Arama

Popüler aramalar

‘’Arda, kaptanlığı bırak lütfen!‘’

Başlık niyet ve kaleme alanın meşrebince “Adnan Polat, Arda’yı kaptanlıktan al” ya da “Arda, Galatasaray kaptanlığına yakışmıyor” atılabilirdi. Böylesine kışkırtıcı-aşağılayıcı sözcük kümelerinin kimlerin klavyelerinden çıktığı sır değildir. Bu tür tahriklerde amaç Arda’dan çok yazanın kendisini tatmin etmesi, gündeme gelmeye çalışması, tartışılması ve internette tıklanmasından ibarettir. Arda kişisel boşalımın gariban öznesidir yalnızca. Kendisine yol gösterilmesi, daha iyiye yöneltilmesi gibi konular üzerinde durulmaz bile.

Arda’nın bizzat kendisi dahil beni tanıyanların hedefimin ne olduğunu bildiğini varsayıyorum. Amaç, hatalarından arınmış, yalnızca futboluyla gündeme gelmesi gereken bir Arda’ya ulaşabilmektir. 2010-2011 sezonu hazırlık dönemi Galatasaray’ın futbolunun “Arda+10 kişi” biçiminde soyutlanabileceğini gösterdi. Baros, Neill, Pino ve eğer kalırsa Elano’nun katılımı gözlemimi hafiften değiştirebilir. Tek istisna Kewell’dır.

Sağlam Kewell, Arda’nın saha içindeki sorumluluğunu alabilir. Galatasaray zamanında Metin Oktay ve Gheorghe Hagi’ye bile bu kadar endeksli takım olmamıştı. Metin Oktay örneği tarihidir ama Fatih Terim ve Mircea Lucescu’nun Hagi’siz oyun planlarını herkes hatırlıyordur. Şu anda Rijkaard’ın elinde böyle bir imkan görünmüyor. Hollandalı’nın bu yönde gayreti olduğunu da düşünmüyorum. Arda’nın beş senedir beceremediği öfke denetimiyle, saha içindeki rolünü bir araya getirince “idari” sayılabilecek kaptanlığı bırakmasını öneriyorum. Dış koşullardan kolay etkilenen, gülüp geçebilebilecek konularda parlama noktasına gelen, taraftarına küsen Arda sadece futbola yoğunlaşmalıdır. Aksi durumda rakip oyuncu-taraftar ve hakemlerle sık sık karşı karşıya gelecektir. Arda, Bülent Korkmaz-Cüneyt Tanman olgunluğu ve öfke denetimine ulaşana dek kaptanlık bazubandını bırakmalıdır. Hassas konularda sürekli yardımını aldığım psikiyatr dostum Samet Köse’nin “yazmasan daha iyi olur” önerisini ilk kez dikkate almadığımı not düşmeliyim.

28 Temmuz 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Hoşgelişler ola Harry paşa!‘’

Son transfer dönemlerine benzer parıltılı imzaların atılmayacağına, futbolun Adnan Polat tarafından nadasa bırakıldığına kanaat getirmemden ötürü beklentilerimi dizginledim. Lorik Cana’nın orta sahaya getireceği sertlik önemli bir eksikliği gidermesine rağmen Galatasaray’ın gelecek sezon alacağı her türlü sonucu olağan karşılayacağımı şimdiden ilan ediyorum. Bunun en önemli nedenlerinden birisi Frank Rijkaard’ın nasıl performans göstereceğini kestiremememdir. Hollandalı teknik direktörlerin temel özelliği olan “tartışan bir soyunma odasına” tahammülsüzlüğünü Servet olayında kanıtlayan Rijkaard’ın metamorfoz yaşayarak objektif hocalık yapması durumunda geçen sezonun silikliği atlatılabilir. İkinci olarak Galatasaray’ın ciddi kaleci sorunu olduğunu düşünüyorum. İki sezondur yabancı kalecilerdeki karavananın sonucunda yerliye dönme kararı ters tepebilir. Alınmayan iyi yabancı üstüne hatalı birinci kaleci seçim sezonu hüsrana dönüştürür. Endişem Ufuk Ceylan’ı ligde ısrarla kaleden uzak tutan Rijkaard’ın yanlış tercihini yeni sezonda da sürdürmesidir. Fenerbahçe karşısındaki kaleci seçimi Rijkaard’ın turnusol kağıdıdır.

2010 yılının en güzel haberi Baros’un sakatlığını atlatmasından sonra Harry Kewell’ın dönüşüdür. Galatasaray hücumlarına oyun zekası ve liderlik geri gelmiştir. Geçmişte 19 numarayı giyen Kewell ile ilgili iki yıl önceki olayı aktarayım. Kewell kendisini Galatasaraylı yapan resmi sözleşmeye imza attığında 7 numarayı giyeceğini belirtmişti. Ertesi gün o sezonun ‘çok-satar’ı olacak turuncu formasının arkasına “7 KEWELL” yazdırılarak Florya’ya getirildi. Ancak son anda fikir değiştirdi ve yeni başlangıç için 19’u seçti. Turgay Vardar salonundaki basın imza törenine “19 KEWELL” ile katıldı. Hiç giyilmeyen ve bir tane üretilen 7 numaralı turuncu Kewell forması sanırım şu anda eşsiz bir Florya anısı olarak sevgili Yako İgual’de. Bugün ise 19’u kaptırdı, 7 yerine ise 99’u seçti. Cemal Özgörkey, imza töreninde Kewell’a pembe formayı giydirirse, onu bile çok sattırır.

21 Temmuz 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Galatasaray'dan Barcelona'ya‘’

2002 Dünya Kupası öncesi bu turnuvada hiç başarısı olmayan Türkiye, Rüştü-Alpay-İlhan Mansız takviyeli Galatasaray ile bronz madalyaya uzanmıştı. Başında ise Galatasaray’ın Fatih Terim ile uyguladığı sisteme sadık kalan, o tarihten önce ve sonra ciddi teknik direktörlük başarısı bulunmayan Şenol Güneş vardı. Yeni şampiyon İspanya ise 2002’de Türkiye’nin uyguladığı sistemi neredeyse bire bir uyguladı. Casillas, S. Ramos, X. Alonso ve Capdevila takviyeli Barcelona’nın başına iyi ağabeylik yapan, sessiz, sakin, koca turnuva boyunca sadece De Jong’un uçan tekmesi sonrasında isyan eden Vicente Del Bosque’yi getiren İspanya’yı bu gözle izledim. İki sezondur ortalığı birbirine katan Barcelona’nın yerden ayağa paslı, güzel futbolunu tıpatıp sahaya yansıtan Del Bosque hayatının en büyük başarısını yakaladı. Kariyerinde Real Madrid’in oturmuş sisteminin dışınca çalıştığı tek takım olan Beşiktaş’ta sudan çıkmış balığa dönen bir hoca’nın zirveye oturması ilginçtir. ‘Barcelona’yı dünyada hiçbir takım yenemez, Jose Mourinho hariç’ tezimi, Dünya Kupası öncesi çok farklı ülke takım yapıları nedeniyle dondurarak hata yaptığımı itiraf etmeliyim. Gerçekten son iki sezonun Barcelona’sını Mourinho dışında hiçbir takımın yenemeyeceğini biliyorum. Avrupa’da Inter haricinde Mourinho’nun başında olacağı en az 5-6 takım daha Barcelona’yı altetme potansiyeline sahiptir. Ama Mourinho’suz hiçbir takımın Barcelona’yı devirme şansı yoktur.

Mesut’un maç sonlarında fiziken düşmesi dışında mükemmel-ötesi oyuncu olmasına rağmen Dünya Kupası’nda en beğendiğim ismin Sergio Ramos olduğunu eklemeliyim. Bütün sezon Maicon, Dani Alves gibi iki bekin gölgesinde kalan Ramos’un kalite farkı Güney Afrika’da ortaya çıktı. Futbolun iki yönünü oynayabilen, kafasını kaldırıp önündeki adama çarptırmadan top kesebilen savunmacılara bayılıyorum. Başta Sabri Sarıoğlu olmak üzere sıkıntı çekenler Ramos klibi yaptırıp, sabah-akşam izlesinler. Ramos üstelik bekliğini de unutmadı.

14 Temmuz 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Adnan Polat Galatasaray'ı nadasa bırakıyor‘’

Önce realist Galatasaray tablosu çizelim; Sportif A.Ş. ile Futbol A.Ş.’nin birleşmesi, kulüp tüzüğünün değişmesi olumludur. Bunun karşısında ise Aslantepe’ye geçiş sorunu, tarihin en pahalı kadrosunun camiaya yaşattığı hüsran yer almaktadır. Büyük gelir kaynağı Şampiyonlar Ligi son yıllarda unutulmuştur. Adnan Polat’ın Özhan Canaydın döneminde kendisine Başkan tarafından verilen yetkileri benzer biçimde Yiğit Şardan’a devretmesinin ilk sıkıntıları Haldun Üstünel’in istifasıyla sonuçlanmıştır. Ali Haşhaş’tan sonra Başkan’ın ikinci sihirbazının da geri çekilmesi kaygı vericidir. Üstünel’in Futbol A.Ş.’deki görevini bırakması kolayca geçiştirilemez. Özhan bey’in Galatasarayı’nda başarıyla uygulanan modelin başkalarınca hayata geçirilmesinin her zaman mümkün olamayacağına dair bizzat yönetimin içinden gelen tepkidir. Kongre dinamikleri açısından Adnan Polat, bir Özhan Canaydın değildir. Aynı biçimde Yiğit Şardan da bir Adnan Polat değildir. Galatasaray Spor Kulübü ve bağlı şirketlerinin nasıl yönetileceği konusundaki sıkıntının boyutlarını zaman gösterecek.

Bu ortamda Polat’ın Galatasaray’ı nadasa bıraktığını düşünmeye başladım. Bursaspor’un mütevazı kadrosunun ulaştığı başarı, Galatasaray’ın son iki şampiyonluğunun nispeten düşük bütçelerle kurulan takımlarla gelmesi Polat’ı böyle davranmaya sevketmiş olabilir. Gelecek sezon başkanlık seçimi yapılmayacak olması da Polat’ı rahatlatan bir başka öğedir. Son iki senede Baros, Kewell, Elano ve Keita gibi transferlere imza atan bir başkanın frene basıp varolan kadroyu ayağa kaldırma çabalarına girmesi kendisi açısından makuldür. Ancak Polat’ın tam dönem başkanlıklarında ligde beşinci ve üçüncü olabilen, Avrupa’ya kısa sürede veda eden Galatasaray’da bir sezon daha hüsranın maliyeti vardır. Hazırlıklara başlanırken yabancı transferinde adım atılmaması moral bozucudur. Üç kaleciden ikisi Aykut ve Emirhan olunca ve kadronun yetersizliğini açık açık söyleyen Rijkaard’la başlanınca karamsarlık kaçınılmaz.

Not: Bu yazıyı yazdığım sırada Abdul Kader Keita henüz satılmamıştı.

08 Temmuz 2010, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Teknik direktörlüğün ölümü‘’

2010 Dünya Kupası’nda berbat hakemler, kötü ötesi kaleciler ön plana çıkarken vardığım en büyük sonuç teknik direktörlüğün ölümü oldu. Lippi, Capello, Eriksson, Le Guen, Antiç, Parreria ve Rehhagel gibi devasa takımlar çalıştırıp Dünya Kupaları kaldırmış, Avrupa’da zaferlere imza atmış isimler utanılası performanslar gösterdiler. Dünya’nın en iyi kadrolarından Fransa’nın başındaki Domenech’i hoca saymadığım için listeme bile almadım. Böylesine önemli bir futbol ülkesinin, Türkiye’de belki 1. Lig’de takım çalıştırma kapasitesine sahip kişiye mahkum olması anlaşılabilir değildir. Ama Fransızlar hep tartışmalı hocaları getirip sonra tartışmayı seviyorlar. Elenen hocalardan yalnızca Hitzfeld’in İsviçre’yi, Honduras hariç diğer maçlarda iyi oynattığını düşünüyorum.

Geriye kalan takımlardan Portekiz’in hocası Querioz’un kariyerinin büyük bölümü Alex Ferguson’un yardımcılığı ile geçti. Tek adamlığa soyunduğu Real Madrid’den kısa sürede yollandı. Del Bosque’yi hepimiz yakından tanıyoruz, saf-temiz bir amca. İspanya’yı Aragones’in bile Avrupa şampiyonu yaptığını düşünecek olursak yıldızları oynatmak için fazla niteliğe gerek yok. İki büyük favorim Arjantin ve Brezilya’da ise bildiğimiz anlamda teknik direktör yok. Dunga ilk hocalığını yapıyor, ömründe amatör takım bile çalıştırmamış. Maradona’nın 20 yıl önceki üç hocalık tecrübesi ise kocaman hayal kırıklığı. Son favorim Almanya ise tek gerçek hocaya sahip. Bence kulüp takımlarının tersine milli takımlarda futbolcu ve kamuoyunda saygı yaratmış, çalıştırıcılıkta kariyer gerektirmeyen ’’ağabey’’ modeli, klasik teknik direktörlüğü öldürmüştür.

Bir de TRT fellik fellik vuvuzela’yı icat eden adamın peşindeymiş. Öyküsünü yazdım, GS TV’de de anlattım; aradıkları Johannesburg’un Tembisa ilçesinde yaşayan 55 yaşındaki Freddie Maake’dir. Her yerde resimleri çıktı. Ulaşamayan TRT’cilere helal olsun! En çok da yetenekli televizyoncu İbrahim Kırkayak’a yakıştıramadım. Tembisa’ya gidin, kime sorsanız Kaiser Chiefs bayraklı evini gösterir!

30 Haziran 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Güney Afrika'da Galatasaray dersleri‘’

2010 Dünya Kupası’nın grup aşamasında bile başta teknik heyet olmak üzere tüm Galatasaray sorumlularının alması gereken dersler var. Neill’i bir kenara koyuyorum çünkü kötü Avustralya’da yapabileceği fazla şey yoktu. Ancak Elano ve Keita’nın Galatasaray performansları konusunda yetkililerin çok ciddi sorumlulukları olduğu ortaya çıktı. Elano’nun Türkiye’deki verimini milli takımdaki oyunuyla karşılaştırmak mümkün değil. ‘Satılsa da kurtulsak’ havasındaki futbolcu, Brezilya takımının en önemli parçalarından birisi olduğunu herkese gösterdi. Elano konusunda Rijkaard ile Dunga arasında anlayış uçurumu var. Galatasaray’da savunmacı kimliğine vurgu yapan Rijkaard’a karşılık Dunga Elano’yu hızlı biçimde hücuma çıkarıyor. Türkiye’de rakip ceza sahasına girmesi Rijkaard tarafından adeta yasaklanan Elano, Dünya Kupası’nda kale önünde cirit atıyor. Attığı goller ve bitirici pasları büyük ölçüde hoca farkını gösteriyor. Bir de kurumsallaşma kisvesi altında pasifize edilen Haldun Üstünel’in geçtiğimiz sezona ilişkin en kritik tespiti olan Arda’nın Elano’ya pas vermediği gerçeği yadsınamaz. Brezilya’nın hücumdaki pas trafiğinde ayağına mutlaka top değen Elano, Galatasaray ataklarında ihmal ediliyordu. Rijkaard’ın çözemediği sorunun ne kadar basit olduğunu Dunga hepimize gösterdi.

Keita konusu ise kafamda netleşti. Kendisi özgüven sıkıntısı çeken, arkasında seyirci desteği olmayınca oynayamayan ve futbol dışı unsurlara yoğunlaşan kişilikte. Ali Sami Yen’de döktüren Keita’nın Kadıköy’de oyundan atılması, Trabzon’da ayağının dibine düşen plastik su bardağından sonra maçı bırakması, Antalya hariç tüm deplasmanlarda kaybolması ile Kaka’ya gösterilen ikinci sarı karttaki abartısı aynı anlayışın ürünüdür. Galatasaray mental sorununu çözemezse seneye yine Ali Sami Yen’de aslan kesilen, deplasmanlarda serçe ürkekliğinde bir Keita izleyeceğiz. Böylesi yetenekten ancak %50 yararlanabilmek hüzün vericidir. İyi yöneticilik eldeki kaynaklardan en yüksek verimi almakla başlar.

23 Haziran 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Vuvuzela'yı icat edenin...‘’

Henüz ilk maçların tümü oynanmadan Mesut Özil üzerine yazacağım ‘Dünya’nın en iyisi bir Türk olabilir mi?’ yorum hakkım baki kalarak 2010 Dünya Kupası düşüncelerime iğrençlik sınırlarını aşan vuvuzela denen aletle başlamak istiyorum. Bazı maçlarda vızıltısı TRT’nin mızmız yorumcusuyla üstüste bindiğinde bir çok insana TV sesi kapattıran nesne konusunda biraz bilgi aktarayım. Sepp Blatter’in yasaklanma çağrılarına, “Afrika kültürünün bir parçasıdır, doğru olmaz” itirazında, ‘vuvuzela’yı kökü Zulu’lara kadar uzanan bir geleneğe dayandırdığını zannetmiştim. Üzerine bir de fil sesi sosu gezdirilince gerekçeye hak verir gibi oldum ancak sonunda gına geldi, kökenini araştırdım. Bu ikrah edici aletin mucidi bir dönem Muhsin Ertuğral’ın da çalıştırdığı Kaiser Chiefs takımının Saddam lakaplı amigosu Freddie Maake imiş. Tribün jargonuyla Saddam reis, eskiden bisikletlerde bulunan havalı kornanın, kauçuk bölümünü çıkarmış, boyunu uzatmış ve tayfasıyla kullanmaya başlamış. Sonraları metal vuvuzelalar can güvenliği açısından yasaklanınca plastik versiyonuna geçmiş. Saddam reis karaborsadan zengin olan tribün liderlerimizin tersine vuvuzela üreten bir şirket kurarak ‘yürü ya kulum’cular kervanına katılmış. En fazla 20 yıllık plastik zurnamsıyı geleneksel Afrika çalgısıymış gibi yutturmaya çalışan Blatter’in özgeçmişine eklenecek utanılası bir sayfadır vuvuzela. Futbolseverlerin kafasını patlatan vuvuzelayı üfleyenler aslında tarihe selam falan göndermiyor, Saddam reisin cebini dolduruyorlar.

Şimdiye kadar oynanan maçlarda yalnızca gerçek futbol taraftarı olan İngilizler vuvuzela kuşatmasını kırmak için bir kaç hamle yaptı ancak başaramadılar. Futbolun en güzel yönlerinden biri olan insan sesini duyurma çabaları maalesef yetmedi. Seyircisiz maçların rezalet olduğunu düşünenler artık vuvuzelalı tribünleri de hesaba katmak zorundadır. Çok açık söyleyeyim; Türkiye stadyumlarında çalınacak vuvuzela afeti yerine en galizinden küfürü bile tercih ederim.

16 Haziran 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Mehmet Batdal'ın doğru seçimi‘’

Yıllardır her transfer döneminde, devre arası dahil, gündeme gelen Mehmet Batdal Galatasaray’a imza atarak en doğru seçimi yapmıştır. Galatasaray ülkemizde hep büyük santrforlarla oynama geleneğine sahip tek takımdır. Metin Oktay, Gökmen Özdenak, Tanju Çolak, Hakan Şükür ve biraz zorlarsak Ümit Karan Sarı-Kırmızı formayı giyen önemli yerlileri oluşturur. Ancak iki sezondur Galatasaray ciddi biçimde yerli golcü sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Milan Baros’a eşlik edecek, onun yokluğunda sorumluluk alacak santrfor yokluğu Galatasaray’ın ciddi sorununa dönüşmüştü. Eksiklik milli takıma da yansıdı. Amerika kampında bu pozisyonda oynatılan Colin Kazım, Sercan Yıldırım gerçek anlamda santrfor değildir. Semih Şentürk kendi takımında şans bulamadığı için, Halil Altıntop da istikrarsız yapısıyla santrfor sorununa alternatif olamadılar. Turgay Bahadır ve Gökhan Ünal ise kariyer inişine geçtikleri için 2012 elemelerinde zor oynarlar. Batuhan Karadeniz en potansiyelli oyuncu olmasına karşılık futboldan çok başka konulara yoğunlaştığından kaybolmak üzeredir.

Mehmet işte böyle bir ortamda hem Galatasaray’a hem de milli takımdaki eksikliğe alternatif olabilir. Son dönemde iyi santrfor çıkmadığı için utangaçca ileri sürülen ’’klasik santrfor anlayışı ölmüştür’’ tezlerini çürütebilir. Mehmet’in en önemli avantajı Galatasaray camiasının kendisinden beklentilerinin fazla yüksek olmamasıdır. Atacağı küçük adımlarla büyüyecektir. Kaçırması muhtemel goller sonucu, örneğin Hakan Şükür’ün ilk geldiği sezon kurulan idam sehpalarına çıkmaktan kurtulacaktır. Sol ayaklı olması, uzaktan iyi şut çekebilmesi, mücadeleciliği ve üstün fiziği en önemli artılarıdır. Ancak hava toplarındaki zayıflığı ciddi eksikliktir. Galatasaray santrforuna sarkaç top çalışması yapmayı önermek komik görünebilir. Ancak Mehmet’in önerdiğim basit çalışma yöntemini kompleks yapmamasını, tek başına havaya yükselme becerisini artırmasını diliyorum. Hep yazıyorum, Hagi’nin son sezonu dahil bireysel çalışmaları herkese örnektir.

09 Haziran 2010, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI