Arama

Popüler aramalar

‘’Florya değirmeni!‘’

Futbolcunun attığı iyi/kötü pas, forvetlerin attığı/kaçırdığı goller, kalecilerin tuttuğu/tutamadığı toplar, teknik adamın doğru/yanlış takım tertibi, oyuncu değişiklikleri ve taktiği gibi oyuna direkt etki eden faktörleri eleştiririz, çoğunlukla... Çünkü bize görünen bunlardır. Ve sonuçtur aslında ilgilendiğimiz. Bütün bir hafta ya da bir sezon boyunca yapılan hazırlıkların bir sonucu. Ama asıl giz, göremediklerimizdedir. Yani antrenman tesislerinde olan bitende... Yaşanan zaferlerin de, hüsranların da temeli orada atılır. Bir sezon orada kazanılır veya kaybedilir. Yıldızlar orada doğar ya da ölür. Her şey nasıl bir ortam yaratıldığıyla ilgilidir.

Bu sezon aldığı yenilgilerle yeni bir tarih yazmaya hazırlanan Galatasaray’ın yaşadığı ve yaşattığı kabusa bu açıdan bakmakta ve şu soruyu sormakta fayda var: Florya’da neler oluyor? Çalışkanlığına toz konduramayacağımız Hagi, hiç kuşkusuz takımı da iyi antrene ediyor. Mutlaka, uyanık olduğu günün her saatinde Galatasaray’ı soluyor. Lakin, Florya’ya hakim mi? Giden Rijkaard hakim miydi? Fatih Terim’in Florya’nın anahtarını da istemesi boşuna mıydı? İşte işin can alıcı noktası burasıdır. Florya’nın nasıl dizayn edildiğiyle alakalıdır, bugün Galatasaray’ın yaşadığı dram.

Ve görünen o ki, Galatasaray’ın yatak odasında yolunda gitmeyen bir şeyler var. Bir şeyler eksik yapılıyor Florya’da. İdman sahası, 45 dakika istasyon çalışması, 45 dakika da çift kale maçtan ibaret değildir. Olmamalıdır da... Futbolcuların günün büyük bölümünü birlikte geçirdiklerdi bir iş ortamı, yaşam alanıdır antrenman tesisleri. Teknik adamıyla, yardımcılarıyla, futbolcularıyla, malzemecisiyle, masörüyle, sağlık ekibiyle; dostluğun, yoldaşlığın, kaynaşmanın, paylaşmanın pekiştirildiği cephe gerisidir, aynı zamanda Florya, Ümraniye, Samandıra vs. Orada dert üretilmez, bilakis varsa, futbolcunun özel hayatında yaşadığı sorunlara çözüm üretilir. Gerekirse bir nevi rehabilite merkezi, sıcak bir yuva olur kulüp tesisleri.

Elbette bütün bunları sağlayacak, böylesi bir atmosferi yaratacak olan da, aynı zamanda lider özellikleri taşıması gereken takımın teknik direktörüdür. Mourinho’nun da, Guardiola’nın da, Alex Ferguson’un da, Arsene Wenger’in de, Fatih Terim’in de, Mustafa Denizli’nin de farkı buradadır. İş salt teknik bilgi ve donanımla bitmiyor. Hayatı, insanı, felsefeyi, psikolojiyi de bilmek gerekiyor. İşte Hagi’de eksik olan ve Florya’da da hayata geçmeyen bütün bu değerlerdir. Galatasaray’a yıldız olarak gelenlerin bir anda buharlaşması, gidenlerin gittikleri yerde yeniden kendilerine gelmeleri, yıldız adaylarının tekrar A2’ye savrulması boşuna değildir.

Florya üretmiyor, tüketiyor. Florya değirmen gibi adam öğütüyor. Ve Aslan yattığı yerden belli oluyor!

17 Şubat 2011, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Faşizme geçit yok!‘’

Kavramlar üzerinden tartışmayı çok seviyoruz. Çünkü kavramlara elastikiyet katarak işimize geldiği yere çekebiliyoruz. İçini boşaltmak pahasına... Futbolda son zamanlarda siyasi kavramlar üzerinden yürütülen atışmalarda da yapılan aynen budur. Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener, Üç Büyükler'e posta koyarken, "Futbolda demokrasi yoktur, kurallar vardır" şeklinde bir fetva verdi. Oysa demokrasinin bi zatihi kendisi bir kurallar manzumesidir. Sistem, başkalarının haklarına saygı, eşitlik, dürüstlük ve adalet üzerine kuruludur. Ve kurallarla sabitlenir her şey. Hakça mücadele üzerine inşa edilmiş bir oyun olan futbol da böyledir. Bir kurallar manzumesidir. Tıpkı demokrasi gibi. İkisi birbirinden koparılamaz. Bu, meselenin bir yanı. Diğerine gelince...

Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören'in Sayın Özgener'e cevabı daha gösterişliydi. "Demokrasi yok diyorsanız, siz faşistsiniz, diktatörsünüz" diye yüksek perdeden buyurdu Sayın Demirören. Faşist diktatörlüğe karşı bu onurlu duruşu nedeniyle Başkan Demirören'i kutlamalı. Lakin, bir de madalyonun öbür yüzü var. Demokrasiye sahip çıktığı günlerde, 10 yıllık kaptanını yüz kızartıcı bir suçu olmadığı halde bir çırpıda kapı önüne koymanın hangi rejimde yeri olduğunu, hangi kitapta yazdığını açıklayabilir mi Yıldırım Demirören? Hangi demokratik ülkede böyle bir tasarrufta bulunabilirdi? Demokrasi, İbrahim Üzülmez'in de haklarının teminat altında olduğu bir rejimdir. Bakalım Özgener'in kurallarında bunun karşılığı var mıdır? Kim faşist, kim demokrat o zaman göreceğiz!

16 Şubat 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Böyle yenil canımı ye!‘’

Galatasaray bu sezon içeride dışarıda rekor sayıda yenilgi aldı. Ali Sami Yen’de kaybedilen bazı maçlarda seyirci tarafından yuhalandığı da oldu. O maçlarda gösterilen tepki, alınan yenilgilere değil, takımın ruhsuz futboluna idi. Koşmayan, mücadele etmeyen, savaşmayan, geriye ve yana paslarla izleyenleri çıldırtan, dolayısıyla pozisyon da üretemeyen bir Galatasaray’ı istemiyordu, taraftar. Takım ile tribünler arasındaki bozulan ilişkinin asıl sebebi buydu.

Geçtiğimiz hafta Eskişehir maçıyla başlayan kimlik değişimi yalnız tabelada karşılığını bulmamış, taraftar ile takım arasındaki buzların çözülmesine de neden olmuştu. Daha da önemlisi gelecek maçlar için bir umut rüzgarı estirmişti. Nitekim dün gece de ligin en dişli takımlarından biri olan Gaziantepsor karşısında Galatasaray yeni formatıyla sahada yer aldı. Maça hızlı ve tempolu başladı. İleride ve orta alanda rakibe uyguladığı baskıyla ilk dakikalarda Gaziantep’e sahasından çıkma şansı tanımadı.

Gelgelelim, maçın 4. dakikasında atılan bir uzun pasta Servet’in hava topunu alamaması, ardından da Cenk’in pasında Sosa’nın kalecinin üzerine yaptığı vuruşun ağlarla buluşması, bu sezon ki alışılageldik gollerin bir kopyası gibiydi. Anlaşılan, kalesine gelen ilk topta golü yiyen Galatasaray’ın kaleci sıkıntısı bu sezon sona ermeyecek.

Yenilen erken gole rağmen oyundan kopmayan, kora kor mücadelesini sürdüren Galatasaray’ın, bulduğu pozisyonlardan yararlanamamasının temel nedeni, Anıl’ın tecrübesizliğiyle, Baroş’un maç performansının istenilen düzeyde olmamasıydı. Sarı-Kırmızılı takımda Culio oynadığı futbolla yıldızlaşırken, Lorik Cana da kendisine eşlik etti.

13 Şubat 2011, Pazar 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Truva atı!‘’

Bunun üzerine Menelaos ve diğer Yunan kralları birleşerek Truva’ya saldırırlar. Böylece 10 yıl sürecek kanlı bir savaş başlar. Savaş boyunca iki taraf birbirine kesin bir üstünlük sağlayamayınca, Akhalılar Truvalılar’a kurnaz bir oyun planlar. Akhalılar’ın en akıllı krallarından Odysseus, bir tahta at yapma fikrini ortaya atar. Plana göre Akhalılar savaştan çekiliyor gibi gözüküp, geride çok büyük bir tahta at bırakırlar. Odysseus ve diğer seçkin komutanlar atın içine gizlenirken, diğerleri denize açılıp gemileri Bozcaada’nın arkasına, Truvalılar’ın onları göremeyeceği bir şekilde gizlerler.

Planın yürümesi için, görevi tahta atın Truva’nın surlarından içeri girmesini sağlamak olan bir Akhalı askeri atın yanında bırakırlar. Akhalılar’ın çekildiğini gören Truvalılar, şaşkınlık içinde dev tahta atın yanına giderler. Atın yanındaki Sinon ismindeki Akhalı asker, ağlayıp, sızlanarak Yunanlılar’dan nefret ettiğini, onu Akhalılar’ın geri dönüşleri için gerekli rüzgarın çıkması adına kurban seçtiklerini, ancak kendisinin kaçarak kurtulduğu yalanını söyler ve şöyle devam eder: Tahta at Tanrıça Athena’ya kutsal bir sunak olarak yapılmıştır. Akhalar’ın beklentisi Truvalılar’ın bu atı yakıp yıkmalarıdır. Böylece Tanrıça Athena’nın öfkesini Truva üzerine çekmiş olacaklardır. Ama Truvalılar atı şehrin içine alıp onu korurlarsa Athena’nın lütfu Truvalılar’a yönelecektir.

Askerin bu sözlerine kanan barış özlemi içindeki Truvalılar tahta atı içeri alırlar. Gece barış kutlamalarıyla çoşan ve alkolün etkisiyle sızan Truvalılar, atın içindeki Akhalı savaşçılara gafil avlanırlar. Bu sırada Truva’nın surlarına yaklaşmış olan Akha ordusunun da takviyesiyle Truva şehri düşer. Truva’nın baştan sona yakılıp yıkıldığı bu korkunç katliam sonrasında Menelaos Helen’i alarak Yunanistan’a yelken açar.

Sevgili Galatasaraylılar! Tarihin en hazin savaş hikayelerinden biri olan Truva Destanı, toplumlar var oldukça hep kendini tekrar edecektir. Birileri birileriyle daima savaşacaktır. Aynı camianın birer parçası olsalar da... Savaşlar her zaman kora kor olmaz. İşin içine bazen çeşitli hile ve desiseler de girer. Ve kurnazlar göreceli de olsa kazanır. Bu bir ‘Pirus Zaferi’dir. Ama etkisi yıkıcıdır. Galatasaray’da da saçma sapan, anlamsız ve kulübü için için kemiren bir savaş 10 yıldır sürüyor. Bitip bitmeyeceğini, biterse hangi tarafın kazanacağını pek yakında göreceğimizi düşünüyorum. Bu gereksiz savaşta kimler Truvalı, kimler Akhalı, kim Priamos, kim Odysseus, kim veya kimler Truva Atı? Yorumu sizlere bırakıyorum. Saygılar.
NOT: Truva Atı, günümüzde en etkili bilgisayar virüsünün de adıdır ve işlevi sistemi içeriden çökertmektir.

10 Şubat 2011, Perşembe 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Yavuz hırsız!‘’

Bu ülkede değişmeyen tek olgu, muktedirlerin 'mağdur edebiyatı'dır. Hakem tarafından darmadağın edilen Karabük, soyunma odası basmaya hazırlanan ve taraftarı kışkırtan Beşiktaş! Mağrur olmuş mağdur! Sizce tribün terörü biter mi?

Futbolda çok basit bir denklem vardır: Sonucu her zaman hatalar belirler. Onun için de, "Futbol hatalar oyunudur" demiş, bu işin teorisyenleri! Futbolun bütün aktörleri, her zaman irili ufaklı hatalar yaparlar. Yönetim transferde, teknik adam taktik anlayışında, futbolcu sahada, kaleci kalesinde, hakem de yönetiminde... Kim az hata yaparsa, o kazanır. Hata yapmak, bu işin doğasında vardır. Aslolan, olan biten her şeyi sahada bırakıp yapılan hatalardan ders çıkarmaktır. Medeni toplumlar zaten bunu yapıyorlar. Bunu yaptıkları için de medeni oluyorlar. Biz de ise babadan kalma yöntemler hala geçer akçe. Bu ülkede her şey değişiyor da, bir tek muktedirlerin oyunları yerinde sayıyor. Biraz işler ters gitmeye görsün, aniden 'mağdur edebiyatı' başlayıveriyor. Adı ne olursa olsun fark etmiyor; yöntemler aynı. Çıkarılan gürültünün desibeli ne kadar yüksekse, kendilerini o kadar haklı addediyorlar! Şu son patırtıya bakar mısınız? Eşine az rastlanır türden. Ortada her iki tarafa karşı yapılan, ancak Karabükspor aleyhine misliyle gerçekleşen fahiş hakem hataları var. Yani hakemin sahada asıl derdest ettiği takım Karabükspor, fakat soyunma odası basmaya hazırlanan ve taraftarı provoke eden ise Beşiktaş. Mağrurla mağdur yer değiştirmiş! Hani teşbihte hata olmaz derler, 'Yavuz hırsız ev sahibini bastırır' atasözü vardır ya; o misal! Susması gerekenler konuşuyor, konuşması gerekenler de susuyor. Olası tribün terörünün fitili işte böyle ateşleniyor. Sizce bu ülkede tribün terörü biter mi? Ve gerçek suçlular kimlerdir?

08 Şubat 2011, Salı 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Ali Sami Yen ruhu!‘’

Bu yıl hemen hemen her maçta taraftarına kahır mektubu yazdıran o Galatasaray gitmiş, Ali Sami Yen’i cehenneme çeviren 2000’in Galatasaray’ı geri gelmişti sanki. Bunda hiç kuşkusuz, bu sezon ilk kez ideale yakın bir kadroyla sahaya çıkmanın rolü olduğu gibi, orta alanda görev alan oyuncuların, başta Lucas Neill olmak üzere oyun kurabilmelerinin ve dikine oynamalarının da katkısı vardı. Galatasaray’ın iyi futbolunda bir başka faktör ise, yeni transferler Kazım, Culio ve Stancu’nun etkili oyunlarıydı. Bu arada Ayhan, Barış ve Mustafa Sarp’ın sahada olmayışlarını da unutmamak gerek!
Bu nostaljik durum 75. dakikaya kadar devam etti. Galatasaray taraftarı uzun bir aradan sonra ilk kez bir maçı güle oynaya tamamlayacağını düşünüyordu ki, devreye Hagi girdi! Tatlı-sert futboluyla rakiplerini yıldıran ve orta alanı aklıyla çekip çeviren Neill’ı oyundan çıkartarak özgüvenini kaybettiği her halinden belli olan Mustafa Sarp’ı sahaya sürdü. Her şey birden ters yüz oldu. Orta alanda top kayıpları başladı. Ardından da defans paniklemeye... Arka arkaya yenen iki gol bütün keyifleri kaçırmıştı ki, sahneye Baros çıktı ve düğün gecesinin kabusa dönmesine engel oldu. Bu sezon ilk kez 4 gollü bir galibiyet alınması, Seyrantepe’de ikide iki yapılması, Milan Baros’un golleriyle, sarı kartlarıyla geri dönüşü, Ali Sami Yen ruhunun Aslantepe’de iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlaması, geceye anlam katan diğer faktörlerdi.

07 Şubat 2011, Pazartesi 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Düşene tekme!‘’

Yeryüzüne yayılan hemen hemen tüm uygarlıkların geleneğinde ve kültüründe vardır, düşene tekme atmamak. Orta çağ Avrupası'nda düello yapan şövalyeler, hasmının silahı düştüğünde kendi silahını da atar, durumu eşitlerlerdi. Keza düşmanı yere yuvalanırsa, ayağa kalkmasını bekler, dövüşe öyle devam ederlerdi. Asalet timsali insanlara boşuna şövalye ruhlu dememişlerdir. Bizim kültürümüzde de düşene tekme atmak, arkadan vurmak, pusu kurmak sinsilikle eş anlamıdır ve son derece ayıplanan davranışlardır. Kavgada düşmana saygı esastır. Asalet bunu gerektirir. Asil olmanın bir başka ölçüsü de düşmanının kim olduğudur. Yani, düşmanın kadar değerlisindir. Kiminle nasıl kavga ettiğindir, değerini belirleyen.

Bunu yıllar önce Mustafa Denizli çok iyi örneklemişti. Meczup bir amigo ona kafa attığında birlikte yere yuvarlanmışlardı. Denizli olayın şokunu atlatır atlatmaz ayağa kalktı ve ceketini silkeleyerek yürüdü, gitti. Arkasına bile bakmadı. Saldırganı olduğu yerde bıraktı. Bu asil bir duruştu. Bugün ise, o Mustafa Denizli'nin öğrencisi Ümit Özat kendine saldıran taraftarı yere serdikten sonra tekmelemeye devam ediyor. Bir serseriyi muhatap alması bir yana düşene vurulmaz prensibini de bir tarafa bırakıyor. Ve kaderin garip bir cilvesi olacak ki, sahadaki rakibi Hikmet Karaman da yere düşen Ümit Özat'ı tekmeliyor. Aslında tekmelenen Türk antrenörlüğü oluyor. Asaletle sefalet aynı gemide yan yana yolculuğa devam ediyor. Bir yanda Denizli, bir yanda bunlar...

02 Şubat 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI

‘’Karadeniz öfkesi!‘’

Trabzonlu tez canlıdır, sabırsızdır, hırçındır, kıvılcım gibidir. Bütün bunlar, yöre insanının karakteristik özellikleridir. Lakin gün, parlama günü değildir. Trabzonspor'un her zamankinden daha fazla sükunete ihtiyacı vardır.


Bu sezon futbola dair tüm değerleri bünyesinde bulunduran yegane kulübümüzün Trabzonspor olduğunu iddia edersek, pek de abartmış sayılmayız. Takımdaşlık, ekip ruhu, ofansif zenginlik, tempo, teknik-taktik varyasyonlar, devamlılık, akıcı futbol gibi sportif zenginliklerdir, Trabzospor'u rakiplerinin önüne geçiren ve bileğinin hakkıyla ligin zirvesine oturtan. Taraflı tarafsız hemen herkesin büyük keyif alarak Trabzonspor'un maçlarını seyretmesi, seyretmek istemesi boşuna değildir. Trabzonspor halen şampiyonluğun bir numaralı favorisidir. Gelgelelim, Ankaragücü maçında alınan beraberlik sonrası bir bardak suda koparılan fırtına, Trabzonspor için endişe verici bir gelişmedir. Sakinliği ve dinginliğiyle tanıdığımız Şenol Güneş'in hiç gereği yokken öfke belagatine başvurması, bazı taraftarların Burak Yılmaz'ı oyundan çıkarken ıslıklamak gibi bir ayıba imza atması, tarihi boyunca hiç olmadığı kadar bu sezon Trabzonspor'a destek veren İstanbul basınının hedef alınması, Karadeniz ekibi için iyi işaretler değildir. En ufak bir tökezlemede sükunet böylesine bozuluyorsa, önümüzdeki haftalarda çıkabilecek daha büyük krizleri Trabzonspor yalpalamadan nasıl atlatacak? Tamam, Karadenizli tez canlıdır, sabırsızdır, hırçındır, kıvılcım gibidir. Yöre insanının karakteristik özellikleridir, bütün bunlar. Lakin gün, parlama günü değildir. Trabzonspor'un her zamankinden daha fazla sükunete ihtiyacı vardır. Öfke patlayıcı güçtür; ancak kontrol altında tutulabildiği müddetçe. Kontrolden çıkarsa yıkıcıdır. Özellikle de öfke sahibi için. Başarıya giden yol sakin ve sabırlı olmaktan geçer. Zor da olsa...

26 Ocak 2011, Çarşamba 11:00
YAZININ DEVAMI