‘’Eyyam federasyonu‘’
Rahmetli Hasan Doğan’ın başkanlığından herkes çok umutluydu. Bütün beklenti, futbol dışında her şeyin futbol unsurunu işgal ettiği, futbolun da sürgüne gönderildiği bir düzeni, bir dönemi yıkmasıydı. Çünkü ‘adalet’ kavramı lugatlardan silinmiş, güven kavramı yitirilmiş, hukuk ve eşitlik denilen şeyin de içi boşaltılmıştı. O bir şeyleri başlattı, ancak ömrü yetmedi. Yerine ekibinden birisi; Mahmut Özgener geldi. Açıkçası şu ana kadarki seyri pek iç açıcı değil. Ersun Yanal’ın milli takım hocalığını çağrıştırıyor biraz. Koltuk büyük değil, ama o bir türlü dolduramadı. Müsamere çocuğu edasında hâlâ...
Şimdi “Ankaraspor niye var? İstanbul Büyükşehir Belediyespor hangi gereklilikten var? Hatta belediye ve kurum takımları neden var futbolda?” diye ben de yıllardır sorar dururum? Her vicdanlı ve aklı doğru işleyen vatandaşlar gibi... Son olayda Ankaraspor değil, yöneticileri değil; ama o takımın futbolcuları ve hocası ağır bedel ödemiştir. Peki olayın diğer cephesi neden yaptırımsız kurtulmuştur? Faturanın yalnızca taraftarı olmayan takıma kesilmesi neyin göstergesidir? Peki milyonlarca insanın komedi gibi izlediği Gençlerbirliği-Gençlerbirliği Oftaş konusunda ne yapmıştır bu federasyon? O, bundan daha az bir rezalet miydi? Daha az bir skandal mıydı? Daha masum bir futbol cinayeti miydi? Kağıt üzerinde yapılan ayrışma, ayrıştırma oyunlarına, yeni lakap alıp yırtma hülleleri ve takiyyelerine neden ve niçin göz yumuldu? Hem de tarafların, başkanların, futbolcuların ağzından defalarca tekrarlanan itiraflara rağmen. Mesela Kayserispor-Kayseri Erciyesspor arasındaki isim değişimleri konusunda ne düşünmektedir Sayın Özgener? Başkanlığını yaptığı sırada Altay’ın nasıl ve neden lige çıkarılmadığını, gecikmeli çıktıktan sonra da yine aynı takım için nasıl feda edildiğini anlatsın mesela... Açıklasın da bilelim!
Çok bekleriz, çok da beklersiniz! Federasyon bütçesinden yıllarca oraya buraya giden paraların nedeni, içeriği, kriteri ve miktarı hâlâ muamma! Eğer o koltuğu dolduramaz, bunu hissettiremez ve sağa sola şirin görünmeye çalışırsa, Türkiye’de kısa aralıklarla 15 yıl vizyonda kalan, aktörleri, figüranları, replikleri ezberlenmiş, dönemin bakanının bile ‘kirli düzen’ diye tanımladığı düzenek yeniden devreye girer. Bir anda o koltuk gider ve ne olduğunu anlamaz.
Zaten kaygılar da onun adına değil, futbol adına...
Başkalarının senaryolarına alet olmayın. Bu işleri artık kuralına, kanuna, yönetmeliğine, genelgesine bağlayın. Netleştirin, gözünün yaşına bakmadan uygulayın ve kımıldayacak yer bırakmayın. Ya eyyam yapmayın ya da bırakın gidin!
‘’Belalım‘’
Fenerbahçe, ligdeki en büyük belalısı İ.B.Belediyespor’dan yediği darbelerden 4 yıldır hiçbir ders almamış.
Trabzonspor’dan yarım düzine gol yemesine aldanmış olmalı ki, orta sahayı tamamen terk etmiş. Kendisi ‘olta saha’ uygulamasına dönmüş.
Alex var ama yok, Mehmet Topuz da öyle... Santos ‘Dost’ değil Lost... Güiza zaten hiç yok. Sanal reklam gibi duruyor sahada... Kazım ciddi aşama kaydetmiş; kendini ve hakemi bırakıp, taraftarla kavgaya da başlamış. Demek ki savaşan takım isteyenler, dalaşan takımdan öteye geçememiş. Emre’nin vazgeçilmezliği gün gibi ortada... Oysa İ.B.Belediyespor oyunu çirkinleştirecek, provoke edecek hiçbir eylem de yapmadı sahada...
Daum’un değişiklikleri de en az takımının oyunu kadar hayal kırıklığı... Dangul dungul alınan 5 galibiyetin faturasını Twente karşısında ödemesine rağmen yine de akıllanmamış. Kaldı ki o maçtaki mücadelenin ve emeğin yarısını ortaya koysa, ilk yarıda maç kopar zaten.
Bu Güiza’ya tahammül etmek adına Semih’i kenarda tutmak için, ancak yüksek dozda anti-depresan almış olmak gerekir. Kadıköy’de bir oyun düşünün ki; 55’ten sonra ‘atan-karşılayan’ modeline dönüyor. Ve bunun ‘karşılayan’ tarafında Sarı-Lacivertli ekip duruyor.
Tamam Vederson kedi olalı bir fare tuttu ve Fenerbahçe istediğini aldı, bir haftayı daha kayıpsız kapattı. 6’da 6 yapıp harika bir istatistik canavarı yarattı kabul. Kabul de, bu böyle nereye kadar gider bilmem.
Fenerbahçe’nin Beşiktaş’tan tek olumlu yanı ‘puan farkı’dır. Bunun nedeni de Kadıköy ekibinin futbol şansının biraz daha yaver gitmesi o kadar...
Ancak ölümcül soru şu; böyle nereye kadar!
‘’Soğuk 'Düş'‘’
Mücadele desen, koşmak desen, tempo desen hepsi ligde hiç olmadığı kadar vardı. Ancak sonuca gidecek şekilde, doğru pas ve doğru şut tercihi, yani efektif oyun hayli sıkıntılı... Yani enerji sarfiyatı gereksiz derecede fazla ama üretim de olabilecek en düşük seviyede...
Şut ve gol pozisyonu yeterliydi. Rakip, Fenerbahçe’nin ceza sahasına ilk kez inip karambol yarattığında dakika 21’di. Tabii Bilica’nın teğet ters vuruşunu ve asistimsi tiplemesini misafir hanesine eklemezsek.
Twente çok koşan ve çok yardımlaşan, disiplinli, enerjik ama çekingen bir ekip. Slovak Stoch, Sloven Novak’ı hatırlattı. Sarı-Lacivertliler ‘varyete’ aramak, fiyaka yaratmak yerine basit oyunu tercih etse, maç ilk yarıda kopardı. Mesela Gökhan ilk yarının sonlarında boş değil bomboş durumdaki arkadaşlarına verseydi o bile yeterdi. 63’te 1 dakika boyunca uyurgezer gibiydi Fenerbahçe defansı... Kâbus daha orada başlayacaktı.
Mehmet’in çaprazdan gönderdiği güdümlü füzenin sevinci, kendini gereksiz sakatlayan Gökhan’ın kanadından gelen gaflet golüyle kursaklarda kaldı. Sonrası bildiğiniz gibi.
Santos kuyruklu yıldız efekti. Ya göz kamaştırıyor, ya yok oluyor. Güiza yine aynı telden de, pozisyonsuz pozisyonlardan gol çıkaran Alex’e ne oldu!
Telafisi tabii ki var, ama zaten zor olan iş çok daha zor artık!
‘’Yanılan yamulur!‘’
Fenerbahçe uyum sorununa, sendelemelere, yanlışlara, hatalara rağmen ligde kazasız belasız ve kayıpsız bir gidişat tutturdu. Yani şansının da yardımıyla, şimdilik her şey yolunda... Eğer futbolcular bu mücadele ve oyunun Avrupa Ligi’nde de yeterli olacağı gibi bir yanılgıya kapılırsa, toz pembe tablo, kapkaranlık bir hal halır. Çünkü Sion’un Kadıköy’de yaşattığı kabus ortada.. Ve dünyada ekol olmuş Hollanda’nın temsilcisi Twente, Sion falan hiç değil...
Lugano, “Henüz Bilica ile birbirimizi tanımaya çalışıyoruz” derken, o uyumsuzluğun yarattığı tehlikeye, tedirginliğe ve güven sorununa dikkat çekiyor aslında... Daum da bu kulvarda şampiyonluk sözünü telaffuz etmenin, hiç gerçekçi olmayacağının altını çiziyor. Rakibin her futbolcusunun iyi ve disiplinli olduğunu vurgularken de kendi öğrencilerine dersine iyi çalışmalarını öğütlüyor. Bence de sonuna kadar haklı. Çünkü Fenerbahçe’de hâlâ oyun içinde dalma, uyuma, pozisyon alma, hamle yapma, yardımlaşma sorunu var. Şu ana kadar en iyi, en diri ve en takım görüntüsünü Bursa deplasmanında sergilediler. Yeterli mi; kesinlikle hayır! Bu niteliklerin en az iki vites üste çekilmesi ve bunun sıradan hale gelmesi şart.
Çok iyi paslaşır göründükleri bölümler de, aslında pas kalabalığı, pas gevezeliği yapılan bölümler. Yani sonuca gitmeyen, adrese ulaşmayı geciktiren, rakibi özgüven anlamında yıpratsa bile, savunmaya yerleşme konusunda rahatlatan paslaşmalar.
Fenerbahçe’nin hem Türkiye hem de Avrupa’da yol kazası yaşamaması, sapmış/saptırılmış yol haritasının yeniden rotasına oturtulması için, futbolcular maksimumda oynamayı ezberlemeye mecbur. Gereksizlik, sarsaklık, saçmalık ve duyarsızlık silsilesinin yarattığı iki yıllık zorunlu ara, camianın bütün direnç noktalarını ciddi biçimde kırılganlaştırdı. Takımın dengesizliği, her şeyin ve herkesin dengesini bozdu. Sırf bu yüzden, bu maçta anlık gafletlerin, şımarıklıkların, bencilliklerin ya da futbol densizliklerinin çıkaracağı fatura hem ağır hem acı olur. O hesabı da kimse ödeyemez.
Avrupa kulvarının Fenerbahçe için ‘macera’ olmaktan çıkıp, ‘mecra’ haline gelmesi için, öncelikle ciddiyete, konsantrasyona, profesyonel ahlaka ve motivasyona ihtiyacı var. Haa, bir de her türlü provokasyona sadece futbolla cevap verecek, deneme-yamulma oyunlarına girmeyecek soğukkanlı bir takıma!
‘’Alex kaç Alex eder?‘’
Şu, dillere zorla pelesenk edilen “bindokuzyüzbilmemkaçyılı”ndan bu yana 5 maç galibiyetli lig girişi yapamamak ne menem bir istatistiktir bilmem. Ne önemi varsa, o yılda kurulan Trabzonspor’un 3 yıl üst üste şampiyon olma istatistiğinin yanında...
Fenerbahçe, ilk kez dirençli ve dengeli ve kora kor bir oyun ortaya koydu lig başından bu yana... Bursaspor gibi bir takım karşısında bile çok ciddi pozisyonlar üretti. Giderek yavaşlığını ve yavanlığını da terk etmesi olumlu bir gelişme.. Ancak hâlâ tempo, mücadele ve yardımlaşma yetersiz.
Bir de tam aksini yapması gereken bir takım, bu kadar mı kolay provoke olur? Başta Kazım, bazı futbolcuların rakibe, tribüne ya da hakeme ihtiyacı da yok provoke olmak için... Tank gibi ve yetenekli bir adam bu kadar mı oyun dışı işlerle bozar kafayı?
Provokasyon eksik kalırsa, Güiza tamamlıyor gerisini, saçmalamayı tercih ettiği pozisyonlarda... Biraz becerikli olsa kendi de, takım da, maç da, oyun da rahatlayacak. Yine de bu Deivid’den o Güiza daha faydalıdır.
Maçın gizli kahramanı Christian’dı. Mehmet Topuz bir var bir yoktu. Alex kendi doğum gününde, milyonlara hediye veren adamdı. Çeyrek pozisyondan, ters ayakla 3’lük atış çıkararak, Güiza’ya uygulamalı ders vererek... Sahi herkesi öğrendik de, kendisinin ağzından “Alex’in kaç Alex ettiğini” ne zaman öğreneceğiz. Bu doğum gününde de değilse ne zaman?
Sercan tekmeleri attı ya, ‘çubuklu giymesi’ farz oldu artık. Çözmüş işi. Emre yapsa ne olurdu kimbilir? Hoşgörü ile geçiştirilmesi Fenerbahçe’ye gelmeyişinin örtülü ödülü olmasın sakın? Deniz Çoban da öğrenmiş sistemi. O da alır çıkan ve çıkmayan o sarıların ödülünü illa ki!
‘’Uyuyan dev‘’
Herr Daum, Fenerbahçe’ye ikinci gelişinde karşılaştığı manzarayı ‘uyuyan bir dev gördüm’ sözleriyle tanımlıyor. Bu cümle, fotoğrafın ta kendisidir.
Buraya kadar her şey tamam. Mesele “Fenerbahçe uyumuş mudur, uyutulmuş mudur, uyuşturulmuş mudur, kendi kendini narkoza mı sokmuştur” sorusunun yanıtını cevaplamaktır. Aslında hepsinden biraz! Nereden bakarsanız bakın, olan bitenler Fenerbahçe’nin yüzde yüz kendi kabahatidir. Yüzde yüz kendi zayıf karnıdır. Kendi kendine ninniler mırıldanarak, masallar okuyarak buraya gelmiştir.
Uyuyorsan uyuturlar, karışıyorsan karıştırırlar. Provoke oluyorsan, provoke ederler. Oyuna geliyorsan oynatırlar. Nöbette olması gerekenler bile uykudaysa, bilinçler uyuşmuşsa, vurup devirmesi gereken büyük enerji iç kavgalarla tüketiliyorsa, bin yıllık ninnilere hâlâ uyanamamışsan, uyutmayı bırak, narkoza sokar, organlarını bile çalarlar. Sahada varlığı yokluğu belli olmayan, hâlâ bir istikrar oturtamamış adamlar, tuhaf bir cür’et gösterisiyle spor sayfalarından magazin sayfalarına transfer yapmışsa, neyi konuşalım.
Daum ve Koch, kondisyon ve disiplin canavarı, koşan, takım olmaya inanmış bir ekip bırakmıştı arkalarında... Bütün bu mirasları sıfırlandı. Hatta vahimdir, ama geri bile gitti. Şimdi Kocaman desteğini de yanlarına alarak, bildiklerini unutmuş, bozgun yaşamış, her biri ayrı telden çalmaya alışmış, hem özgüven hem de birbirlerine karşı güven erozyonuna uğramış futbolcuları kendilerine getirecekler. Bana sorarsanız, o derin uykunun mahmurluğu hala devam ediyor. Tribünler bile narkozdan çıktı da, futbolcular bir türlü uyanamadı. Bir kaç yerli ve yabancı dışında, çoğu hâlâ Kadıköy Turisti havasında... Yeni gelenler bu durumdan zaten muaf.
Daum ne yapıyorsa yapacak. Ancak elini de biraz çabuk tutacak. Öperek ya da müşfik tonlardan melodili seslenmelerle uyandırma girişimleri belli ki sonuç vermiyor. Ya adrenalini tavan yaptıracak bir alarm basacak, ya buz gibi sular boca edecek ya da şok verecek. Başka türlü olmuyor. Beyler rahata alışmışlar belli ki... Cephe değil karargâh adamı olmuşlar. Baskın yapmıyorlar, baskın bekliyorlar. Saldırıya geçmek yerine savunmada kalıyorlar. Çatışan arkadaşlarının yardımına bile koşmuyorlar. En fazla mış gibi yapıyorlar. Kaçak güreşiyorlar.
Şimdilik her şey yolunda... Bu nazlanma, bu geveleme, bu yavaşlık, bu oyalanma ve uyuşukluk devam ederse, atı alan Üsküdar bir yana, Kadıköy’ü bile geçer. Görüntü o çünkü!
‘’Aşk olsun sana çocuk...‘’
Ligde hâlâ kayıpsız giden Fenerbahçe, Emre’siz 3 kritik sınava çıkacak. Kalan futbolcular Emre’nin hırsına ve mücadelesine yakın bir performans ortaya koymazsa, iş gerçekten zor.
Emre, Türkiye’deki ilk kırmızı kartını da görmüş oldu. Oysa Galatasaray’daki uzun kariyeri boyunca bir kez bile bu onurla tanışamamıştı. Anlaşılan o ki; provokasyonlara alet olup, aşırı sinirle çanak tuttuğu sürece, alışkanlık bile olabilir. Yeteneklerinin ortaya çıkarılması ve gelişmesi ile ilgili olarak yere göğe sığdırılamayanlar, Emre’nin sporculuk defolarından da aynı oranda sorumludurlar. Kadıköy, sakatlayan değil, rehabilite eden tarafıdır işin...
Geldiğinden beri hedef gösteriliyor, linç ediliyor, yollarına bubi tuzakları kuruluyor. Giydiği formayı iki kesimden de hazmedeyenler oldukça fazla... Ama şurası su götürmez bir gerçek ki; Sarı-Lacivertli takımın en önemli taşıyıcı kolonu... İsyancısı, itirazcısı, inatçısı. Hem fiziksel, hem sinirsel, hem de ruhsal yükü çok ağır. Ama kendisiyle baş etmesini de öğrenmesi gerek. Çünkü bu düzen böyle gidecek. Cezayı kendisi kesmeye, adaleti kendi sağlamaya, aynı şekilde karşılık vermeye bırakın kalkışmayı, teşebbüs bile etse infaz edilecek. O, bu çıplak realiteyi kabullenmemekte direndikçe, Fenerbahçe de ağır bedeller ödeyecek. Bu işten yarar görenler ve sevinenler de sadece başkaları olacak.
Can Baba, “Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun! Acıyorsam sana anam avradım” olsun diyordu. Benim yazdıklarım da bundan ibaret. Çünkü bunu Emre istedi. Tercihini yaparken neler olacağını herkesten önce ve herkesten daha iyi o biliyordu. Çünkü cephenin iki tarafı da O’na ayan beyan. Teori falan değil, basbayağı pratik. Basbayağı uygulamalı.
Ben, hâlâ kıyas mekanizmalarının nasıl işlediğini merak ediyorum. Her şeyi yaptığı dönemlerde kartlar yasaklı, gözler kör, kulaklar sağır, kalemler mühürlüydü. Şimdi hiçbir şey yapmadığı zamanlarda linç ayinlerinin kurbanı...
Sözün özü; Emre kendisiyle baş edemedikçe, her rakip Fenerbahçe ile kolay baş eder!
‘’Ne zaman?‘’
Koşan, pres yapan, hızlı oynayan, kırılgan değil saldırgan, yardımlaşan, güçlü bir takım çıkmayacak mı hiç ortaya Fenerbahçe’de? Ya da ne zaman olacak?
Buna en yakın görüntü Osieck ve Löw ile yakalanmıştı. Ancak onların da ellerindeki kadrolar sınırlıydı. Disiplinin tavan yaptığı dönem de Stankoviçli yıllardı herhalde... O kadar zamandan sonra Daum ile yine aynı takım ruhu ve mücadele temposu yakalanmıştı. Sonra o gitti her şey başa sardı. Aziz Başkan bile, “Takımımız geçen seneki görüntüsünden hızla uzaklaşmakta” diye eskiye dair memnuniyetsizliğini dile getiriyor ki; yerden göğe haklı. Ancak futbolcular hâlâ bu isteği idrak edememiş olmalı. Aksi olsa kaçak güreşenler daha fazla olmazdı.
Fenerbahçe şu anda hırs ve mücadeleyi Emre’ye, Gökhan’a ve Lugano’ya havale etmiş gibi bir görüntü sergiliyor. Dos Santos ve Cristian alışma evresinde. Bazıları futbolu unutup, yedekliği meslek yapmış. Geceleri cin gibi depara kalkıp, sahada uyurgezer yürüyenler var. Spor sayfasından magazin sayfasına transfer olan arkadaşlar bunlar. Güiza öyle ya da böyle her maçta deli dana gibi koşan bir adam. Alex takımın beyni, zor durumların şiirbaz sihirbazı. Şapkadan tavşanı geçtik, tavşandan şapka bile çıkarabilecek bir adam. Semih de her daim nöbette... Mehmet Topuz bir an önce bu kırılgan yapıya takviye edilmeli.
Fenerbahçe her maçta, her rakibinden iki kere daha fazla koşan, mücadele eden, yardımlaşan, inat ve hırs koyan bir takım olmaya; Daum da taş gibi bir takım yaratmaya mecbur. Çünkü her maçta yenmesi gereken o kadar çok rakip var ki!
Bakın, seçimi kaybeden muhalefet hâlâ “Olağanüstü Kongre” hasretiyle salvolar atıyor. Sözcüleri de, gözcüleri de yoklama çekiyor. Birileri de ellerinde çanak, peşlerinde koşturuyor. ‘Kankalar arası’ piyasa işte. Ne yeni bir şey, ne de sürpriz. İşler kötü gitsin diye istişarelere yatıp, dualara durdukları kesin. 4’te 4’e onlardan fazla üzülen de olmamıştır. Galatasaray maçında adak adayanlar vardır muhakkak. İşler çok iyi giderken, testi sağlamken söylüyoruz bunları... Sadece rakipleri ve olağanüstü kongrecileri umutlandıran kırılgan yapıdan sıyrılmanın yolu, kora kor çarpışacak, inatçı, itirazcı ve cesur futbolculardan geçiyor. Yani yedekliği değil, futbolu meslek belleyenlerden...