Arama

Popüler aramalar

‘’Biçerdöver‘’

Özde değil sözde ‘süper’ olan ligimizde, sahaların zemini, futbolun yıllardır oturtulduğu zeminin birebir kopyası. Çimler bile utanca isyan etmiş olsa gerek, çürümeye bırakmış kendini yurdun her yanında... Ankara Rüzgarı da hafif yollu sabote ediyordu zaten olmayan futbolu. Serdar Coolbilge de uzun bir aradan sonra ‘yeşil olduğu ileri sürülen’ sahalarımıza geri dönmüştü.
Neyse gelelim maça.. Sarı Lacivert’in Sarı-Lacivert’e karşı mücadelesinde, koca ilk yarıdan akıllarda kalan doğru dürüst tek pozisyon yok. Biçerdöver İlkem’in Önder’e ceza sahasında çektiği ve ‘pas’ geçilen iki ‘künde’ hareketinin dışında. Herhalde bu görmezden gelişler, istisnasız her hakeme ödül, övgü ve terfi olarak geri döndüğünden olsa gerek... Varlığı yokluğu belli olmayan Kemal’in, saçma sapan sarı kartlık hareketi ile Tolga’nın Kejo’yu hedef alan tehditkârlığını da ıskalamayalım.
Fenerbahçe, hata yapma korkusu yüzünden hatalar zincirine esir oldu. Topu sürekli defansta geveleyip durdu. Darmadağınık bir haldeydi takım. Hal böyle oyunca oyun iyice kilitlendi. İkinci devrede de yine paramparça, uyurgezer ve maçın önemini zerre kadar kavrayamamış bir Fenerbahçe vardı sahada. Ankaragücü’nün 3 mutlak gol pozisyonunu önleyen Serdar Coolbilge gecenin adamıydı. Lider olma fırsatını da tepti demek, hem futbola haksızlık hem de bonkörlük; Fenerbahçe hiçleri ve yokları sergilediği gecede, piyangodan çıkan 1 puana yatıp kalkıp şükretmeli.

02 Mart 2008, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kolay olmayacak‘’

Son gelişmeler gördükçe, Bıçakcı federasyonunun nasıl yıpratılıp gitmek zorunda bırakıldığı geliyor aklıma... Onların altını oyan, kurulların içindeki çekişmeler ve ince ‘kamikaze’ oyunlarıydı.
Birileri sanki gizli bir emir almıştı; o federasyonu gülünç durumlara düşürmek ve göndermek için yine birilerine diyet ödüyorlardı. Hasan Doğan da o federasyonun içindeydi. Bunları en iyi bilenlerden biri kuşkusuz o.
Şimdi benzer bir senaryonun ipuçları saçıldı ortaya. Yine aynı süreç için düğmeye basılmış gibi. Ancak Doğan, bu konuda en tecrübeli isim. Sütten ağzı yanmış biri. Bunlara en radikal ve keskin biçimde neşter vurmakta tereddüt ederse, tarih tekerrür eder.
Bazıları o eski düzeni çok özleyecek. Daha şimdiden ağıt yakanlar da var. Kafadan saldırıp, diş göstererek biat ettirmeye çalışanlar da...
Yeni federasyonun birincil görevi işte bu kronikleşmiş ve Türk futbolunun kanını emen lobileri ve uzantılarını önce yerle bir etmek, sonra da yok etmektir. Ancak bu hiç de kolay olmayacak. Bu adamlar temizlendikçe, birileri de intikam hırsıyla daha ağır sabotaj eylemlerine soyunacak. Bu sürpriz değil, komplo teorisi hiç değil.
Cervantes’in don Kişot romanında geçen “Tedavi bazen hastalıktan daha acımasızdır” sözünü hatırlatalım Doğan ve ekibine...
Futbolu kurtaracak ve ayağa kaldıracak ‘Acil Eylem Planı’ çok doğru tespitlere dayanıyor. Ancak bunları uygulama sürecinde ciddi sancılar ve bulantılar yaşanacağı da muamma değil. Sadece liyâkat, adalet ve dürüstlük ilkelerinin baz alınması bile yeri yerinden oynatmaya yetecektir.
Çünkü geçmişte ayrıcalıklı olmaya alıştırılmış, bu düzenin parsasını toplamayı hak gören şımarık bağımlılar var. Bir de ‘duruş’ diyerek eşitsizlikte eşitlik, adaletsizlikte adalet isteyenler. Bir de düzene her şeyiyle karşı duranlar, bunun için bedel ödeyenler ve hala ödemeye hazır olanlar.
Şeffaflık ilkesi gereği tıpkı Rizespor Başkanı Çakır’ın yaptığı gibi, hakem sipariş edenler ya da çirkin işlere soyunanlar anında deşifre edilmeli... Kamuoyu bu yüzleri tüm çıplaklığıyla bilmeli. Ama nasıl cezalandırıldıklarını da görmeli.
Bu ayrımcılığa ve kayrımcılığa dayalı eyyâm düzeni yıkılıp ve onun ürettiği saadet zinciri kırılmadıkça yapılan bütün güzel işler, makyaj hilesinden öteye geçemez. Emekler de, umutlar da hebâ olur.
Kulaklarını dışardan gelen sahte çığlıklara, sahte övgülere, çığırtkanlara, bezirgânlara, saldırılara kapatarak, eğilip bükülmeden sadece işlerini yapsınlar yeter.
Gerisi zaten kendiliğinden gelir.

29 Şubat 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Düttürü dünya!‘’

Haftasonunun iki mağduru, kupa mağruru olmak için sahne almadan hemen önce, korner köşelerinin ve kanat boylarının ıslatılması hangi ‘cingöz’ şahsiyetin aklından çıkan bir muammaydı bilinmez. Neyse geçelim bu komik işgüzarlığı..
İlginçtir, sakin olan Galatasaray, sinirli ve telaşlı olan Fenerbahçe’ydi. Herkesin uyuyup Volkan’ın nöbet tuttuğu pozisyonda, Galatasaray daha 13. saniyede yakalıyordu avantajı neredeyse... Nitekim 4 dakika ertelense bile engellenemedi Sarı-Kırmızılılar’ın golü.
Fenerbahçe’nin ‘dinlenmiş’ kadrosu, sanki birlikte oynamayı unutmuştu bir haftada. Lugano’nun yüzde yüz haklı pozisyonda, alışkanlık haline getirdiği gereksizlik yüzünden oyun dışı kalışı, zaten kötü olan Fenerbahçe’nin kolunu kanadını kırdı.
Maçın en kötü ismi Cüneyt Çakır’dı. İki takım lehine ve aleyhine çaldığı ve çalmadığı düdükler, verdiği ve vermediği kartlar, oyunu çığırından çıkarıp, ‘Düttürü Dünya’ adlı eyyam belgeseline çevirdi.
Fenerbahçeliler’in gözleri Johnson’u ararken, Gönüllerin Gökhan’ı önce ‘demo’ yaptı, ardından muhteşem golünü attı. Bu çirkinlik içinde hiçbir güzellik cezasız kalmazdı; bedelini ‘kırmızı’ ile ödedi.Anlaşılan Çakır, kupanın ‘marka değeri’nin hasretten kaynaklandığının fena halde farkındaydı.Tüm ‘Sarı ve Kırmızı’ların Fenerbahçe aleyhine çalıştığı geceden geriye tek bir ders kaldı: “Bu coğrafyada hakemle oynamak, sadece Galatasaray’ın tartışılmaz ayrıcalığıdır.”

28 Şubat 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sevilla tespit sınavı‘’

Çok güzel başlamıştı gece Kadıköy’de.. Atmosferin bütün katmanları Sarı-Lacivert’i işaret ediyordu sanki. Tribünler, Sevilla’yı ‘öcüleştirenlere’ inat, muhteşem kareografileriyle ‘güzel günler’e inancını müjdeliyordu.
Volkan, Kanoute’nin ayağından şimşek hızıyla çıkan füzeyi, ‘maşallah refleksi’ ile iade edince inanç daha da güçlendi.
Kejo, maçın iki solağının art arda sağ ayağıyla çıkardığı muhteşem ortaların birini kaleciye ikincisini ise ağlara nişanladı. Ve o anda her yer Kadıköy oldu. Tam coşkuyu ve havayı yakalamışken, olanlar oldu. Havlu atmak üzere olan Sevilla’nın imdadına Devler Ligi’nin ‘negatif kariyer’ rekoruna koşan Edu yetişti. O anda, tribünlerin de, sahadaki futbolcuların da, ekran başındaki Fenerbahçeliler’in de kanı çekildi, coşku aniden bitti. Sağır eden bir sessizlik kapladı dört yanı. Uğur’un muhteşem ortasına Aurelio’nun kafasında, kaleci girip, top girmeyince ‘dejavu’ korkusu başladı.
Ardından top zaafıyla gelen katmerli sus hâline, Lugano’nun kafasıyla gelen muhteşem itiraz ortalığı hareketlendirdi. ‘Burası Kadıköy’ demek ise yine Semih Wesson’a nasip oldu.
Sevilla’nın taktik faul ve hakemle oynama stratejisi acizlikten öte bir şey değildi. Oysa, Alman hakem buna zaten dünden gönüllüydü. Selçuk, Gökhan, Uğur ve Volkan ne kadar çoksa, Aurelio ve Deivid o kadar azdı.
Fenerbahçe dün gece seviye tespit sınavından geçti. Kendisiyle yüzleşirken, korkusunu yendi. Her şeye rağmen galibiyet galibiyettir. Kim ne derse desin avantaj artık Sarı-Lacivert’tedir.

21 Şubat 2008, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Şaibe‘’

Cuma günü Rize’ye edilen mide bulandıran telefon skandalını yadırgayanlara, dirayetli tutumuyla rezilliği deşifre eden Rizespor Başkanı da şaşırıyordur. Çünkü bu, Ulusoy federasyonlarının Türk Futbolu’na bıraktığı şaibe mirasının en küçük yansımalarından biridir.
Hadi ‘yedek üye’ çirkinliğiyle suçüstü oldu da, onun avukatlığına soyunan ‘asil’lere ne demeli? Var mı birbirinden farkları? Bu adam gördüğünü uygulayan bir stajyer sadece. Aklınca ‘olduğunu’ ispatlamaya çalışıyor birilerine. Ya ‘tarafsızlık’ kamuflajıyla ekran ekran dolaşan militan yorumcuların yorumları? Onların durumu daha vahim, daha çirkin!
Murathan Mungan’ın meşhur sözü bir kez daha ispatlanmıştır bu olayla; “Türkiye’de her şey olabilirsiniz, ama isteseniz bile rezil olamazsınız. Çünkü rezilliğin sınırı kalmadı.”
Korunmaya, kollanmaya, şımartılmaya alıştırılmış birilerinin umutsuz ve panik halindeki çırpınışlarıdır bu yaşananlar. O düzen bitti, şimdi düzeneklerin imhasında sıra. Savaş sonrası mayın temizliği gibi.
Yoksa Türk futbolseverler bunlara çoktan alıştırıldı. Paylaşım yemeklerine, ortak pankartlara, olmaz zamanlarda giden, ama asla gerçekleşmeyen transfer tekliflerine... Ulusoy’un evine yapılan, ‘şarap’ kokulu ‘gazâ’ ziyaretlerine.. Otel köşelerinde gizli gündemli centilmen (!) buluşmalara.
Birinci önceliğini ‘güven ve adalet’ duygusunu yeniden tesis etmek olarak açıklayan yeni federasyon, yolun hemen başında ciddi bir samimiyet testinden geçecek. Bu konuda verecekleri karar, gelecekleri hakkında da ipucu verecek. Ya makas değişecek, ya eski düzen devam edecek.
Çünkü Türk Futbolu her yönüyle batağa saplanmış durumda. Pis kokular yayan bataklığı kurutmak da Hasan Doğan federasyonunun işi. Bunu becermek için de sadece kuralları adam gibi uygulamak yeterli.
Peki zihinlerdeki ve vicdanlardaki şaibe bataklığını hangi çaba kurutabilir?

19 Şubat 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sevilla etkisi‘’

Başlangıç düdüğüyle birlikte maçı ilk yarıda koparma isteği hemen belli oldu Fenerbahçe’nin. Akıllar Sevilla’daydı ama bu kez mantık tersine dönmüştü.
Sakat vermemenin, puan kaybından daha önemli olduğu bir müsabakaydı Fenerbahçe için... Ç.Rizespor için de, yeni hocasıyla yeniden diriliş maçıydı.
Deivid’le başlayan zincirleme hatalar, Fahri’nin muhteşem pası ve hak ettiği değeri hiçbir zaman bulamamış yetenek Altan’ın şutuyla ağlara gittiğinde, dakikalar henüz 17’yi gösteriyordu.
Carlos’un iki direğe vurup, kaleci Özden’in sırtından kornere giden şutu ise inanılmaz bir görsel şölendi.
Deivid kötü oynadığı maçlarda gol atma geleneğini yine bozmadı. Kejo kendine has golleri, Alex ise defansları felç eden asistleriyle büyücü gibiydi. Üstelik birinde sağ ayağıyla havan topu gibi bıraktı Batman’in önüne...
İlk yarıdaki 4-1’lik skor sadece maçı izleyenleri değil, sahadaki Sarı-Lacivertli futbolcuları da yanıltmıştı belli ki.. Altan’ın ikinci kez iğine deliğinden geçirdiği gol, Rizespor’u ateşledi. O andan itibaren de Fenerbahçe sadece seyretmekle yetindi.
Basit oynasa iyici büyüyecek olan Uğur’un, çok şey yapmak isterken hiçbir şey yapamama kötürümlüğü, başlı başına bir yazı konusu. Önce bu maçı izleyip, rakibin neden sol kanattan bindirmeyi tercih ettiğini kendisi çözmeli.
Özetle, Fenerbahçe şampiyonluk yolunda önemli bir virajı daha aşıp keyifli bir bekleyişe geçerken, rakibini de iyice ateş hattına itmiş oldu. Ancak Sevilla, bu gedikleri affetmez, bizden söylemesi!

16 Şubat 2008, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Devrimci‘’

10 yıl önce hedeflerini söylediğinde, Don Kişot gibi baktı herkes O’na. Kimi dudak büzdü, kimi küçümseyen gülümsemelerle alaycı bakışlar fırlattı. Bu zor camia ne uçuk vaatler dinlemiş, ne hayaller, ne rüyalar başlamadan bitmişti. O’na oy verenler bile inanmıyordu söylediklerinin gerçekleşebileceğine...
Bir rönesans başlatmak, Fenerbahçe’nin Orta Çağı’nı kapatıp, Yeni Çağı’nı açmak istiyordu. Ancak asırlık kulübü oyuncağı haline getiren, geleceğine ipotek koyan, ayakbağı olan grupçular, kongre ağaları ve rantiyeler Engizisyon Mahkemesi gibi tepesinde sallanıyordu. Farkındaydı, biliyordu ama, enseyi karartanlara inat o gözünü karartmıştı. Üstelik bu kongre ağalarının, medyaya konuşlanmış, kursak bağımlısı militanları olduğunu bile bile.
Çok belliydi, eğer bir devrim olacaksa, kirli, sinsi ve belaltı bir savaş da beraberinde gelecekti. Grupların ve medyanın Fenerbahçesi ile Fenerbahçeli’nin Fenerbahçesi savaşacaktı. Teşhisi koymuştu, tedavinin hastalıktan bile daha acımasız olacağını bildiği halde, işe koyuldu. Çünkü zafer, sadece kaybetmeyi göze alabilenlerindi.
Fenerbahçe’nin en büyük düşmanının içerde olduğunu, kendisini yenmeden kimseyi yenemeyeceğini öğrenmişti. Ve güçlü olmayana asla barış yoktu. Kaostan beslenenlerin devrime geçit vermemek için her türlü sabotajı ve tezgahı yapmaktan çekinmeyeceğini de, yoluna mayınlar döşeyeceğini de...
Nitekim hepsi yaşandı. Buna bir de ağır ihanetler eklendi. Hançer kültürünün esir aldığı camiada vefa tedavülden kalkmış, ihanet sıradan bir vaka haline getirilmişti çoktan. Ama aydınlanma için, karanlığa da meydan okuyabilmek gerekiyordu.
Caimanın büyüklüğünü, çapını, potansiyelini çok iyi biliyor, bulunduğu yeri ve durumunu ‘sevda’sına hiç yakıştıramıyordu. Elbette dönenler, sönenler, yılanlar, yalanlar olacaktı bu yolda. Umursamadı, kervanın yolda düzeleceğini biliyordu. İçerden ve dışardan ağır saldırılar altında başladı Büyük Yürüyüş. Sarı lacivert ideallerin peşine düşmüş, devrime inanmış bir avuç taraftarla birlikte. Eğilmeden, bükülmeden, teslim olmadan, biat etmeden, en zor koşullarda, en ağır kayıplarda bile dimdik ve gururla durarak, ufuk açarak. “Derin kuyu yoktur, kısa ip vardır” felsefesinden hareketle.
Sonuç ortada; 90 yılda yapılamayanlar 10 yılda gerçekleşti. Dilenmeden, direnerek ve Yeniden Diriliş destanı yazarak. Hakları da asla teslim edilmediği, zerre kadar takdir görmediği halde. İdealler artık çok daha büyük. Çünkü her şey asıl şimdi başlıyor. Devrimci’nin bundan sonraki hedefi, hayatını adadığı Fenerbahçe’sini, dünyanın en güçlü, en zengin ve en büyük kulübü haline getirmek. Kafasında yol haritası ve projeler hazır. Hepsinden daha önemlisi bunun artık bir hayal olmadığını herkese öğretmiş olması.

15 Şubat 2008, Cuma 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Rüyalar gerçek olsa‘’

Eskiler ‘yağmasan da gürle’ demişler ya, o hesap. Kaba, içeriksiz ve boş hamâsete bayılırız. Her seferinde binbir yemin eder, ama yine de zokaya atlamakta tereddüt etmeyiz.
Bazen saflıktan, bazen riyakârlıktan, çokça da ‘balık hafızalılık’ illetinden. Bize yapıldığında çileden çıkıp öfke kustuğumuz eylem ve söylemleri, başkalarına yöneltirken de zerre kadar tereddüt etmeyiz.
Sokaklar namus, ahlâk ve vatanseverlik kursu verenlerden, nutuk atanlardan geçilmez. Ama memleketin hortumcusu, kapkaççısı, rüşvetçisi, vurguncusu, çetecisi bitmez babam bitmez. İşin kötüsü onlardan da ‘delikanlılık’ dersi dinlersiniz.
Tribünlerde Atatürkçü kalıp kalmadığı kimsenin umurunda olmaz da, Atatürk’ün hangi takımı tuttuğu nedense herkesin derdi olur. Ama Cumhuriyet’ten ve kurumlarından rövanş alınırken kimsenin gıkı çıkmaz, kılı kıpırdamaz. Dahası bunu yapanlar, sokakların onayıyla hareket ederler.
Tribünler yarı yarıya boştur, ama herkes “milyonlarca taraftar”dan söz edip, soyut rakamlar üzerinden sidik yarıştırır. Aslıyok Yaylası’ndaki koyunlar misâli. Hayali ihracat boşuna patlamaz bu iklimde...
“Kupaları için sevmedik” tezahüratları ve pankartlarının arkasına saklanıp, en küçük bir sendelemede takımlarının, futbolcuların, yönetimlerin üzerine kâbus gibi çökerler. Tıpkı devlet arazisinin üzerine gecekondu yapıp, yıkım ekiplerini bayraklar ve İstiklal Marşları’yla durdurmaya çalışan ‘rantiye’ mantığı...
Güya şampiyonluk asla umurlarında değildir. Kelle alıp vermeye de dünden teşnedirler.
Kim üzerine nasıl alınıyorsa alınsın, rakipleri karşısında kendilerini dev aynasında konumlandıranlar, gerçek dünya devleri karşısında hangi ikiyüzlülükle başarı beklerler peki? Böyle bir hakkı nereden bulurlar kendilerinde?
Şu içi boş söylemler gerçek olsa, milyonlarca taraftarı olan kulüplerin şimdiden 5 yıllık kombineyi satmış olması gerekmez mi? Ama tribünler boş. Kulüp televizyonlarının reytinglerde zirveye oturması gerekmez mi? Ama reytingler yerlerde... Resmi dergilerin yüzbinlerce satıyor olması gerekmez mi? Ama tirajlar sürünüyor.
En fazla 1-2 milyon taraftarı bulunan, buna rağmen kadrosunda 100 milyon dolarlık yıldızları barındıran, milyar dolarlık bütçeye ulaşan dünya devlerini nasıl açıklıyorlar bu şahsiyetler peki?
Kendilerini kulüp kurucularının bile üzerinde konumlandıran narsist bir anlayışla... Taraftarlık adına, kendi taraftarlarına bile ‘domuz bağı’ vuracak bir yaklaşımla... Necip Fazıl’ın söylemiyle;
Cemiyet, ah cemiyet; yok edilen ruhiyle,
Ve cemiyet; cemiyet yok eden güruhiyle!

12 Şubat 2008, Salı 03:30
YAZININ DEVAMI