‘’Tribüne oynamak‘’
Güzel, özel ve gizemli bir deyimdir. Kahvehanelerden, mahalle aralarından tutun da parlamentoya kadar her alanda kullanılır. Herhangi bir beklenti doğrultusunda gerçekleri pas geçip, hayal ve illüzyon pazarlayanların yaranma, yamanma ve yavşama yöntemidir.
Erdemlerin yer değiştirmediği düzenlerde, gazetecilik ilkelerinden bakıldığında mesleğe ihanet, hatta intihardır. İkbal fırdöndüleri bu uğurda kıble değiştirmekte, saçmalamakta, çelişmekte bir an bile tereddüt göstermez. Hatta çıkar uğruna, satılık ve kiralık yaftasını ‘İstiklal Madalyası’ gibi gururla taşıyabilirler mesela. Aklın yozlaşıp, yerini kurnazlığa terk ettiği bizimki gibi iklimlerde bunlar mevsim normalleridir.
Toplumun da, medyanın da, siyasetin de, iktidarın da, muhalifinin de içinde bulunduğu hâl ve gidiş tam tarifiyle budur. Medya ve fakat özellikle spor medyası da pusulayı şaşıranların arasında baş köşede...
Kurnaz gazeteciler birilerinin propaganda makinesi gibi çalışırlar. Tribüne oynarlar. Kalabalıklarla şike yapar, onların işine geldiği gibi yazar ve konuşurlar. Üslup kaygısı taşımadan en janjanlı ve jonjonlu cümlelerle methiyeler düzerler. Bu ‘Homo Kıraathaneus’ sünepeliği ünlerine ün katmaya yeter de artar.
Bu şahsiyetler artık resmen piyasa yapıcı rolünde. Ciddi bir anti-Aziz Yıldırım ve anti-Fenerbahçe piyasası oluşturdular medyada. Hem çok revaçta, şöhret, prestij ve iş garantisi vaat eden cazip bir güzergâh. Bu çarkın içine girildiğinde, bir süre sonra eroin alışkanlığından beter bir müptelalığa döndürür kazandırdıkları... Vazgeçilmezleri yüzünden efendilerine biat eder, daha kötüsü bağımlı olurlar. Akıllı gazetecinin safı ezelden bellidir de, kurnaz olan ne yapar bu durumda?
Hâl böyle olunca Fenerbahçe ve yönetimi hakkında iki satır olumlu yazı yazmak, sadece yapılan iyi ve güzel şeylerin hakkını teslim etmek, karalanmak ve saldırıya uğramak dışında hiçbir getirisi olmayan bir durum.
Tribünü inkâr etmeden, ama asla tribüne oynamadan, bodoslama yazdığımız yazılardan bizi ‘satılık-kiralık-yalaka-amigo’ ilan edenler arasında, Fenerbahçeliler’in sayısı azımsanmayacak boyutta...
Dostluk, şeref ve namusun bile neredeyse mezata çıkarıldığı ortamda, bu pek de yadırganacak bir durum değil. Bu ucuz zihniyete, “Ademoğlu herkesi kendisi gibi bilirmiş” demenin dışında başkaca bir kelamımız da meramımız da yok!
Biz gerçekten ve akıldan yana saf tutan azınlığa dahiliz çok şükür, bu da böyle biline!
‘’Mareşalex‘’
Fikstür şartlarına, doğanın itirazı vardı sanki Gaziantep’te. Zemin, hava ve koşullar karakışın ortasında futbola çiçek açmıştı.
Fenerbahçe yarım puan kayba bile tahammülü olmadığının tepeden tırnağa farkındaydı. Öyle ki maç 5-0 olduktan sonra bile, Alex rakip korner çizgisinde pres yapmaya soyunmuştu.
Semih’in böğrüne gelen tekmenin birinci dereceden tanığı M.Kamil Abitoğlu’nun tereddüt bile etmeden devam demesi, penaltı ambargosunun süreceğine delalet.
Sarı-Lacivertli futbolcular keyifle başladığı oyunu, keyifle sürdürüp, keyifle bitirdiler. Rakibe tek pozisyonu 71. dakikada verdikleri maçta, genel averajlarını düzelttiler. Farklı skora rağmen uzatma dakikalarında bile ciddiyetten ödün vermediler. Maçın kader anı, eski Antepli Kemal’in eski Fenerbahçeli Oğuz’u avlayan jeneriklik vuruşuydu.
Deivid’in golleri öncesinde yaşanan güleryüzlü paslaşmalar, Carlos ve Alex’in ‘sol ittifakıyla’ gelen gol, tam bir futbol ziyafetiydi. Paşa sıfatı sıradanlaştırıldığı için kaptana ‘ikisi bir arada’ mantığıyla ‘MareşAlex’ yakıştırması uygun düşer sanırım.
Maçtaki tek çirkinlik, dramatik bir gol yiyen Oğuz’u hedef alan iğrenç tezahüratlardı. Volkan’ın, Oğuz’u tesellisi, ‘yalnız adam’ kalecilerin, yakışıklı bir dayanışmasıydı.
Deivid’in, ayağının ucundaki hat-trick fırsatını Kejo’ya gol attırma uğruna harcaması skor adına kayıp gibi görünse bile, takım ruhu adına müthişti.
‘’Islık yetmez‘’
Islıkla ve yuhla eleştiri yaptığını zannedenler, en naif eleştiriye bile küfürlerle, onur kırıcı itham ve suçlamalarla karşılık vermekten geri durmuyorlar.
Fenerbahçe tribünlerinde, bir tür negatif seleksiyon (tersine evrim) yaşanıyor son haftalarda... İşin garibi, bu ‘bilge’ kişiler nefeslerinin sihrine ve büyüsüne de fena halde inanmışlar. Yolunda gitmeyen her şeyi bu ‘müthiş’ yöntemle çözebileceklerine iman etmişler.
Yeni yetmeler bilmese de biz unutmayız. Rüya takımın oyuncusu Rıdvan Dilmen’in idman sahasında taraftarlarca nasıl kovalandığını... Şenol Ustaömer’e bir beraberlik sonrasında bıçak gösterenleri... Kaleci Lukovcan’ın bir yönetici tarafından odunla kovalanmasını... Hafızalarımız nisyana teslim olmadı çok şükür.
Şimdi bu, kerametleri kendinden menkul nefesi güçlü adamların mantığıyla, yukarıdaki işlemler yapıldığında Fenerbahçe’nin çağ atlaması gerekirdi. Bırakın Şampiyonlar Ligi’ni, Kıtalar hatta Galaksilerarası şampiyonluk kupaları olması gerekmez miydi müzesinde?
Öyle ya.. Yuh ve ıslık da ne ola ki, antrenman ve tesis basmanın, futbolcu dövmenin, futbolcuya bıçak çekmenin yanında? Üstelik yöneticiler bile aynı metoda soyunmuşken kaptan mağara adamı misali elde odunla.. Şimdiki doz çok güdük, küçük ve hatta cücük kalmıyor mu?
Devam kardeşim, devam. Aynen devam. Hiç durmayın. Aman bozmayın. Kimleri yola getirip, ne raydan çıkmaları yoluna sokup, ne ulaşılmaz değerler kattınız Fenerbahçe’ye. Bu kulüp size minnettar. Varlığı, varlığınıza armağan olsun. Renkleri de, futbolcuları da, teknik direktörleri de, yöneticileri de. Hatta ‘hep destek tam destek’ safsatasını ortaya atan gerici ve bölücü kafalar da. En iyisini siz bilirsiniz ne de olsa, hikmetinizden sual olunmaz hâşâ!
Sizi ‘itici’ bulabilir benim gibi münafık kafalar, ama aslında sizler itici gücüsünüz takımın. Bir ıslıkla konsantrasyon sorununu çözer, bir yuhla adama yetenekler bahşeder, bir küfürle olmazları oldurur, mucizeler yaratırsınız. Güneşi batıdan doğurtabilirsiniz hatta biraz zorlarsanız. Bırakın Avrupalılar’ı, müslümana bile kıblesini şaşırtabilirsiniz.
Sizin engizisyonlarınız olmasa, kelleler verip kelleler almamış olsanız, bu kulüp buralara gelebilir miydi? Bu sıçrama yaşanır mıydı? Allah sizlere zeval vermesin! En iyisini de siz bilirsiniz. Sizi eleştirme cüretinde bulunarak ilgilerinize mazhar olanlar, ya satılıktır, ya aşağılık bir besleme, ya da yönetimin tetikçisi ve yalamasıdır. Siz öyle diyorsanız aksi asla mümkün değildir. Ama daha büyük başarı istiyorsanız eğer; ıslık, yuh ve küfürler biraz cılız sanki...
Ayıptır ama benden söylemesi!
‘’Kendini yenmek‘’
Fenerbahçe on yıllarca kendi ayaklarına dolanmış, kendine yenik düşmüş bir kulüp. Dinamiklerinden çok dinamitleri olan ve bunlara yarınlarını hibe eden bir camia. Kulübü oyuncağa çeviren rant saltanatının egemenliğini kırana kadar, kaynaklarını ve gücünü şov, gösteriş ya da ‘desinler’ uğruna heba etmiş bir yapı.
Varlığı, grupçuların, hizipçilerin, kongre ağalarının ve tribün yeniçerilerinin varlığına göz göre göre armağan olmuş koca bir dev.
Önce hastalıklı anlayışı, tüm unsurlarıyla yok etmeyi göze almış bir yönetim, sonra bu ‘kurtuluş mücadelesi’nde onlara koşulsuz destek veren bilinçli taraftarlar. Bu arınma sürecinin beraberinde getirdiği bir yığın iç çatışma ve iç kavga. İnsanlık tarihi, sancısız ve kolay bir devrim anlatmıyor henüz. Bu dinamizmin üflediği güçle, yeniden dirilen ve yavaş yavaş ayağa kalkan bir kulüp.
Bir yıl uzak ara şampiyon, ertesi yıl uzak ara üçüncü. Bir yıl şampiyon, ertesi yıl acıların takımı. Temmuz’da düğün, Mayıs’ta yas. Şampiyon olduğunda bile 10-15 futbolcu alan, bir o kadarını da gönderen yap-boz garabeti. Oysa son 5 yıla bakıldığında ‘istikrar’ denilen sihirli olgunun yarattıkları ve ürettikleri ortada.
Yıllarca ‘mutsuzluk bağımlısı’ olarak yaşamaktan olsa gerek, bu tablodan zerre kadar hoşnut olmayanlar var. Dahası mutluluktan bile mutsuzluklar üretenler. Başarıyı ve başarısızlığı rakiplerinin sonuçları üzerinden, takım sevgisini rakiplerine duyduğu nefret üzerinden tarif edenler. Bir de gurur ve kibir arasındaki çizgiyi aşıp, onların saflarına katılanlar.
Tıpkı daha öncekiler gibi, 23 yıl sonra 2 yıl üst üste şampiyonluk yaşatan Daum da, Devler Ligi’nde ilk 16’ya çıkan Zico da bu adamlardan saygı görmedi. Hiçbir şey onları mutlu etmeye yetmedi, asla da yetmeyecek. Kendi futbolcularını ıslıklayanlar bunlar. Küfredenler bunlar. Homurdananlar bunlar. Sahaya yabancı madde yağdıranlar bunlar. Kendilerini yönetimin, diğer taraftarların hatta kulübün kurucularının bile üzerinde gören, sahibi zanneden yine bunlar.
Futbolun tarihinde her maçını kazanan bir takım var mı? Peki 1 milyar Euro harcayıp, dünyanın en pahalı yıldızlarını, en müthiş teknik direktörünü alsanız bile böyle bir şey mümkün mü?
Tasavvufta, ermiş/derviş olabilmenin ön koşulu egoyu, yani kendini yenebilmektir. Çünkü bu ibadetin en zoru, ama en hasıdır. Çünkü kibir en büyük günahtır.
Fenerbahçe takımının yakaladığı her başarı, haddini ve hududunu bilmeyen bu şımarıklara vurulan bir darbedir. Farkı yaratan bilinçli taraftarlar, kibirli şımarıklığıyla kervanın yoluna mayın döşeyenlere, sarsıcı bir tokat indirmeye mecburdur.
Yönetim de, Fenerbahçe’yi farklı yenecek buldozer gibi bir Fenerbahçe kurmaya...
‘’Ölüm ve Sıtma‘’
Ders alınmayan tarihin tekerrür nasıl tekerrür edeceğini gösteren bir dersti dün gece Fenerbahçe için...
Akıllar "bilmem ne karşılaşmasındaydı" gibi komikleşmiş mazeret kalıbı da ortadan kalkmıştı.
Abdullah Avcı'nın takımı yine her topa 3 kişi basan, rakibi defanstan çıkarmayan ve kimseyi şaşırtmayan o bilindik klasik oyununu oynadı.
Eksikler anlaşılabilir, ama kendi sahasında oynayan bir Fenerbahçe'nin ilk kornerini dakikalar 78'i gösterirken kullanması kesinlikle anlaşılır bir şey değildi..
Zirvedeki rakiplerin kayıpsız ve fiyakalı geçirdiği bir hafta sonu, aşırı stres ve baskı yaratmış takımın üzerinde belli ki...
Oysa şampiyon olmak isteyen sadece kendisiyle ilgilenir, rakiplerin ne yapıp yapmadığıyla değil.
En üst mertebede bir mücadelenin yaşandığı gecenin yıldızı, kuşkusuz çaldığı ve çalmadığı düdüklerle maçın orta hakemi Cüneyt Çakır'dı.
Yıllardır kendisine Fenerbahçe karşılaşmaları ambargosu koyan Merkez Hakem Kurulları’na manifesto niteliğinde bir 'tekzip' gönderdi.
Fenerbahçe’de Kemal'in saha içindeki yokluğu, Uğur'un kendi takımını dağıtan darmadağınıklığının mazeret götürür bir yanı ve yönü olabilir mi? Hadi bunlara alıştık da ya Gökhan Gönül? Nazar mı demeli?
Her şeye rağmen 2-0 geriye düştükleri bir maçta, skoru 2-2'ye bağlamayı başardıkları için belki de kutlamalı belki hepsini.
Tamam da, fikstür dezavantajına rağmen kendi sahanda ikram ettiğin 2 puan, kolay kolay telafi edilebilecek az buz bir kayıp değil.
Ligin sonuna yaklaşıldıkça kafaların dövüleceği de aşikâr.
Sarı Lacivertli taraftarlar dün gece Kadıköy’de, "ölümü gösterip sıtmaya razı etmek" deyimine tam da 'cuk' oturan, buz gibi bir gece yaşadı özetle...
‘’17 derbi‘’
Fenerbahçe ligin ikinci yarısına Sivasspor ile puan puana giriyor. Galatasaray 1, Beşiktaş ise 3 puan geride... Bütün opsiyonlarını ilk yarıda tüketen takımın artık bırakın puanları, puan kırıntısı bile saçma lüksü yok. Çünkü büyük maçlarının tamamını deplasmanda oynayacak. Üstelik bu maçların ikisi de ligin son 3 haftasında... Ayrıca, kış aylarındaki ağır saha ve hava koşulları, tuhaf sonuçları ve ağır sakatlıkları da beraberinde getirebilir. Yani kayıplar, puanla sınırlı kalmayabilir.
Geldiği günden bu yana başarının şifresini ‘Rakibe saygı, mücadele ve çok çalışmak’ diye açıklayan Zico, bunu hiç bıkmadan tekrarlayıp futbolculara ezberletmeye çalışıyor. Fenerbahçe takımı rakip, iç saha veya deplasman ayrımı yapmadan her maça derbi gözüyle bakmayı, ona göre hazırlanmayı öğrenmek zorunda. Sahadaki mücadele, istek ve hırslarıyla rakiplerini yıldırıp, yıpratmaya mecburlar. Asla mazeret üretmeden, hiçbir bahanenin arkasına sığınmadan iki kişilik koşmak, ölümüne mücadele etmek, çok ama çok yardımlaşmak, kalitelerini ve farklarını her yönüyle sahaya yansıtmaktan başka çareleri yok. Soğukkanlılıklarını, bilinçlerini yitirme ve oyun içinde bir salise bile dalma hovardalığı çok pahalıya patlayabilir.
Kaldı ki, ikinci yarı düşenin kalanın ve şampiyonun belirleneceği bölümdür. Yani maratonun ‘engelli’ kısmıdır. Bu düzende hele Fenerbahçe’ysen, ‘engel kere engelli’ olması herkesçe kanıksanmış ve sıradan bir durumdur. Güzel oyunun yerini bir kez daha ‘ince oyunlar’ ve ‘oyun havaları’ alabilir. Çaresizlikten kurulan utanç sofralarında paslaşmalar ve paylaşmalar da tekrarlanabilir. Sınırlar ve sinirler bir kez daha ‘müttefik’ testlerinden geçirilebilir. Bilmemkaç bölümlük ‘halt’ hikayeleri temcit pilvana dönüşebilir. Ancak bunların hiçbiri Fenerbahçe için mazeret olamaz.
Futbolcular, oynayacakları bu 17 karşılaşmanın, şampiyonluğun da ötesinde Devler Ligi’nin ön eleme maçları olduğunu bir an bile akıllarından çıkarmasınlar. O görkemli dünya vitrininde olabilmenin yolu, burada çamura bulanmaktan, tekmeye kafa sokmaktan geçiyor çünkü. Puan kayıpları, beklenmedik yenilgiler elbette olacaktır. Bunlar oyunun doğasında vardır. Dünyanın en pahalı yıldızlarından oluşan takımlar bile her maçını kazanamaz. Futbol da bu yüzden bu kadar güzeldir. Ancak mesele en ağır yenilgiden sonra bile mücadelenle, emeğinle, terinle, hırsınla saygı uyandırıp, alkışı hak edebilmek, gururla “helal olsun” dedirtebilmektir. Taraftarlar, “Kazan, kaybet, ama yeter ki savaş!” diyerek şefkatli bir krediyi çoktan açmış zaten. O halde top futbolcularda!
‘’Simyacı‘’
Fenerbahçe, futbolun çirkin ve karanlık yüzüne teslim olmaktansa, kora kor mücadeleyi benimsedi. Sırf bu nedenle önüne çıkarılan bariyerleri de bertaraf etmeye çalıştı. Ne federasyon kulislerine bulaştı, ne ittifaklar kurup bozdu. Ne geceyarısı toplantıları yaptı, ne ‘paylaşım’ sofraları kurdu.
Ancak bu gururlu tercihini kendi taraftarlarına ve camiasına anlatmakta bile çok zorlandı. Çünkü bazı iç odaklar ‘oyunu kuralına göre oynamak’ gibi, şaibeyi meşrulaştıran ucuz bir söylemle yönetime saldırmayı seçti. Bu pespaye anlayışa göre başarıya giden her yol mübahtı. Son maçta giden şampiyonluğun ardından bu ilkel anlayışın militanları, mevzi kazanır gibi oldu. Ancak Aziz Yıldırım’ın yeniden dönüşüyle, hevesleri bir kez daha kursaklarında kaldı.
Yönetim bu uğurda bedel ödemeyi göze almasaydı, bugünkü direnç, bilinç, sabır ve istikrar seviyesine ulaşılamazdı. Zoru değil de kolayı seçseydi, bu güzellikleri doğuran mucize gerçekleştirilemezdi.
Sığ kafaların algılamakta zorlandığı konu ise, Fenerbahçe’nin en ağır savaşını kendi içinde verdiği gerçeğiydi. Kulübü her türlü olumsuzluk altında, her anlamda sıçratan da asıl bu unsurdu. Keyif için kelle almaya doymayan engizisyon papazlarına rağmen, kendi Orta Çağı’na ve karanlığına meydan okuma kararlılığıydı.
Aydınlığa açılan Sarı Lacivert rönesansın şifresi de anahtarı da işte bu unsurların içinde gizliydi. İftiracılar, itirazcılar ve hatta ittifakçılar bile sonunda ‘itirafçı’ konumuna geldi. Bazılarının durumu Ebû Cehil’in Kelime-i Şehâdet getirmesinden farksızdı. Söyleyeceklerim birilerinin kimyasını bozabilir. Bu kulübün vizyonu ve misyonu artık ‘Dünyanın en büyük, en güçlü ve en zengin kulübü’ olabilmektir. 10 bin YTL olan kulüp üyeliği aidatını 500 YTL’ye indirerek, üstelik bu parayı da 5 taksitte tahsil ederek ‘1 Milyon Üye’ projesini hayata geçirmenin hazırlığında... Yani halkın takımını, gerçek manada halka açma projesi. Aziz Başkan işte bu hayalin heyecanıyla yanıp tutuşuyor. 500 milyon YTL kulübün kasasına girdiğinde, yapacağı yatırımlarla bu parayı 5 senede 10’a katlayacağından kimsenin kuşkusu yok. O zamana kadar da kulübün borsadaki değeri büyük olasılıkla 1.5 milyar doları aşmış olur. Yeryüzünde yaşayan bütün Fenerbahçeliler de bu misyona dahil olduğunda, Fenerbahçe’yi artık hiçbir güç o zirveden indiremez.
Bekleyin!
‘’Kaos ve utanç‘’
Türk futbolunun, koltuk hırsı ve ihtiras uğruna düşürüldüğü duruma bakar mısınız? Bu utanç, ancak Haluk Bey ve medyadaki şakşakçıları için gurur tablosu olabilir. Bir de, onu vatan savunur gibi destekleyip, bazen de karşısına geçen karakter ve duruş abidesi rüzgar güllerine!
Yasa gereği 30 gün içinde yani 3 Ocak’ta Genel Kurul’u toplaması gerekirken, hukuki ayak oyunları ile bunu 27 Şubat’a atmak isteyen Haluk Bey’in ve kurmaylarının planı bozulmuştur. Amaç ilk olarak buradan 1,5 ay vurmaktı. Ayrıca Genel Kurul gündemine ‘seçim’ maddesi koydurmayıp, bunun oylamasını da burada yaptıracaklardı ve 30-45 gün daha kazanacaklardı. Seçim sürecinde yine hukuki oyunlar ile sezon sonuna kadar oyalayacaklardı. Hukuku utanç verici satranç oyununa döndürenler, tokadı yine hukuktan yedi ve sonunda Türk futbolu kayyuma emanet edildi.
İşi sezon sonuna kadar uzatabilseler, bambaşka hesapları vardı. Tüm kulüp başkanlarını Avrupa Kupası finallerine götürüp, 1 ay boyunca ağırlayacaklarını daha önce açıklamışlardı. Kulüplerin parasıyla oluşturulan ulufe düzeni reflekslerini bir kez daha gösterecekti. Tıpkı Dünya Kupası’nda yaptıkları gibi. Haluk Bey o koltukta kulüplere, yani futbolun gerçek sahiplerine rağmen oturmakta neden bu kadar ısrarcı peki!
Medyanın, hukukun hukukla ihlal edilmesi oyununu görmezden gelmesi, hatta göz yumması mesleki açıdan yüz karası bir durumdur. Türk futbolu yeniden, bir başka kaosun içine göz göre göre sürüklenmiştir.
Eski hakem Metin Tokat, “Bir hakemin bu sistemde temiz kalması çok zor. Ulusoy gitmeden bu işler düzelmez” deyip, Bülent Yavuz ve Mustafa Çulcu ile Ulusoy arasındaki sırlardan ve pazarlıklardan söz ediyordu. Ancak umursayan olmadı bile. Tıpkı Ulusoy’un eski arkadaşı Hüsnü Hayali’nin ‘derin’ ifşaatları ve itirafları gibi, arada kaynadı gitti.
Federasyon kanadı, kayyum heyeti arasında Lütfi Arıboğan’ın da bulunmasını, cüretkar bir saldırganlıkla ‘nifak’ olarak nitelendiriyor. Bu kelimeyi kullanma cüretini kendilerinde nasıl buluyorlar acaba! Nifak, şaibe ve kaos gibi kelimeler Ulusoy döneminin hit kavramları oldu. Futbol, oyun içinde oyun haline getirildi.
Haluk Bey’in büyük destekçilerinin, şu olanlar karşısında biraz utanıp, yüzleri kızarıyor mudur acaba?