‘’Faruk Süren göreve!‘’
UEFA Kupası, Galatasaray adını tüm dünyaya ezberletip, marka değerine tavan yaptırırken, Seyrantepe Stadı’nın hizmete girmesi de, aydınlık bir geleceğin kapılarını ardına kadar açmıştır. Tabii kulübün çağdaş bir idari yapıya kavuşturulması şartıyla...
Peki, bu yapılanma mümkün müdür?
Bugüne kadar yaşanan gelişmeler ışığında bu soruya olumlu cevap vermek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü bu iki tarihi olayın mimarları Faruk Süren ile Adnan Polat, kulüp içindeki ‘derin mekanizma’ tarafından benzer yöntemlerle derdest edildi.
Galatasaray’a tarihinin en büyük sportif başarılarını yaşatan, kulübün kurumsallaşması ve profesyonelleşmesi için projeler geliştiren Faruk Süren, hiç kimsenin anlamadığı bir şekilde, bir oldubittiye getirilerek görevden uzaklaştırıldı. Kulübü batırdığından, zimmetine para geçirdiğine kadar bir yığın çirkin iddia ortaya atıldı. Sonuçta Sayın Süren haklarındaki bütün iddialardan mahkemelerde aklandı. Başta, adını ‘Naylon Süren’e çıkaranlar olmak üzere hiç kimse çıkıp da, Faruk Başkan’a iade-i itibarda bulunmadı. Üzerine sıçratılan çamurla kaldı. Aradan geçen 10 yılda kulübün borçları katlanarak yüz milyonlarca dolara ulaştı. Karşılığında Süren dönemindeki sportif başarıların yanına bile yaklaşılamadı. Bilakis, kulübün vizyonu küçüldü, marka değeri düştü. Bugün gelinen nokta herkesin malumu...
Süren’den sonra darbe yapılarak görevinden uzaklaştırılan Adnan Polat da, kulübün en zor dönemlerinde elini taşın altına sokup birçok ‘idari’ başarıya imza atmanın karşılığını küfür yiyerek ve yönetimi düşürülerek aldı. Üstelik ironik bir şekilde, ‘idari olarak ibra edilmemek’ yoluyla! Seyrantepe’nin yanı sıra, Riva ve şirketlerin birleştirilmesi gibi camianın sırtında kambur olan büyük sorunları çözen Polat’ın, bu muameleye maruz kalması tarihi bir haksızlıktır. Stat açılışında protestocu taraftarına karşı takındığı ‘jandarmavari’ tutumuna, bazı fahiş hatalarına ve bu sezonki inanılmaz sportif çöküşe rağmen...
Şimdi yeni bir süreç başlıyor. Başkan Polat, dünkü basın toplantısında 14 Mayıs’ta yapılacak seçime girmeyeceğinin sinyallerini verdi. Ancak, mücadelesini sürdüreceğinin ipuçları da vardı, açıklamasında....
Gelgelelim, Faruk Süren’in seçime girmemesi için hiçbir neden yok. Sayın Süren bu seçimde mutlaka aday olmalıdır. Kendisine yapılanları içine sindiremediğini ve yıllardır hazırlık yaptığını biliyorum. Ayrıca onun vizyonuna ve tecrübesine sahip bir ikinci kişinin olmadığını da... Faruk Süren, yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere tekrar dümenin başına geçmelidir. Camianın ona itibar borcu vardır. Onun da camiaya misyon borcu... Bu hesap kapatılmalıdır.
‘’Galatasaray kümeye!‘’
Sezon sonu Trabzonspor veya Fenerbahçe'den biri ipi göğüsleyecek. Normal şartlarda bu iki kulübümüzün gündemde olması gerekir. Ama olamıyorlar! Çünkü, küme düşme potasının sınırına gelen Galatasaray, şampiyon adayı bu iki takımımızdan daha fazla sayfaları, ekranları ve kahvehane ile meyhane masalarını meşgul ediyor. Bu da doğaldır. UEFA Şampiyonu bir kulübün tersine tarih yazması çok konuşulur. Herkes merak ediyor. Acaba bu sezon bir ilk yaşanabilir de Galatasaray küme düşer mi, diye... Bu hiç önemli değil. Bir takım, adı ve büyüklüğü ne olursa olsun, kötü bir sezon planlaması yapıldı mı, sıradan bir takıma da dönüşebilir, küme de düşebilir. Bu, futbolun doğasında var. Burada Galatasaray'ın Bank Asya'ya gitmesinden daha önemli olan, kulübün içinde bulunduğu durumdur. Camianın neredeyse dörtte üçünü karşısına almış, ancak buna rağmen koltuğu bırakmak istemeyen ve mali kongrede darbe yiyen başkanıyla, yönetimi için için çürüten, başkanına ayağa kalkmayacak kadar Galatasaray geleneklerini ayaklar altına alan yöneticileriyle, başkanına ve futbolcusuna küfür eden kongre üyeleri ve taraftarıyla bu kulüp zaten klasman düşmüş. Daha nereye düşebilir ki! Düşecek bir yer kaldı mı ki? Zihniyet olarak küçülmekten, büyüklüğünü kaybetmekten daha ötesi olabilir mi?
Bakın size resmin tamamlanması için bir şey daha söyleyeyim: Bu hafta oynanacak Trabzonspor maçında Galatasaraylıların büyük çoğunluğu Trabzonspor'u tutacak! Fenerbahçe şampiyon olmasın diye! Daha ne diyebiliriz ki? Koca Galatasaray tarih önünde diz çökmüş vaziyette. Dizlerini dövsen, başını duvarlara vursan ne fayda...
‘’Sözün bittiği yer!‘’
Yaşanılanları futbol terimleriyle izah etmek mümkün değil. Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor. Dibe vurmanın sonu bir türlü gelmiyor.
Kulüp, yönetimi ile muhalefeti ile liselisi, alaylısı, üniversitelisiyle paramparça olmuş durumda. Yukarılarda iktidar kavgası olanca hızıyla sürüyor. Bunun takıma yansıması da facia boyutlarında oluyor. Futbolcularda özgüven kaybı tavan yapmış durumda. Tam bir mental çöküş yaşanıyor. Milli takımlarda harikalar yaratan adamlar, Sarı-Kırmızılı forma ile topu 1 metreye itemiyor. Tümü acemiler mangası gibi.
Bülent Ünder’in, Cüneyt Tanman’ın iyi niyetli çabaları, uygulamaya çalıştıkları rehabilitasyon da ne yazık ki yeterli olmuyor. Onlara da yazık oluyor. Bu nasıl travmadır anlamak mümkün değil.
Sahip olduğu tüm birimleri ile unsurlarıyla büyüklüğünü kaybetmiş ve küme düşmüş bir camia var karşımızda. Daha ne söylesek, ne yapsak bilmem ki. İyisi mi susmalı! Ya da ne bileyim, gülmeye falan başlanmalı. Zira susmak ve olan biteni dalgaya almak, bazen bir camiayı hatta bir ulusu dahi, ayağa kaldırabilecek en etkili silah olabiliyor. Geldiğimiz nokta bu...
Galatasaraylı’nın bundan böyle her şeyi zamana bırakması en iyisidir. Kahırlanmanın, saçbaş yolmanın, öfkelenip debelenmenin hiç alemi yok. ‘Su akar, yolunu bulur’ diyelim ve kapatalım.
‘’Galatasaray Türkiye'dir (2)‘’
Dönemin başbakanı Adnan Menderes ve iki bakanının idam edilmesiyle sonuçlanan bu trajik süreç, daha sonra kendini, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1995 darbeleriyle yeniledi. Bilim ve teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği, insanoğlunun evrenin derinliklerini keşfe çıktığı şu milenyumda dahi darbe bulutları ülkemizin üzerinde dolaşmayı sürdürmektedir.
Şu bir gerçek ki, hayata geçirilen her darbe, demokrasi yolculuğumuzu sekteye uğratmakla kalmaz, geride tarifi imkansız acılar ve hiçbir zaman yeri doldurulamayacak kayıplar bırakarak tarihteki yerini alır. Son 50 yılında 4 darbe yaşamış olan Türkiye, bu konuda dünyanın en bahtsız ülkelerinden biridir.
Gerçekleştirilen her darbenin arkasında belli bir zümreyi temsil eden oligarşik güçler vardır. Seçimle işbaşına gelen yönetimleri, çoğunlukla kendilerinden olmadıkları, bazen de kendi çıkarlarına ters düştükleri anda devirmek için her an pusuda bekleyen, sıkı işbirliği içindeki gizli güçlerdir bunlar. Yaptıklarının tek bir karşılığı vardır: İhanet. Bu nedenle Türkiye tarihi, bir bakıma darbeler ve ihanetler tarihidir.
Süren’den sonra Polat’a darbe
Türkiye’nin dünyada en çok tanınan markası Galatasaray’da da bir darbe geleneği vardır. En bilineni, Galatasaray’a tarihinin en parlak dönemini yaşatan, kulübü dünyaya açan ve adının yeryüzünün dört bir yanında duyulmasına neden olan Faruk Süren’in hiç kimsenin çözemediği bir liseli darbesiyle devrilmesidir. Galatasaray bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödedi ve hâlâ da ödemeye devam ediyor. Her geçen gün sıradanlaşarak...
Başkan Adnan Polat’ın bugün başına gelenler de bir liseli darbesinden başka bir şey değildir. Hiç kuşkunuz olmasın, Polat liseli olsaydı 2012 Mayısına kadar, hatta belki de daha uzun yıllar görevde kalabilirdi. Bütün hatalarına ve günahlarına rağmen... Son gelişmeler ortaya çıkardı ki, Galatasaray liseliler ve alaylılar olmak üzere karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş durumda. Bugün eli güçlü olan liseliler darbe yapıyor. Yarın da eli güçlenirse, aynı darbeyi alaylılar da yapabilir. Zira Galatasaray’ın anayasası buna izin veriyor. Tıpkı Türkiye’nin anayasanın darbecilere aynı izni verdiği gibi.
7000 bin üyesi ve milyonlarca taraftarı olan bir kulüpte mali genel kurula gelen 600-700 kişinin el kaldırmasıyla başkan indiriliyorsa, kimse o kulüpte demokrasiden söz edemez. Tıpkı anayasanın verdiği yetkiye dayanarak darbe yapılan bir ülkede söz edilemeyeceği gibi.
06.05.2008’de ilk kez ‘Galatasaray Türkiye’dir’ diye yazmıştım. Doğru yazmışım. Galatasaray her bakımdan Türkiye’nin ta kendisidir. Ve Galatasaray tarihi de, Türkiye gibi darbe ve ihanetler tarihidir. Bu Türkiye de, bu Galatasaray da benim Türkiye’m, benim Galatasaray’ım değil. Ama ne yaparsın? Sevdim bir kere. O sevgim her geçen gün azalsa dahi yine de katlanacağım, çekeceğim. Çekeceğiz...
‘’Hagi'nin yerine kim geçmeli?‘’
Diyelim ve geçelim esas konumuza...
Bir sezonu daha büyük bir hüsranla kapayıp, önümüzdeki yıl için yeniden yapılanmanın hesapları içerisine giren Galatasaray’da en önemli mesele teknik direktör seçimidir. Öyle ki, olası bir erken seçimden dahi önemlidir bu durum. Çünkü ne kadar güçlü ve uyum içinde çalışan bir yönetim kurarsanız kurun, teknik adam seçimini doğru yapamadığınız takdirde başarılı olmanız mümkün değildir. Galatasaray’ın bugün içine düştüğü vahim duruma bakılırsa, takıma salt bir teknik direktör değil, gerçek anlamıyla bir ‘kurtarıcı’ bulunması gereği apaçık ortadadır. Kulübü ve Türkiye şartlarını iyi bilen, ligimize yabancı olmayan, yerli ve yabancı oyuncuları kaynaştırabilecek lider özelliklere sahip olan, çağdaş/bilimsel metotlarla çalışan, teknik/taktik zekası üst düzeyde, hırslı ve vizyon sahibi bir teknik adam, ancak dibe vurmuş Galatasaray’ı ayağa kaldırabilir. Futbolla az buçuk ilgilenen hemen herkesin aklına gelebilecek bir kaç tanıdık isim var elbette, bu işin altından kalkabilecek... Başta Fatih Terim ve Mustafa Denizli olmak üzere.
Lucesce veya Yanal olmalı
Ben her ikisinin de bu kaotik ortamda taşın altına ellerini sokacağını sanmıyorum. Üstelik bu isimlere camia içinden yüksek sesle itirazların olacağı da sır değil. Abdullah Avcı ve Tolunay Kafkas’a ise yeterince sabır gösterilmeyeceğini düşünüyorum. Bülent Korkmaz örneği ortada. Geriye iki seçenek kalıyor: Mircea Lucescu ve Ersun Yanal. Her ne kadar Shaktar Donesk ile mutlu bir beraberliği olsa da, Lucescu’nun aklının ve gönlünün Türkiye’de olduğunu bilmeyen yok. Türkiye’de haksızlığa uğraması ve gerçekleştirmek istediklerinin yarıda kalması, Rumen hocanın jübilesini ülkemizde yapması için yeterli gerekçelerdir.
Halen Milli Takımlar Genel Koordinatörlüğü yapan Ersun Yanal ise yerli teknik adamlar içerisinde en uygun ve en hazır olanıdır. Bir kaç yıldır kulvar dışında kalarak ligi uzaktan gözlemleyen Yanal’ın, bazı şeyleri çok daha net olarak gördüğü ve kendisini bu yönde de geliştirdiği göz önüne alınırsa, Galatasaray’a yepyeni bir vizyonla geleceği ortadadır. Milli takımların altyapısını da yakından takip etmesi nedeniyle gelecek vaat eden bazı gençleri Galatasaray’a kazandırabileceğini, futbolculara yaptığı fiziksel ve zihinsel yüklemeyi, oynattığı coşkulu futbolu, hırsını, arzusunu da hesaba katarsak, Yanal’ın Florya’ya ve Seyrantepe’ye yeni bir sinerji katacağı aşikardır. Tek yapılması gereken, -Lucescu ya da Yanal fark etmez- rahat çalışabilecekleri olanakların sunulması ve onlara güvenilmesidir. Hangi yönetim olursa olsun...
‘’Bilica'yı da al Polat!‘’
Şan, şeref ve haysiyet dolu bir tarihle anılır Galatasaray. Bu tarihi yazansa salt sportif başarılar değildir. Asalet, tevazu, terbiye, saygı gibi değerlerdir asıl Galatasaray tarihine anlam katan. Terbiye kavramının Galatasaray ismiyle özdeşleşmesi işte bundandır. 'Galatasaray terbiyesi' diye bir olgunun ortaya çıkması bir asrı geçen yoğun çabaların ürünüdür. Bu kulüp yeri gelir yıllarca şampiyonluklara hasret kalır. Yeri gelir, küme düşme noktasına bile gelebilir. Hatta düşebilir de... Ama vakur duruşundan bir şey kaybetmez. Onu ayağa kaldıracak, sonsuza dek baki kılacak olan da bu duruşudur. Gelgelelim, spor terminolojisine 'Galatasaray terbiyesi' gibi bir kavramı sokan bu büyük kulübümüzün adı bugünlerde, Fenerbahçe kulübesine hareket çeken Colin Kazım'la anılır oldu. Tıyneti belli böylesi bir adam alınırken düşünülmesi gereken bir durumdu bu. Ama düşünülmedi. Bu kulübün sahip olduğu unvanlara zarar verebilecek hiç bir şeyin düşünülmediği gibi! Artık ok yaydan çıkmış görünüyor. Galatasaray değerleri her geçen gün ayaklar altına alınıyor. Sırası gelmişken Bilica, hatta Batuhan gibi oyuncular da transfer edilmeli! O zaman sacayağı kurulmuş olur! Geriye ise tabureye tekmeyi vurmak kalır!
Size bir şey söyleyeyim mi sevgili okur! Ne Galatasaray'ın Fenerbahçe'ye her maçta yenilmesi, ne küme düşme potasına gelinmesi, ne Hagi'nin başarısızlığı, ne kadronun kalitesizliği, ne hatalı transferler, ne yönetimin paramparça olması, ne şu, ne bu... Asıl yıkım Galatasaray'ın değerlerinden uzaklaşmasıdır. Adnan Polat ve yönetiminin bu kulübe verdiği en büyük zarar da budur.
‘’Galatasaray Galatasaray'dır!‘’
Hiç bitmeyecek düşsel bir yolculuk gibidir Galatasaraylılık. Yola çıkmanız yeter! Evrenin sonsuzluğuna salınan bir ışık huzmesi, bir radyo sinyali gibi, kendi rotasında bilinmeyen zamanlara doğru yol alır gider Galatasaray tutkusu. Öylesine güçlü bir bağlılıktır ki bu, bir meftun oldunuz mu, gözler artık başka canan görmez.
Galatasaray’a sevdalandığınız andan itibaren, onu yaşar, onu solursunuz. Sahip olduğunuz her şeyden vazgeçersiniz, bir ondan asla! Galatasaraylı için tek gerçek vardır; o da Galatasaray’dır.
Zaman zaman haşarı bir çocuk gibi olur Galatasaray. Yaramazlıklar yapar. Kızdırır kendisine gönül verenleri. Bazen de hercai davranır. Gözü başka yerlere seğirtir sanki! Sevenlerinden uzaklaşır gibi görünür. Kırar kalpleri. Arada bir de derbeder takılır. Döner sırtını her şeye, her yere; çekilir kendi ıssızlığına. Kapanır içine. Yaklaştırmaz yanına kimseyi. Ulaşılmaz olur. Üzer tutkunlarını.
Çok nadir de olsa, değerlerine yabancılaşır. Gücünü, kudretini, kimliğini inkar edercesine tuhaf davranışlarda bulunduğuna tanık olursunuz. Bölünüyormuş, parçalanıyormuş hissi uyandırır, kalbi onun için çarpanlarda. Bunlar hep olur. Olağandır. Hayata dair hallerdir. Ve her ne oluyorsa, gelir geçer. En sonunda su yolunu bulur, kendi yatağında çağlayarak akar. Engin okyanusa kavuşana kadar...
Muhtaç olduğu kudret...
İşte bugünlerde, o hallerden bir hal daha yaşıyor Galatasaray. Fırtınaya yakalanmış tekne gibi alabora olmuş durumda. İnsanlar birbirine küs, birbirine düşman. Kin, nefret, sevgisizlik almış başını gidiyor.
Camia darmadağın. Parça, pinçik. Bölük, pörçük. Paramparça olmuş aşklar gibi. Yere saçılmış elmas taneleri gibi. Umut yok, ışık yok. Gelecek belirsiz. Galatasaraylı elem, keder içinde. Ümitler yitirilmiş, hayaller ölmüş, düşler kurumuş sanki.
Amma velakin, yürekler Galatasaray için atmaya devam ediyor. Mamafih hayat da öyle... Ve bütün bunlar hayatın bir parçası. Yaşanacak ve bitecek, her ne yaşanıyorsa. Galatasaray yine silkinecek. Yine ayağa kalkacak. Tükendi dendiği anda bir kez daha küllerinden doğacak. Bu, hep böyle olmuştur.
Çünkü milyonlarca seveninin ürettiği sınırsız bir sinerji, çevresini bir hale gibi sarmıştır. Galatasaray’ın manyetik alanıdır, atmosferidir, bu sonsuz sevgi, bağlılık, bağımlılık.
En dipten, en zirveye bir roket hızıyla fırlarken ihtiyaç duyduğu enerji, sevenlerinin ruhunda, gönlünde gizlidir. Ve o enerji ateşlenmeyi bekliyor.
Bekliyor, beklemesine de... “Galatasaray, Galatasaray’dır” diyen Aykut Kocaman bunun farkında, Galatasaray’ı bu hale getirenler değil. İnsana en çok koyan da, bu vurdumduymazlık, aymazlık ve iş bilmezlik!
‘’Viva Zapata!‘’
Öncelikle bir konuyu açıklığa kavuşturmalıyım: Futbolda yerli-yabancı ayrımına şiddetle karşı çıkanlardan biriyim. Futbola kabaca bakış açım; iyi futbolcu/kötü futbolcu, iyi takım/kötü takım çerçevesindedir. Elbette bu işin ortası da vardır; 'vasat' şeklinde tanımladıklarımız... Onlar matematikteki 'etkisiz eleman' gibidirler. Sadece fikstür gereği bu oyunun içinde yer almak zorundadırlar. Bu nedenle konumuz dışındalar.
Futbola aşina olan herkesin çok iyi bildiği bir gerçek vardır ki, sezon başında kurulan iyi bir takım diğerlerinin bir adım önünde başlar yarışa. İyi takımın da, iyi futbolculardan ve iyi bir teknik ekipten oluşacağını söylemenin ise manası yok sanırım. Bu sezona bakıldığında da bu realitenin hayata geçtiğini kolaylıkla görebiliriz. Artık belli oldu ki, sezon sonunda ligin en iyi üç takımından biri ipi göğüsleyecek. Ancak 2010/2011, şampiyon olan takımla beraber Galatasaray'ın tarihsel yıkımının da hatırlanacağı bir sezon olarak kayıtlara geçecek.
Bu konuda o kadar çok şey yazılıp çizildi ki, rahatlıkla 'sözün bittiği nokta' klişesine başvurabiliriz. Bu, işin kolayına kaçmak olur. Söylenecek hala çok şey olduğu kanısındayım. Hep Sarı-Kırmızılı takımdaki yerlilerin kalitesizliğinden söz ettik. Peki ya yabancılar? Başlığa çıktığım kaleci Zapata'dan başlayarak bu takımdaki yabancıların katkısını sorgulamak gerekmiyor mu? Şu anda ne katıyorlar takıma? Örneğin; şu Lorik Cana, Bank Asya'da forma giyebilir mi? Neill, ıslıklanan genç Serkan Kurtuluş'tan daha mı iyi oynuyor sağ bekte? Stancu büyük takım forveti mi? Bir var, bir yok Kewell ve Baroş'la hedefe ulaşılabilir mi? İnsua'yı zaten saymıyorum, Culio dışında gelecek sezon için pırıltı veren yabancı oyuncu var mı? Soruları uzatmanın alemi yok. Aslında her şey apaçık ortada. Bu takım yerlisiyle, yabancısıyla, hocasıyla tepeden tırnağa yanlış kurulmuş. Doğru da kurulamazdı zaten. Kongrede oluşan yanlış yönetimin eseri de, doğaldır böyle olacak. Üç yanlış bir doğruyu götürür derler. Bu kadar yanlışın olduğu yerde doğru mu kalır?
Bir gurur, bir dumur!
Değinmeden geçemeyeceğim. Birbirinden taban tabana zıt iki olgu vardı bu hafta. Biri ne kadar gurur duyulacak bir görüntü ise, diğeri de o kadar iç acıtan bir duyarsızlıktı. Fenerbahçe tribünlerini dolduran kadınlarımızın, '8 Mart Dünya Kadınlar Günü' münasebetiyle ülkemizdeki kadına yönelik şiddete dikkat çeken pankartları ve tezahüratlarıyla ne kadar övünsek, gönensek azdır. Hayatı bize zindan eden tribün çetelerini bertaraf etmenin en iyi yollarından biridir, kadınlarımızı statlara çekmek ve onların taşıdığı ince ruhu futbolumuza katık etmek. Hiç kuşkusuz, Fenerbahçe bunu ligimizde en iyi uygulayan kulüptür. Şükrü Saracoğlu'nun her geçen gün Avrupai bir görüntüye kavuşmasının temel nedenlerinden biridir, aile matinesine dönüşmesi. Aziz Yıldırım'ın ülke sporuna çok büyük emekleri vardır, ama böylesi bir zihniyet değişikliği en büyük hizmeti olacaktır. Bu anlayışın önünde saygıyla eğiliyorum.
Gelgelelim, Fenerbahçeli kadınların tribünlerde yaşattığı bu duyarlılığa inat, Futbol Federasyonu'nun Japonya'da yaşanan korkunç felakete olan kayıtsızlığı yüreğimizi burktu. Avrupa'nın önde gelen tüm liglerinde facia nedeniyle saygı duruşları düzenlenirken, takımlar kollarında siyah bantlarla sahaya çıkarken, bizden çıt çıkmadı. Bir deprem ülkesi olmamıza karşın, tribünlerde yaratılacak bir sinerjiyi, edilecek duaları çok gördük deprem mağduru Japon dostlarımızdan. Hani nerde kaldı, bizim geleneksel yardım severliğimiz, dayanışmamız, empati yeteneğimiz? Bu mudur şimdi? Futbolun barış ve kardeşlik şiarı bizim için geçerli değil mi? Neyse, sözü daha fazla uzatmanın alemi yok. Aslında yapacak pek bir şey de yok. Futbol Federasyonu'nu ayıbıyla baş başa bırakmaktan başka... Tabi yüzleşebilmek gibi bir erdeme sahipseler!