Arama

Popüler aramalar

‘’Langadank‘’

Bu, değil Fenerbahçe, ‘çakma’ bile olamaz. Orta sahasız, hamlesiz, mücadelesiz, olduğu yerde patinaj çeken ve sadece bekleşen, şuursuz, karma bir takım.. İkinci topların hiçbirinde yoksun. El birliğiyle yazılan bir kahır mektubu...
Sanki karşındaki Gençlerbirliği değil de, Manchester United. Tek kale mahkum oynuyorsun. Ankara ekibi ikram edilen gol pozisyonlarının yarısında bile sonuca gidebilse, geçen haftanın tam tersi bir skor yansırdı tabelaya... Volkan ve Lugano dışında kimse yoktu ortalıklarda... Kelimenin tam anlamıyla, utandıran bir zavallılık.
Hani öyle böyle değil, ardına gizlenilebilecek bir tek mazeret kırıntısı bile yok. Her şey apaçık, çırılçıplak ortada..
Karikatürist Metin Üstündağ’ın ‘Langadank’ adını verdiği laforizmalarından biri var “Suni gübre, piç ürün” şeklinde... ‘Suni çim’ desen, Gençlerbirliği’nin iç ve dış saha istatistikleri onların da bu durumdan ne kadar rahatsız olduğunu ortaya koyuyor. Aynı koşullar onlar için de fazlasıyla geçerli...
Skor kesinlikle sürpriz değil. Bu sezonun klasiği bu; bir hafta düğün, bir hafta cenaze... Kazandığı maçlarda bile darmadağınık bir görüntü çizen Fenerbahçe...
Bu takım Sarı Kanaryalar değil, olsa olsa kanarya taklidi yapan 11 kişilik bir topluluk. Aragones futbolcu değiştirirken, “keşke 8-9 kişilik kalıcı değişiklik yapabilse, ama kendini de değiştirse” diye geçti içimden, ister istemez...
Lafı uzatmanın anlamı yok; çünkü bu kadar cümle ve kelime bile zayiat ve israf sayılır.

22 Şubat 2009, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ayağa kalkmayan...‘’

Devamını futbolla uzaktan yakından alakası olan insan bilir, yazmaya hacet yok. “Zıpla, zıpla, zıplamayan...” diye bir versiyonu da var.
Takımına olan sevgisini başka takım nefreti üzerinden tanımlayan, kendi kulübünü aşağıladığından bile bihaber patolojik tezahürat türü... Takımının galibiyetine değil, rakiplerin mağlubiyetine sevinen garabet yaklaşım... Kendi zaferlerinden daha çok, rakiplerinin hezimetinden beslenen hastalıklı zihniyet... Statta ya da ekranda duymaktan en çok tiksindiğim, ama en çok duyduğum zavallı slogan...
Bizimkisi başkalarının kotardığı senaryoda başrole soyunanların değil, kendi senaryosunda figüran olmayı tercih edenlerin anlayabileceği bir itiraz ancak... Bilinç sıçraması ile pirinç lapasını birbirine karıştıracak IQ kategorisi, kendini boşuna zorlamasın... Takım kendi maçlarını oynasın, onlar da kendi maçlarını...
Gelelim son iki yazıya... ‘Başkan’ın adamı’ olmuşuz yine, hatta ‘düğmelere’ basılmış... En hafif tabiriyle ‘satılık, kiralık’ diyor birileri. Hayatım ve meslek kariyerim boyunca ne karşılığı ‘kullanıldım’, ne ‘son kullanma tarihi geçmiş’ bir adam oldum, ne de birilerinin adamı... Ne de çoğunluk yalakalığı yaparım. Bu defoları yaşam standardına çevirenler ile onların müridlerinin, savunduklarımıza karşı yaratıcı bir yorum getirmesini beklemek zaten haksızlık olurdu...
Başkalarının adamı olmaktansa, başkanın adamı sıfatını bin kez tercih ederim, orası ayrı...
Devrimcinin bizzat kendisine karşı bile bu devrimi çatır çatır, çıplak cümlelerle, acımasızca savundum ve savunurum... Seviye, dürüstlük, erdem, kulüp ve futbol sevgisi gibi kavramları, taraftarlığı meslek haline getirenlerden öğrenecek değilim... Bu devrimin gönüllü militanıyım...
Futbolun, futbol dışındaki unsurlardan (mafya, siyaset, icazet, cemaat, cemiyet, derin devlet, kara para, tribün terörü ve tribün rantı, manüplasyon, medyadaki yavşak-gevşek ilişkiler, cinayet, satır, pala, şiddet) arındırılması, güven ve adalet duygusunun çok katı şekilde tesis edilmesi, her futbolseverin insana yakışan koşullarda maç izleme hakkının da militanıyım...
Fenerbahçe takımının görüntüsünün taraftarın ve camianın özverisiyle, kulübün mali yapısıyla, hatta kendi yetenekleriyle bile çelişki uçurumu oluşturduğu su götürmez bir gerçek... Sizler kadar biz de bunu söylüyoruz zaten... Lafı hiç dolandırmadan, kulübün kendi televizyonunda dahil...
Güya sövüp saydığınız kalemşörler, oltayla yemi uzatıyor, sürülerce atlıyorsunuz... Bu gidişle yem de siz olursunuz, av da! Kendini avcı zannedenler, avlandıklarında anlarlar...
Tıpkı küçümsedikleri kazancın büyüklüğünü, ancak kaybettiklerinde anlayabildikleri gibi!

20 Şubat 2009, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Darağacında olsak bile...‘’

“Hep yalnız yürüyeceksin’ diye yazdık ya, bazıları ciddi ciddi gücenmiş. Alınması gerekenler değil de alınmaması gerekenler gücenmiş hem de.

Kurnaz kalemler tribünlere oynar. Hep onların egolarını okşar, kalabalıkların köçekliğini yapar. Çünkü yönetimler gelir ve geçer. Çoğunluğa oynamak ikbal ve istikbal garantisidir. Bu hesabı çok iyi yaparlar. Bakın, ‘kurnaz’ diyorum, zeki ya da akıllı değil. Çünkü kurnazlık aklın yozlaşması, zekânın da kötüye kullanılmasıdır.

Taraftar medeni ölçülerde her türlü protestoyu yapar, yapacaktır ve yapmalıdır. En doğal hakkıdır. Ancak bu, yakarak, yıkarak, yok ederek, kendini ve kulübünü rakipler nezdinde gülünç, utanç verici ve aşağılayıcı durumlara düşürerek olmaz.
Takımın mağlupken, “üç, üç, üç’ diye tempo tutarak da olmaz. ‘Bizi Yıldıvamazsın’ gibi düşük profilli pankart açarak da olmaz. Fenerbahçe’nin taban tabana zıt taraftar profilleri var. Sokaktakilere ve il dışındakilere ‘seyirci’ diye alaycı şekilde dudak büken, tepeden bakan tribün gruplarının da söylemleri ile eylemleri arasında ağır çelişkiler var.
‘Tek tip’ taraftarlık modeli dayatıldığını iddia edenler, asıl tribünlerde tek tip taraftarlığı dayatanlardır. Bunlar yönetimlerden ve futbolculardan diyet, diğer taraftarlardan da koşulsuz ‘biat’ isterler. ‘Derin Fenerbahçe’ olarak, kendilerini kulübün sahibi zannederler. Tahammül sınırını zorlayan bir tahakküm isteği.

Birbirine taban tabana zıt zihniyetli iki farklı tribün oluşumu, Aziz Yıldırım nefreti ve Tahir Abi sevgisini harmanlayıp yönetime karşı ittifak cephesi açtılar sezon başından bu yana... Düne kadar yönetimi bir tribün grubunu desteklediği ve onlara rant sağladığı için topa tutanlar, şimdi onlarla kolkola yönetime karşı savaş halinde...
Bugün tribünlerde yaşanan, azınlık diktasıdır. Kulübün taraftar sayısı dikkate alındığında azınlığın azınlığı bile olamazlar.
Literatüre geçen “Sandıkta görüşürüz Mesut Bey!” pankartını açanlarla, niçin açıldığı bilinen “Adam gibi adam R.Tayyip Erdoğan” ve “Kadıköy’e Fenerbahçeli Başkan” pankartını tutanlar aynı saftadır artık.

Takım galip ya da şampiyon olduğunda ‘bizim sayemizde’ diye böbürlenip, tam tersi olduğunda kendisine en küçük pay çıkarmadan infaz mangasına dönüşen çarpık mantık. ‘Ruh’ ile var edileni, ‘yuh’ ile yok etmeye çalışan vandal anlayış.
“Hep yalnız yürüyeceksin” derken aslında çok iyimser yaklaşmıştım. Doğrusu “Hep camiana, taraftarına ve kendine rağmen yürüyeceksin!” olmalıydı. Yalnızlık daha kolay ve gururlu bir yol.
Mustafa Kemal, özenle gizlenen Bursa Nutku’nda ne demişti; “Aslolan iç cephedir!”

17 Şubat 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hep yalnız yürüyeceksin!‘’

Palavralara, üst perdeden atmalara aldanmayacaksın. Bu ülkede taraftar dediğin, ezici çoğunlukla başarıyı ve kazanmayı sever. Tribünlerden gelen şarkılara, nağmelere inanmayacaksın.
O kadar işte... Zor günde, şartlardan ve durumdan bağımsız olarak kulübünü sevenler sadece bu maçta tribünlerde olanların sayısı kadar.
Toplasan bir avuç ama bu kadarı yeter de artar. Diğerleri zaten başka tribünlerden daha gaddar ve acımasız; safdışı bırakılması gereken asıl rakibin. 100 yılı aştı yapayalnız yolculuğun ve kimbilir daha kaç asır hep yalnız yürüyeceksin. İşte ‘Sevgililer Günü’ özeti.
Kaptan’ın sihir defteri ‘hat trick’ yazmış, Semih ve Lugano, Güiza’ya manifesto koymuş, Deivid iğne deliğinden güdümlü füze geçirmiş, takım ilk kez neşeli ve coşkulu oynamış. Onların umurunda mı? Onlar sen yenil de tempo tutsunlar diye bekleşiyorlar. Tuttuklarını öne sürdükleri takımı ve bütünüyle taraftarlığı aşağılamaktan haz alıyorlar sadece. İnfazlarla, linçlerle beslenip büyüyorlar. Acıyı utanca dönüştüren ve gülünçleştiren zavallılar.
Bu takımın en ciddi sorunu ağır tahribat almış özgüveni ve bilinç kaybıydı sezon başından beri. İlk kez kendilerini hatırlayıp, geçen yıldan ‘nostaljik’ esintiler sergilediler. Ve maç 4 dakikada koptu.
Yoksa ‘mayıncı’ nöbetçileri vardı ‘kara gün bekçileri’nin illa ki! Gereğini yapmak için bekliyorlardı gene.. Zemin uyur, balçık uyur, Kadıköy uyur onlar uyumaz. Fazla lafa gerek yok; “üç üç üç” sesleri yoktu dün Kadıköy’de, çünkü golleri atan Fenerbahçe’ydi!

15 Şubat 2009, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Ne demişiz ne diyoruz?‘’

Fenerbahçe ile ilgili bütün söylediğim, savunduğum ve mücadelesini verdiğim zihinsel ve yapısal devrim, şu değişmez ve esnemez mantığa dayanıyor:

1- Bu kulüp kişilerin cebine bağımlılıktan çıkarılıp kendi ayakları üzerinde durmaya mecbur. Bunun 5 yıldır geçerli olduğu bilinsin. Ancak asla yeterli olmadığına da vurgu yapılsın.

2- Kulüp kaynaklarının rant ittifaklarınca yağmalanmaması için her türlü radikal yapılanmanın tamamlanmak, sonra da iki kat zırhla sarmalanmak zorunluluğunu kimse unutmasın.

3- Bu kulübün en güçlü, en tehlikeli, en acımasız ve en büyük rakibi yine kendisidir. Önce kendini yenmek gerçeği asla ıskalanmasın.

4- Fenerbahçe kendini yenemedikçe kimseyi yenemez, kendine yenilmedikçe kimseye yenilmez. Bazen zafer zannettiğinizin görkemli bir yıkım, yıkım zannettiğiniz de sessiz bir zaferin başlangıcı olabilir.

5- Yönetimler, kendi hatalarını da, hoca ve kadro eksikliklerini de, hatta hepsinden önemlisi kendi tribünlerini de yenebilecek bir takım kurmaya mecbur olduğunu bilsin.

6- Fenerbahçe kendi ayaklarına dolanmadıkça tökezlemez, tökezletilemez. Olmuş ve olabilecek bütün başarısızlıkların nedenini, hiçbir mazeretin ardına sığınmadan sadece kendi içinde arasın. Böylelikle kronik hastalıklarından arınsın.

7- Yıllarca bu kulübün geleceğini çalan grupçuluk ve grup ağaları düzeni ile onların ezberlenmiş taktiklerinin hortlamasına asla geçit verilmesin.

8- Başkaları açısından komik, ama Fenerbahçeliler açısından olabildiğince dramatik ve utanç verici bel altı kongre kavgaları, küfürleşmeleri, düzeysiz diyaloglar silinip gitsin ve bir daha asla tekrarlanmasın.

9- Hiçbir iktidar ve siyaset bu kulübü teslim alamasın, kulüp hiçbir siyasetin ve iktidarın yörüngesine girmesin! Tarikatların, cemaatlerin, çetecilerin ve mafyozların cirit attığı bir zemin olmasın.

10- Tribünlerde kendilerini herkesin ve her şeyin üstünde gören, yeniçeri mantıklı rant mangaları hiçbir zaman hakim olmasın. Taraftar kazanmayı ve başarıyı değil, öncelikle kulübünü ve futbolu sevsin. Helâl üzüntülerin, haram sevinçlerden kutsal olduğu unutulmasın.

11- Fenerbahçe politikası güden dernekler yerine, tek politikası Fenerbahçe olan dernekler olsun.

12- Hiçbir rakibine karşı, hiçbir kurum, kuruluş ve kişi ile ittifak masalarına, utanç sofralarına oturmasın.

13- Bu kulübün varoluş nedeni ve tarihi olan mücadele, mübadele ve müdahale ile yer değiştirmesin.

14- Futbolculara ve tribünlere dayalı eski ‘sabotajcı’ zihniyetin kırıntısına bile izin verilmesin.

15- Rahatsız olanlar, yorum yapmadan önce Fenerbahçe kelimesinin yerine sempatizanı olduğu takımın ismini koyup bir daha yeniden okusun!

13 Şubat 2009, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hariçten gazel‘’

Yazık, hem de çok yazık. Fenerbahçeliler’in tamamı, sınırları da, sinirleri de allak bullak eden, kabir azabına benzer bir süreçten geçiyor. Hem de hiç olmaması, hiç yaşanmaması gereken bir dönemde...
Öylesine vahim bir görüntü var ki ortada; sabotaj olsa bu kadar bariz ve fütursuz olamaz. Mesele içeride, dışarıda ya da farklı yenilmek değil, mesele kötü oynamak da değil, mesele yarıştan kopmak da değil. İtirazımız kavganın haricine düşmeye, ya da bilerek oralara konuşlanmaya...
İnsanların kanına dokunan, canını acıtan, öfkeyi tetikleyen takımın sahadaki çaresizliği, korkaklığı ve aciz çırpınışlarıdır. Formadan, hedeften, birbirlerinden ve futbolun temel öğretilerinden kutup kadar uzak zihin ve dağınıklığıdır.
Bu zenginliği üreten sabır ve özveri rezervlerini hortumlayan da, yeniden iç savaş senaryoları üreten de işte bu utanç tablosudur. Fenerbahçe’deki zihniyet devriminin tasfiye ettiği gerici zihniyeti hortlatıp, elverişli koşulları hazırlayanlar da bu görüntüdür. Kabul edilebilir bir şey mi?
Kimse masal da maval da anlatmasın! Milyon milyon Eurolar alan futbolcuların, sahada en temel futbol gerçeklerini bile yerine getirememesinin hiçbir mantıklı gerekçesi olamaz; ne hoca değişikliği, ne alacak-verecek, ne küskünlük, ne kızgınlık, ne gelenler, ne gidenler.
Bu çözüm üretememe sancısı, zehir gibi kavuruyor bütün Fenerbahçeliler’in içini... Yönetiminden, taraftarına herkes çok kötü bir sınav veriyor bu sene...
Diyelim hocayı günah keçisi yapıp gönderdin. Peki Aragones’i haklamak, futbolcuları aklamak anlamına gelmez mi? Bir futbolcu kötü oynayabilir ama kötü koşamaz, kötü mücadele edemez, kötü yardımlaşamaz, kötü dayanışamaz. Hiçbir oyuncunun böyle bir mazereti ya da özrü olamaz.
Bu takımın omurgası sakat. Çağdaş futbolun gereği olarak oluşturulan ‘ezici orta saha üstünlüğü’, bir yılda ‘orta saha zavallılığı’na gerile(til)di. Üstelik Fenerbahçe bu tercihi, zorluktan ya da zorunluluktan değil, özgür iradesiyle yaptı. Yokluğun yapamadığını, bolluk yaptırdı.
Durum ironik, dramatik ve hatta travmatik. Kulüp kimsenin cebine bağlı olmadan kendi olanakları ile ayakta dururken, takım ayakta duramaz hale dönüştü. Bu olanaklarla tank gibi, mücadele ve kondisyonuyla rakibin kimyasını bozan zırhlı bir takım hayali kuruyordu herkes.
Yönetimi, hocası, futbolcusu, tribün grupları ve gönülden bağlı oldukları ‘abi’leri el ele, hep birlikte Sarı-Lacivert’i imha planı uyguluyorlar sanki.
Ve bu unsurların, hiçbir gücün, düzenin, düzeneğin ve ittifakın başaramadığını başaracağından zerre kadar da kuşkunuz olmasın!

10 Şubat 2009, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Rüzgâr gibi göçtü‘’

Eskişehir’de yarım düzine gol yemiş bir İstanbul Büyükşehir Belediye ve iki haftada bir düzineden fazla gol pozisyonu verip, 4 puan kaybeden, daha doğrusu zorla 2 puan kazanmış bir Fenerbahçe... Yaralı halde, rüzgar ve soğuk testine tabi tutulan iki takım...
“Yel kovalar, yelkenim kaçar; aklım poyrazda” misali, rüzgarını, direncini, coşkusunu, dayanışmasını, şuurunu, rotasını kaybetmiş Sarı-Lacivertli takım... Devreler öyle karışmış ki; top gevelemeyi paslaşma, itiş-kakışı mücadele, siniri hırs, refakati markaj, 11 ayrı kişiyı ‘aynı takım’ zannediyor besbelli... Giydikleri formayı da, oynadıkları zemini de, yaşattıklarını da, yaşadıklarını da unutmuşlar.
1’e 5 bir defans kalabalığıyla gol yiyorsan, kılpayı ofsayt olup olmamasını tartışmak, havanda su dövmektir. Adriano düzgün vurabilse 19. dakikada fark 2’ye çıkacaktı bir anda... Buna mukabil Fenerbahçe ilki 35. dakikada, diğeri de karambolden iki pozisyona girebiliyor yalnızca... 10 kişi kalmış rakibi ablukaya almayı bırakın, bir de pres yiyip pozisyon veriyor ve bir gol daha yiyorsun.
Takım ve hoca, sabır rezervlerini merhametsizce tüketip, umuda dair ne varsa hovardaca iflasa sürükledi. Rakipleri puan kaybetmiş ne gâm, Fenerbahçe de kendini kaybetmiş zaten. Puanın telâfisi olur da kimlik ve kişilik kaybının olmaz.
İstanbul Büyükşehir Belediye’nin eksiklerini ve buna rağmen yaptıklarını göre göre mazeret üretmeye kalkışanı Allah çarpar. Volkan’ın gördüğü kartın ve Cüneyt Çakır’ın çift yönlü eyyamlarının Türkçe tarifi de ‘tüy dikmek’ olmalı...
Bu, bir yenilgiden çok daha fazlasıdır. Sonrası mayınlı arazide, ‘esmer günler’ şarkısına klip çekmektir.

09 Şubat 2009, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sihirli solak‘’

Ligdeki ilk iki maçında büyük bir avantajı tepen ve rampada infilak eden rokete dönen Fenerbahçe, hasarlı ve moralsiz çıkmıştı Bursaspor karşısına...
Üstelik fazladan bir stresle yüklüydü. ‘Fazladan’ diyorum, çünkü ilk maçta biraz daha dikkatli olabilseler, gerilimsiz bir formalite ya da prestij maçı olacaktı bu sadece.
Sarı-Lacivertliler sancılı ve sıkıntılı bir görüntü sergiledikleri sırada ‘sihirli solak’ iki hokus pokus ile maçı kopardı attı. Ligin kıyas paritesi Alex de Souza, iki goldeki fırsatçılığı, zekası, vuruş becerisi ile tansiyonu bir anda sıfırladı. Futbolculuğunu tartışanlara da en güzel yanıtı verdi.
Sağ kanatta Gökhan Gönül’ün varlığı çok şeydi. Bu çocuk hastalıktan yeni çıkmış haliyle bile bu takımın enerji deposu... O çıktıktan sonra takımın hali ortada.. O ne kadar öyleyse, ‘Turist Ömer’ Vederson’un fantezi arayışı da o kadar enerji sarfiyatı. Düşüşe giren Deivid’in de bir an önce toparlanması şart. Yoksa şöyle bir dönemde bedeli gerçekten ağır olabilir.
Emre’nin yaptığı yenilir yutulur, affedilebilir, hoşgörülebilir şey değil. Hareketin kendisinden bile daha yakışıksız olan, hemen ardından yaptığı sahte centilmenlik gösterisi... Direkt kırmızı istedi ama hakem sarı ile geçiştirdi. Neyse ki, Aragones duruma seyirci kalmadı.
Sarı Kanaryalar kupanın 6. maçında kalesinde ilk kez gol görürken, Güiza da uzun süre sonra orucunu açtı ama sadece o kadar.
Selçuk Şahin ve Volkan Babacan’ın dikkatleri, soğukkanlılıkları ve yerinde müdahaleleri de ‘aferin’ gerektirecek düzeyde.
Özetle; Fenerbahçe istediğini almış olsa da, sorunları aynen devam ediyor.

06 Şubat 2009, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI