‘’Kocaman sessizlik!‘’
Aykut Kocaman özü sözü bir insandır. Bildiği doğruları sakınmadan dile getirir. Trabzonspor'un penaltıları için konuştuğunda da böyleydi, şimdi de. Peki o halde bugünkü suskunluk niye! Ya o zaman da susacaktı, ya da...
İnandığım bir doğru var; dünya durdukça bu ülkede rekabet, kendi özgün koşulları içinde gerçekleşmeyecek. Hakça, adilce, dürüstçe; hileye, hurdaya, kolpaya kaçmadan rakiple baş etmenin yollarını bir türlü öğrenemeyeceğiz. Öğrensek bile genlerimize kazınmış olan şark kurnazlığı baskın çıkacak ve yine arkadan dolanacağız! Elbette rekabetin olduğu her alanda geçerlidir, bu kural/kuralsızlık. Ancak diğerleri bizim konumuzun dışında. Bizi ilgilendiren futboldaki ölümcül yarış. Sezonun ilk yarısında Fenerbahçe 9 puan geriye düştüğünde Trabzonspor lehine verilen penaltılara ilk tepki, beklenmedik birinden geldi: Aykut Kocaman. Genelde sakin ve ilkeli duruşuyla tanıdığımız Aykut Hoca, Trabzonspor'un hakemler tarafından kayırıldığını ima eden sözler sarf etti. Ardından Şenol Güneş'in malum çıkışı geldi. Sonrasında da bir bardak suda koparılan fırtınalarla havanda su dövdük. Gün oldu, devran döndü. Rüzgarın yönü değişti. Hakemler bu kez Fenerbahçe lehine, Trabzonspor aleyhine düdükler çalıyor. Haliyle puan farkı kapandı, koltuk da el değiştirdi. Ama bakıyorsunuz, o zaman bülbül kesilen Aykut Hoca bu kez sus pus! Oysa biliriz ki, Aykut Kocaman özü sözü bir insandır. Öyle kafasında kuyruğu birbirine değmeyen tilkiler dolaşmaz. Doğru bildiklerini sakınmadan dile getirir. Bu Trabzonspor'un penaltıları için konuştuğu zaman da böyleydi, şimdi de. O halde bugünkü suskunluk niye! Ya o zaman da susacaktı, ya da bugün de çıkıp konuşacak. Tabii yine doğru bildiklerini! Aksi takdirde, doğruların Aykut hoca için Konya'da ayrı, İstanbul'da ayrı tecelli ettiğine inanacağız. İnanmak istemesek bile...
‘’Adnan Polat'ın eseri‘’
Bu takım nice finaller, nice final gibi maçlar gördü. Elland Road, Westfallen gibi cehennemlerden çıktı. “Welcome Ali Sami Yen Hell” sözünü, Avrupa devlerinin zihinlerine kazıdı. “Gerçekleri tarih yazar, tarihi de Galatasaray” sloganını yedi düvele ezberletti. Haklı olarak ‘Avrupa Fatihi’ unvanını kazandı. Bütün bu inanılmaz işleri, kuşaktan kuşağa aktardığı büyüklüğü sayesinde gerçekleştirdi. İşte dün gece de en büyük kozu bu büyüklüğüydü. En zor zamanlarda devreye giren büyük takım refleksiydi, Sarı-Kırmızılı renklere gönül verenleri umutlandıran. Ama ne var ki, kupa rövanşında bu silahı da devreye giremedi, Galatasaray’ın. Çünkü bu bilinçten yoksun bir futbolcu topluluğu vardı sahada.
Ligde yaşanan korkunç hüsranın ardından koca bir sezonun bir maça sıkışması, elbette bir stres ve gerilim yaratacaktı, Galatasaraylı futbolcularda. Ancak bunun üstesinden gelmenin yolu da, giydikleri formanın ağırlığını kavramalarıyla mümkündü. Gelgelelim, Sarı-Kırmızılı takımda, sırtında taşıdığı formanın kutsiyetini idrak etmiş görünen futbolcu yok gibiydi. Evet, Avrupa trenini kaçıracak olmanın getirdiği bir ekstra motivasyon, hırs, istek ve mücadele vardı. Ama bir şey eksikti Galatasaray’da: Futbol aklı. Cim Bom yine oyun kurmakta zorlandı. Yine dağınıktılar. Çabuk düşünemediler, çabuk oynayamadılar. Oynamak istedikleri zaman da çabuklukla telaşı birbirine karıştırdılar. Oysa büyük takım futbolcusu, top ayağına gelmeden bir sonraki hamleyi düşünmek, kazanılan duran topları akıllı kullanmak zorundadır. Bütün bunları yapamazsa büyük takım topçusu olamaz. Tıpkı dün Gaziantep karşısına çıkanların olmadığı gibi. Sıradan futbolcuları takıma doldurarak Galatasaray’ın büyüklüğüne halel getiren, takımı büyük hedeflerden uzaklaştıran Adnan Polat’ın eseridir, dün geceki tablo. Hesabını da vermek boynunun borcudur. Kongreyi, imzayı mimzayı beklemeden...
‘’Florya baskını!‘’
Başkan Adnan Polat, iki yıl önce de Florya'ya bir harekat düzenlemiş ve Feldkamp, "Ben bu zihniyetle çalışamam" diyerek çekip gitmişti. Şimdi ise Hagi ve Sezgin'den ses seda yok. Oysa bu baskın onlara yapıldı.
Endüstriyel dünyanın temel ilkesi profesyonelleşmektir. Duygular bir yana bırakılır, akıl, mantık ve prensipler devreye girer profesyonel iş yaşamında. Başarıya giden yol, profesyonel bakış açısının ve ilişkilerin şirket içinde işlerlik kazanmasından geçer. Tabii bunun için önce iş verenin profesyonel anlayışa sahip olması gerekir. Yani önce patron profesyonel olmalıdır. Ne kadar profesyonel ve işini bilen yönetici seçerseniz seçin, eğer kendiniz profesyonel değilseniz, başarma şansınız yoktur. Çağımızda bacasız endüstrinin en önemli parçalarından biri haline gelen futbolda da bu böyledir. Eski alışkanlıkları bir kenara bırakıp, günümüz şartlarına uygun davranmak zorundasınız. Yoksa zamanın bir yerinde takılıp kalırsınız. Tabii başında olduğunuz kurumla beraber. Tıpkı Galatasaray Başkanı Adnan Polat gibi.
Sayın Polat, Belediye yenilgisi sonrası Florya'ya baskın yaparak futbolcuları topladı ve gözdağı verdi. Bu, Başkan Polat'ın ilk baskını değil. Feldkamp zamanında da Florya'ya çıkarma yapmıştı Adnan Polat. Bunun üzerine Alman teknik adam, "Ben bu zihniyetle çalışmam" diyerek çekip gitmişti. Hagi ve Sezgin ise olanları sineye çekmiş gözüküyor. Oysa herkes biliyor ki, bu baskın onlara yapıldı. "İpleri elime alıyorum" demek, Hagi ve Sezgin'e "siz beceremiyorsunuz" diyerek kapıyı göstermektir. Ve bu, profesyonel bir yaklaşım değildir. Bu, 60'lı yılların ilkel zihniyetidir. 21. Yüzyıl'da bu kafayla hareket ederseniz, Galatasaray'ı çağın gerisine itersiniz. Kendi çalışanlarına darbe yapan başkanıyla, başkanına ayağa kalkmayan yöneticileriyle ve paramparça olmuş yönetimiyle Galatasaray freni boşalmış bir kamyon gibi. Yokuş aşağı son sürat yuvarlanıyor. Yazık.
‘’Hagi ve Sezgin için yolun sonu‘’
Çünkü o takımı kuran da, başına sportif ve teknik direktörü atayan da yönetimdir. Eğer bir yönetim nasıl ki başarıda aslan payını kendine çıkarıyorsa, başarısızlıkta da hesabı vermelidir. Bu hesabı verecek olan da Başkan Adnan Polat’tır. Çünkü Galatasaray’da başkanlık sistemi vardır.
Galatasaray’ın elde ettiği 17 şampiyonluktan 4’ünde kendisinin payı olduğunu söyleyen ve bununla övünen Başkan Polat’ın başarısızlık halinde ise faturayı teknik direktörlere ve futbolculara kestiğini geçmişte yaşananlardan biliyoruz. O nedenle bugünden sonra olacakları da kestirmek için ‘bilge kişi’ olmaya gerek yok. Dünkü Belediye maçı gösterdi ki, Hagi bu sezonu çıkaramayacak. Hatta, bu hafta içinde oynanacak kupa rövanşında Gaziantep’e elenmesi -ki kuvvetle muhtemel- halinde Rumen teknik adamın ülkesine dönmesi sürpriz olmayacak. Ancak bu kez diğerlerinden farklı olarak Adnan Sezgin’in de kulüple ilişiğinin kesilmesi büyük ihtimal. Zira, Hagi’nin hafta içinde “ben kurmadım” dediği takımı kuran Adnan Sezgin’dir. Ayrıca Adnan Polat’ın devre arasında, “Başarısızlıkta ikisi de gider!” sözünü unutmayalım.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bütün bunların sırası mı, bize maçı anlatsana?” Hangi maçı, hangi takımı? Üç pas arka arkaya yapamayan, kullandığı korner atışı sonrası kalesinde golü gören, ardından topu arkadaşının ayağına çarptırarak rakibe pozisyon veren ve ikinciyi yediren, doğru dürüst atak ve savunma yapamayan, bir oyun planı, kurgusu, stratejisi olmayan takımı mı anlatmalıyım size? Evlere şenlik orta saha ve savunmadan mı bahsetmeliyim? Yoksa, kenarda acz içinde felaketi seyreden Hagi’den mi? Geçiniz. Bu takım bitmiş. Bu takımın ruhu yok. Sadece isim, arma ve içi boş forma. Hepsi bu.
‘’Hagi'ye ağıt!‘’
Bilim insanlarının anlatığına göre yeryüzünün en görkemli ve sıra dışı kuşu Albatros’muş. 3.5 metreye varan kanatlarıyla havada yıllardır süzülebilirlermiş. Yavru albatros uçmayı öğrenip havalandıktan sonra 10 yıl boyunca yere inmeden uçabilirmiş. Tarih öncesinin efsanevi kuşlarını andıran albatroslar, bu süre boyunca uyku ihtiyaçlarını da havada giderirlermiş. Uyurken beyinlerinin bir yarısı uyanık kalır ve gideceği yönü belirlermiş. Yeryüzünü bir baştan bir başa kat eden bu inanılmaz yaratık, devasa kanatlarıyla rüzgara ve okyanus dalgalarına hükmedermiş. 85 yıla varan ömürleriyle en uzun süre yaşayan kuşlarmış, albatroslar.
Ancak ne var ki, gökyüzüne bakıldığında görüntüsüyle hayranlık uyandıran bu eşsiz hayvan, zaman zaman beslenmek için gemilerin güvertesine indiğinde denizcilerin eğlencesi olurmuş. Çünkü, ömrünün büyük bölümünü havada geçiren ve yıldızların koynunda uyuyabilen albatroslar, yere indiğinde kanatlarının büyüklüğü nedeniyle yürümekte zorlanırmış. Gemiciler onların kemiklerinden yaptıkları pipolarıyla paytak paytak gezinen albatrosları dürter ve kahkahalar atarmış. Muhteşem kanatları nedeniyle gökyüzünün hakimi olan albatroslar, aynı kanatları nedeniyle de yeryüzünde acz içinde dolanırmış.
Galatasaray sevdalısı bütün futbolseverler için Gheorge Hagi’nin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Galatasaray için çarpan her Sarı-Kırmızılı kalpte Hagi’ye ayrılmış müstesna bir köşe bulunur. Orası Hagi’nin kaptan köşküdür. Gönüllerin sultanı, kalplerin efendisi bu unutulmaz futbol fenomeni, dünya durdukça Galatasaraylı’nın içinde yaşamaya devam edecektir. Ancak ne var ki, Hagi de doğası ve kaderi gereği albatros kuşları gibidir. Devasa kanatlara ve görkeme sahiptir. Ama gökyüzündeyken. Çünkü o bir yıldız. Ve öyle kalmalıydı.
Ömrü boyunca göklerde süzüldü. Rüzgara, dalgalara ve yeryüzüne hükmetti. Ama yere inince sıradan insanların eğlencesi oldu. Belli ki teknik direktörlük ona göre değildi. Yapmamalıydı. Kovulduğu Galatasaray’a bir kez daha gelmemeliydi, ıslıklanmak ve yeniden kovulmak için. Galatasaray’ın bu büyük futbol efsanesinin kaderinin bir kupa maçına bağlı olması ne hazin. Kendini bu duruma düşürmemeliydi Gheorge Hagi. O hep içimizde ve ait olduğu o yerde; yıldızların yanında kalmalıydı. Ona ulaşamamalıydık. Ona dokunamamalıydık. Ona zarar verememeliydik. Onu üzememeliydik. Yazık oldu, o harukülade yıllara ve uçuşlara. Çok yazık...
‘’Kumsaldaki adam!‘’
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan yaşlı bir adam olduğunu fark eder.
Yaşlı adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun? Yaşlı adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam kumsalda ölecekler. Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?
Yaşlı adam eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...
Yukarıdaki öyküyü bir kez daha sütunlarıma taşımamın sebebi yine Yavuz Kocaömer’dir. Çünkü onu tarif edecek en iyi hikayedir. Yavuz Kocaömer de o ıssız kumsaldaki ihtiyar gibidir. Milyonlarca denizyıldızı vardır Kocaömer’i bekleyen... Her gün, gün ağarınca kumsala iner Kocaömer. Güneşin altında kavrulmak üzere olan biçare denizyıldızlarını teker teker toplar ve yeniden hayat bulacakları can suyuna geri gönderir. Onlara bir yaşam bahşeder. Tek işi budur. Yetişebildiğine yetişir, kurtarabildiğini kurtarır. Hepsine ulaşamayacağını anladığı zaman da, aylak aylak gezen başka yaşlı adamları kollarından tutar sahile indirir. Çünkü bilir ki, bu ülkede denizyıldızlarına sahip çıkacak birilerine ihtiyaç vardır. Onlar olmazsa öleceklerdir. O, sahipsizlerin sahibi, kimsesizlerin kimsesidir. O gerektiğinde bir babadır, gerektiğinde bir ağabeydir, gerektiğinde bir kardeştir, gerektiğinde bir dosttur, gerektiğinde bir yoldaştır, gerektiğinde bir hamidir. O, her gün görmezden gelinen, yok sayılan engellileri hayata bağlayan bir ‘Cesur Yürek’tir. Gün gelir devlete bile kafa tutacak kadar asi olur, gün gelir yel değirmenlerine karşı savaşan bir ‘Don Kişot’ kesilir. O, hayatın iki yakası arasında savrulan bir sarkaç gibi yaşar ömrünü. O ömür ki, hem adanmıştır, hem de kutsanmış. Daha ne olsun?
‘’Şeref tribünü!‘’
Son yılların en heyecanlı derbisinin keyfini sürmek isterdik. Ama Protokol tribününe kendi maçlarını yapmaya gelenler yine engel oldular. Stat terörünün kaynağını arayanların bakması gereken adres gayet açık değil mi?
Siz ne kadar yasalar çıkarırsanız, çıkarın. Yaptırımları ne kadar artırırsanız, artırın. Cezaları üçe beşe, sekize ona katlayın. Statlara sokmayın isterseniz, tribün çetelerini ve çete başlarını. Hatta hapis cezası bile getirin. Sürüm sürüm süründürün, meçhul failleri! Söndürebilir misiniz, tribünlerdeki yangını, yangının kaynağına inmeden? Sonuçları düzeltebilir misiniz, nedenleri ortadan kaldırmadan? İşte görüyorsunuz. Neredeyse her hafta gözümüzün içine sokuyorlar, "Biz buradayız" diyorlar. "Her şeyin müsebbibi biziz" diye adeta haykırıyorlar. Sahadaki oyun, oyuncular, oynatanlar zerre kadar umurlarında değil. Onların oyunu kendine! Kendi maçlarını yapmak için 'Şeref Tribünü'nde (!) yerlerini alıyorlar. Kimdirler, nedirler, nerelidirler, nereden gelirler, parayı nereden bulurlar; isimleri, cisimleri, güçleri nedir? Bunların önemi yok. Bakın yüzlerine, hepsinin birbirine benzediğini göreceksiniz. Aynı tornadan çıkmış gibi! Dikkatlice inceleyin, önemli adam vehmiyle nasıl kasım kasım kasıldıklarını, kibirden gerilmiş gerdanlarını kaldırarak nasıl etrafı göz ucuyla müstehzi bir şekilde süzdüklerini fark edeceksiniz. İşte onlardır her şeyin başı! Bize son yılların en heyecanlı derbisini zehir edenler de onlardır, eylemiyle, söylemiyle sıradan taraftarı kışkırtanlar da... Bu ülkede yıllardır stat terörünün neden sona ermediğine kafa yoranların bakması gereken yer gayet açık değil mi? Çevirin projektörleri protokol tribününe; her şeyi göreceksiniz. Fitil orada ateşleniyor. Terörün kıblesi orasıdır. Ve oralar yerle yeksan edilmeden, bu ülke futbolu gün yüzü görmez.
‘’Yazık bu stada‘’
Galatasaray’ın geçtiğimiz hafta Gaziantepspor’a 1-0 kaybettiği maçı doğru ve objektif analiz edemediğim ve “Böyle oyna canımı ye!” şeklinde bir yazı yazdığım için siz okurlarımdan özür dilerim. Söz konusu maçı daha sonra bir kez daha izlediğimde gerçekten de çok yanlış bir değerlendirme yaptığımı anladım ve üzüldüm. Hem kendi adıma, hem de Galatasaray...
Eskişehirspor maçında sergilenen futbolun ve alınan galibiyetin yalancı bahar olduğu, ardından oynanan iki karşılaşmada apaçık ortaya çıktı. Devre arasında yapılan transferlerin yalan olduğu da... Şu bir gerçek ki, Galatasaray ligin en kötü futbol oynayan iki üç takımından biri. Eğer bugün ligde küme düşme korkusu yaşamıyorsa bunu formasının ağırlığına borçlu.
Bucaspor ligin mütevazı ve toplama takımlarından biri. Sezon başında ve ortasında yaşadığı kadro sirkülasyonu nedeniyle ligde bir türlü dikiş tutturamamış bir ekip. Küme düşme korkusunu iliklerine kadar hissediyor. Ve Galatasaray bu takım karşısında bile sahaya futbol adına herhangi bir şey yansıtamıyor. Orta alandan ileriye doğru dürüst bir top çıkmıyor. Sabri topları eziyor, yanlış paslar, gelişi güzel şutlar atıyor. Neil baskıyı yiyince geriye ve yana oynuyor. Culio da onlara ayak uyduruyor. Kanatlardan orta yapılamıyor, Baroş güçsüzlükten stoperlerin arasında kayboluyor. Gol umudu olarak milyonlarca Euro’ya alınan Stancu sol kanada, Yekta kulübeye hapsoluyor, ucuz (!) diye alınmayan Cenk Tosun Gaziantep’te harikalar yaratıyor. Velhasıl neresinden tutsanız elinizde kalacak bir durum söz konusu. Ne yönetimi yönetim, ne kulübesi kulübe, ne de takımı takım. Büyüklüğünü kaybetmiş, mazisini arayan, gelecek adına da hiç bir umut ışığı vermeyen bir Galatasaray var karşımızda. Yazık, bu muhteşem stada da, her şeye rağmen umudunu kaybetmeyen coşkulu taraftara da...