‘’Herkes taktik çalışırken biz eltopu mu oynadık?‘’
Avrupa Şampiyonası’nın ilk finalisti İtalya oldu. Hem de İspanya’nın karşısında zor anlar yaşayıp, maçı kaybetme noktasından geri dönerek finale ulaştılar.
İtalyanların tarihten gelen güçlü savunma anlayışının bile doğru oyunla aşılabileceğini İspanya’nın attığı gol ders niteliğinde hepimize gösterdi. Altı İtalyan oyuncunun arasına atılan basit ama doğru pası bir oyuncu gole dönüştürdü.
Bizim Çocuklar İtalyan savunmasının üzerine hiç gitmedikleri ya da gönderilmedikleri için onların baskısı altında kaldığımızdan bize olağanüstü bir takım gibi gelmişti. İspanya, İtalya’nın yenilmez bir ekip olmadığını da kanıtladı.
İtalya şampiyon olabilir ama…
Taktik duyarlılığı üst düzeyde olan İtalya Avrupa Şampiyonu da olabilir. Ancak beni daha çok ilgilendiren Ulusal takımımızın düştüğü durumdur. Günlerdir kafa yorup düşüncelerimi sizlerle paylaşıyorum.
Birçok yorumcu arkadaşımız takımın yorgun olduğunu savundu. Buradan hareketle İtalya ile Türkiye maçtan önce nasıl antrenman yapmışlar bu konu üzerine küçük bir araştırma yaptım.
İki milli takımın internette yayınlanmış antrenmanları var. 5-20 dakika arasında değişen antrenman bölümlerinden sağlıklı bilgi almak zor olmakla birlikte bir fikir verdiği inancındayım.
Baskı ve kademe çalışması
İtalya, Türkiye maçına tam bir taktik çalışmayla hazırlanıyor. Sahanın bütününe yerleştirilmiş oyuncular gruplar halinde baskı ve top yitirildiğinde kademe çalışıyorlar.
Daha sonra daire şeklinde konumlanmış altı oyuncunun ortasında üç futbolcu dolaştırılan topu almaya çalışıyorlar. Biri toplu oyuncuya baskı yaparken diğer iki futbolcu kademe yapıyor.
Kademe denilince bizde hep savunma akla gelir. Ancak sahanın her yeterinde kademeli oynanır. İtalya bu konu üzerine ağırlıklı olarak çalışıyor.
Türkiye’nin antrenmanı ise kondisyon çalışması üzerine. Oyuncular birçok değişik engeller üzerinden atlıyorlar. Bakü’deki Galler maçı öncesinde ise takım eltopu oynuyor. Tamamen eğlenceye yönelik...
Burak Yılmaz eltopunu da başaramadı!
Hatta Burak Yılmaz topu elinden bir türlü çıkarmadığı için birkaç arkadaşı üzerine çullanıyor. Maçlarda da tek başına oynamaya çalıştığından rakipler etrafını sararak etkisiz kılmışlardı.
Üç maçlık mini bir grup karşılaşmaları esnasında eltopu oynanır mı? Sezon başı ya da uzun lig maratonu dönemlerinde bu tür oyunlar eskiden oynatılırdı. Şenol Güneş, Ahmet Suat Özyazıcı döneminde mi kalmış, doğrusu merak ettim.
Antrenmanların küçük birer parçasını internetten izleyip yorum yapmak elbette ki sağlıklı değil. Ancak Bizim Çocukların üç maçın hiç birinde rakip kaleye planlı bir şekilde gidemediklerini göz önüne alırsak, turnuva öncesinin amaca yönelik planlanamadığını söyleyebilirim…
‘’Şenol Güneş rapor yazmayı biliyor mu?‘’
Tahmin yürütmek, özellikle geleceğe yönelikse, zordur. Hele söz konusu futbolun geleceğine, maçların sonucu hakkında tahminde bulunmaksa, çok daha zordur. Oysa benim yazı dünyasının içine girip burada kalıcı olmam maçlar öncesindeki tutarlı tahminlerimle ilintilidir.
Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladığımda, rahmetli spor müdürümüz Abdülkadir Yücelman başıma dikilir” hoca az yaz, kısa yaz, iyi gazeteci derdini kısa yazarak anlatan gazetecidir, yerimiz yok, tek sayfayız” derdi, döner dolaşır yine derdi.
Ancak üç büyüklerin karşı karşıya geldiği bir maçtan önce yazmaya başladığımda hiç dokunmaz, yanıma bile uğramazdı. Hatta maç önü tahmin yazılarımı manşetten verirdi. Takımların avantaj ve dezavantajlarının irdelendiği yazılarım o dönemin basın dünyasında dikkat çekici hale gelmişti.
Şenol Güneş beni nasıl tuş etti?
Öyle ki, bir gün İnönü Stadı’nda oynanacak olan Beşiktaş-Fenerbahçe maçından önce rahmetli İslam Çupi’nin, elindeki Cumhuriyet gazetesini göstererek “gene bize tahmin edecek bir şey bırakmamışsın” diye takıldığını hiç unutmam.
Ne var ki Şenol Güneş bütün öngörülerimi yerle bir etti. Ulusal takımı oluşturan Bizim Çocukların Avrupa Şampiyonası’nda final oynayacağını savunduğum halde, bizimkiler 24 takımın içinde finallere ilk veda eden takım oldu. Bir anlamda Şenol Güneş beni adeta tuş etti, sırtımı yere getirdi.
Ancak, uzun yıllar futbolun içinde olmanın verdiği deneyimden olsa gerek “eğer Şenol Güneş’i tutabilirsek” başarılı olacağımızı söylemiş, yazmıştım.
Fransa’dan alınan puanlar aldatıcıydı
Nitekim Güneş’i tutamadık. Bu nitelememin nedeni Güneş’in aslında daha grup elemelerinde tutulup Bizim Çocukları karanlıkta bırakmasıydı.
O karanlığın içinde Fransa’dan alınan puanlar aldatıcı bir parlaklık yarattığı için toplumun çoğunluğu “Ama bu takımı buraya Güneş getirdi” yanılgısından kurtulamadı.
O takımı oraya Şenol Güneş’in götürmediği, yurda döndükten sonra federasyona verdiği “rapor” adı altındaki karalamadan bile belli oldu.
Karalama diyorum çünkü gazetelere yansıdığı kadarıyla yazılana rapor denilemez. Görünenin bize anlattığı Şenol Güneş’in rapor yazmayı bile bilmediğidir.
“Sorumluluk benimdir” ne demek?
Takımın neden kötü gittiğini bilmediğini federasyona yazan Güneş’ten akademik ve metodik bir rapor yazmasını da beklemiyoruz.
Çünkü rapor yazmak da bilgi işidir“Takımın neden kötü gittiğini bilmiyorum ama sorumluluk benimdir” diyebilen bir teknik direktörün yapacağı tek şey “sorumlu” davranmaktır. Sorumlu olan sorumlu davranmak zorundadır.
Avrupa Şampiyonası’nda sıfır çekip eve döndükten sonra Şenol Güneş’in sadece Ulusal takım hocalığı değil, Türkiye’deki teknik direktörlüğü döneminin de bittiğini yazmıştım. Şenol Güneş “neden kötü oynadığımızı bilmiyorum” deyip yazamadığı “rapor” ile beni yorumumda haklı çıkartmıştır. Başka söze gerek var mı?
‘’Şenol Güneş kötü oyunun nedenini bilmiyormuş‘’
Johan Cruyff “topu arkadan gelen oyuncuya vermek gerekir, çünkü o oyuncu daha hareketlidir ve önünde daha fazla alan vardır” demiştir.
Ancak bizim Şenol Güneş futbol oynadığı dönemde en arkada olup sahanın her tarafını gördüğü halde, teknik adamlığında önünü bile göremediği için Ulusal takım sıfır çekti. Şenol Güneş’in teknik direktörlükteki sorunu sadece kalede kalmak ve ileri gidememek olmasın?
Kanımca Cruyff’un “arkadan gelen oyuncuya pas verilmesi” gerektiği görüşü doğru olmakla birlikte hız açısından desteğe ihtiyacı var. Arkadan gelen oyuncu en yüksek hızına eriştiği zaman topla buluşturulursa boş alanlar çabuk geçilir ve rakibin işi zorlaştırılır.
Ataklar verimli hale nasıl getirilir?
Böylelikle kıyının en uzak noktasına vuran dalgalar gibi ataklar momentum kazanır. Böyle bir oyun anlayışı pekiştirildiğinde rakip takımların en güçlü savunma anlayışları bile, momentumun karşısında ayakta kalmakta zorlanır.
Kuşkusuz geriden adam kaçırmak futbolun sayısız parametresinden biridir sadece. Ancak atakları verimli hale getirmenin en etkin yollarından biri olduğu su götürmez.
Nasıl ki hayatta hiçbir an birbirine benzemezse futbolda da birbirinin aynı tek pozisyon yoktur. Futboldaki pozisyonlar insanların parmak izlerine benzer. Birbirinin aynı parmak izi yoktur.
Şenol Güneş ne kadar eleştirilse azdır!
Çünkü arkadan kaçırdığınız adamlar da, rakipler de, zaman ve alan da ve kaçan adama pası verenler de hep farklıdır. Buna bağlı olarak pasın veriliş şekli, hızı da farklı olduğundan belli bir zaman birlikte oynayan oyunculardan kurulu takımlar avantajlı konuma gelirler.
Peki, bunları yazıyorsunuz ama farklı yerlerden gelen oyunculardan sonuç alamayan Şenol Güneş’i de sürekli eleştiriyorsunuz diyebilirsiniz. Şenol Güneş ne kadar eleştirilse azdır!
Takımı hazırlamadı, seçme yaptı
Avrupa Şampiyonası finalleri için takımı yaklaşık bir ay önce topladı. Bu zamanın çoğunu üç oyuncuyu kadro dışında bırakmak için harcadı.
Oysa asıl kadroyla kampa gidilebilir ve hazırlık maçları seçme yapmak için harcanmadan, zaman asıl kadroyu oturtmak için kullanılabilirdi.
Bu kadar kısa zamanda elbette ki üst düzeyde bir uyuma ulaşılamazdı, ancak takım birbirini ilk kez gören oyunculardan kurulu bir ekip durumuna da düşmezdi.
Güneş son olarak federasyon başkanıyla yaptığı görüşmede kötü oyunun nedenini kendisinin de futbolcuların da bilmediğini söylemiş. Eh, bunun üzerine ne söylenebilir ki, “PES” demekten başka…
‘’Futbolun yeni biçimi‘’
Televizyonun karşısında oturup Avrupa Şampiyonası’nın finallerini izlerken futbolun nasıl bir evrim geçirdiğini anlamaya çalışıyorum.
İzlerken bizleri bile yoran yoğun pres altında oynanan futbolun bu yeni biçiminin başlangıcında hiç kuşku yok ki Rus futbol adamı Viktor Maslov var.
1950’lerin Macaristan’ına ve 1960’ların Brezilya’sına modern bir gözle bakıldığında aslında oyunun sırrının bu takımların olağanüstü tekniğinde değil, o oyunculardan topu almak için gereken presin yapılmadığı gerçeği ile ilintilidir. Bunu ilk gören Maslov’dur.
Sahanın her yerinde daha fazla oyuncu
Maslov etkili pres yapabilmek için iyi bir organizasyonla sahanın her yerinde daha fazla adamla var olunabileceğini görmüş ve bu fikrini basketboldan almıştır.
Düşünebiliyor musunuz, 1950’li yıllar, Macarlar top tekniği ile İngiltere’nin futboldaki imparatorluğunu bitirmiş ama bir adam ortaya çıkıp “ayağında top tutan, gereksiz yere çalım atan oyuncu benim işime yaramaz” diyor.
Çünkü onun amacı sahanın her yerinde fazla oyuncu bulundurarak futbolun yeni biçimine yani pres futboluna geçmektir. Bu amaç uğruna topla becerisi çok iyi ve muz ortanın mucidi sayılan öğrencisi Lobanovski’yi bile gözden çıkartarak kadro dışında bırakmıştı. Düşüncesini bir hamle daha ileri taşıyor: “Bana orta yapan kanat oyuncusu gerekli değil.”
Orta yapan kanat oyuncusuna son!
Maslov 1950’li yıllarda orta yapan kanat oyuncu sorununu kökten çözdüğü halde biz bugün orta yapan kanat oyuncusu ve pivot santrfor arıyor, bireysel oyuncuların peşine koşuyoruz.
Bireysellikte dünyanın en iyi oyuncularından biri olan Mbappe’nin vuruşları yerini bulmayınca Avrupa Şampiyonası’nın bir numaralı favorisi Fransa çeyrek finale bile kalamadı. Futbol belli oyuncuların insafına bırakılamaz!
Pres futbolunun atası Viktor Maslov ve onun ardılları olan Rinus Michels, Valeriy Lobanovski ve Arrigo Sacchi’yi göz önüne aldığımızda Türkiye’de bu ustaların yolundan sadece üç teknik direktörün gittiğini biliyor musunuz?
Geçen Aralık ayında sonsuzluğa uğurladığımız Özkan Sümer, Serpil Hamdi Tüzün ve beni teknik adamlığa başlatan, kendisinden çok şey öğrendiğim Adnan Dinçer. Tüzün ve Dinçer’i de erken tedavülden kaldırdık.
Yüzlerce kuşağın davranışlarından doğal seçilim yoluyla baskılanarak evrimleşip bugüne gelen takım halinde pres futbolunun öncülerinin açtığı yolda futbolun yeni biçimi ilerlemektedir.
Bizim üzüntümüz ise Ulusal takımın başında ne yaptığını bile anlatamayan bir teknik direktöre sahip olmak ve futbolun yeni biçimine katkı yapacak devrimci bir teknik adamın ortaya çıkmamasıdır…
‘’Ahmet Akçan'dan Şenol Güneş'e‘’
Etrafındaki parlak yıldızlardan aldığı enerjiye karşın Güneş’in Avrupa’yı aydınlatamayacağını daha grup eleme maçları sırasında gördüğümüz halde, finallerde ülke futbolunun en üstünü karanlıkta bırakacağını tahmin etmiyorduk.
Grubumuzda, karşısında çaresiz kaldığımız Galler’in Danimarka önünde düştüğü durumu Güneş değerlendirir mi bilemiyorum, çünkü aradan bir haftadan fazla zaman geçmesine karşın Avrupa’daki karanlığın üzerini aydınlatacak bir ışık göremedik.
Bu da yetmiyormuş gibi sanki konuyu gündemden uzaklaştırmak için özel bir çaba da harcanıyormuş gibi geliyor bana.
Bu durumda biz de merakımızı giderecek açıklamalardan yoksun kaldıkça daha çok yorum okuyor daha fazla televizyon izlemeye çalışıyoruz. Bu yorumlardan birini dün Ahmet Akçan yaptı. Akçan herhangi bir yorumcu değildir.
Anlaşılmaz bir takım yaratma başarısı!
Türk futbolunun yazgısını değiştirdiği kabul edilen Derwall’in yaptıklarına tanık olmuş, bu sayede bilgisini geliştirmiş, ülkemizde birçok takımın hocalığını yapmış, benim gibi Pro lisans sahibi olmakla birlikte briç oynayabilen ender teknik direktörlerden biridir.
Ahmet Hoca’nın dün yaptığı yorum bana çok ağır geldi. O, başkaları gibi “Şenol Güneş istifa etsin” demiyor ama söyledikleri “istifa” ötesi ağır anlamlar taşıyor. Akçan’ın yorumu şöyle: “Şu anda aldığım hiçbir nota bakmaksızın son 16’ya kalan bütün takımların hangi taktikle ve nasıl oynadığını size izah edebilirim. Ancak bizim takımın üç maçta ne oynadığını anlayamıyorum, bilemiyorum.”
Son yazdığım on yazının sekizi Şenol Güneş eleştirisi üzerine. Yorumlarımın çok ağır olduğunu düşünüyordum. Ancak yazdıklarımın hiç biri Ahmet Akçan’ın söyledikleri kadar ağır değil. Akçan’ın söylediklerinden hareketle denebilir ki, anlaşılmaz bir takım yaratmak konusunda Şenol Güneş kadar başarılı bir teknik direktör yok!
‘’Beşiktaş'ı şeytan çarptı!‘’
Futbol olağanüstü derinliği olması nedeniyle ortalama bir ilgiyle anlaşılabilecek bir uğraş olmamasına karşın teknik direktörlük söz konusu olduğunda bir uygulama ile teknik adamın futbola ve hayata bakışı hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. Onun içindir ki Şenol Güneş ile devam etmenin, sağlıklı futbol günlerine doğru yol almanın önünde büyük bir engel oluşturacağına inanmaktayım.
Beşiktaş’ta çifte kupa ile sezonu bitirmesine karşın Sergen Yalçın’ın teknik direktörlüğü konusunda da Güneş’e benzer kuşkularım vardır. Görev aldığı ilk günde de vardı, çifte kupa kazandığı günlerde de… Bu kuşkuları kendimden uydurmuyorum, görebilene Yalçın’ın kendisi yeterince ipucu veriyor.
Daha en başta Welinton, Nsakala ve Mensah’ı Beşiktaş’a transfer ettirtmesi ve onlardan Beşiktaş’a yaraşır futbolcular yaratma uğraşı takımın Avrupa’dan erken elenmesinin birinci nedeni olmuştur. Şampiyonluk kazansa da bu durum bir teknik adamın kalitesi konusunda yeterli veridir.
İzlenen yol, yol değildir!
Sergen Yalçın’ın Beşiktaş ile yeniden anlaşmak için izlediği yol yordam ise ne bir teknik direktöre ne de spor etiğine yakışır. Yalçın futbola gönül vermiş tüm futbolseverlerin ve hatta masun çocukların gözlerinin içine baka baka çok sevdiğini söylediği kulübünü oyuna getirmiştir.
Yöneticiler de, Yalçın’ın elinde bulunan çifte kupa kozunun karşısında ezilmiş, yeni dönemde tribün olaylarına karşı teslim olmuştur.
Dünyanın hiçbir yerinde bir teknik direktöre yüzde 350 civarında zam yapılamaz. Hele o yönetim iki yıla varan salgın döneminde kulüp çalışanlarına sadece dört defa aylık ödemişse o zammı Sergen Yalçın’a hiç yapamaz! Bu yapılanın bedelini yeni sezonda Beşiktaş yönetimi de Sergen Yalçın da ödeyecektir. Yalçın büyük bir yükün altına girmiştir.
Hani Sergen Yalçın sözünün eriydi
Sergen Yalçın, Beşiktaş yönetimini tam anlamıyla oyuna getirmiştir. Nasıl mı? At yarışı, iddia ve bahis arkadaşı Rıdvan Dilmen’i kullanarak! Ya da “şeytan” lakaplı Rıdvan’ın yol göstermesiyle…
Yorulduğunu ve yeni sezonda çalışmayacağını Rıdvan Dilmen’e neden açıkladı? Madem söyledi, bunun kamuoyu ile paylaşılması izni neden Rıdvan Dilmen’e verildi. Bu işin yolu bu mudur? Beşiktaş teknik direktörü en başta sözünün eri olur.
Çoğu insan tarafından en önemli özelliğinin “sözünün eri” olduğuna inanılan Yalçın bu konuda da tutarsızlığını göstermiştir. Bu konu arkadaş, ahbap-çavuş ilişkileri ile geçiştirilemez.
Rıdvan Dilmen’in bir gün önce açıklama yapması Beşiktaş yönetimini adeta tutuşturmuştur, kendilerini yangından kurtarmak için Sergen Yalçın’ın her isteğini kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Kimsenin kazancında gözümüz yoktur. Emeğe saygımız da sonsuzdur. Ancak alın terinin azaldığı yerde gözyaşlarının çoğalacağı gerçeğini bildiğimizden kaygılanıyor, ayak oyunlarıyla edinilen kazançlar için üzülüyoruz…
‘’Marshall'ın süttozuna alışmak…‘’
1962 yılında Çıldır’da ilkokula başladığım günlerde, Türkiye’ye yapılan Marshall yardımı kapsamında ABD’nin gönderdiği süttozunu ile de tanışmıştım. İlginçtir, evimizde onlarca büyükbaş ve yüzlerce küçükbaş hayvandan edinilen doğal süt olduğu halde hala unutamadığım garip bir araması olan yapay süt hoşuma gitmişti.
Erken yatardım ki, sabah kalkıp okula gidelim de süttozundan yapılan içeceği içelim. Öyle ki, artık evdeki doğal sütün tadı bize garip gelmeye başlamıştı. İnsan her şeye alışıyor. Üretmeden tüketmeye öylesine alıştırıldık ki, yabancı futbolcu sayısında herhangi bir sınırlama ya da kısıtlamaya gidildiğinde nasırımıza basılmış gibi feryat ediyoruz. Marshall yardımından bu yana her şeye alıştırıldık.
Doğuştan büyük adam ya da büyük futbolcu yoktur!
Marshall 2. Dünya Savaşı süresince ABD ordusunu yönetmiş, Dışişleri Bakanlığı yapmış, Nobel Ödülü almış bir askeri dehadır. ABD başkanlığı için adı geçerken, emekli edilmiş. Bu büyük asker çocukluğunda hiç de öyle parlak zekalı biri değilmiş.
Dokuz yaşında bir devlet okuluna kaydı yapıldığı sırada mülakatını yapan yöneticinin hiçbir sorusuna doğru yanıt verememiş. Bu durumu hayatı boyunca unutamadığını sonraki yaşamında insanlarla paylaşmış.
Marshall ve insanlık tarihine damga vurmuş birçok büyük insanın yaşamı, büyük bireylerin doğduklarına değil, oluşturulduklarına ve eğitim yoluyla yaratıldıklarına inanmamızı gerektirecek kadar somuttur. Değişim dışarıdan içeriye doğru meydana gelir. Çocuğa verdiğiniz onun bütün yaşamına yön verip gelişmesini sağlar.
Çalışmak olmadan hiçbir şey gelişmez!
Bütün büyük futbolcuların ve oluşturulan bütün büyük takımların sırrı işte bu dışarıdan içe doğru verilen çalışmaların ve eğitimin sonucuyla ilişkilidir. Bu, General Marshall’dan tutun da Pele’ye, Cruyff’a, Maradona’ya ve Mozart’a değin alanında dünya çapında bir üne sahip olmuş tüm insanlar için geçerlidir, hepsi sadece çok çalışmanın eseridirler.
Aldığınız yabancı futbolcuların hepsi süttozu tadındadır. Size kendi üretiminiz olan doğal sütün tadını unutturmaktan başka bir işe yaramaz! Bugünkü global dünyada böyle düşler görmekten artık uyan diyenlerin olduğunu biliyorum.
Ancak böyle giderse global dünya bile sizi içine almayacak. Çünkü global dünyanın içine girmek için o dünyaya katkı yapmak gerekiyor. Global dünyaya yüzlerce hatta binlerce futbolcu verin, sonra bütün kapıları açın. Derdimiz ayrımcılık değil, insanlık ailesine üreterek katkıda bulunmaktır…
‘’Şenol Güneş, Fener düşmanı mı?‘’
Sadece biz değil, Avrupa Şampiyonası’na katılan ülkelerin teknik direktörlerinin bazıları ve Avrupa medya mensupları bile Bizim Çocukları turnuvanın gizli favorisi ilan etmelerine karşın puan bile almadan eve döndük.
Olabilir, futbolda her sonuç var. Avrupa Şampiyonası, Dünya Kupası’ndan daha zor bir organizasyondur. Amerika, Asya ve Afrika’nın futbolu yavaş oynayan takımları, oyun mantığı olarak Dünya Kupası’nı daha düşük tempolu bir organizasyon haline getiriyor.
2002 Dünya Kupası’nda hiçbir Avrupa takımı ile karşılaşmadan dünya üçüncüsü olmamızın bu yönü hep gözlerden uzak tutulur. Avrupa’nın grup elemeleri bile öyle zordur ki, bir son dakika golü ile ancak gruptan çıkabildik.
Başkan Özdemir çöküşün üstünü örtemez
Grupta oynanan üç maçın öncesi ve sonrasında herkes fikrini söyledi, yorumunu yaptı. Bizde fikirlerimizi bu köşede yazdık. Türkiye Futbol Federasyonu’ndan ciddi bir sorgulama(soruşturma değil) beklerken Başkan Nihat Özdemir puansız dönmenin nedenini İtalya yenilgisine bağlayarak konuyu kapatmaya ya da büyük başarısızlığın üstünü örtmeye çalışıyor.
Turnuvanın favorilerinden biri olan İtalya’ya kendi evinde yenilmek bir futbol takımına daha doğrusu bir ulusun takımına nasıl psikolojik çöküş yaşatır? Bu kadar çabuk dağılan, çöken bir Ulusal takıma bundan sonra nasıl güvenilebilir? Çoğu Avrupa’nın önemli takımlarında oynayan futbolcularımızı “psikolojisi bozuk çocuklar” şeklinde nitelemek ne kadar doğrudur?
Şenol Güneş’e sözlü saldırı yapıldı mı?
Futbolcular Şenol Güneş’e ya da Şenol Güneş futbolcularına güveniyor mu? Eğer sağlam ve sarsılmaz bir güven ortamı varsa, bir TV kanalında üç futbolcunun Şenol Güneş’e Bakü’de kaldıkları otelde sözlü saldırıda bulunup “sen Fenerbahçe düşmanısın” dedikleri iddiası ne olacak?
Sosyal medyada yazılıp, çizilen söylentiler bir yana bu konunun aydınlatılması gerekmez mi? Bu olay doğru mudur, o futbolcular kimdir? Eğer bu olay doğru ise Şenol Güneş bir daha onları Ulusal takıma çağırmaz.
Yani federasyon konuyu açığa çıkartmasa bile 1 Eylül’de oynanacak Karadağ maçı kadrosu her şeyi net olarak gözümüzün önüne serer. Türkiye Futbol Federasyonu’nun Yönetim Kurulu gerçeklerin bir gün mutlaka açığa çıkmak gibi bir huyu olduğunu bilmezler mi?