‘’Kutlu olsun!‘’
Annemin babaannesi, muhtarın -hâşâ- Tanrı sayıldığı dönemde köy muhtarıymış... Kargaların ‘Mustafa’yı kovalama cür’etine ulaştığı şimdinin Türkiye’sinde, seçilebilir miydi sizce?
364 gün kadınların ol(a)madığı sürece, karanlık ışığı boğamya devam eder. Yine de Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun!
Fenerbahçe iliklerine kadar yaşadığı kimlik bunalımını, Sivasspor maçlarıyla atmış belli ki... Üç gün arayla üç muhteşem mücadele bunun işareti...
Suleymanou’nun sektirdiği topta, ceza sahasında 4 Fenerbahçeli’den Semih Wesson sol ayağıyla sektirmedi. Alex de Sonsuza, Carlos’un muhteşem pasına ‘ters’ ayağıyla muhteşem bir şaşırtma vuruş yapınca, günlerdir gaza getirilen ev sahibinin, gazı alındı.
Kayserispor için açılış mıydı, yoksa kapanış mıydı tartışılır. İki Fenerbahçe maçı bittiğine göre lig de bitmiş sayılır aslında... Artık -hocaları dahil- normale dönebilirler. Başka maçlarda sakinleştirici yutmuş gibi dolaşan Mehmet Topuz, bu kez uyarıcı kutusu yutmuş gibi teyakkuzdaydı. Agahowa da Kadıköy kredisinin faiziyle idare ediyor hâlâ..
Volkan kurtardıkları kadar, takımının düştüğü halden de sorumludur. Rakibe ceza kesmeye çalışırken, kendi takımına kesti. Takımını 10 değil, aslında 9 kişi bırakıp paralize etti. Bünyamin Gezer de, onun sunduğu şov fırsatını kaçırmadı.
Silkelenmeye, dirilişe, itiraza, isyana tamam da, 10 kişi kalan biten bir takım bu kadar kolay panikler mi?
Fenerbahçe’de kötü oynayan, kötü koşan, kötü mücadele eden tek futbolcu yoktu. Gökhan, Lugano, Deniz ve Alex ise sivrilen isimlerdi.
Yeni stat Kayserispor’a ve Türk futboluna, galibiyet ve ateşlediği rekabet Fenerbahçe taraftarına, mübarek Kandil de tüm insanlığa kutlu olsun!
‘’Kış güneşi‘’
Bu takım el birliğiyle, sabırla ve direnişle yaratılmıştı. Yine el birliğiyle ama bu kez sabırsızlık ve teslimiyetle çökertildi. Kiminin rüyası, kiminin kâbusu söylemi tersine işledi. Takım kendi taraftarının, taraftar kendi takımının kâbusu oldu. Kadıköy rakipler için cennet, Fenerbahçe için en korku filmine benzer bir iç deplasmana dönüştü. Yine el birliğiyle...
Eskiden omuzlar üzerinde getirip antrenman sahasında sopayla kovalamak, bıçak göstermek, linç girişiminde bulunmak ve teneke bağlayıp göndermek revaçtaydı. Artık bu da tersine döndü. Peşin peşin ıslıklayıp yuhlamak, sonra omuzlara almak alışkanlığı gelişti. Bir nevi, güya testi kırılmadan ayar verme meselesi...
Eskiden Galatasaray galibiyetleri ile uyuşturulmak modaydı, şimdi ezeli rakibin mağlubiyetleriyle avunmak moda... Kendi mağlubiyetine üzülmek yerine rakiplerin mağlubiyetiyle coşmak. Takımın çatısını oluşturup, 30 yıl aradan sonra 2 kez üst üste şampiyon yapan, tarihinde hiç olmadığı şekilde üçüncüsüne koşan bir Daum, saygının ve sevginin zerresinden nasiplenmedi. Zaten sırf bu yüzden gitti. Şampiyon olsa bile böyle noktalanacaktı.
Daha gelmeden linç edilen Zico, ancak gönderildikten sonra ‘I love you Zico’ oldu. Yani önce as, sonra otur ağla mantığı gene acımasızca işledi.
Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final gördü. Ama bir kez bile içtenlikle bağrına basıp, ona inanan olmadı. İnatçı bir küçük bir grup hariç...
Herkes başarının asıl kahramanın kendisi/kendileri olduğunu düşünüp, buna inanmaya başlayınca, çözülme sürecine girildi. ‘Büyük Yürüyüş’ü oluşturan her kervan, asıl rotadan sapıp kendi rotasına yönelince kargaşa doğal sonuçtu. Rota şaştı. Horoz çok olunca, sabah geç olur, demişler ya o hesap.
Elindeyken ıslıkla, yuhla, aşağıla gidince de ağıt yak modeli. Lig şampiyonluğunu ‘noolcakyaokadarınıbendeyaparım’ küçümsemeleri, MFÖ hesabı ‘Avrupa, Avrupa’ çığlıklarıyla tepeden bak. Elden gidince travmalara gark ol. Toplu şizofreni...
Tıpkı geçmiş günlerde olduğu gibi... Tersine bir gidişat yaşanıyor. Belki de herkes eski günleri özlüyor, özlemese de bilmeden hizmet ediyor. Doğal olarak şimdi bu unutkanlığın, şımarıklığın, azmışlığın, azıtmışlığın, kibirin diyeti ödeniyor. Yine el birliğiyle... Kimseye gerek yok, ‘düşmeyen kale’yi kendi orduları kuşattı artık. Yapan eller yıkmaya, veren eller yağmalamaya çalışıyor şimdi. Eloğlu da, ağzını bırakmış basen bölgeleriyle gülüyor bu duruma... Yine eskisi gibi!
Son iki Sivas maçında futbolculara ve tribünlere bir şeyler oldu. ‘Üst kimlik’ yani ‘Fenerbahçe ve mücadele’ hatırlandı. Hafızalar ve bilinçler tazelendi. Bakalım aynı performans Kayseri deplasmanına ve sonrasına yansıyacak mı? Kayıp zamanlar telafi edilebilecek mi? Yoksa kış güneşi miydi?
Fenerbahçe işte... Hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden çekmedi kendisinden çektiği kadar; Süleyman Efendi’nin nasırından bile beter bu genetik hastalık.
Madem her şey geriye gidiyor; belki 96 yılı da tekrarlanır; kimbilir?
‘’Biçerdöver‘’
Baskın basanındır düsturuyla girizgâh yaptı Sivasspor Kadıköy’de... Fenerbahçe’de topu ayağına alan ikili-üçlü-dörtlü kıskaçla sobeleniyordu. Çaktırmadan da ‘biçerdöver’ taktiğiyle yıldırma-bezdirme ve kaleyi düşürme amacındaydı.
Aydınus daha oyunun başında Alex ve Emre’ye yapılanlara kart çıkarmayınca maçın ilk 20 dakikası boğuşma ve el-ense yoklamalarıyla kilitlendi. İlk yarıda kale direğine teğet geçenler ile Petkoviç’in döşü ve dizinden dönen toplar kaleyi bulsa, maç orada kopabilirdi.
Fenerbahçe camiası Sivasspor’a ve fikstüre müteşekkir olmalı... Dört gün arayla oynanan bu iki maç için, ‘diriliş-ayaklanma-isyan’ gibi güzellemeler döktürülebilir. Ama bence en fazla, hafif bir ‘silkiniş’ bu... Hem futbolcular hem de tribünler açısından...
Sarı-Lacivertli ekip, mütevazı kadrosuna rağmen, mücadelesi, yardımlaşması ve disiplini sayesinde zirveye ambargo koyan bir rakibi karşısında iki kez dayanıklılık testinden geçti. Özgüven erozyonu yüzünden üzerine çöken kendi karanlığını yırttı.
Kayserispor maçı ve sonrasında bu mücadele, hırs, güzel futbol ve sonucun devamı gelmezse de, bütün olan biten sadece ‘nefis 2 maç’ olarak tarihe geçer. Yorgunluk mazeretinin arkasına sığınılmaz ve üç puanı çıkarırlarsa, işte o zaman ‘diriliş’ten söz edilebilir.
Fenerbahçe kendini hatırlamış ve hatırlatmıştır. Belki de ikinci kez kez taraftarlarının değil rakiplerinin sinirlerini allak bullak ettiler.
...Ve ‘bıçak’ sırtındaki tribünler.. Onlar da bu sezon ikinci kez rakibe deplasman, kendi takımına ev sahipliği yaptı.
‘’Dalga geçen kim?‘’
İslâm Çupi’nin, tarihe kazınmış efsane cümlesidir: “O forma ile dalga geçilmez, alay edilmez...” Kime ve niçin söylendiği de herkesin malûmu, ‘El’ ve ‘lavabo’ uzantısı da bâki!
Uğur Boral, camianın genlerine kodlanmış ‘ters motivasyon’ denilen illeti nefis özetledi... Yani gerilimden, krizden, kaostan beslenme saçmalığını... Eleştiri ve özeleştiri ile harmanlayarak. Biraz itiraf biraz itiraz.
Giyilen forma, alınan ücret, profesyonel ahlâk, yetenekler, hedefler, iş namusu, ait olduğun camia, renkler, misyon ve vizyon, şan, şöhret, sevgi ve destek gibi olumlu faktörler yetmiyor. Lâf ola beri gele minvâlinde çiziktirilmiş iki güdük cümle mi hırslandırıyor? Yazık! Keşke haklı olmasaydı Uğur. Eksiksiz bir durum (aslında dram) tespiti...
Rakipler dalga geçip alay etmiş nedir ki; kendi taraftarın ‘üç, üç, üç’ diye bağırırken, yuhlarken, ıslıklarken, homurdarken, böğürürken...
Sahada vurdumduymaz, korkak, edilgen, mücadele kaçkını hallerle, en ürkek rakibi bile zorla üzerine buyur edenler kiminle alay ediyor peki?
Eksik kadroyla ve üstelik 10 kişi kalmış bir rakip, üst üste 15 pas yapıp gol pozisyonuna girerken, zavallı, çaresiz, bitkin ve bıkkın şekilde, yalnızca seyretmekle yetinmek hangi sınıfa giriyor? Ya da ligin dibine demirlemiş rakip karşısında 10-15 gol pozisyonu veren, karşılığında pozisyon bile üretemeyenlerin yaptığı neydi?
Mesleğini, formasını, hedeflerini, yeteneğini, geçmişini, futbolu, futbolun en temel kurallarını unutan, kendisi dahil her şeyi inkâr eden oyunculara nasıl kategorize etsek?
Ücret tablosuyla doğru orantılı olarak, rakiplerinden iki-üç kat fazla koşması, mücadele etmesi ve hırslı olması gerekirken, uyurgezer gibi dolaşanların yaptığı nedir?
Kendi camiasından çok rakiplere umut dağıtan, mirasyedi gibi puan saçanlar, çelik gibi sinirlere sahip olması gerekirken, ağlak bir kırılganlığa bürünenler ve kulübün hedeflerini sabote edenler aynı sınıfa girmiyor mu?
Fenerbahçe mağlup durumdayken, oyuncu değişikliği hakkını defans yönünde kullanmak gülünçlüğünün açılımı nedir?
Takımdaki eksikler ve tutmayan transferler bağıra bağıra sırıtırken, buna gözünü kapatanlarr, inat ve istikrarı, ısrarla birbiriyle karıştıranlar kiminle dalga geçiyor?
Profesyonellerden amatörlük isteyenlerin, on yıllarca yönetimde, tribünde, kongrelerde Fenerbahçe’yi kazanç, çıkar ve nüfuz kapısı haline getirişlerini hangi kavramla tanımlayalım?
Neyse sayfa biter de, say say bitmez. Hiçbir rakip Fenerbahçe ile kendisi, futbolcusu, camiası ve taraftarı kadar aşağılayıcı, yaralayıcı ve saygısız bir şekilde alay etmedi/etmez/edemez.
Gerisi palavra!
‘’Kaybetmek güzeldir‘’
Allah sevdiği kuluna, önce eşeğini kaybettirir sonra buldururmuş. Oysa arkasından ağıtlar yakılan o eşeğin genital bölgelerinde, el birliğiyle ‘tsunami’ oluşturulmuştu sezon başından beri...
İşte bu yüzden kaybetmek bazen iyidir. Sapla saman ayrışır, saflar ayrışır ve netleşir. Kazandığının ya da elindekinin değerini bilmeyip küçümseyenler, ancak kaybettiklerinde anlarlar gidenin kıymetini... Futbolcusu, yönetimi ve taraftarı ancak takım havlu atmanın eşiğine gelince başladı günah çıkarmaya...
Tribünler ilk kez bu kadar coşkuluydu. Sivasspor’u mu yoksa Fenerbahçe’yi mi izlemeye gelmiştiler; işte orası muammâ!
Sivasspor çift santrfor oynuyordu Kadıköy’de, Fenerbahçe yine shift! Bir dakika arayla gelen iki karşılıklı gol... Sonrasında gözünün önünde kucaklanan topa, hoşgörü ve şefkat gösteren Hüseyin Göcek. O ‘standart’ da maç boyunca sürdü gitti. Sonra yine garabet bir bir gol, sonra yine diriliş ve yine beraberlik. Saldırmak için hep rakibinin can yakacak hamlesini bekleyen bir Fenerbahçe. Deniz de rakibin gizli 12. adamı ya da ‘truva atı’ sıfatını hak edecek bir resital sergilerken, O’nun defolarını Alex’in fazlalıkları kapattı. Kaptan hem coştu hem coşturdu. Gökhan, Semih ve Uğur Boral da ona eşlik etti. Uğur neredeyse kafayla ‘hat trick’ yapacaktı.
Ligin en diri takımını üstelik iki kez geriye düştüğü maçta dize getirmek, bir silkenişin, bir dirilişin, bütünleşmenin işareti olabilir mi bilemem!
Bu umuda tutunanlar, bir hafta geçmeden derin bir hayal kırıklığına düşebilirler ama Kadıköy uzun zaman sonra ilk kez her şeyiyle Kadıköy’dü.
Emre de herhalde ‘lacivert’ ile ‘kırmızı’ arasındaki keskin farkı iyice ezberlemiştir.
‘’Sabotaj gibi‘’
Her şey birbirine girdi. Takımın abuk sabuk, mantık dışı iniş çıkışları yüzünden neredeyse bütün Fenerbahçeliler’de şizofronik bir hâl oluştu. Diyelim bu takımın başında hoca falan da yok; futbol bu mudur peki? Bu milyon Euro’luk ayakların futbol diye öğrendiği, bildiği, sunduğu ve sunacağı şey bu mu? Yetenekleri, algıları, futbol namusları Gençlerbirliği karşısında ‘mahalle karması’ görüntüsü sergileyecek kadar sınırlı mıdır? Giydikleri formayı unutmak, takım olduklarını, mücadeleyi unutmak, her maçta farkın eşiğine getirir insanı. Rakip kim olursa olsun fark etmez.
Eğer Gençlerbirliği futbolcuları, Sarı-Lacivert forma karşısında heyecanlanıp strese girmese, son vuruşlarda acele etmese, Hacettepe’den beter olurdu Fenerbahçe. Hem de kaç maçta birden. Bu kadar dangıl dungul gidişle, ligden bin kere kopmuş olması gerekirdi. Ancak rakiplerinin durumu da ondan farklı değil. Sırf bu nedenle hâlâ zirveden kopmadıysa, hâlâ potanın içindeyse yatıp kalkıp dua etmeli futbolcular. Fenerbahçe havlu attıkça, rakipleri ‘olmaz’ diyor. Beşiktaş’tan 8 puan gerideyken, 6 puan öne geç ve 4 maçlık periyotta tekrar 2 puan geriye düş. Bu saçmalık değil, saçmalığın daniskası. Ötesine geçiyorum ya sabotaj ya ihanet!
Şimdi sırada Sivas maçı var. Fenerbahçe için bu sezon içinde bilmemkaçıncı kez tekrarlanan ‘tamam ya da devam’ maçlarından biri. İki takımın da, en büyük rakibi kuşkusuz zemin ve hava koşulları olacak. Sarı-Lacivertli futbolcular geçen haftaki gibi oynarsa (yani oynamazsa), Sivas büyük ölçüde şampiyonluğunu ilân ederek çıkar Kadıköy’den. Fenerbahçe kazanırsa, can çekişme sancıları birkaç hafta daha devam eder. Çünkü galip gelmesi umut açısından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü taraftar ne zaman ümitlense, yüzlerine yumruğu indirip yerine oturtmayı ihmal etmediler. Her şeye rağmen kendilerine inananları bile, ‘şampiyonluk ateist’ine çevirdiler. Coşku gitti, kuşku geldi. Anlaşılan o ki; müdahale olmadan mücadele de olmayacak. Bırakın Aragones’i falan kardeşim. O formanın, kazandığınız paranın hakkını verin. Kulübü geçtik, en azından kendi kariyerinize ihanet etmeyin. Sahadaki zavallı, aciz, gülünç, darmadağın ve utanç verici durumun hiç ama hiçbir mazereti olamaz.
Ha, derdiniz eğer hoca falan göndermekse, bunun için bir gizli ve ortak bir tavır varsa; o devirler çoktan geçti. Bu kulüp, bu tavırlar yüzünden hiç hak etmediği çok bedel ödedi, ama er ya da geç en ağır bedeli ihanet edenler ödedi. Bu sonuçlar bile kendilerine getirmeye yetmiyorsa, birilerinin hocayı da futbolcuları da şoklaması, sarsması ve kendine getirmesi lazım. Oynanan masum bir çelik çomak oyunu değil. Hayatlarını bu kulübün parasıyla kazananlar, kaprisleriyle bu camianın kaderiyle oynuyor.
Ayıp oluyor beyler! Kimse sizden mucize beklemiyor, sadece futbolun, ekmek paralarının ve yeteneklerinin hakkını namusluca vermeye çabalayın yeter!
Sert ve keskin bir müdahale şart! Radikal mi olur, yoksa medikal mi, orasını bilemem!
‘’Sabotaj gibi‘’
Her şey birbirine girdi. Takımın abuk sabuk, mantık dışı iniş çıkışları yüzünden neredeyse bütün Fenerbahçeliler’de şizofronik bir hâl oluştu. Diyelim bu takımın başında hoca falan da yok; futbol bu mudur peki? Bu milyon Euro’luk ayakların futbol diye öğrendiği, bildiği, sunduğu ve sunacağı şey bu mu? Yetenekleri, algıları, futbol namusları Gençlerbirliği karşısında ‘mahalle karması’ görüntüsü sergileyecek kadar sınırlı mıdır? Giydikleri formayı unutmak, takım olduklarını, mücadeleyi unutmak, her maçta farkın eşiğine getirir insanı. Rakip kim olursa olsun fark etmez.
Eğer Gençlerbirliği futbolcuları, Sarı-Lacivert forma karşısında heyecanlanıp strese girmese, son vuruşlarda acele etmese, Hacettepe’den beter olurdu Fenerbahçe. Hem de kaç maçta birden. Bu kadar dangıl dungul gidişle, ligden bin kere kopmuş olması gerekirdi. Ancak rakiplerinin durumu da ondan farklı değil. Sırf bu nedenle hâlâ zirveden kopmadıysa, hâlâ potanın içindeyse yatıp kalkıp dua etmeli futbolcular. Fenerbahçe havlu attıkça, rakipleri ‘olmaz’ diyor. Beşiktaş’tan 8 puan gerideyken, 6 puan öne geç ve 4 maçlık periyotta tekrar 2 puan geriye düş. Bu saçmalık değil, saçmalığın daniskası. Ötesine geçiyorum ya sabotaj ya ihanet!
Şimdi sırada Sivas maçı var. Fenerbahçe için bu sezon içinde bilmemkaçıncı kez tekrarlanan ‘tamam ya da devam’ maçlarından biri. İki takımın da, en büyük rakibi kuşkusuz zemin ve hava koşulları olacak. Sarı-Lacivertli futbolcular geçen haftaki gibi oynarsa (yani oynamazsa), Sivas büyük ölçüde şampiyonluğunu ilân ederek çıkar Kadıköy’den. Fenerbahçe kazanırsa, can çekişme sancıları birkaç hafta daha devam eder. Çünkü galip gelmesi umut açısından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü taraftar ne zaman ümitlense, yüzlerine yumruğu indirip yerine oturtmayı ihmal etmediler. Her şeye rağmen kendilerine inananları bile, ‘şampiyonluk ateist’ine çevirdiler. Coşku gitti, kuşku geldi. Anlaşılan o ki; müdahale olmadan mücadele de olmayacak. Bırakın Aragones’i falan kardeşim. O formanın, kazandığınız paranın hakkını verin. Kulübü geçtik, en azından kendi kariyerinize ihanet etmeyin. Sahadaki zavallı, aciz, gülünç, darmadağın ve utanç verici durumun hiç ama hiçbir mazereti olamaz.
Ha, derdiniz eğer hoca falan göndermekse, bunun için bir gizli ve ortak bir tavır varsa; o devirler çoktan geçti. Bu kulüp, bu tavırlar yüzünden hiç hak etmediği çok bedel ödedi, ama er ya da geç en ağır bedeli ihanet edenler ödedi. Bu sonuçlar bile kendilerine getirmeye yetmiyorsa, birilerinin hocayı da futbolcuları da şoklaması, sarsması ve kendine getirmesi lazım. Oynanan masum bir çelik çomak oyunu değil. Hayatlarını bu kulübün parasıyla kazananlar, kaprisleriyle bu camianın kaderiyle oynuyor.
Ayıp oluyor beyler! Kimse sizden mucize beklemiyor, sadece futbolun, ekmek paralarının ve yeteneklerinin hakkını namusluca vermeye çabalayın yeter!
Sert ve keskin bir müdahale şart! Radikal mi olur, yoksa medikal mi, orasını bilemem!
‘’Kırgın öldü‘’
Boşverin ligi, maçı, sonucu... Galatasaray yenildi ya, Fenerbahçeli mutludur. Fenerbahçe yenildiği için de Galatasaraylı mutludur. Kendi zaferleriyle değil, rakibin hezimetiyle mutlu olan ağırlıklı ve patolojik anlayış narkozdadır şimdi. Bu yazımı Emin Cankurtaran gibi bir çınarın, ders niteliğindeki kulüp yaşamına ayırdım. Bu sonuçlar onun hizmetlerinin yanında, hiçbir şey ifade etmez çünkü...
1969’da ilk kez Yönetim Kurulu’na seçildi. Genel Sekreter ve 2. Başkanlık görevlerinin ardından 24 Şubat 1974’te Başkan olup, 2.5 yıl inanılmaz bir özveriyle hizmet etti.
Galatasaray, Bursaspor ve dönemin federasyonunun bütün engelleme çabalarına rağmen, Kızılyıldız’ın önemli oyuncusu Ostojic’in transferini ‘diplomatik’ bir mücadeleyle başardı.
İstanbulspor’un Galatasaray’a verdiği Cemil Turan’ı, çok yoğun bir çalışma, sinir harbi ve ince taktik sürecinden sonra Fenerbahçe’ye kazandırdı.
Efsane solak Alpaslan Eratlı’ya da, içerdeki yoğun muhalefete rağmen Sarı-Lacivertli formayı giydiren oydu.
Brezilya futbolunun dünyaya armağanı efsane Didi’yi takımın başına getiren vizyonu, atılımı ve açılımı ortaya koyan yine O.
Cankurtaran’ın 2 yıl süren başkanlığında Fenerbahçe üst üste 2 şampiyonluk, 1 Türkiye Kupası, 1 Cumhurbaşkanlığı Kupası ve 2 TSYD Kupası kazandı.
Ölümünün ardından, O’nunla çalışmış bütün eski futbolcu ve yöneticilerin konuştukları ortada... Kulüp için maddi-manevi ne tür fedakarlıklarda bulunduğunu anlata anlata bitiremiyor hepsi; istisnasız...
22 Şubat 1976’da ikinci kez seçildi. Ancak grup oligarşisi O’nun çalışmasına izin vermedi. Çünkü o yönetimleri gruplar belirliyordu. Yani başkanın iradesi dışında bir çeşit koalisyon.
Öyle ki; Cankurtaran’ın önce kimyasını, sonra da sağlığını bozan grup baskıları ve başarıyı paylaşamama kıskançlığı, sonunda istifa ve olağanüstü kongreyle sonuçlandı. Grupların umurunda mı Fenerbahçe’nin başarısı ya da sürekliliği?
Bu kadar Sarı-Lacivert aşkıyla dolu olan bir yürek, 2 sezona iki şampiyonluk ve 5 kupa sığdırmış, cebinden, işinden, ailesinden, hayatından vermiş bir adam... Fenerbahçe’ye hizmet edebilmek için Fenerbahçeliler’le mücadele etmekten yoruldu. Bir daha da hiç görev almadı.
Peki O’na kim sahip çıktı? Hiç kimse... Şeref tribününde bazı taraftarlar (!) tarafından bozuk para yağmuruna tutularak aşağılandı üstüne üstlük.
Fenerbahçe’nin milli futbolcusu Canavar Burhan(Sargın)’ın sözleri içimi acıttı: “Kırgın ve küskün öldü” diyordu.
İbretlik öykü değil mi? Peki 33 yıldır değişen ne? Camiada ve tribünlerde o karanlığı özleyenler bitti mi?
Sözün özü: Fenerbahçe’nin en tehlikeli, en acımasız ve en güçlü ve en büyük rakibi hâlâ kendisi ve hep de öyle kalacak! Nokta.