‘’Volkan olmasaydı‘’
Ligin en keyifli ve neşeli oynayan takımı Gaziantepspor, fanteziye kaçmadan fiyaka arayışında... Fenerbahçe geçen haftaki kan kaybının telafisi ve tedavisi peşindeydi.
Kadıköy’de hava buz gibi ve gergindi.
Defansın soğukkanlı adamı Edu’nun boşluğu kapatılabilir belki de, Gökhan Gönül’ün yarattığı enerji krizini kapatmak gerçekten çok zor. Uğur ve Deivid de berbat günlerinde olunca, oyun hem savruklaştı hem de güdükleşti. Aragones tribünlerin sabrını test ediyordu sanki...
Şurası çok net. Fenerbahçe kendi sahasında artık sadece kendine baskı kurabilen bir ekip, taraftarları da takımdan farklı değil.
Futbolcular tek tek ve darmadağınık oynuyor, birkaç adam dışında ne saldıran var, ne de aldıran! Tribünler de maçtan tamamen soyutlanmış her biri ayrı telden, ayrı makamdan kendi maçını oynuyor. Ne takım şampiyonluğa oynuyormuş havasında, ne de tribünlerden yansıyan inanç kırıntısı var.
Sahada futbol adına bütün doğruları ısrarla uygulamaya çalışan Nurullah Sağlam’ın ekibiydi. Sürekli arkadaşlarının hatalarını ve dalgınlıklarını o ana kadar büyük bir başarıyla savuşturan Volkan’ın, Tabata’nın muhteşem asistinden yediği golde yapabileceği hiçbir şey yoktu. Josico, kuyruklu yıldız gibi bir göründü bir kayboldu, Fenerbahçe golü bulduğunda 10 kişiydi. Alex’in gelen ortaya bekletmeden yapıştırdığı müthiş vole ve kapalı köşeye nişanladığı füze geceye damgasını vuran görüntüydü.
Volkan’ın dışında Fenerbahçe’yi ayakta tutmaya çalışan isimler ise Emre ile Selçuk’tu. Ve son olarak; büyük takım ne böyle futbol oynar, ne de rakibinin böyle oynamasına izin verir.
‘’O kadeh‘’
Herkes Fenerbahçe’nin mâkus tarihinin akışını ve güzergâhını değiştiren şeyin, ‘1 oy fark’ olduğundan dem vurur. Bu işin sadece matematik, yani sığ kısmıdır. Oysa bunun ciddi bir derinliği, güzel-çirkin-incitici boyutları var.
Değişimin ve dönüşümün ilk nirengi noktası, Vefa Küçük gibi Fenerbahçe hizmetkârı bir beyefendinin başına, oldu bitti ile kondurulan o rakı kadehidir. İkinci önemli nokta da, Sayın Küçük’ün tüzük garabetinin ortaya çıkardığı tablo karşısında, feragat ederek takındığı saygın tutumdur.
Sayın Küçük’ün Fenerbahçe Konukevi haline getirilen eski kulüp binasının açılışında kurdele kesmesi, anlayış farkı açısından küçümsenecek, geçiştirilecek basit bir detay değildir. Hem de 1 oy farkla kaybettiği bir başkanın davetiyle.
Bunları şundan yazıyorum. Geçmişini unutan toplum ile hafızasını yitiren insan arasında hiçbir fark yoktur. Biri murdar ederken, biri onore ediyor.
Geçmişteki anlayışların devredışı bıraktığı Fenerbahçe Yüksek Divan Kurulu’nun yeniden saygınlık kazanması, kongrelerin seviyeli bir ortamda kavgasız-küfürsüz geçmesi az buz kazanımlar değil. Son Divan Kurulu’ndaki katılım oranının yüksekliği, Yönetim Kurulu’nun da yedekler dahil 22 kişi eksiksiz yer alması, anlayış farkının farkıdır.
Çünkü grup ağaları ile onların devşirip, dayattıkları yöneticiler, kulübün senatosunu hiçbir zaman önemsemediler. Kendilerini sadece oligarşiye ve onların çıkarlarına karşı sorumlu hissettiler.
Ancak son kuruldaki yuhlar, ıslıklar ve sataşmalar hiç olmadı. Hakaret ve küfür olmadığı sürece, kürsü dokunulmazlığı kutsaldır. İsteyen herkes çıkar, eleştirisini, itirazını özgürce dile getirir. Söz hakkı doğan kişi, yine medeni ölçüler içinde çıkar ve yanıtını verir. Durumdan vazife çıkarma işgüzarlığı yakışıksızdı.
Anlaşılan o ki; Fenerbahçe Camiası, Mayıs’taki kongreye kadar seçimle yatıp seçimle kalkacak. Yönetim ne kadar uzak durmaya çalışsa da, muhalefet gündemi ısıtacak, medya konuyu kaşıyacak.
Ne kadar çok aday çıkarsa o kadar iyi. Ancak kuru hamâsetle, karalamayla, kiralamayla, pazarlıkla, nazarlıkla, parayla, siyasetle, el altı-bel altı yöntemlerle yönetime gelme devri geçti. Yönetime talip olanlar proje üretmeye ve proje yarıştırmaya ve bunları da iyi anlatmaya mecbur kere mecbur.
Aksi tutum, genel kurul üyelerinin, taraftarların hafızalarını, vicdanlarını, sevgilerini küçümsemek hatta aşağılamaktır. Kimseye rakı şişesindeki ‘alık’ muamelesi yapmayın!
‘’Aynı nakarat‘’
Fenerbahçe’nin giderek kronikleşen tehlikeli bir hastalığı var. Ne yaparsa yapsın, oyunun bir türlü rakibine kabul ettirememekte. Sezon başından beri hem kendi evinde hem de deplasmanda kendini tekrarlayan, sıkıntılı bir garabet.
Eskişehirspor karşısındaki farklı skorla avunanlara karşı, ilk 25 dakikada verilen 3 gol pozisyonuna dikkat çekmiştim. Nitekim Trabzonspor maçında lastik patladı ama az hasarla atladıldı.
Alex’siz, Güiza’sız, Deivid’siz, hatta tribünsüz bile olur. Olur da, mücadelesiz, yardımlaşmasız, hamlesiz ve ciddiyetsiz olmaz. Ciddiye almayanlar, ciddiye alınmayacak hallere düşerler.
Fenerbahçe defansı, savunma yerine “savurma” yapmaya devam ediyor. Ama bunu bile beceremiyor. Rakibe kaç asist yaptıklarını oturup izlesinler. Orta saha elemanları da dirençsizlikleri, zorlama pasları ve durağanlıklarıyla kaç rakip atak başlattıklarını iyi analiz etsinler. Pas verecekleri arkadaşlarını önceden açıkça ihbar ediyorlar sanki. Rakip futbolcular hiç kıpırdamadan alan paylaşsalar, Sarı-Lacivertliler’in iç bayıltan durağanlıkları yine de değişmez. Lugano’nun forma esnekliğinin sınanması, Abitoğlu açısından bilinç sınavı mıdır, yoksa bilinç pilavı mı! Vatandaş Vederson ile vatandaş Kazım, Kadıköy’de “turist” takılmaktan vazgeçecek gibi görünmüyorlar.
İzleyenlere geviş getirten karşılaşmada, mücadele ve hırs, Gökhan Gönül ile Lugano’ya oyun zekasıyla formanın bekası da Semih Şentürk ile Deivid’e havale edilmişti. Bu gidiş, hayra alamet değil.
‘’Fırsatı ıskalamak‘’
Tam 14 maçtır yenilgiyi unutan Fenerbahçe, zirve açısından çok kritik bir maçta, 10 yıldır evinde yenilmediği rakibini ağırlıyordu. Sarı-Lacivertliler mutlak galibiyet, Bordo-Mavililer en azından yenilmeme mantığıyla çıkmıştı. İlk yarıdaki görüntü buydu...
Daha birinci dakika dolarken, iki kalede saniyelik farklarla yaşanan karşılıklı iki net gol pozisyonu, ortalığı hareketlendirir gibi oldu.
Trabzonspor gol umudunu Fenerbahçe defansının anlık dalgınlığına ya da savunmadan rastgele fırlatılan karambol toplarına, rakibi durdurmayı da ‘taktik faullere’ endekslemişti. Buna rağmen net pozisyonları yakalayan ve harcayan misafir takımdı.
Ligin en katı hakemi Bünyamin Gezer de, sanki kart göstermemeye yemin etmiş gibi, hiç olmadığı kadar toleranslıydı. Taa ki 63. dakikaya kadar. Fenerbahçe’nin savunması ve orta sahası ilk yarıda hiç olmadığı kadar dikkatli ve yardımlaşmacıydı. Tabii sadece ilk yarıda.. Sarı-Lacivertliler’in oyunu çözecek etkili silahları, en olmaz anlarda ‘tutukluk’ yaptı. Eee, buna bir de ‘Issız adam’ Güiza’nın, sonunda kendini de terk etmesi eklenince..
Sarı-Lacivertli futbolcuların sonuçtan uzak çabaları, hiçbir yere varmayan merdivenden farksızdı. Bu, kendilerine olan özgüvenlerini silkelerken, rakiplerinde cesaret aşısı gibi geldi.
Nitekim ikinci yarıda oyunun kontrolü de kontörü de Trabzonspor’a bırakıldı. Başlangıçtaki mantık tersine dönünce, sondan başlaması gereken değişiklikler de çaresizliğe çare olmadı. İki teknik direktöre de sabır ödülü verilmeli; birine Güiza diğerine de Yattara için.
‘’Dip dalga!‘’
İkinci yarının başlamasıyla birlikte, kendi evinde üst üste iki kritik karşılaşmaya çıkacak Fenerbahçe... İddialı, enerjik ancak dağınık bir Trabzonspor ile takım oyununu en iyi kotaran, elinde de çok önemli silahlar barındıran son yılların en iyi Gaziantepspor’u...
Sarı-Lacivertli takımın bu karşılaşmalardaki performansı, oyunu ve alacağı sonuçlar, genel gidişat açısından da önemli bir gösterge olacak.
Turnusol etkisi niteliğindeki iki zorlu tümsek ya bir çok kuşkuyu yeniden hortlatacak ya da bir çok kuşku ortadan kalkacak. Yolunda gitmeyenler, yolunda gidenler, raydan çıkanlar hepsi ortaya çıkacak.
Çünkü bu yarıda ne zirveye koşanların ne de tutunmaya çalışan takımların ‘lay lay lom’ lüksü var. Çünkü artık kayıpların telafisi yok. Her maçın giderek daha zorlu ve kıran kırana geçeceği de aşikâr. Şampiyonu derbilerden çok orta ve alt sıradaki takımlarla yapılan maçlar belirleyecek. Yani Devler Ligi’ne doğrudan katılma vizesini ‘dip dalga’ verecek.
Rakibin hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan iklim koşulları, zemin tehdidi ve sakatlanma korkusu teknik ayakları safdışı bırakmaya, etkisiz kılmaya yeter de artar bile.
Saha içindeki ve dışındaki, futbol içindeki ve futbol dışındaki tansiyonun futbolcuları maçlardan daha fazla zorlayacağı da kesin.
Bu durumda asıl önemli ve geçerli silahın, mücadele, yardımlaşma, hırs ve efektif oyun. Ama ille de, varsa da yoksa da mücadele... Soğukkanlı, sakin ve şuuru asla elden bırakmayacak bir şekilde...
Çünkü kırılganlık, edilgenlik, duygusallık, yılgınlıkla, bıkkınlıkla, kırgınlıkla, kızgınlıkla, yakınmayla baş edilebilecek zorluklar değil bunlar. Reçete herkesin bildiği şu maddelerde gizli:
Fırsat kaçırılmadan, Maldonado’nun yerine mücadeleci, enerjik ve ‘kullanışlı’ bir önlibero transfer edilirse;
Fenerbahçeli futbolcular, yeteneklerini, güçlerini ve başardıklarını yeniden hatırlar, fanteziye ve kahramanlığa soyunmazlarsa;
Takımın gol ayağı Güiza’nın isyankâr yalnızlığına, Kazım’ın inatçı ve inkârcı şımarıklığına çare bulunabilirse;
Yıkılan orta saha saltanatı yeniden tesis edilir, kanatlar eskisi gibi işlemeye başlanırsa;
Roberto Carlos’un gelişinden bu yana ‘ustalara saygı’ duruşuyla, frikik gollerini unutturan Alex, yeniden bu meziyetini kuşanırsa;
Futbolcular kaybettiklerinden ders çıkarmayı başarabilmişse;
Yönetim, hiç başa çıkamadığı kriz yönetimini bu kez gerçekleştirebilirse;
Deplasman ile depresyon kavramları eşitlenmez, futbolun içerde/dışarda hobi/fobi meselesi değil, meslekleri olduğunu unutmazlarsa;
Yıllardır futbolcuları maç seçmekle itham ve infaz eden taraftar, asıl kendisi maç seçme hastalığından vazgeçip tribündeki yerini alırsa...
‘’İyi mi, güzel mi?‘’
Aragones, Eskişehir maçı sonrasında ‘ders’ niteliğinde çok ciddi bir açıklama yaptı. Oyun içindeki şımarıklığa öfkelenip, “Şov gereksizdi, bu yüzden pozisyonları harcadık” dedi.
‘İyi futbol’ ile ‘güzel futbol’ kavramları arasındaki ince ama derin farkın altını kalın çizgilerle çizdi. Basit ve efektif oynamanın yani futbolun yalın gerçeğinin önemine vurgu yaptı. Kendi takımına kamuoyu önünde ayar verme çabasıydı bu. Biraz da genetik bir hastalık karşısında çaresizliğin itirafı.
Çünkü bizim futbolcularımıza, taraftarlarımıza ve medyamıza bu gerçeği kabul ettirmek, kendi köyünde peygamberliğini kabul ettirmek kadar zor.
Futbol bir görsel şovdur kabul ama öncelikle basit ve ciddi bir oyundur. Halı sahada mahalle maçı oynamıyorsunuz. Milyon milyon Dolarlar’ın kazanıldığı, milyar Dolarlar’a ulaşan romantizm endüstrisinden söz ediyoruz.
Fenerbahçe, ilk yarıda akıllara ziyan puanlar kaybetti, bütün kredisini tüketti. Ligin zirvesindeki tablonun asıl nedeni, diğer takımların değil, Fenerbahçe’nin hesaplanamayan kötü gidişinden kaynaklandı. Yoksa geçen sezonun yarısı kadar oynayan bir Fenerbahçe bile, 10 puan farkla lider olurdu.
Fenerbahçe, sezon sonunda zirvede olmak istiyorsa, her maça derbi veya final motivasyonuyla/konsantrasyonuyla çıkmak zorunda. Zordur kabul, ama lâmı da cimi de yok. İç saha ya da deplasman gözetmeksizin, kırılgan ve edilgen halleri terk edip, kora kor etkin mücadele anlayışını en üst düzeye taşımaktan başka şansı yok Sarı-Lacivertli futbolcuların. Pas kekemeliğini ya da gevezeliğini terk edip, sonuca gidecek en kestirme yolları üretmeye mecburlar.
İkinci yarıda saha ve hava şartları zaten dünden belli. Şampiyonluk ve ligde kalma yarışı da iyice kızışacağına göre.. En küçük ciddiyetsizliğin, rahatlığın, pas veya şut tercihinin, hamle eksikliğinin, dalgınlığın, mücadele kaçkınlığının bedeli çok ağır olabilir.
Gülmek ile sırıtmak, ciddiyet ile somurtmak, samimiyet ile laubalilik, gurur ile kibir, sevinmek ile şımarmak, tribüne oynamak ile forma için oynamak arasındaki fark kadar barizdir iyi futbol ile güzel futbol arasındaki nüans.
Aragones’in farklı kazanılan ve formalite sayılabilecek bir maçtan sonra ağzından dökülen bu cümleler, Samandıra’nın ‘değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasa maddeleri’ haline getirilmeli.
Çünkü Fenerbahçe’nin ‘her şeye rağmen’ kendi eliyle ikram ettiği iki şampiyonluğun analizi de bu sözlerin içinde saklı.
‘’Asıl güzellik‘’
Kombinelilerin bile çoğu ‘çeyrek yüzyıl’ hasretini hiçe sayıp, maça tenezzül buyurmamış. Medya doldur-boşaltlarıyla ‘yuhlar alemi’nde gezinen infazcılar için de hiç cazibesi olmayan bir karşılaşma ne de olsa...
Buz soğuğunda, sımsıcak soluklar; tribündeki çocuk bolluğu... Kulübün geleceğini garanti altına almak için yırtınan, sırf bu nedenle de yıpratılan Fenerbahçe Kulübü bebeleriyle, minicik çocuklarıyla, eşleriyle, sevgilileriyle gelenlere teşekkür mesajı yayınlamalı...
Çünkü tribünde büyüyen/büyütülen bu çocuklardır ve yanlarındaki annelerdir kulübün asıl geleceği... Her türlü politikanın, ince hesabın tamamen dışında, üstlerindeki lisanslı ürünlerle, katıksız sevgi ve coşkularıyla...
Ne diyordu A.Kadir ‘Çiçekleri Umudumuzun’ adlı şiirinde: Çok olun, çocuklar, çok olun/Yüzlerce olun, binlerce olun, onbinlerce.../ Daha çok olun, daha çok olun/ Yapraklar kadar, balıklar kadar çok olun!
Çocukların tribünlerdeki varlığını tehdit eden şiddet ve korku rantiyelerine inat, onları olabildiğince çoğaltmak ve güvenliğini sağlamak için en cazip koşulları hazırlamak zorundadır, yönetim...
Fenerbahçe istediğini aldı ama özellikle ilk 25 dakika kış uykusu mahmurluğundaydı. Baskı ve gerilimden bu kadar uzak maçta bile, kırılgan ve kopuk yapı ile rakibe pozisyon verme hastalığı sırıttı. Sonuç iyi, sorunlar bâki!
Fenerbahçe, Devler Ligi’ne doğrudan katılma ve en az 10 milyon Euro kazanma hakkına zar atmak istemiyorsa, mücadele, yardımlaşma, hırs, ciddiyet ve oyun zekâsını, en az ‘iki vites yukarı’ çekmeye mecbur.
Trabzonspor maçından başlayarak, en küçük rehavet bile, rekabeti en beklenmedik zamanda yerle bir edebilir çünkü...
‘’Hortumlama rekabeti‘’
Tarih: 16 Kasım 2008, Fanatik Gazetesi yazarı Oğuz Dizer’in Özhan Canaydın röportajı. Bir kez daha hem öğrenelim, hem masum mini sorular soralım.
1- “Büyük bir vergi anlaşması yaparak, birikmiş vergi ve cezalar nedeniyle 30 milyon Dolara yaklaşan borcumuz, uzlaşma sonucu 5 trilyon 400 milyona indirilip, tamamı ödenmiştir.” (25 milyon Dolar ve uzlaşma)
2- “Florya arazisinin trilyona varan kira borçları, açtığımız hukuksal mücadele sonunda, tek rakamlı milyarlara indirilmiştir.” (E süper, Florya arazisinin kaçta kaçı işgal?)
3- “Riva’daki bin 200 dönüm arazi, insan boyundaki makilerle tamamen kaplanıp, orman arazisi statüsüne girmek üzereyken, 2 ay boyunca gece 24’ten sonra insanüstü gayretlerimizle kurtarılmıştır.” (Zifiri karanlıkta yapılan yeşil katliamı bu kadar süslü anlatılabilirdi.)
4- “Florya’yı en iyi şekilde değerlendirebilmemiz için Büyükçekmece Belediyesi tarafından 94 dönümlük arazi kulübümüze verilmiştir. İstimlâk çalışmaları bittiğinde tarafımıza devredilecek arazinin boyutu 231 dönüm olacaktır.” (Milletin 137 dönümlük arazisi de belediye kasasından para ödenerek istimlâk edilecek.)
5- “Aslantepe evladım gibidir. Galatasaray’ın 100 yıldaki en büyük yatırımıdır. Çok iyi mukaveleler yapıldı. Ali Sami Yen’deki tüm haklarımız fazlasıyla mevcuttur. 32 dönüm karşılığında 120 dönüm araziye kullanma hakkı verilmiştir.” (10 numara işbitiricilik! Sahi bu yatırım TOKİ’nin değil miydi?)
6- Ali Sami Yen Stadı’nın ödenmemiş kira borçları, faiziyle birlikte ne kadardı? Silinen borcun miktarı nedir Sayın Canaydın? (Ayrıca yeni stada kira ödenmeyeceğini de belirtelim.)
7- Peki herkesin cevabını çok iyi bildiği şu soruyu da soralım: Telekom sponsorluğu siyasi midir, ticari midir?
8- Olimpiyat Stadı’na Büyükşehir Belediyesi ve devlet tarafından Galatasaray için harcanan ve boşa giden paranın toplamı ne kadardır? (Merak işte!)
9- Haluk Bey’in evine geceyarısı ısmarlama şaraplı gaza ziyaretlerinin içeriğini, üçüz ve centilmen pankartların gazabı konusundaki tavrınızı da bilsek, öğrensek.
10- Vatan Gazetesi’nde 2 gün önce çıkan ve davulcu yellenmesi gibi arada kaynatılan bir haberi de ekleyelim: “Maliye, kulüplerin vergi borçlarını 10 yılda 120 eşit taksitte ödemesinin yolunu açtı. Bir vatandaşın ya da şirketin yüzde 30 faiz ödemek zorunda olduğu vergi borçları için kulüplere yıllık yüzde 4 gibi çok düşük faiz uygulanacak. Kulüplerin, vergi borcunun yüzde 70’i Galatasaray’a ait. Fenerbahçe, Beşiktaş ve Ankaraspor’un borcu bulunmuyor.”
Kapanışı Sayın Canaydın’ın aynı röportajından yapalım: “Galatasaray’ın örf, adet ve gelenekleri içinde görevini yapmış bir başkanı olmaktan onur duyuyorum.”
Ben de bu adil ve eşit(!) rekabet anlayışıyla, medyadaki şakşakçılarıyla ve yardakçılarıyla accaayip gurur duyuyorum!