‘’Kocaman bir ayıp!‘’
Liderlik Trabzon'un hakkı. Lakin Şenol Güneş'in öfkesi anlaşılmaz. Aykut Kocaman'a hafta içinde giydirmişti. Dün de dozu artırdı. Gereksizdi. O Aykut Kocaman değil miydi, Trabzonlular'ın acısına içi yanıp Fenerbahçe'den kovulan.
Hani artık bilmeyeniniz yoktur, Özdemir Asaf'ın şu meşhur dizelerini: "Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler." O misal. Aykut Kocaman geçtiğimiz hafta Hürriyet'te Feridun Niğdelioğlu'na verdiği röportajda bir laf etti. Trabzonspor'un son üç maçta kazandığı penaltılara gönderme yaptı. Bence de maksadını aşan bir sözdü. Bir hataydı. Zaten Şenol Güneş'in cevabı da gecikmedi. Genç teknik adamı sert bir dille eleştirdi. Bunun üzerine Aykut Hoca sustu. Doğrusu da buydu. Belki hatasını kabul etti, belki de ortamı gerecek, iki kulübü birbirine düşürecek bir polemiği sürdürmek istemedi. Bilinmez. Gelgelelim, Şenol Güneş dün düzenlediği basın toplantısında Aykut Hoca'ya bir kez daha giydirdi. Üstelik dozu artırarak. Belli ki Şenol Hoca'nın öfkesi dinmemiş. Tecrübeli teknik adamın söz konusu toplantıda Trabzonspor'la ilgili tespitleri ve uyarıları ne kadar doğruysa, Aykut Hoca'yla ilgili sözleri o kadar yanlıştır. Bunlar da maksadını aşan laflardır.
Toleranslı olabilirdi
Bu kadar kirin pasın içinde temiz kalmayı başarabilmiş ender değerlerimizden biri olan Aykut Kocaman'a karşı daha toleranslı davranmalıydı. Fenerbahçe'nin kurumsal olarak hakkını verirken Aykut Kocaman'ı bu camiaya layık biri değil gibi göstermek Şenol Güneş'in bilgeliğine, tevazuuna, hoşgörüsüne yakışmayan bir davranıştı. Kaldı ki, o Aykut Kocaman'ın 15 yıl önce Trabzonspor'la empati kurması nedeniyle başına neler geldiğini hepimiz biliyoruz. Bunlar ne çabuk unutuldu? O Aykut Kocaman değil miydi, Şenol Güneşli Trabzonspor'un şampiyonluğu kaybettiği gece Bordo-Mavililer'in acısına içi yanıp da Ali Şen tarafından kapının önüne konulan? Şimdi hak mıdır, en ufak hatasında darağacına gönderilmesi? Yarın bir gün, birileri de Şenol Hoca'ya aynı davranışı reva görse neler hisseder? Şenol Güneş, "Aykut Kocaman sürç-i lisan etmiştir" deyip geçip gitmeliydi. Ama yapmadı. Galiba Özdemir Asaf hep haklı! Birincilik daima beyazındır!
‘’Hagi ile yürür mü?‘’
Ancak içlerinden sadece 3 tanesi benim gönlümde taht kurmuştur: Metin Oktay, Hakan Şükür ve Ghergoe Hagi. Belki bunlara Metin Kurt’u da ekleyebilirdim. Şayet Galatasaray’daki futbol yaşantısı çok kısa olmasaydı. Metin Oktay’ı hiç seyredemediğim halde başımın tacı yapan, onun önce bir insan, sonra da bir süper yıldız olarak sahip olduğu benzersiz özellikleriydi. Hala adını duyduğumda içimin ürpermesi bundandır.
Hakan Şükür ve Hagi’yi ise pek fazla anlatmamın alemi yok. Yakın tarihimizin en büyük futbol fenomeni her ikisi de... Türk futbolu, dünyanın doruklarına onların önderliğinde yükselirken, beraber gururlandık, beraber onurlandık, beraber gönendik. Yaşayan her Türk futbolseverin onlara bir minnet borcu vardır.
Gelgelelim, bu üç efsane sporcunun ortak bir özelliği var ki, o da beşeri ilişkilerinde duygusallıklarının ön plana çıkmasıdır. Metin Oktay ile Hakan Şükür, hassas ve kırılgan yapıları nedeniyle pek çok kez baş etmekte zorlandıkları sorunlarla karşı karşıya kalmışlardı. Zaman zaman ruhsal çöküntü yaşamışlardı. Bazen atlatmışlar, bazen de atlatamamışlardı. Onların ki, içe dönük yıkıcı tepkilerdi.
Öfke kontrolü yok
Hagi’nin duygusallığı ise daha farklı bir boyutta tezahür ediyor. Onunki de yıkıcı. Ama dışa dönük. Çünkü çok çabuk parlıyor ve öfke kontrolü yok. Etrafını bir anda yakıp, yıkıyor. Ve zeplin gibi şişmiş bir egoya sahip. Bunun sebebi de futbolculuğunda ulaşmış olduğu mertebe ile futbolu çok iyi bilmesi. Zekası ve kurnazlığıyla, içinde yetiştiği kültürün ona kazandırdığı otoriter eğilimler de bu durumu pekiştiriyor. Çalışkanlığı, disiplini, mesleğini ve Galatasaray’ı çok sevmesi Hagi’nin olumlu özellikleri. Lakin sadece bunlar Galatasaray’da teknik direktörlük yapması için yeterli midir? Teknik direktörlük, salt takımını çalıştırıp maça hazırlamak, kadro yapmak, müsabaka sırasında oyuncu değiştirmek midir? Kuşkusuz hayır. En iyi teknik direktör, en zorlu koşullarda kriz yönetimini başarıyla gerçekleştirerek yalnızca takımı değil, camiayı de ayağa kaldıran teknik direktördür. Büyük hocalığa geçiş böyle olur. Terim, UEFA Kupası’nı kaldırmadan önce kim bilir ne krizler atlatmıştır? Bir anlatsa da öğrensek! Hagi’de ise ne yazık ki bunun emarelerini göremiyoruz. Misimoviç olayı, futbolcuları basın önünde aşağılaması, yönetime yaptığı göndermeler en somut örnekler. Öfke sorunu, geçimsizliği ve egosu nedeniyle şu ana kadar verdiği liderlik sınavından geçerli not alamadı. Bundan sonra olur mu? Umarım olur. Ama yaptıkları yapacaklarının teminatı ise umutlu olmamız için pek fazla sebep yok. Keşke efsane futbolcu Hagi olarak gönlümüzde yaşamaya devam etseydi.
‘’Ali Sami Yen'in gözyaşları‘’
Başlığa bakıp hamaset yapacağımı sanmayın. Bahsetmek istediğim, protestonun da akıllıca, zekice, muzipçe yapılabileceğidir. Koltukları söküp sahaya atmak barbarlıktır, vandallıktır. O yere saçılanlar, paramparça edilmiş yarım yüz yıllık anılardır.
Bir kulübün tarihini yazarken, stadıyla birlikte ele alırsınız. Geçmiş zamanın izini sürerken, nice zaferlerin, hüsranların, sevinçlerin, acıların yaşandığı o mekandan ayrı tutmazsınız hiç bir detayı. Çünkü orası tanıktır. Sessiz tanık. O kulübü var eden, varlığına anlam katan değerlerin en önemli parçasıdır, maçlarını oynadıkları statlar. Sesler, renkler, yüzler, geçmiş, gelecek hep oralarda şekillenir. Taraftarın, stat kapısından içeri adımını atar atmaz kendini huşu içinde bulması bundandır. Neredeyse kendilerini evlerinden bile daha huzurlu hissederler. Statların bir mabede benzetilmesi boşuna değildir. Modern çağın trans merkezidir stadyumlar. Taraftar gönül verdiği takımına ancak kendi mabedinde dokunur, ruh üfler, birlikte vecde olur. Endüstriyel futbolun dayatmasıyla bugün o nostaljik dinamiğinden ödün verse de, statlar yine de manevi yönleriyle hayatımızda özel bir yere sahiptirler.
Gel gelelim, bugün tribünlere hakim olan çağ dışı bir anlayış, giderek statlarımızı özünden uzaklaştırmaya, bir terör merkezi haline getirmeye başlamıştır. Eğitimden, kültürden, insanlıktan nasibini almayan bir lümpen kesim, küfretmeye, ölmeye, öldürmeye, kesip biçmeye, çatışmaya geldikleri statları tam anlamıyla cehenneme çevirirken, gerçek taraftarı da evlerine hapsetmiştir. Yöneticilerin koruması, kollaması, güvenlik güçlerinin de göz yumması eşliğinde....
Galatasaray'ın son lig sınavına çıktığı Gençlerbirliği maçında yaşananlar da bu trendin bir parçasıdır. Bir taraftarın takımını alkışlaması kadar protesto etmesi de hakkıdır. Ancak bunun da bir inceliği vardır. Protestonun da akıllıca, zekice, muzipçe yapılanı makbuldür. On yıllar boyunca nice gururun, coşkunun, elem ve kederin yaşandığı bir stadın koltuklarının sökülüp sahaya atılması kelimenin tam anlamıyla bir barbarlıktır, vandallıktır. O yere saçılanlar aslında koltuk parçaları değil, bir kaç dakikada paramparça edilen yarım yüzyıllık hatıralardır. Saygı duyulması, önünde eğilmesi gereken benzersiz anılardır, kırıp döktükleriniz. Ali Sami Yen'e son gününde bunu reva görüyorsanız, Seyrantepe'ye kimbilir neler yaparsınız yarın bir gün. Çünkü siz, ne taraftar, ne şu, ne busunuz. Siz, otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusunuz. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun deyimiyle...
‘’UEFA Göreve!‘’
Beşiktaş-Bursa olayları bir kez daha gösterdi ki, biz tek başımıza bu işin altından kalkamayacağız. Bir dış müdahale lazım. Tıpkı, AB'nin demokratikleşmeyi dayatması gibi. UEFA, tribün terörünü bitirene kadar bize Avrupa Kupaları'nı yasaklamalı.
Uzun süredir pusuda bekleyen şişedeki cin pazar günü nihayet çıktı. Dolmabahçe meydan muharebesi, tribün terörünün karanlık yüzüyle bir kez daha yüzleşmemizi sağladı. Başta kulüp yöneticileri olmak üzere, Futbol Federasyonu'nun, güvenlik güçlerinin ve hatta Futbolda Şiddet Yasası'nı 1.5 yıldır çıkarmayan hükümetin basiretsiz tutumu nedeniyle sokaklar bir kez daha tribün teröristlerine teslim oldu. Şiddet göz göre göre geldi. Olan oldu, biten bitti. Akacak kan damarda durmadı! Can kaybı olmadığına vurgu yapıldı, bizler de halimize şükretmemiz gerektiğini anladık! Şimdi hararetle tartışma zamanı! Öngörülebilir ve önlenebilir olmasına karşın sorumluların sebep olduğu ihmaller zinciri nedeniyle önüne geçilemeyen bu vahşeti doğuran bir dizi faktörden söz edilecektir. Yöneticilerin himayesinde palazlanarak azgınlaşan çetelerin tribünlerdeki hakimiyetinden, protestocu öğrencileri doğduklarına pişman eden polisin holiganlara karşı sınırsız hoşgörüsünden, işsiz-güçsüz, mesleksiz, eğitimsiz, aidiyetsiz, geleceğe dair hiç bir umut kırıntısı taşımayan lümpen sürüsünün gerçek taraftarın yerini almasından, yeni düzenlemeleri beklerken, mevcut yasanın dahi layıkıyla uygulanmamasından dem vurulacaktır. Stat terörüne dair her şey enine boyuna masaya yatırılacaktır. Çözümler aranacaktır. Tıpkı bundan önceki olaylarda yapıldığı gibi. Yaşananların etkisi bir kaç gün sürecek, sonra da balık hafızamız devreye girecektir. Ta ki, yeni trajediler kapımızı çalana kadar. Oysa gerçek bütün çıplaklığıyla ortada. Tribün terörüne son verecek bir iradeye sahip değiliz. Beşiktaş-Bursa olayları bunu bir kez daha gösterdi. Biz tek başımıza bu işin altından kalkamayacağız. Bir dış müdahale lazım. Tıpkı Avrupa Birliği'nin demokratikleşmeyi dayatması gibi UEFA da bu konuda devreye girmeli. Öyle uyarı filan değil. Yaptırım uygulamalı. Tribünlerdeki yangını söndürene, insanca futbol oynamayı ve seyretmeyi öğrenene kadar Türk takımlarına Avrupa Kupaları'nı yasaklamalı. Çünkü, bu akıl tutulmasının sona ermesi için başka da yol yok.
‘’Polat'ın hakkı Polat'a!‘’
Reaksiyonumuz genellikle akıl ve mantıktan yoksun oluyor. Tamamen duygularımızla hareket ediyoruz. Bunu yaparken de hislerimizi kontrol edemiyoruz. Dolayısıyla, karşı çıktığımız ya da taraftarı olduğumuz her ne ise, öfkemiz de, sevinçlerimiz de yıkıcı oluyor. Ya linç ediyoruz ya da kutsuyoruz. İkisinin ortası yok. Makul olmak, soğukkanlı davranmak, sağduyulu hareket etmek, analitik düşünmek bize o kadar uzak ki, her toplumsal ya da sportif olayda kendimizi bir kaosun ortasında buluyoruz. Sürekli kasırgalarla, boralarla, tayfunlarla boğuşuyoruz. Üstelik bu fırtınalar, kendi ektiğimiz rüzgarların sonucu! Böylelikle cehennemimize giden yolun taşlarını kendi ellerimizle döşüyoruz. Bu, kahrolası bir kısırdöngü. Kendimi bildim bileli bu fasit dairenin içindeyiz.
Galatasaray’ın futboldaki başarısızlığı dolayısıyla bu kaotik manzarayla bir kez daha yüzleşme fırsatı bulduk. Özellikle Adnan Polat ismi etrafında koparılan fırtınalar öylesine sert esiyor ki, neredeyse asırlık kulübü önüne katıp götürecek. Adnan Polat’ın futbol yönetiminde ve ekibine hakim olmadaki başarısızlığı tartışılmaz bir gerçek. Futbol olmasa, Galatasaray kulübünün hiç bir popülaritesi, gücü, etkinliği, potansiyeli ve taraftarı olmayacağı da aşikar. Galatasaray salt bir futbol kulübü değil ama futbolsuz varlığını sürdürmesi de imkansız. O nedenle futbolda yapılan hataların, kulübün diğer alanlarına sirayet etmesi, oraları da olumsuz etkilemesi kaçınılmaz.
Bundan dolayı futbolda alınan başarısız sonuçların başkanı ve yönetimi silkelemesi de doğal. Ancak, yapılan eleştirilerde bu kadar acımasız mı olmalıyız? Başkan ve diğer yöneticilerin kişilik haklarına saldırmalı mıyız? Onlara hakaretler mi yağdırmalıyız? Taraftarı göreve çağırarak linç mangaları mı oluşturmalıyız, idam sehpaları mı kurmalıyız? Daha ölçülü olmanın bir yolu yok mu? Futbol nedeniyle yönetimi yerden yere vururken, onların kulüp yapılanmasındaki diğer olumlu icraatlarını görmezden gelmek hakkaniyetle bağdaşıyor mu?
Polat ve yönetiminin, Seyrantepe Stadı’nın tamamlanmasında, kulübe önemli bir nakit girdisi sağlayacak Riva projesinde, şirket birleşmesinde, ürün pazarlamasındaki pazar payını artırmasında, Florya Tesisleri’nin Avrupai hale getirilmesinde, amatör branşların yeniden yapılanmasında ve her birinde iddialı hale gelinmesinde gösterdikleri performansı bir anda elimizin tersiyle itip, bu ekibi ‘tarihin en kötü başkanı ve yönetimi’ diye yaftalamak insafsızlık değilse, nedir?
Ben de eleştirenler arasındayım. Bundan sonra da eleştirmeye devam edeceğim. Ama bardağın dolu tarafını da görmek gerek. Amaç, o bardağı devirmek olmamalı! Bütün bu hoyratlık, ortada dolaşan bu zalim dil, ister istemez insanın aklına şunu getiriyor: Sakın hedef Adnan Polat değil de, Galatasaray olmasın!
‘’Feldkamp'ın laneti!‘’
Galatasaray'ın bir anda çöktüğünü düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Sürecin başlangıcı Feldkamp'ın kaçırıldığı Nisan 2008'e kadar uzanıyor. Bir yanlış şampiyonluğu getirince, herkes doğru sandı. Ama yanlış, yanlıştı. Ve yeni yanlışlar doğurdu.
Son 30 yılın en karanlık günlerini yaşayan Galatasaray'ın nasıl dibe vurduğu konusunda hemen herkesin genel geçer bir fikri vardır. Bazıları, takımı iyi hazırlamadığı gibi klişe gerekçelerle faturayı Rijkaard'a kesse de, çöküşün asıl nedeninin yönetim zafiyeti olduğu su götürmez bir gerçek. Sık sık hoca değiştirilmesi ve yapılan yanlış transferler gözle görülen yönetimsel hatalar. Ancak hemen herkesin atladığı bir konu var ki, 2007/2008 sezonunda hocasız elde edilen şampiyonluğun yarattığı illüzyonun kulübü bu günlere getirdiğidir. Hocasız derken, sakın Cevat Güler'in emeklerini inkar ettiğim ve ona haksızlık yaptığım düşünülmesin. Amacım, profesyonel bir kulübün düşürüldüğü duruma dikkat çekmek. Takım zirve yarışını sürdürürken, alınan bir beraberlik sonucu bitime 6 hafta kala hocanın işine karışılarak kaçırılması ve ardından gelen şampiyonluk yapılan bir yanlışın hepimize doğru gibi gözükmesine sebep oldu. O şampiyonluğun büyüsüyle herkes kendinden geçti. Yönetim aslan payını kendine çıkardı. Yönetim başarısı (!) üzerine tezler yazılması filan istendi. Oysa ortada büyük bir yanlış vardı. Profesyonel bir kulüpte başkan hocanın işine karışmamalıydı. Bitime 6 hafta kala teknik adam istifaya zorlanmamalıydı. Disipliniyle bilinen bir hoca kaçırılarak futbolcuya dayalı düzenin önü açılmamalıydı. Ama Adnan Polat ve yönetimi bütün bu hataları doğruymuş gibi algıladı, algılattı. Sonuçta o yanlış, yeni yanlışlar doğurdu ve Galatasaray'ın çöküş süreci hızlandı. Bazı futbolcuların Rijkaard'a kazan kaldırdığı, Hollandalı hocanın istediği futbolcuların alınmadığı iddiaları mesnetsiz değildir. Florya halen 1960'ların kafasıyla yönetiliyor. En kötüsü de, 'bu işi en iyi ben bilirim' inadının ısrarla sürdürülmesi ve tam anlamıyla profesyonelleşmekten kaçınılmasıdır. Evet, Galatasaray o dönem yönetimin hazırladığı namüsait şartlarda şampiyon oldu ama bunun bedelini çok ağır ödedi ve ödemeye devam ediyor. Bu günler geçer geçmesine, yeter ki küçük hesaplar peşinde koşanlar kulübün büyüklüğüne halel getirmesin. Kapıdaki asıl tehlike budur. Ve telafisi mümkün değildir.
‘’Bursa'nın sinerjisi‘’
Hafta içinde Valencia karşısında yaşadığı tarihi hezimetten sonra, Bursaspor’un Atatürk Stadı’nda nasıl karşılanacağı ve yaşadığı travmayı atlatıp atlatamayacağı merak konusuydu. Stadı, tam anlamıyla full olmasa da dolduran taraftarların Ertuğrul Sağlam ve futbolculara sahip çıkması görülmeye değerdi. Bursa taraftarına yakışan da buydu. Yaratılan bu sinerji, Bursaspor için itici güç oldu.
Ligin en az gol yiyen iki takımı arasındaki karşılaşmada, genel beklenti az golün atılacağı yönündeydi. İlk yarı bu beklentiyi haklı çıkaracak kadar kısırdı. İki takımın da, orta alanda birbirlerine üstünlük kurma çabası içinde geçen ilk 45 dakikanın en kayda değer anı, Souleymanou’nun görmeye alışık olduğumuz türden hatası sonucu, Batalla’nın değerlendiremediği pozisyondu.
İkinci yarıda ise sahada bambaşka bir Bursaspor vardı. 46. dakikadan itibaren Kayserispor’un üzerine adeta bir kâbus gibi çöken ev sahibi ekip, rekor sayıda pozisyon buldu. Gelgelelim Timsahlar’ın karşısında devleşen bir Souleymanou vardı. Tabii, bir de Batalla, İnsua ve Turgay’ın beceriksizlikleri.
Ergiç ve Sercan’ı oyuna dahil edip son 20 dakikaya risk alarak giren Ertuğrul Sağlam, bunun meyvesini çok beklemeden aldı. Moritz’in kaçırdığı net pozisyonun ardından, Kayseri kalesindeki baskısını artıran Bursa, arzuladığı golleri son 10 dakikada bulurken, tabelayı değiştiren oyuncuların bu sezon siftah yapan İnsua ile gol atma özürlü Sercan olması, gecenin en anlamlı olayıydı. Sahanın yıldızı ise sezon başından beri en iyi futbolunu oynayan İnsua’ydı. Bu arada çok iyi bir maç yöneten hakem Kamil Abitoğlu’nu da unutmamak gerek.
‘’Galatasaray'daki başkanlık sistemi‘’
Günümüzde bu sistemin en önemli temsilcisi ABD’dir, ancak Güney Amerika ülkelerinde ve Fransa’da da değişik modelleri uygulana gelmektedir. Sistem, başkan seçimle iş başına geldiği için demokratik bulunsa da, Venezuella örneğinde olduğu gibi diktatörlüğe kayma eğilimlerini her zaman barındırır. Bu, başkanın kişiliğine, kalibresine, dünya görüşüne ve demokrasi anlayışına bağlı bir durumdur. Başkanlık sistemi zaman zaman ülkemizde de gündeme gelir. Uygulanıp uygulanamayacağı günlerce süren sığ tartışmalarla masaya yatırılır. Sonunda rafa kaldırılır.
Bu sistemin Türkiye’nin siyasi yapısına uygun olup olmadığı bir yana, spor kulüplerimizin yıllardır başkanlık sistemiyle yönetildiği bir gerçektir. Özellikle de Galatasaray’ın... Bu, zaten her platformda dile getirilir. Zira, temelini liseden alan bir teamülün sonucudur Galatasaray’daki başkanlık sistemi. Galatasaray Lisesi’ndeki ‘abi’lik geleneğinin kulüp yönetimindeki tezahürüdür. Lisede, bir üst devrede olan herkese ‘abi’ dendiği gibi, ancak sevilen, sayılan, sözüne güvenilen, hakkaniyetli kişiler gerçek anlamıyla ‘abi’ statüsüne kavuşabilir. Bu gelenek kulüp yönetimine taşındığı için Galatasaray Başkanı da öyle olmak zorundadır. Zaten delegeler de böyle olacağına inandıkları kişileri seçerler. Bu sistem, son döneme kadar ufak tefek aksaklıklar olsa da varlığını sürdürdü.
Son 20 yılın en başarısız dönemini yaşayan futbol takımının tetiklediği yönetim krizine bakıldığında Galatasaray’daki başkanlık sisteminin çatırdadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Şirket birleşmesi, Seyrantepe, Riva gibi tarihi projelere imza atan yönetimin bir fiskeyle devrilecek noktaya gelmesinin altında yatan temel etken Başkan Adnan Polat’a karşı duyulan güvenin her geçen gün erozyona uğramasıdır. Başkanlık sisteminin verdiği güçle totaliter eğilimler gösteren Başkan Polat’ın bu tutumu krizin derinleşmesinin en büyük sebebidir. Bu kriz bir şekilde atlatılacaktır. Ancak camiada başkanlık sisteminin tartışılmasının ve yeniden gözden geçirilmesinin de yolunu açacaktır. Farklı fikirlere kulak kabarttıktan sonra bile yanlış da olsa kendi bildiğini okuyan zihniyetin yerini, daha çoğulcu, daha katılımcı, daha paylaşımcı, daha şeffaf bir yönetim şeklinin alması kaçınılmazdır. Başkanlık sistemi, batıya açılan pencere olduğunu iddia eden bir kulüp için demodedir. Çözüm gerçek demokrasidir. Başka yolu yok.