‘’Utanç‘’
Ama sahada işler yürümedi. Hiddink, ilk yarı sonunda sistemini değiştirmedi sadece ‘Gökhanlar’ı değiştirdi. 51’de 3. golü yiyene kadar sistem yürümedi, golden sonra da... Hiddink, hiçbir şeye müdahale etmedi. Hırvatistan, neredeyse hiçbir şey yapmadan sadece doğru durarak, 10 oyuncu birbirine yakın pozisyon alarak bizi sahadan sildi. Selçuk’un yerine Topal’ı, Burak’ın yerine Umut’u aldı Hiddink. Sistemle hiç oynamadı. Bu hamlesizlik, bana bir istifa mektubu gibi geldi. Hiddink bunu yaparak aslında şunu söyledi: Ne olursa olsun, ben böyle oynarım. Rakip beni durdursa da, benim oyuncularım bu sistemi uygulayamasa da ben sadece bunu uygularım. Kabul ediyorsanız ben buyum.
Ama bu iş yürümüyor. Hırvatistan, grupta deplasmanda Gürcistan’a yenildi, Malta’dan gol yedi, Yunanistan’a iki maçta da gol atamadı. Biz ise bu takıma karşı pozisyon bulamadık. Hiddink, 1 numaralı sorumlu. Sporda utanç olmaz ama bu oyun utanç vericiydi. Ancak oyuncuları da temize çıkaramayız. Gökhan Gönül’ün futbolu bırakmış gibi oynayışı, Sabri’nin kontrolsüzlüğü, Giray ve Egemen’in oyun kurma konusundaki beceriksizlikleri, Selçuk ve Emre’nin dar alana sıkışmaları korkunçtu. Hırvatistan’ın intikamı acı oldu. Ancak şunu da belirtmek lazım. ‘İstanbul seyircisi, bu takımdan daha fazlasını hak ediyor mu’ diye sorarsanız, etmediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Milli Takım’ın bir an önce Anadolu’ya taşınması gerekiyor. Volkan’a yapılanlar, ne olursa olsun büyük bir ayıp.
‘’Burak için en ideal savunma!‘’
* Hırvatistan FIFA sıralamasında 12. sırada; eğer Yunanistan’a Atina’da yenilmeseler belki Komşu’nun yerine 8. sırada onlar olacaktı.
* Dolayısıyla karşımızda Almanya yok belki ama, Belçika ve Avusturya da yok. Bunu bir dezavantaj olarak söylemiyorum. Biz bu seviyedeki takımlara karşı daha iyi oynuyoruz. Bu hep böyle oldu...
* İki taraf için de yeterli motivasyon sebebi var. Her ne kadar Bilic ‘intikam maçı olarak görmüyoruz’ dese de... Misal Corluka da bu maç için ‘ekstra motivasyona gerek yok’ diyor. O maçı unutamadıklarını söylüyor. O maçı oynayan 9 futbolcu şu anda kadroda. Bizim açımızdan ise oyuncuların kendilerini kafaca ‘şike sürecinin
dışına atmaları’ bu turu geçmeleriyle mümkün.
* İki takımın da orta sahaları yüksek potansiyelli oyunculardan oluşuyor. Modric, Hırvat takımında ilk akla gelen isim... Ama o da Rakitic gibi yüksek potansiyelini reel bir başarıya çevirebilmiş değil. Aslına bakarsanız bizim orta saha yıldız adaylarımıza da bu yönden benziyorlar.
* Biz Azerbaycan’a yenildik, onlar da Gürcistan’a... Yunanistan’a gol dahi atamadılar. Onlar da bizim gibi 2008’in oldukça gerisine düşmüş durumdalar.
* Bir çok eksikleri var. Ama bence en önemlisi Mladen Petric... Bizim sevmediğimiz tarzda, dikine oynayan bir oyuncu. Onlara direnç ve sertlik katıyor.
* Gürcistan deplasmanında 90’da yedikleri golle mağlup oldular. Kritik Yunanistan deplasmanında ise 71 ve 79’da yediler. Öncelik oyunu kontrol altında tutmak olmalı. Mutlaka açık verecekler.
* Bu seviyede Burak Yılmaz için daha ideal bir rakip savunma olamazdı. Selçuk’un paslarıyla rakip savunma arkasına kaçması, hatta rakibe kart göstertebilmesi mümkün. Bu onun maçı olabilir. Bu maçtaki şansı, Arda’nın asistçi kimliğindeki gelişme... Atletico sonrası Arda daha bitirici paslar atıyor. Emre’nin de katılımıyla orta sahada topa sahip olabilirsek rakibin konsantrasyonunu bozabiliriz.
* Kornerlerde ekstra dikkat etmek lazım. Uzun bir savunmaları var.. Ve kullanacakları her duran top, bizim kısa takımımız için riskli. Belçika maçlarını unutmayalım.
* Bolca ‘uzaktan şut’ denemeli.. Ve her atılan şutta, özellikle Burak Yılmaz’ın kaleciye doğru hareketlenmesi, kesin koşular yapması gerek... Pletikosa sektirir çünkü. Bu yolla çok net poziyonlar yakalamak mümkün.
* Gökhan’ın hücumun bir parçası olduğu, Hakan’ın 3. stopere döndüğü akınlar şart. Rakibin ağır savunmasını, araya ekstra adamlar sokarak rahatsız edersek istediğimizi alabiliriz.
* İlk şart, gol yememek. Hiddink muhtemelen geçen sene Trabzonspor’u 82 puana taşıyan yerli omurgayı kullanacak. Burak, arkasında Selçuk, arkasında Egemen ve Giray... Emre’yle Gökhan’la Arda’yla kazanabiliriz. Soğukkanlı olmak ve rakibi evinde seyirci baskısına maruz bırakmak lazım.
* Biz grupta ikinciliği kazandık, ama onlar birinciliği kaybetti. Demoralize olmaya, onlar daha yatkın...
‘’Milli Takım'a Güneş lazım‘’
En baştan söyleyeyim:
Milli takım teknik direktörümüz değişmeli.
İsim önemli olmayabilir...
Hayır! Kanımca önemli tabii. Hatta bir adayım da var...
Ama asıl anlatmak istediğim başka.
Hiddink vs. değil mevzuu.
Yerli yabancı vs. de değil...
Hayır, genç yaşlı işi hiç değil...
Bakınız;
Teknik direktörlük de bir form işidir.
Tıpkı futbolculuk gibi periyodik bir sıklıkla oyunun bir parçası olmayı gerektirir.
Sahada olmayı...
Saha kenarında oyunu okuyabilme işini her maçta yeniden öğrenmeyi.
Teknik adamlık bir form ve alıştırma işidir.
Ferguson gibi 25 yıl bir kulübü çalıştırsanız da hala her hafta, her maç bir alıştırmadır... Her hafta öğrenilecek daha doğrusu hatırlanacak şeyler vardır.
Ve sahaya çıkma sıklığı en az futbolculukta olduğu kadar önemlidir...
Bugünün milli takım hocalık sistemi ise küresel bir saçmalıktır.
Hani biz Hiddink’i tartışıyoruz ya.
Yılda toplam 30 gün işinin başına geçiyor diye.
Bunu tartışmak yanlıştır...
Çünkü yaptığı iş hakikaten de 30 günlük bir iştir.
Ve Hiddink bu şekilde G.Kore ve Avustralya’yla, asıl önemlisiyse koskoca bir spor mirasının üzerinde oturan Rusya’da başarılı olabilmişti.
Hatta Avustralya ile birlikte PSV’de kulüp tarihinin ikinci en başarılı dönemini yaşamıştı hatırlarsınız. (İlkinde de o hocaydı)
Ve unutmayalım ki, Rusya’yla birlikte bir Chelsea rüyası da yaşamak üzereydi ama İniesta son saniyede bunu yıktı.
Tabii söylemeye gerek yok, Rusya ve Avustralya ile de son derece başarılıydı. Çalıştığı 3 ülkeyle de ülke tarihinin en yüksek başarısına ulaşmıştı. (SSCB’yi başka bir ülke sayarsak)
* * *
Aslında bu durumun anlattığı şudur. Hiddink özelinde de, genelde de...
Milli Takım Teknik Direktörlüğü yılda toplam 30 günlük bir iştir.
Ve bugünün dünyasında sıradan, eğitimsiz konvansiyonel tarım işçisi bile daha fazla çalışmaktadır.
Ve tabii sadece 30 gün çalışırsanız paslanırsınız. Formdan düşersiniz...
Dolayısıyla Milli Takım Teknik Direktörlüğü kesinlikle bir yan iştir.
Eğer bütün bir ülkenin futbolunu yeniden yapılandırmak gibi bir misyon sözkonusu değilse tabii.
Ama tabii eğer böyle bir misyon varsa da milli takım teknik direktörlüğüne sıra gelmeyebilir.
Peki bu iş nasıl olacak derseniz.
1-Milli takım teknik direktörü ülkede çalışan bir teknik adam olmalıdır.
2-Ve mümkünse kulüp olarak uluslararası alanda da var olan bir ekibin lideri olmalıdır.
Yani uzatmayalım, eğer Burak Yılmaz lig üstü kupa... Derken Şampiyonlar Ligi... Bir de baktım ki Milli Takım, dolaşıp duruyorsa Şenol Güneş de aynı programı takip edebilir.
Hem kendi oyuncularını hem de ligde rakiplerde olup ‘ah keşke bende olsaydı’ dediklerini tribünden değil sahadan takip edebiliyor çünkü.
Maçta seyrettiğiniz bir adam gözünüzden kaçabilir. Ama rakibinizdeki asla kaçmaz. Çünkü başınıza beladır...
Bununla da kalmıyor. Uluslarası standartlarda futbol antrenörlüğünde neler oluyor. Sistemler nasıl farklılaşıyor. Bunu da en yakından görüyor sahadaki, özellikle de Avrupa’daki.
Dolayısıyla, umarım bu turu geçeriz. Çünkü hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.
Ama geçsek de geçmesek de Şenol Güneş benim Milli Takım Teknik Direktörlüğü’ne adayımdı...
Söylemeye gerek yok: Trabzonspor’dan ayrılmamak kaydıyla...
Hani bir genç vardı
Bunun bir de eski Türk filmlerine özgü romantik yönü olacak kuşkusuz.
Sahneyi anlatmaya gerek yok.
Olgun yaşlarına gelmiş kahramanımız “hani genç vardı” diye başlayarak seslenir ya hasmına... Güneş de bize aynı şekilde başlayabilir böylece...
-Hani vizyonsuz, misyonsuz ve karizmasız bir genç vardı, hatırlar mısın diye!
Yanında aynı yoldan geçmiş, Burak’la, Serkan’la Tolga ve diğerleriyle...
Hatırlamaz olur muyuz...
Geçmeliyiz
Geçen hafta geniş geniş yazdığım için bu hafta pek girmedim. Kısaca tekrarlayalım. Hırvatistan’ı geçmeye ihtiyacımız var. Hiç olmadığı kadar, bu yaz Milli Takım’la yarışmanın içinde olmaya ihtiyacımız var. İtalya 82 ve 2006’da büyük şike skandallarından böyle çıkmıştı. Yine çok zarar gördüler. Avrupa’nın bir numaralı ligi olmaktan şike ve doping skandallarıyla uzaklaştılar. Ama bugün hala ayaktalarsa bunun sebebi Dünya Kupaları’nda verdikleri onur mücadelesi oldu.
Bugün Hırvatistan maçları özellikle bu şike skandalında adı geçen kulüplerin futbolcuları için ekstra önem taşıyor. Çünkü bu kez sadece milli takım için değil kulüpleri için ve kendileri için de ekstra mücadele edecekler. Bunu bilmeliler.
Bazen futbol maçlarına gerektiğinden fazla önem bindirilir.
Bu kez gerçekten sadece bir tur değil.
Türk futbolunun geleceği için de oynayacaklar...
Haydi, hepimiz için...
‘’Oyun hakimiyeti zaafı‘’
Kiev maçı zordu.
O maçtan sonra değil, sadece o son karambol pozisyondan sonra bile 1 ay kadar üst düzey bir mücadeleye çıkmamak lazım.
Kabul edersiziniz ki fiziken değilse de ruhen biraz rahatlamak gerek. Ben seyrettikçe yıpranıyorum... Kim bilir bizzat yaşayanı ne yormuştur...
Beşiktaş’ın dün ‘top’u fazlasıyla rakibe bırakışını Dinamo maçında oynadığı oyuna bağlamak mümkün. Gerçek anlamda yorucu bir maçtı. Ama ‘oyun’u bu kadar rakibe bırakmanın açıklaması yok.
İnönü’de gerçek anlamda tam performans gösterdikten sonra biraz daha kontrollü, kontra kovalayan bir oyun tercihi mantıklı.
Beşiktaş oyunun ruhu açısından olmasa da ilk yarıda skor olarak bunun sonucunu da aldı.
Detay ise tabii çok başka bir şey anlatıyor...
Böyle bir strateji tercihinde yapılması gereken rakibi kaleye organize akınlarla yaklaştırmamak.
Yani aslında işin özü şu: Ya topu mümkün olduğunca sürekli ayağında tutarak oyuna hakim olacaksın. Ya da alanı sürekli kontrol altında tutarak topu kalene yaklaştırmayacaksın. Beşiktaş önce bunu yapamadı. Bireysel beceriyle oyunu 2-0’a getirmeyi başardı ama oyuna, topa ya da alanlara hakim olamadı...
2-0 aslında Beşiktaş’ın temel problemlerini ortaya döktü. Kiev’le olağanüstü seviyede boğuştular. Kesin olarak söyleyebilirim ki Avrupa Ligi Finali’ni dahi böyle bir adanmışlıkla kazanabilirler. Çünkü böyle bir maçın mantığı, ruhu budur. Ancak ‘Beşiktaş’ ismiyle kendini ispat sınavına çıkmış
bir Anadolu takımıyla oynuyorsanız yapmanız gereken, özellikle de
2-0 sonrasında topa hakim olmak ve oyunu soğutmaktır. Ki Beşiktaş bunu hiç yapamadı.
Bunu yorulmaya vs. bağlamak mümkündür. Ama 2-0’dan sonra
4-2 kaybediyorsanız başka bir açıklama gereklidir.
‘’Eğlenceli bir gösteri‘’
Türk Telekom Stadı kolaylıkla turizm rehberlerine girebilir. İstanbul’da yapılacak en eğlenceli 10 şey sıralamasında rahatlıkla yer alabilir. ‘Arena’ ruhuna uyumlu olarak her seferinde sürprizlerle dolu kapışmalar yaşanıyor çünkü. Galatasaray maçlarında ya bol gol ve kırmızı kart oluyor ya da dünkü gibi akıl almaz sayıda pozisyonun, penaltının kaçtığı orta sahasız bir Rus Ruleti’ne dönüyor oyun. Bu taraftsız bir turist için son derece heyecanlı bir gösteri. Hatta belki geçen seneki son derece sıkıcı futbolun sonrasında Galatasaraylı için de öyle olabilir. Ama bu bir Rus Ruleti sonuçta, kime ne çıkacağı belli olmuyor... Çünkü: Galatasaray’da özellikle evde oynanan maçlarda istek, aklın önüne geçiyor. Sistem arzuyu karşılayamıyor.
Galatasaray çılgınca saldırmak istiyor. Ancak henüz buna olanak tanıyacak ne bir yapı, ne bir pas organizasyonu var. Bu da sorun yaratıyor. Halbuki vitesi biraz düşürmek lazım. Ne gariptir ki içerde Galatasaray’ın en büyük dezavantajı bu. Fazla çaba...
Dün özellikle ikinci yarıda olan bu. Muhtemelen devre arasında zılgıtı yemiş bir ekibin kontrol dışı saldırısı. Bunun sebebi belli. Terim’in 4-5-1/4-3-3 varyasyonunu kaldırabilecek bir ekip değil sahadaki. Özellikle de Mersin gibi istediği zaman topa hakim olabilen ve 10 pasın üzerinde rahatlıkla dolaştırabilen bir takıma karşı. Böyle olunca ilk yarıda yürüyen bir takıma döndü Galatasaray. İkinci yarıda ise hiçbir yapısal değişiklik yapmadan gaza geldi. Seyrettiğimiz eğlenceli miydi? Kesinlikle. Galatasaray kazanabilir miydi? Hem de farklı. Mümkün... Ama M.İ.Y kazanabilir miydi? Hem de farklı. O da mümkün...
‘’Kocaman bir hezimet‘’
Eneramo az görülür bir savaşçılıkla sahada...
Onu iki yönlü oyunlarıyla Grosicki ve Pedriel tamamlıyor. Ve Erman-Kıvanç ikilisiyle sürekli top kapan ve her seferinde hücumun parçası olabilen bir orta saha.
Rıza Çalımbay’ı neredeyse üst düzey ligler şablonuyla kurduğu ekipten dolayı kutlamak lazım.
Bu harika yapıya hep yakın oynayıp Fenerbahçe hücumunu yok etmeyi de başardılar. Hep yakın durdular, hep baskı yaptılar.
Ancak daha önemlisi ve Türkiye’de az rastlanır olan, hücumda oyunun enini çizgiden çizgiye genişleterek, bu savunulması çok güç akın stilini ortaya koyabilmeleriydi.
Fenerbahçe sahaya Alex’le çıkmış olsa oyun merkezini bu kadar ileri kurar mıydı bilmek zor. Ona özel önlem gerekebilir dolayısıyla bu hücum oyunu bu şekilde kurulamayabilirdi.
Ancak ne olursa olsun gerçek olan, Fenerbahçe’yi 27 maç sonra yenmekle kalmayıp, rakiplerini ezip geçtikleri.
Fenerbahçe yorgun muydu? Olabilir. Ama bu kadar silik olmalarının açıklaması bu olamaz.
Peki Alex yok diye mi? Hiçbir oyuncu, parçası olduğu takımı bu kadar değiştiremez. Değiştirmemeli...
Ama bir nokta önemli. Zaten şu anki seviyesi tartışmalı olan Bienvenu’yu Sezer’le, -Alex’in yerine- Sezer’in hücumun merkezi olduğu bir oyunda sahaya sürmek çok akıllıca değil.
Ziegler çıktığında Stoch’u oyuna alıp bu oyuna devam etmek ise çılgınca. Zaten Ziegler-Caner ikilisi bildik ileri çıkışlarını dahi yapamazken, Stoch’la bunu yapacağını düşünmek...
Üzerine ikinci yarıya Baroni’ye Alex rolünü vererek başlamak...
Aykut Kocaman’ı hiç anlamadım. Rıza Çalımbay’ı ise ancak alkışlayabilirim. Skor o kadar göstermese de oyun anlamında Kocaman bir hezimet izledik.
‘’Yüksek konsantrasyon‘’
Bunda zaten hep belli standartta olan savunma oyuncularından çok, öndekilerin nihayet takımın bir parçası olduklarını hatırlayışları rol oynadı. 2 savunma beki Quaresma ve Simao’ya hep yakındı ve aynı şekilde tam tersi. Kiev’e hiç geniş alan bırakmadılar neredeyse. Bu kalitede bir rakibe karşı son dönemde gördüğüm oyun dengesi açısından en iyi Türk takımıydılar.
Carvalhal’ın İsmail’i kullanabilmesi, Egemen’i stoperde tutma şansını verdi Portekizli’ye. Ki bu hem hücum hem de savunma anlamında kritik bir şans oldu. Egemen dün attığı golden bağımsız olarak sahanın en iyisiydi.
Sorunlar yine vardı tabii... Beşiktaş temel olarak 4 hareketli hücumcuyla oynamaya çalışıyor. Simao ve Quaresma’ya top geldiğinde topun bir sonraki durağı için en az 3 opsiyon olması lazım. Top hangi kanattaysa diğer kanat ikinci santrfora dönüşmeli. Veli’ye ek olarak bir orta saha daha ceza sahasına müdahil, pozisyonun bir parçası olmalı. Ama bu olmuyor. Top kime gelse önce Quaresma’ya bakıyor. O da Almeida’ya. Buna rağmen Quaresma yüksek standartta bir başarıyla Almeida’yı hep uygun pozisyonda buldu. Ve fakat o hiç iyi durumda değildi. Carvalhal’ın özellikle golden sonra hemen Holosko’yu onun yerine oyuna sürmeyişini anlayamadım. Hele sonradan Almeida’nın yerine kötü bir Nobre diyebileciğimiz Edu’yu alışını hiç.
Beşiktaş bu iyi oyunu gol sonrası ikili averaj avantajına da çevirebilirdi. Onu yerine baskı yediler.
Son saniyede Kiev’in girdiği poizsyonuysa anlatmak dahi mümkün değil. Kim hatalı kim hatasız, kim kaçırdı kim kurtardı, belli olmayan harika bir kaostu.Ve ilk maçta gole yol açan kormeri hatırlattı bize. Neyse ki tıpkı ilk maçta olduğu gibi hak eden kazandı.
‘’10 kişi de yetti‘’
80 dakikadan fazla Alex’siz oynamak neredeyse Fenerbahçe olmaktan çıkmak demek. Bu sezonun özel şartlarında Alex daha da vazgeçilmez. Ama Fenerbahçe orta sahası, saha içindeki teknik direktörleri olmamasına rağmen işi kurtardılar. Caner, kariyer zirvesi yaptı. Onu iyi yapan biraz da Ziegler’in uyumu. Aynı uyum Topuz’la Gökhan arasında da vardı dün. Cristian da Alex’in boşluğunu sürekli doldurmaya çalıştı. Tek eleştirilebilecek isim 2. kırmızı kartın kıyısında dolaşan Emre’ydi. Karabük, Alex atıldıktan sonra şoka giren taraf oldu. Fenerbahçe kendine gelirken onlar kendilerinden geçtiler. Bienvenü yerine biraz daha üst düzey bir santrfor olsaydı karşılarında, ilk yarıda maç kopabilirdi. 2. yarıda biraz uyandılar. Fenerbahçe’nin de derbi yorgunluğu kendini gösterdi. Ancak buna rağmen ev sahibini köşeye sıkıştıramadılar. Karabük hâlâ Emenike’ye endeksli bir takım. O rüyadan uyanamamışlar. Böyle giderse düşme hattında sezonu geçirecek gibiler. Derbiden çıkmış, 5. dakikada komutanını kaybetmiş, başına gelmedik kalmamış Fenerbahçe’ye karşı oyunu hiç domine edemediler. Fenerbahçe ise her gün yeni bir lider çıkartıyor. Krizle başa çıkmayı çok iyi öğrenmişler.
Kıyamete doğru
Ortalıkta dolaşan iddialara göre şike iddianamesi Hırvatistan maçından sonra açıklanacak. Yine aynı iddialara göre bu iddianameyle ligin tamamlanması mümkün değil. 3 takımın hemen düşmesi gerekecek. TFF hemen karar vermek zorunda kalacak. Diğer üç takımın ise durumu son derece tartışmalı. Aslında daha düşük bir ceza almaları gerekecek ama talimatname puan düşürme cezasını içermiyor. Yani 6 takımın durumu kritik ve 6 takım da düşebilir... Herkesin gizliden gizliye konuştuğu bu... Yani muhtemelen ayın 20’si gibi, en kötü Aralık başında Türkiye futbolu daha önce karşılaşmadığı büyük bir kaosa uyanacak. Ve muhtemelen kolay kolay kendimize gelemeyeceğiz. Bizi bu oyuna bağlayan tüm bağlar zayıflayacak. Yıpranacağız. Hem de çok. Büyük bir kavga başlayacak. Yani anlayacağınız futbolun kıyameti kopmak üzere... Bugün yapacak çok bir şey yok. Bir sektör yıkılmak üzere. Ama bu kıyametin ateşini biraz olsun düşürmek mümkün. Hırvatistan’ı elemek zorundayız. Milli takımı oluşturan herbir kişi ayı 11’inde sadece bir maça çıkmayacak. Belki mesleğini kurtarma sınavına girecek. Hırvatistan’ı elemek demek Türk futbolunun nefes alabilmesi için bir sebep demek. Sektörün yaşayabilmesi için bir kalp atışı demek. O gün sahaya çıkacak herbir oyuncu bunu bilerek sahaya çıkmalı. Bu Türk futbol tarihinin en önemli maçı. Çünkü kelimenin gerçek anlamıyla ölüm kalım maçı...
Adale sakatlıkları
2008’de Fatih Terim, daha önce Klinsmann’ın Almanya’da kullandığı fitness ekibini milli takımda istihdam etmişti. Klinsmann ABD’den gelen ekibi 2 yıl boyunca milli takımda kullanmış ve bugünkü Almanya devriminin önemli ayaklarından birini bu oluşturmuştu. Scott Piri milli takımı çalıştırırken Türk sporcusunun neleri eksik yaptığını da güzelce anlatmıştı duymayı isteyenlere. O veya bu sebeple biz o
turnuvada son saniyeye kadar dinç ve kuvvetli bir takım olduk ama çok da sakat verdik. Yarı finale oynayacak adam kalmamıştı. Ve 13 kişiyle sahaya çıkmıştık hatırlarsınız. Şimdi aynı ekip Galatasaray’da görevde. Ve yine art arda adale ve bağ sakatlıkları başgösteriyor Galatasaray’da. Bunun ne kadarı tesadüf,
bilemiyorum.
Şehrimle gurur duyuyorum
Tam 14 bin sporsever izledi WTA final maçını. Bir İstanbullu olmaktan gurur duyduğum günlerden biriydi.
Kalite olunca, çağdaş şartlar olunca insanların seyirci olmaktan kaçmadığını gösterdi bize bu organizasyon. Bu şehirde Olimpiyat da olur demek ki! İstanbul’la gurur duyuyorum.
Seyirci ve taraftar
14 bin medeni insan WTA final maçını dünya satandartlarında seyredebiliyor. Ama 20 km ötede 1600 Fenerbahçe taraftarı rahatça İnönü Stadı’na giremiyor. Orada gerçekten ne olduğunu ise kimse anlatmıyor.
Bir gün önce Beşiktaş taraftarının isyanıyla maça gitme hakkını yeniden kazanan insanlar neden böyle bir olay çıkartsın söylesenize?
Önce bu tavırdan kurtulmak lazım...
Yani taraftarı direkt terörist ilan etme kolaycılığından... Biz bu adamları neden terörize ediyoruz diye soralım
önce... Sonra yalanlardan kurtulalım. “Eski biletlerden turnike bozuldu” gibi bir uydurmacaya inanmamız beklenmiyor herhalde.
Bilet kontrol dış çevrede yapıldı mı onu soralım. Bu kadar insanı bir anda 2 turnikeye sürerseniz olmaz diyelim. İnsanlara medeniyet verelim biraz. Kimse spor teröristi olarak doğmaz. Takımlarını da bunun için sevmez.
Yeter ki bizler onları terörize etmeyelim.









































