komedyenlere kızmasın, hatta eğlenip keyfini çıkarsın. Onlar sadece kendilerine, takımlarına ve yönetimlerine inansınlar, kendi güçlerinin ‘farkında’ olsunlar yeter. Bu devrimin bekçileri, travmatik bir şekilde kaybedilen şampiyonluktan birkaç gün sonra, meydan okur gibi kombine kuyruğu oluşturanlardır.
“En büyük pehlivan öfkesini, en güçlü insan da egosunu yenebilendir” derler. Yıllarca ‘peh peh’lerle ‘poh poh’larla egosu şişirilen ve bu yolla da uyuşturulan Fenerbahçe, kendini yenme cesaretini göze alabildiği için rönesansını başlatabilmiştir.
Taraftar nereden nereye gelindiğini ve hedefin ne olduğunu unutmasın yeter. Çünkü abartılı övgülerle, şişinmeyle sadece yerinizde sayar, patinaj çekersiniz.
Avrupa arenasındaki kritik eşikleri bir türlü aşamadı Fenerbahçe. Hep sabırsızlığına ve tecrübesizliğine yenildi. Asla istikrarlı bir kadrosu olmadı. Sürekli kendiyle boğuştu. Zenginlik ve tecrübe biriktirmek yerine, kazandıklarını gösterişli biçimde saçmaya, hep sil baştan yapmaya devam etti. Ne zaman ‘istikrar’ kelimesi camianın ve taraftarın sözlüğüne girdi, o andan itibaren makas değiştirdi kulüp. Yağma düzeni bitti.
İşte size çarpıcı bir istatistik; Galatasaray 205. Avrupa maçına çıkacak bu hafta, Fenerbahçe ise 138. Bunun altında yatan neden sır değil.
Bir başka hatırlatma daha; Nobre, Schalke maçında o pası Anelka’ya vermiş olsaydı, CSKA maçı ‘kritik’ olmaktan çıkardı. Bu hatanın ikizini derbi maçta tekrarlayan Semih Şentürk, çok acımasız bir özeleştiri yapmalı. Volkan hatalarıyla yüzleştiği için dirildi, Selçuk silkinip özgüvenini hatırladığı için derbinin en iyisiydi. Fenerbahçe bunların hepsini bir arada komplekssizce gerçekleştirdiği için kulvar değiştirdi. Taraftarları da öyle...
‘’Gelenek bozulmadı‘’
Kalli’nin ‘kamikaze’ taktiği Saracoğlu’nda iflas etti. Belli ki fena halde medyadaki kalemşörlerin dolduruşuna gelmişti.
Oysa yağmur bile durmuş, güneş açmıştı dün. Meteorolojiye inat Fenerbahçe’nin güneşli günlerini müjdeliyordu hava. Ancak bu işareti bile göremediler.
Fenerbahçe ‘sarı-beyaz’ uğurunu Volkan’a emanet edip, ‘çubuklu’ formayla çıkmıştı maça. Hani kiminin rüyası, kiminin kabusu klişesini hatırlatırcasına...
Takımın en eskisi ‘genç’ Semih, dakikalar 5’i gösterdiğinde, Alex’in muhteşem pasıyla ‘gerçek’ sıfatını da alıyordu yıllar sonra.
Öyle bir maçtı ki; ‘Süper olduğu ileri sürülen lig’in namağlup Galatasaray’ı ilk cılız şutunu dakika 15’te gönderebildi Sarı-Lacivertlilerin kalesine... Kalli, ‘intihar komandolarını’ öne çıkarmış ama defansı da ‘canlı bombalar’a emanet etmişti. Eğer ‘genç ve gerçek’ Semih ikinci yarının hemen başında sıfatını perçinleme hevesine kapılmayıp, bomboş Deivid’e pas çıkarsaydı, maç o dakikadan itibaren kopar tarihi farka gidebilir, 6 Kasım’a ağıt yaktırabilirdi.
Zico, Uğur’daki aksamayı görüp, Vederson’u oyuna aldı ama Deivid’i göremedi. Her şeyde bir hayır vardır misali; oyundan almadığı Deivid, inanılmaz düzgünlükte bir vuruşla farkı ikiye çıkardı.
Kazanmak zorunda olan Fenerbahçe, istediğini aldı. Sarı-Lacivertliler’in en iyileri başta Selçuk olmak üzere, ‘Mehmetçik’ Aurelio, Lugano ve Edu’ydu. Tabii Gönüllü Gökhan’ın müthiş çabasını yabana atan çarpılır.
‘’Dikkat!‘’
Kadıköy’de yarın bir futbol bayramı daha yaşanacak. Fenerbahçe kazanmak zorunda olan takım. Galatasaray da en azından unvanını ve puan farkını korumanın hesabında...
Çünkü Sarı-Lacivertliler, 2. yarıda 3 büyük maçını da, üstelik çok kritik haftalarda ve deplasmanda oynayacak. Yani Sarı-Kırmızılılar açısından beraberlik bile çok büyük avantaj.
Fenerbahçeli taraftarlar da, kendi egoları ve yılların kötü alışkanlıklarıyla derbi maç yapacaklar tribünlerde. Takımlarının yenebilmesi için önce onlar kendilerini yenmeye mecburlar. Sahaya sabırsızlık ve gerginlik yansıtanlar, futbolcularla nefes alıp vermeyi bırakanlar, maçtan kopup kendi maçını yaşayanlar, arabesk ya da lay lay lom modelinden vazgeçmeyenler, rakibin ekmeğine yağ sürer sadece.
Derdimiz kimseye taraftarlık öğretmek ya da ukalalık yapmak değil. Bin kez söyledik, ama on bin kez hatırlatmaya da hazırız. Bağırmak, böğürmek, gürültü yapmak, desibel çatlatmak tezahürat falan değildir. Bu kopuk ve bağımsız haller stattakilere fon müziği, ekran başındakilere de dip ses yapmanın ötesine geçmez. Hiç bir işe yaramaz. Hatta çekirdek çitlemek ya da susmak bile bu tuhaflıktan daha az zarar verir. En azından takımı narkozlamaz, stadı 52 bin kişilik bir beşiğe çevirmez.
Volkan Ballı yıllarca kendini yırttı bu konuda. İşte Alex De Souza da ‘Kaptan Köşkü’nden böyle sesleniyor: “Taraftarımız maçı bizimle birlikte oynarsa kazanırız.” Takım kadar taraftar da konsantrasyonunu, motivasyonunu ve kondisyonunu 90 dakikaya yaymasını bilmeli.
Pozisyona göre anlık tepki vermeyi, maçı yaşamayı, destek olmayı en iyi şekliyle İngilizler uyguluyor. Fenerbahçe taraftarı bunu başarabildiği maçlarda futbolcularını nasıl motive ettiğini, takımı nasıl ittiğini, rakibi nasıl sindirdiğini defalarca gösterdi. İstediğinde o koca stadı bir basketbol salonuna çevirebileceğini de en iyi kendileri biliyor.
Kadıköy’de sahaya yabancı madde atanlar, sevgi yerine nefret gösterisi yapanlar, kulübe ceza vermek için hazırda bekleyenlere koz verenler, futbolcusunu ıslıklayan ve küfredenler ya ‘sızma’ provokatördür ya da Fenerbahçe haini.
‘Büyük Yürüyüş’ güzergâhına mayın döşeyen bu hainleri mimlemek, teşhir etmek, ihtar veya ihbar etmek, hatta güzel bir eleştirmek(!) gerçek taraftarların yürek borcudur. Bunların kulübe verdiği zarar, grupçuların ve kongre ağalarının verdiği zarardan daha az değil çünkü.
Orası başka renklere nefret kusan ‘anti-bilmemneci’lerin değil, yüreği Sarı Lacivert sevdadan geçenlerin imeceyle inşa ettiği bir mâbed.
Kimsenin kirletmesine ve çirkinliğine izin vermeyin.
‘’Her maç derbi‘’
Kralların, imparatorların ve padişahların egemen olduğu bir düzende, adaletten, hukuktan ve gerçeklerden dem vuran herkes ‘korsan’ ilan edilir. Güce tapan icazetli soytarılar da propaganda zeminini hazırlar. Bu hiç de sürpriz değil. Ancak cesaretin bittiği yerde esaretin başlaması da tarihin değişmez kuralı.
Kayserispor Menaceri Süleyman Hurma, “Erdemler değişmiş” derken, bu ağır tahribatı ve tahrifatı, ince bir üslupla tarif ediyordu. Zarif, derin, ama kökten bir itirazdı bu.
“Öldüreceğine korkut” demiş biri, “Korkunun ecele faydası yok” demiş diğeri.
Efendilerine koşulsuz biat edip, susarak ödül bekleyenlerin düştüğü durum herkesin malumu... “Bütün bildiklerimi açıklayacağım” tehdidiyle istediğini elde edenlerin de...
Futbol ciddi bir iştir ama düzene teslim ya da ortak olmayı reddeden takımlar için çok daha ciddi bir iştir.
Zico, “Artık her maçımız final” diye bir cümle kurdu, puan farkını kastederek. Oysa, Fenerbahçe’yi çalıştırıyorsanız, ‘artık’ ya da ‘bundan sonra’ diye bir kelimeyi sözlükten çıkarmak zorundasınız. Bu takımın her maçı, hem karşı çıktığı bu düzenle, hem de iç ve dış düzeneklerle bir derbi niteliğindedir. Fenerbahçe tüm maçlara derbi ciddiyeti, motivasyonu ve bilinciyle çıkmak zo-run-da-dır.
Şimdi Kadıköy’de, Fenerbahçe’nin mutlak kazanmak zorunda olduğu kritik bir Galatasaray maçı var. Mutlak diyorum, çünkü puan kaybı konusunda bütün marjlarını daha ligin ilk yarısında tüketmiş durumdalar.
Kaldı ki, Şampiyonlar Ligi vizesi de içerde ve dışarda oynanan maçlardan alınacak sonuçlara bağlı. Yani ligdeki her karşılaşma, aslında Devler Ligi’nde olabilmek için bir ön eleme maçı niteliğinde.
Fenerbahçe, Saracoğlu’ndaki son derbide güzel bir oyunla daha ilk yarıda 2-0’ı bulup rahatlamıştı. Bundan rahatsız olan bazı provokatörler, Galatasaray’ı motive etmek için Mondragon’a yabancı madde yağdırmış, sahayı kapattırmak için de elinden geleni yapmıştı. Aynı adamlar, aynı senaryoyla bir kez daha sahne alabilir. Biz şimdiden uyaralım!
‘’Fener'in Uğur'u‘’
Fenerbahçe bir sinir harbine çıkmıştı Denizli’de... Şampiyonluğu travmatik bir şekilde bıraktığı yerde, bu kez de yarıştan kopmama stresindeydi. Denizli’de Deniz’siz olmak zordu da, Alex’siz kalmak daha bir zordu...
Zico, son iki senenin uğursuzluğunu Uğur, büyüyü de Yasin ile bozmanın hesabındaydı anlaşılan. Bu hesap da tuttu, Uğur Boral dün gecenin adamıydı. Bilardo gibi golün asisti de Yasin Çakmak’tan geldi.
Bir mahalle maçında bile bulunamayacak gol pozisyonları buldu ilk yarıda. Ancak bunlardan sadece birini gole çevirebildi. Hatta 3 korner 1 penaltı olabilseydi, oyun daha ilk çeyrekte kopardı. Orta hakemin penaltıya aut, yardımcının da taça ofsayt vermesi, futbol literatürüne geçebilecek cinsten bir yorumdu.
Ama ikinci yarıda roller değişti. Tamamen geri yaslanan Sarı-Lacivertliler mahalle takımı havasına büründü. Çok kötü bir gününde olan Denizlispor, neredeyse rakip sahada kamp kuracaktı. Terlemeden, zorlanmadan, yürüye yürüye inanılmaz gol pozisyonları buldular.
Suleymanou, her Fenerbahçe maçında olduğu gibi yine yıldızlaştı. Roberto Carlos’un şimşek hızındaki Deivid’in de akıl dolu vuruşuna geçit vermedi. En geriden yaptığı milimetrik asistlerle de Yusuf’u gölgede bıraktı. Birinde az daha Yasin, Volkan’ı avlıyordu. Fenerbahçe Milano yorgunluğuna, Moskova kaynaklı hayal kırıklığına rağmen, Galatasaray maçı öncesi çok önemli bir galibiyet aldı. Ürettikleri fırsatları mirasyedi bonkörlüğüyle harcamasalar, maç kopacak, kendileri de, taraftarlar da çok önceden rahatlayacaktı.
‘’İğne ve çuvaldız‘’
Tel tel dökülen, buram buram ucuz hamaset kokan bir sistemsizliğin yanaşması, beslemesi, yalakası ya da militanı olmak kime ne kazandırır, bilemem? Ancak ortada bunun tam tersini sergileyip, inatla, sabırla aksi yönde giderek başarıya ulaşmış bir Fenerbahçe örneği var.
Gelişmiş ülkelerde bütün tartışmalar, kavramlar üzerinden yapılır, az gelişmişlerde ise semboller üzerinden yürür. O yüzden biri özgürce, komplekssizce çözüm üretir, diğeri tabulara çarpar, tıkanır ve yeni sorunlar yaratır.
Demokrasi diye bağıranların samimiyeti kendi evindeki hali ve tavırlarıyla test edilir. Sesi herkesten daha gür ve daha sık çıkan ahlak ve namus çığırtkanlarının gerçek yüzü ve niyeti de tabii ki. Bir ülkenin gerçek kahramanları unutulup, sahte ve sanal kahramanlar ortalığı işgal ettiğinde bu ucubelik kaçınılmaz olur. Bunu da en güzel şu “Dil, çürük dişin etrafında dolanır” diyen Çin atasözü özetliyor.
Çocuklar Çanakkale’deki kahramanlardan değil, dizilerdeki mafya karakterlerinden seçiyorlar idollerini. Vatanseverlik ve milliyetçilik nutuklarının en çok dillendirildiği bu ortamda, sokaklar gasptan, çeteden, kapkaçtan geçilmiyor. Ezici bir çoğunluk üretmeden lüks yaşamanın derdinde. Zahmetsiz rahmet arayanlara ‘mübah fetvası’nı veren de sistemin ta kendisi.
Bilgiye, birikime, çalışmaya, üretmeye, yeteneğe ve emeğe inananların, saygı duyanların sayısı giderek de azalıyor. Gerçeklerden bu kadar uzaklaşınca da kaderciliğe teslim olmak, kolaycılığa sapmak kaçınılmaz oluyor.
Ülkemizde çalıştığı süre boyunca küçümsenen hatta aşağılanan Herr Daum; “Başarı planlanabilir bir şeydir” diyordu. Ancak bunun üç temel şartını da “çalışmak, çalışmak, çalışmak” olarak sıralıyordu. Her batılı için sıradan ama bizim gibi sabırsız ‘kestirmeciler’ için çok zor bir yol.
Aklın ve bilginin yerini hamasetin, sistem ve çalışmanın yerini gaz vermenin, üretmenin yerini çene yapmanın aldığı bir ortamda, bu en basit, en temel gerçeği kabul ettirebilmek dünyanın en ağır mesaisi. Fenerbahçe Yönetimi kolayı seçip ortama ayak uydursaydı, kulüp hâlâ yerinde sayıyor olurdu. En zor günlerde bile taraftarın en az yarısı onlarla inanç birliği oluşturup, eşsiz bir sabırla destek vermese, bu zenginlik üretilemezdi.
Bu radikal devrimin temelini oluşturan felsefe de, kendi gerçeklerinle çıplak yüzleşebilme ve çuvaldızı acımasızca hep kendine batırabilme cesaretidir.
Hedeflere daha hızlı ulaşmanın yolu da, merhametli bir sabır ve merhametli bir destekle bu devrimin arkasında durabilmek, çuvaldızı elden düşürmemektir.
‘’Mehmetçik‘’
Maçın özellikle ilk yarısında ağızlarda kalan tattı Aurelio. Milli yorgunluğa rağmen gösterdiği performansla hem rakibin akınlarına set çekti, hem de ikinci golü tek başına yarattı. Bu adamı keşfedip Türkiye’ye getiren Özkan Sümer’e herkesin bir teşekkür borcu var.
Kaptan ‘Rolex de Sonsuza’’ zeka dolu hareketleriyle ve yaptığı ‘hat-trick’ gösterisi ile yabancı borsasındaki çapraz kurları bir kez daha alt üst edip, “benzemez kimse sana, tavrına ve tarzına hayran olayım” şarkısını dillere pelesenk etti. Ya aklı Inter maçında takılı olmasaydı kimbilir neler yapardı?
‘Oynamadan yıldızlaşmak’ diye bir tabir vardır futbolda. Hani halk tabiriyle “öl de gel ki; kıymetini bilelim” karşılığıyla anılan... ‘Islık’ rekortmeni Deniz Barış ile Gönüllerin Gökhan’ı da forma giymedikleri halde yıldızanlaşanlardandı.
Fenerbahçe Büyük Yürüyüş yolunda moral dopingi yaparken, abuk defans hatalarıyla mesleğini ve yeteneklerini unutan, hatta futbolseverler tarafından da unutulan Mehmet Yılmaz’ı yeniden futbola kazandırdı.
Ya Sarı-Lacivertli tribünlere ne demeli? Maç 2-0’a gelince, sanki farkın erken açılmasından endişeye kapılmışlar gibi ‘narkoz’ operasyonuna giriştiler. “Söyle senden başka kimim var benim” arabeskliğiyle muhteşem stadı devasa bir beşiğe çevirip, kendi takımlarını ‘pış-pış’ladılar. Futbolcular bu uykuyla uyanıklık arası halden, Ankaraspor’un attığı ilk golle sıyrılabildi. Onlar da taraftarlara ayak uydursa, tabela Başkent ekibinin lehine dönebilirdi.
Ve artık direksiyon, öteki ve beriki Türkiye’nin kilitlendiği Milano virajına çevrildi.
‘’Arabesk hamaset‘’
Milli Takım olması gerekeni rötarlı halletti ve Avrupa Kupası Finallari’ne kalmayı başardı. Sahada terini döken bütün çocukları kutlamak herkesin görevi. Ancak maç sırasında Haluk Bey’in ekranlara yansıyan halleri ve maç sonrasındaki demeçleri, arabeskliğin, hamasetin tavan noktasıydı. Tabii Fatih Terim de bu tablodaki yerini aldı.
Efendim, çoluk çocuklarından, eşlerinden, annelerden babalardan, öz hayatlarından ferâgat etmişmişler de, aman da aman da, kendilerini paralamışmışlar da, ama yine de Türk Milleti’ne helâl ve fedâ olsunmuş da...
Sıradan bir vatandaş da, görevini yerine getirmek, çoluk çocuğunu doyurmak, okutmak için çok daha vahşi özverilerde bulunmuyor mu? Sabahın köründe şehrin bir başından yola düşüp, öbür başına kadar asgari ücret peşinde hırpalanmıyor mu? Beni ya da sizi, ya da herhangi bir profesyoneli onlardan farklı ve ayrıcalıklı kılan unsur nedir? Bu kendine acıma duygusu nasıl bir hâldir? Sahi işinizi bedavaya mı yapıyorsunuz? Ya da çok daha yüksek paraları vatanseverlik bilinciyle elinizin tersiyle mi ittiniz?
İşte bu tutumunuz değil mi zaten milletin takımıyla milletin arasına uçurumlar serpip, hak edilmiş sevinçleri kursaklarda bırakan? Milli Futbol Kulübü’nü değil, bayrağı temsil eden Milli Takım’ı çalıştırıyorsunuz. Karşılığını da alıyorsunuz. Ananızın ak sütü gibi de helâl olsun. Ancak hâlâ kahramanlık nutukları atıp, vatanseverlik dersi vermeye kalkıyorsunuz, hâlâ sizi eleştirenlerden rövanş almış gibi davranıyorsunuz.
Ay Yıldızlı çocuklar, o turnuvada olmayı sonuna kadar hak ediyordu, yetenekleriyle ve istekleriyle. Takımı onlar kurmuyordu, sistemi de onlar belirlemiyordu. Forma adaletsizliğine, kontenjan senatörlerine, hatta kötü futbollarına rağmen hak ediyordu. İsviçre maçındaki kurgulanmış rezalete rağmen hak ediyordu. Bu millet de böyle bir sevinci özlemişti ve hak ediyordu. Ancak futbolun başındakiler için aynı şeyi söylersem Allah beni çarpar.
Cip rezaletlerinden beri süregelen aşağılayıcı prim tantanaları yine hortladı. Siz kendinizi ne kadar kolay kahraman ilan ederseniz, birileri de sizi o kadar kolay hain ilan eder. Sayın Ulusoy 9 yıl federasyon başkanlığı koltuğunda oturdunuz, peki futbol adına kalıcı olacak ne yaptınız? Şu parçalanarak 7’ye bölünen Yugoslavya’nın takımlarına ve nerelerde olduklarına bir bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Önce statların fiziki koşullarına, takımların mali ve idari yapılarına, Türk Futbolu diye bir ekolden bahsedilip edilemeyeceğine, alt liglerin koşullarına bir bakın bakalım.
Güya zemini için tercih edilen Ali Sami Yen’in zeminine UEFA’dan maç öncesi gelen itiraz, aslında sizin bahanenizi tekzip etmiyor mu?
Sahi, bu vatan için kolunu bacağını bırakan, yanıbaşlarında arkadaşları şehit düşen ve son Dünya Kupası’nda 3. olan Ampute Milli Takımımız için ne kadar prim düşünüyorsunuz? Sadece ben değil, Türk halkı merak ediyor da!