‘’10. Yıl‘’
Olağanüstü kongrelerin, kavgaların, istikrarsızlıkların takımı Fenerbahçe, 10 yılda nerelerden nerelere geldi? Kâbuslardan rüyalara geçiş yaptı.
Grupların, kongre ağalarının, rantiyelerin ve medyanın oluşturduğu oligarşiyle yönetilen kulüp, işgalcileri dışlayıp kendi kaderini yeniden eline aldı. Fenerbahçe yeniden Fenerbahçeliler’in eline geçti.
251 kupayla kapatılan 100. Yıl, tam anlamıyla sıçrama tahtası oldu. ‘Acıların Takımı’ndan ‘Dünya Kulübü’ne giden yolun taşları sabır, destek ve istikrardı. Hiçbir fikri olmadığı halde, bu dönüşümdeki derinliği, hâlâ sığ tariflere sığdırmaya çalışan Zargana kafalılara sadece gülüyorum.
Bu başarının iksiri ‘Hep Destek, Tam Destek’ felsefesiyle keskinleşen taraftarlık bilincidir. Onların koyduğu sarsılmaz direnç olmasa, ‘inşaat değil icraat istiyoruz’ diye bağıranlar yine galip gelebilirdi. Kulübün 101. yılıyla birlikte Aziz Yıldırım, başkanlığının 10. yılına girdi.
Herkes rüzgar gülünü oynar, kaba göre şekil alırken, o, duruşundan ve kararlılığından hiç taviz vermedi. Sonunda herkes er ya da geç onun dediği noktaya geldi. İçeriden ve dışarıdan yoğun bir anti-propoganda bombardımanı altındayken bile direksiyonu hiç kırmadı. Sonuç ortada.
10 yılda borsa değeri 700 milyon doları bulan bir şirket, yepyeni çağdaş bir stat, yeni yapılan ya da yenilenen 7 yıldızlı tesisler, FBTV, FB Dergisi, Fenerium gibi bir marka, geliri giderinden daha fazla bir kulüp, tıkır tıkır işleyen bir sistem. Kavgasız, gürültüsüz ve medeni geçen kongreler. Başkanlık makamına kazandırılan saygınlık. Uluslarası arenada gıpta ile bakılan ve adından söz ettiren bir Fenerbahçe...
Bütün bunlar bir devrin değil, devrimin ürünü. Dilenerek değil direnerek üretilmiş bir zenginlik; alın teriyle, sabırla, inatla, bilinçle ve el birliğiyle... Kendi gücünün ve potansiyelinin farkına vararak, farkında olarak.
Ancak hiçbir şey bitmedi, tam tersine asıl hedefler yeni başlıyor. Tam 10 yıl boyunca geceli gündüzlü Sarı-Lacivert sevda ve tutkuya adanmış bir hayat. Ailesinden, işinden, hayatından, sağlığından feragat etme pahasına. Hükümetleri düşürebilecek derecede ağır, çarpık ve belaltı muhalefete, şer ittifaklarına rağmen dimdik ayakta durabilmek hangi babayiğidin harcı olabilir?
Çok yorgun olduğunuzu adım gibi biliyorum ama inşaallah Şükrü Saracoğlu’nun rekorunu da kırarsınız. Nice 10 yıllara Aziz Başkan!
‘’Tesadüfe bak!‘’
Yıldırım, “Altyapısı oluşturulmayan başarılar tesadüften ibaret kalır” deyince tepki çekmişti. Polat ne diyor: “Ekonominiz ve bütçeniz sağlam olmazsa Avrupa’da bir şey yapamazsınız, yaparsanız arada bir olur, tesadüf olur”
Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, 3 yıl önce İTÜ’de düzenlenen panelde çok ama çok önemli cümleler sarfetmişti. En vurucu olanı da “Buradan siyasilere sesleniyorum; artık futboldan ve spordan ellerinizi çekin!” manifestosuydu.
Ancak o konuşmanın içeriğini zerre kadar umursamayan medya, ‘tesadüf’ kelimesine takılmıştı. Oysa Galatasaray’ın UEFA ve Süper Kupa zaferine rağmen ekonomik bunalıma düşmesindeki çelişkiyi işaret ederek, “Hazırlıksız yakalanmasalar böyle olmazdı. Altyapısı oluşturulmayan başarılar tesadüften ibaret kalır. Aslolan başarıda istikrarı yakalayabilmektir” demişti. Hak edilmediğini söylememiş, en küçük bir gölge düşürmemişti bu başarıya.
Ama Galatasaray medyası ‘cımbızladığı’ bu sözleri olabildiğince çarpıtarak, Sarı-Kırmızılı taraftarları ve camiayı, Yıldırım ve Fenerbahçe’ye karşı kışkırtmıştı. Ektikleri kin ve nefret tohumlarının ne tür sonuçlar vereceğini hiç umursamadan hem de...
Her fırsatta Aziz Yıldırım’ın Galatasaray’ın başarısını aşağılayıp küçümsediğini dile getirerek, kalemlerine dolayarak. Olsun o yanlış söylemişse bile, bu kalemşörler doğru anlamıştı güya. Yıldırım’ın ısrarla ‘Cümlemin tamamına bakın’ şeklindeki serzenişine bu cinnet ortamında hiç kimse yüz vermemişti.
Bundan 3 yıl sonra, Galatasaray’ın en etkin yöneticisi Adnan Polat NTV’de katıldığı programda aynı şeyleri ve hem de daha keskin cümlelerle tekrarladı: “Ekonominiz sağlam olmazsa, bütçeniz olmazsa Avrupa’da bir şey yapamazsınız. Yaparsanız arada bir olur, tesadüf olur.”
Bakalım şimdi ne yapacak Yıldırım’a saldıran kalemşörler? Bu sözler karşısında ne yapacaklar? Birinin çarpıtıldığını kendileri de biliyor ama bu kez kendilerinin de çarpıtamayacakları kadar yoruma kapalı ve net bu cümle? Acaba Galatasaray taraftarları yine pankartlar asıp, tezahüratlar yapacak mı? Hakan Şükür buna ilişkin demeçler verecek mi? Ya da bu isimlere çanak sorular sorulup yorumlar alınacak mı? Kalemşörler Adnan Polat’ı da taraftarların önüne atacaklar mı? Hadi bunları yapmadılar diyelim, en azından Yıldırım’dan özür dileyecekler mi? Herkes gibi ben de merak ediyorum.
Kimileri bütün hayatın tesadüflerden ibaret olduğuna inanır, kimileri tesadüflerin bile tesadüf olmadığına... Hiçbirine lafımız yok, olamaz da.
Ben ne o başarıların tesadüf olduğuna inanırım, ne de başarıyı getiren süreç, ortam, şartlar ve futbol düzeninden oluşan tesadüfler silsilesine...
Bekliyoruz!
‘’Kıyak‘’
Medyadaki celallenmeyi görüyor musunuz? Tez konusu başkaları olduğunda üç maymunu oynayıp, söz konusu Fenerbahçe olduğunda nasıl da ağız birliğiyle ve hatta aynı cümlelerle, topyekün efeleniyorlar?
Biri İstanbul’un göbeği Fulya’da 45 dönümü envanterine geçirirken, diğeri Seyrantepe’yi ‘lüp’lerken susanlar, hatta bu peşkeşi hak görenler, manşetlerden ve köşelerden ‘Doğrucu Davut’ ahkâmı kesiyorlar. Bunu kime yapıyorlar peki? Prosedür gereği sembolik ücretle devrettiği araziye yapılan stadı, kendi ürettiği kaynaklarla 80 trilyon lira harcayıp yenileyen ve hala üzerinde kiracı olan bir kulübe...
Ataşehir sanki sırmış, saman altından su yürütülüyormuş da, bu gizemli ve kirli oyunu bozmuşlar pozlarına bürünerek zihinleri bulandırıyorlar. Kirli bir propaganda yürütüyorlar.
Fenerbahçe’nin itirazı olmasaydı, Seyrantepe’deki rantın boyutu 4 milyar doları bulacaktı, ama bir kaç cılız ses dışında kimsenin ‘gık’ı çıkmadı. Hatta Galatasaraylı yazarlar, ‘ters manyel’ taktiğiyle, kulüplerinin kazıklandığı savını ileri sürerek peşkeşi meşrulaştırma gayreti içine girdiler. Yanlış bilgilendirme yaparak, halkı da kandırarak.
Ali Sami Yen Galatasaray’ın değil, devletin malıdır. Dahası yıllarca kirasını ödemediği için, üst kullanım hakkını da kaybetmiştir. Dahası milyonlarca dolar kira borcu da çaktırmadan silinmiştir. Dahası yeni yapılacak stada da kira ödemeyecektir. Dahası bu stat milletin arazisi üzerine devlet olanaklarıyla yapılacaktır. Ne güzel değil mi? Olsun, vatan, millet, devlet ve spor aşkına(!) ses çıkarılmamalıydı. Orada emlakçılığa da izin verilip, 4 milyar dolarlık rant da o kulübün kasasına girmeliydi. Tıpkı art arda yaşanan deprem felaketleri sonrasında devlet 5 kuruşa bile muhtaçken, geriye dönük yasa çıkarılıp, hazineden aktarılan milyon dolarların sessizliğe gömüldüğü gibi.
Ataşehir’deki arazi sinsice değil, kamuya açık ihaleyle alınmış bir arazidir. Anlaşma yap-işlet-devret anlaşmasıdır. Kaldı ki ‘sır’ falan da değildir. Aziz Yıldırım tarafından mali genel kurulda kamuoyuna açıklanmıştır. Üstelik kulüp, devletin kasasından tek tırtırlı kuruş dilenmeden, tamamen kendi olanaklarıyla yapacak bu kompleksi. Devlet yaptığı zaman ‘hak’, kendin yaptığın zaman ‘kıyak’ öyle mi?
Bu saldırgan çıkış sürpriz değil. Haftalardır alttan alta sürüyordu bu ince çalışma. Sonunda düğmeye basıldı, daha da devam edecek. Bir de bunun manşetlerden sunuş biçimi zaten niyeti de kendiliğinden ele veriyor; “100. Yıl Kıyağı.” Bu saldırının ve çanakçı maşaların asıl amacı Ataşehir’i durdurmak değil, Seyrantepe peşkeşini temize çıkarma ‘kıyakçılığı’dır.
‘’Aynı nakarat!‘’
Sayın Ulusoy koltuğa bir yapıştı, pir yapıştı. Militanlaşmış destekçileri bile çoktan sırtını döndü ama o gitmemekte kararlı. Yasaya dolaylı yoldan meydan okuyarak, hukuk oyunlarıyla Genel Kurul’u ertelemenin, ötelemenin yolu yapılıyor.
Bir yandan da delegelere şirin gözükmek için bütün kulüp başkanlarının Avrupa Şampiyonası’na davet edileceği, kamuoyuna şirin görünmek için de her ilçeden 1 kişinin götürüleceği açıklanıyor. Yani 850 ilçe, 850 kişi demek. Düşünce ilk bakışta güzel gelebilir de, niyet ne acaba?
Biz bu filmi Japonya-Güney Kore Dünya Kupası finallerinde görmedik mi? Özel uçaklar, milletvekilleri, delegeler, federasyon ve kulüplerin paralarıyla yapılan ‘ikbal’ hovardalıkları. Şimdi aynı senaryo bir kez daha sahnede. Ancak ‘etikçi’ Türk basını, Lütfi Arıboğan’ın yaptığı bu açıklamayı ve içeriğini ‘pas’ geçiyor nedense...
Bu bıkkınlık veren komediye daha kaç perde tahammül edilecek bilmem. Güya hükümete ve futbola siyaset bulaştıranlara karşı ‘aslanlar’ gibi direnen bir figür. Vatan, millet, milli forma ve Türk futboluna çağ atlatmak dışında hiçbir kavgası olmayan kahraman bir kimlik. Güya asla koltuk kavgası değil bu. Güya ‘vatan öyle değil böyle sevilir’ kursu.
Adı üstünde, federasyon bu. Kulüplerin oluşturduğu bir yapı. Yani futbolun asıl sahibi olan kulüplerin vekaletiyle oluşan bir üst çatı. Orada kulüplere rağmen nasıl durabilirsiniz? Aslında kimlere direniyorsunuz? Siyaset derseniz, dizinin dibinden ayrılmadığınız, en büyük destekçileriniz Mesut Yılmaz ve Mehmet Ağar’ı hatırlatmazlar mı size? Aynı takımı tutmanız da tamamen ‘tesadüf’ olmalı.
Artık futbol kamuoyunu da, kulüpleri de ‘aptal’ yerine koymaktan vazgeçin de, avanenizle birlikte düşün futbolun yakasından. Milli forma bile sizin dönemizde tartışılır hale gelmedi mi?
Türk futbolunun ve kulüplerin keyfiyet esaslı, ulufe düzeninden bir an önce kurtulması şart. Suya sabuna dokunmayan Sayın Şenes Erzik, Türk futbolunun kurtuluşunu, temsil etmekten daha fazla önemseyip, elini taşın altına soksaydı, bugün bambaşka noktalarda olabilirdik. Ancak Ulusoy’daki cesaretin onda biri bile kendisinde yok.
Adalet ve eşitlik duygusunun tamamen ortadan kalktığı futbol düzeni, şiddet ve nefret eksenine oturtuldu. Kimi melül melül bakıyor, kimi de aval aval izliyor.
Hiç inancım yok ama Allah yine de sonumuzu hayır etsin!
‘’Tez konusu‘’
Önce aklımıza bir çırpıda gelen ilginçlikleri alt alta sıralayalım. Mesela Galatasaray-Fenerbahçe kupa rövanşı. Sahaya yağmayan madde yok. Hatta 2 metre boyunda bir de boru var. Sadece bir gazete görüyor bunu, yayıncı kuruluş nedense saklıyor.
Song’un Semih’e yerdeki tekmesi tartışılmadığı gibi, dağıtılan özet görüntülerden de ayıklanmış. Hani miyop ya da hipermetrop olsanız bile dudaklardan okunabilecek bariz ve galiz küfürler, Fenerbahçeli futbolcu değilse yapan yine itina ile sümenaltı.
Sahalar patates tarlası mı, statlarda tuvalete bile gidilemiyor mu? Futbolcular paralarını mı alamıyor? Kulüpler dibe mi vuruyor? Geçiniz.
Kendi ağızlarından itiraf ettikleri gibi; onlar grayderlerle birilerinin önündeki çakıl taşlarını süpürmekle, yolunu açıp, asfaltlamakla meşguller. Molozları da başkalarının yoluna yığarak.
Serdar Kulbilge gol mü yedi, dönersin yedek kulübesine Volkan’ı gösterirsin; “gülerken yakalar mıyım?” acaba cinliğiyle. Uğur saha dışına mı alınmış, O’na ve Zico’ya odaklarsın kameraları dakikalarca, hem de sahadaki maçı bırakma pahasına... Arda ve Kalli ise konu; görmezden, vermezden gelir, pas geçersin.
Fenerbahçe aleyhine ‘hata’ mı yapmış, ‘olur öyle’ şefkati gösterir, çaktırmadan da gaz verir, hatta dolaylı ‘aferin’ dersin. Tersi olmuşsa canlı yayında hiç sektirmeden darağacını kurar, sonraki maçlar için gözdağı verirsin.
Biri Alex’i getirmiş 5 milyon dolara. Biri Lincoln’e O’nun 4-5 katı bonservis vermiş. Bir kere bile “Suat Usta neden oynamıyor?” dememişler ama İlhan Parlak takıntı olmuş mesela. Carrusca’yı, Ailton’u tartışmamışlar ama Deivid karın ağrısı.
Biri, taraftarının desteğiyle stadını yenilemiş, 80 milyon dolar harcamış. Birine de milletin arazisi üzerine, devlet tarafından stat yapılıyor. Alkışlanan ortada.
Biri, ofsayt goller, ucuz penaltılar ve ıskalanan kartlarla lider. Diğeri tam tersine rağmen yakın takipte. Tartışmaya dilleri bile varmıyor. Gerçekler şefkatle karartılıyor, gündemden kaçırılıyor.
Biri, bu şartlarla açık önde gidince ‘kalite’ süperden ‘hiper’e geçiyor. Diğeri bu şartlara ‘rağmen’ arayı açtığında ‘kalite’ dibe vuruyor. Yani Fareli Köyün Mavalcı’ları.
Meydanı da Medya’yı da boş bulup, salla babam salla rahatlığı. Ne diyordu Adnan Sezgin; “Yaptıklarımız tez konusudur!” Bence son derece yerinde ve çok haklı bir söylem. Ancak son 10-15 yılı her şeyiyle kapsayacak şekilde.
“Tez konusu Galatasaray ise gerisi teferruattır” ne de olsa!
‘’Düdük ve ıslık‘’
Bir haftada 2 kritik maç oynamak belli ki balans ayarını fena bozmuş Fenerbahçe’nin... Tutuk ve tutuklu başladığı maçta, Burhan’ın iğne deliğinden geçen topuyla 'buhran' başladı çünkü.
Sarı, Lacivertliler’in gol girişimleri kaleci Gökhan’a, aşırma ve şişirme topları ise Gençler defansına takıldı. Bülent Korkmaz 5. yardımcı hakemiydi maçın, düdüğü yerine ıslığı vardı. Taç, faul, korner ya da kart konusunda yardımcı olmaya çalıştı Yunus Yıldırım'a!
Uyarıyı 'lütfen' aldığında dakika 26 olmuştu.
Zico maçın bitimine yarım saat kala yaptığı değişikliklerle, dengesiz giden Fenerbahçe’ye dengeyi kurdu, balansını buldu.
Hakem hem kartlarını eksik gösterdi, hem de 2 penaltıyı 'es' geçti. El yordamıyla savuşturulan pozisyon ve Gönüllü Gökhan'ın tırpan gibi biçilişi. Yardımcı hakem Korkmaz da herhangi bir tepki vermedi bu pozisyonlarda. Sonra Semih Wesson çıktı sahneye. Önce sol ayakla füze, ardından Alex'in 'fırdöndü' ortasına kafa; işlem tamam. Fenerbahçe'ydi bu, ya korkusu öldürürdü adamı ya da varlığı bile ölüyü diriltmeye yeterdi. Bu takım açık ara lider olunca 'kalite düştü' diye yırtınanlar gerçekten haklı olmalı. Baksanıza Gençlerbirliği bile nasıl dirildi?
Hemşehrim ve çok sevdiğim Nihat Genç, Süper Lig'i, "Her takımın Fenerbahçe ile 2 maçı vardır" sözleriyle tarif ederken ne kadar haklıymış meğer...
Bütün takımlar, diğer büyüklerle ya da kendi aralarındaki maçları Fenerbahçe konsantrasyonu ve motivasyonu ile oynasa, Süper Lig'in mücadele ve futbol seviyesi çağ atlar; hatta La Liga'ya bile nal toplatır.
‘’Her şey yeni başlıyor‘’
Fenerbahçe’de vizyon ve misyon en sonunda örtüştü. Gerçekler ve doğrular yan yana gelince, çok önemli bir eşik aşıldı. Bu sevinci doyasıya yaşamak her Sarı Lacivertli taraftara anasının ak sütü gibi helal.
Fenerbahçe kendini yenmiştir, talihsizliklerle, yanlışlarla, hatalarla dolu tarihini de yenmiştir. En büyük derbisini kendisiyle oynamış ve 100’ünün akıyla galip gelmiştir.
Ancak benim yazılarımı takip edenler bilirler ki; hep çok çalışmanın, hep şefkatli bir disiplinin, hep takım olmanın, hep özeleştirinin, hep yüzleşmenin yanında oldum. Kimseyle uğraşmadan, sataşmadan ve asla takdir beklemeden kendinle uğraşmanın, kendini düzeltmenin en sağlıklı yol olduğunu vurguladım.
Şimdi olaya bir de bir başka açıdan bakalım. Asla takdir edilmeyen asla saygı görmeyen Daum, aylarca istifaya davet edilen Zico, ıslıklanan Deniz ve Selçuk, yuhlanan Alex, kellesi istenen Deivid açısından. “Bu takım senin eserin” diyen koroya aldırmadan, dimdik onların arkasında duran, yuhlayanlara inat ayakta alkışlayan yönetim açısından. Tribünlerde onlar kadar sesi çıkamayan ‘doğru’, ‘iyi’, ‘sabırlı’ ve istikrara inanan taraftarlar açısından.
Futbolcudan, teknik direktörden, yönetimden ve aklı başındaki taraftarlardan gelen her türlü çağrı, rica ve uyarıya rağmen, tribünlerde kendi maçlarını oynamayı sürdürenlere soruyorum; Sizin sesinize kulak verilseydi, Fenerbahçe bu başarıyı yaşayabilir miydi? Şimdi bu başarı sizinle mi gelmiştir yoksa size rağmen mi? Yoksa siz de “ders almam, ders veririm” felsefesinin müridlerinden misiniz? Peki hiç kendinizi eleştirip istifaya çağırmayı düşünüyor musunuz?
Zaferi kutlamayı hak etmediğinizi söylemiyorum, Fenerbahçelili’ğinizi de tartışmıyorum. Ancak lütfen bu taraftarlık anlayışınızı siz kendiniz sorgulayın. Kendinizle yüzleşin ve şiddetli bir şekilde hesaplaşın. Artık bu ayıplardan ve defolardan arınma zamanı.
Fenerbahçe’nin yapısal ve ekonomik devrimini tamamlamasına en fazla 3 sene kaldı. Ancak kurumsal devrim ve bu hafızanın genlere işlemesi daha çok uzun zaman alacak. Sabırla, inatla ve görülmemiş bir kararlılıkla ‘istikrar’ın arkasında durmak şart.
Aziz Başkan’ın ‘1 milyon üye’ hayali gerçekleştiğinde, bu kulüp tartışmasız dünyanın en güçlü kulübü olur. Bir daha hiç inmemecesine zirveye oturur. Mesele yer yüzünde yaşayan bütün Fenerbahçeliler’i bu oyunun içine çekebilme, efektifleştirebilme meselesedir. Kombinesiyle, taraftar kartıyla, formasıyla, kongre üyeliğiyle, FBTV’siyle, Dergisi’yle bu dev potansiyelin devrime katkıda bulunmasını sağlamaktır. Unutmayın ki; insanlığın ve dünyanın kaderini değiştiren de bazı insanların hayal güçleri olmuştur.
‘Farkında’ olanlara selam olsun!
‘’GenerAlex!‘’
Süper Lig’deki herhangi bir maçın tamamında bulamadığı pozisyonları, ilk 5 dakika içinde bulmuştu Fenerbahçe... Ancak stresine yenildi. Kolay değildi; çünkü kendi Orta Çağ’ını kapatıp, Yeni Çağ’ını açacaktı, Sarı-Lacivert devrim çiçeğe duracaktı.
90 dakikanın sonunda CSKA’yı SSK’ya çevirdi ama Edu’nun kötü şansına ne demeli? Önemli olan ruh değil ‘Rus’ güzelliği mi?!!
Sonra o çok tartışılan, bilerek, kasten ve taammüden Fenerbahçeliler’in gözünden düşürülmeye çalışılan, bu iğrenç oyuna gelenlerin ıslıkladığı, yuhaladığı, dar ağaçları kurduğu Rolex de Souza çıktı sahneye. Hem de ne çıkış!..
‘Acaba’ların stresindeki taraftar resmen uyuyordu ve uyutuyordu. Tribünden gelen ninnilerle sallanan beşikte gözünü bile kırpmayan inatçı bir çocuktu o... Önce önüne düşen topa bir baktı, ikinci sekmeye izin verdi, bu arada kaleye ve kaleciye baktı. Ölçtü, biçti, ‘Gez, göz, arpacık ve yürek’ deyip vurdu... 100 yıllık kâbusa, şanssızlığa, eşiklere meydan okuyarak vurdu.
Bu muhteşem gol, tribünleri uykudan uyandırdı. Yetmedi, ilk yarının son dakikasında bir kez daha sahne aldı. Yaptığı işlerle istatistikleri alt üst etmesine rağmen kendisini aşağılayanlara bir tekzip daha gönderdi. Olağanüstü hareketlerle rakibini safdışı bıraktı, sonra o ana kadar ‘etkisiz eleman’ konumundaki Uğur Boral’a verdi. Bu ‘solak ittifak’la gelen gol, Şeytan’ın kırılan bacağının röntgen filmi gibiydi. Uğur’un 3. golü, ‘şarkılı bir masal’dan küçük bir pasajdı sadece.
Kritik eşik geçilmiştir, kutlu olsun!..