Arama

Popüler aramalar

‘’Körleşme‘’

Futbolun en temel, en basit gerçeklerini uygulamazsan, destan yazacakken 5 dakikada temel fıkrasına döner, dillere dolanırsın.

Galibiyet golünü atmışsın, Volkan dünyaları kurtarmış, kıyıdan köşeden ‘sıyırtma’ gidenler cabası... Üstelik direk de bu kez yanında saf tutmuş.

Rakibi yok farz edip işi rölantiye bağlarsan, bu futbol tokadı da kaçınılmaz olur. Şans melekleri bile fazla mesaiden yoruldu, vurdumduymazlığa isyan etti sonunda. Son dakika geleneği, son dakika sendromuna dönüştü.
Alın maçı baştan sona izleyin, Fenerbahçe’nin de Gaziantep’in de bu sonucu sonuna kadar hak ettiğini görürsünüz. Ağlayıp sızlanmanın, kulp takmanın, mazeret üretmenin hiç alemi yok.

Oyunun hakkı neyse, tabelada da o var zaten. Rakibi bu kadar üzerine davet eden, çekineceği yerde lay lay lom çeken, lay lay lom yapacağı yerde de korku filmi üreten başka bir takım olamaz. Emre ve Topuz’un olduğu bir orta sahanın bu kadar kırılgan olması mantığa aykırı. Vederson turistlikten ‘yerli’ statüsüne geçiş yaptı, darısı ‘yersiz’ Kazım’ın başına...

Mesele her şey iyi ve yolunda giderken görebilmek. Yoksa darağacında son sözü sorulan Temel gibi “Bu bana ders olsun” der, bir kez daha herkesi güldürürsün.

19 Ekim 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Aptalca‘’

Daum son açıklamasında açıkça kullandı bu kelimeyi... 10’da 10 ya da 20’de 20 ne fark eder şampiyon olamadıktan sonra?

Galatasaray’ı bir sezonda 2 değil 10 kere yensen bile, sezon sonunda zirvede değilsen hiçbir getirisi var mı bu kulübe?

Ezeli rakipleri ‘eze eze’ yenmek, Dünya Kulübü olma ve Avrupa Ligleri hedeflerinde herhangi bir yere taşır mı?
Futbol bir istatistik değil, sonuç oyunu... Dolayısıyla, diğer teselli mülahazalarının hepsi aptal ötesi aptalca...
Fenerbahçe’nin on yıllardır en büyük sendromu takım olamamak ve ciddiyet meselesi... Bu takım ne zaman her maça aynı konsantrasyon, motivasyon ve ciddiyetle çıkarsa o zaman kendini yenebilecek düzeye erişir.

Doğru söylüyor Herr; kimse size puan hediye etmez. Futbolda küçük takım, küçük rakip diye bir şey yoktur; rakipler ve takımlar vardır. Ezeli rekabet istisna bir durumdur kabul. Ancak o maçları kazanana da 3 puan dışında bonus verilmiyor.

Son 7-8 yılda bunun en renkli, en çarpıcı, en somut örnekleri yaşanmadı mı ligimizde? Hafızaları hiç zorlamadan bir yoklayın bakalım. İstatistikler ne diyorsa hep tersi yaşandı.

Fenerbahçe’yi ve futbolunu yönetenler, o formanın ciddiyetini, ağırlığını öğretmeye, ezberletmeye mecbur. Futbolcular her maça derbi, hatta Avrupa maçı konsantrasyonu ile hazırlanmaya ve o ciddiyette oynamaya mecbur. Bunun lamı cimi yok. Bu kadar ağır bedellerden sonra hâlâ meseleyi kavramakta ve kavratmakta sıkıntı varsa bu da ayrı bir vehamet. Gaziantepspor maçı, Galatasaray’dan daha mı az önemli?

Fenerbahçe’nin en büyük rakibi bu güdük mantıktır. Samandıra, Kadıköy, Dereağzı, Saracoğlu tribünleri, yöneticisi, hocası, futbolcusu, hatta yurdun en ucra köşesindeki Fenerbahçeli bile bu hastalıklı açmazdan arınmalıdır.

İnsanlar yılan hikayeleri okumaktan sıkıldı. Carlos’un hemen her gün oradan buradan farklı bir demeci fırtlıyor. Gitmek istiyorsa tutmanın anlamı ne? Kafa bir kez kopmuşsa, formaya hayır gelir mi? Hatta sezon sonuna kadar beklemek zaman kaybından ve saçma bir inattan başka bir şey olmaz. “Gönülsüz yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş” diye bir söz var. Bu durum da Carlos’un değil, Fenerbahçe’nin başını ağrıtır.

O’nu ikna etmekle zaman kaybetmek yerine, şimdiden forvet hattına güç, hız, yıpratıcılık ve hava topu üstünlüğü katacak bir adam arayışı başlasa daha iyi olur. Tabii en önemlisi de bütün bunları işler iyi giderken yapabilmek.

17 Ekim 2009, Cumartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Teşekkürler Sayın Terim‘’

Lafı hiç dolandırmadan bir kez daha aynı netlikle ifade ediyorum ki; ne tarzını sevdim, ne üst düzey futbol bilgini olduğuna inandım. Bütün teknik direktörlerine idam yaftası asıp, infaz mangalığı yapan adamların, O'na tapınma ayinlerine gülerek baktım.

Türkiye’nin en büyük başarısına giden yolda, futbol dışındaki faktörlerin daha etkili olduğuna dair hâlâ sarsılmaz bir inancım var. Aslında hepsi başarıya ulaşmış bir projeden ibaretti. Sadece bir tek yerde; Fiorentina macerasında gerçek anlamda başarılı olduğunu düşünüyorum. Bütün bunlara rağmen çok teşekkürler.

Arkanızdan konuşanların, atıp tutanların yanınızda nasıl bir yavşaklaşma yarışına girdiğini gösterdiğiniz için...
Anlı, şanlı, yanlı, zanlı ve kanlı yorumcularımızın, sizi eleştirmemek için lafı nasıl bin dereden dolandırdığını görme şansı verdiğiniz için...

Başka teknik direktörlere ‘kopil muamelesiyle’ alaycı, onur kırıcı sorular yönelten meslektaşların, sizin karşınızda nasıl süt dökmüş tavşan, dut yemiş düldül edasıyla oturduklarını bize izlettiğiniz için...
Galatasaray’daki ikinci döneminizde sizi görevinizden aldırmak ya da istifa ettirmek için bir yerlerini yırtanların, bu gerçekleşir gerçekleşmez de, iğrenç bir ikiyüzlülükle Milli Takım’ın başına getirme gayretkeşliğine soyunduğunu gösterdiğiniz için...

Bir federasyon başkanının, bir teknik adamın yatına dondurma satan çocuklar gibi jet-ski ile gidip, sözleşme imzalatabileceğini de dünyaya gösterdiğiniz için...

Benim yıllarca anlatamayacaklarımı varlığınızla ispatladığınız, futbol piyasasında gazetecisinden yorumcusuna, teknik adamına kadar her anlamda turnusol etkisi yarattığınız, bizi bize anlattığınız için...

Televizyonlarda yorum yapan meslektaşlarınızın, o görevi neden yapamayacağını, öyle ya da böyle sağlam bir omurgaya ihtiyaç olduğunu ispatladığınız için...

Mesut Yılmaz, Mehmet Ağar ve Haluk Ulusoy gibi büyük futbol düşünürlerine, hem milli takım hem de takım düzeyinde, futbolculardan ve teknik adamlardan daha çok ihtiyacımız olduğunu açıkça yüzümüze vurduğunuz için...

Bıyık vak’asında da pozisyonun gelişimine bakarak mutlak anlamda sizin safınızdayım. Bıyıklı bölge yanaşık ve yalaşık düzene geçerse, kaçınılmaz sonuç da taşıyanın sorunudur.

Bu yazı size yönelik bir ironi değil... Sizi tanrılaştıran düzenden nefret etsem de, hayat anlayışımız hiç örtüşmese de, sizi yerli meslektaşlarınızın hepsinden, meslektaşlarımın da çok büyük bölümünden, hakeminden, federasyon başkanından, yöneticisinden çok daha kimlikli, kişilikli, omurgalı bulduğumu açıkça söylüyorum.
Yolunuz açık olsun!

13 Ekim 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Birinin elleri, birinin ayakları‘’

Biri olmaz yerlerden, olmaz pozisyonlardan goller, asistler üretiyor, diğeri olmaz zamanlarda, olmaz golleri çıkarıyor. Fenerbahçe, Alex’in ayakları ile Volkan’ın elleri üzerinde yükseliyor. Biri 2 gol attı, diğeri 4 gol çıkardı. Ve bir de Emre’nin inadı.

Başkent’teki ‘küçümseme faciası’ndan ciddi ders alınmış belli ki... Çünkü Fenerbahçe’yi maçlarca teğet geçen facia, ezeli rakibini ıskalamadı, sadece o kadar.

Kadıköy cephesinde şimdi de “kaçtabilmemkaç” tantanası aldı yürüdü ki; düşman bile bu kötülüğü yapmaz. Güzelliklerden bile ‘stres prangaları’ üretmek bu camianın en tehlikeli rakibi işte!

Rakip çok koşan Gençlerbirliği. Kaygan ve ağır zeminde, ayaklara bile hakim olmak zor. Müftüoğlu’nun bu maça verilmesi de bambaşka bir muamma! Örtülü bir ‘gayrinizami’ sinir harbi sanki... Bunlara bir de direklerin tavrını ekleyin. Şartlar da zemin kadar ağırdı yani. Buna rağmen kayıpsız yürümek büyük iş. Hamle zamanlamasındaki hatalar, rakibe ikinci hareket lüksü tanımak, ileride basamamak gibi defolar da halledilirse, spor programlarındaki, köşe yazılarındaki öfke katsayısı nerelere tırmanır bilemiyorum.
Dikkat; ittifak hortlayabilir!

05 Ekim 2009, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kim dur diyecek?‘’

Diyarbakır, Bursa ve Beşiktaş’ın yurda dönüşünde yaşanan fütursuzca rezillikler, sürekli üstü örtülen, görmezden gelinen tehditkar gerçeği bir kez daha yüzümüze tükürdü. Kendilerini kulüplerin, yönetimlerin, formanın, futbolcuların, teknik direktörlerin, grupları dışında kalan bütün taraftarların üzerinde konuşlandıran rantiye güruhunu kim durduracak?

‘Kullanılmak’ için açık artırmayla ihaleye çıkan ve futbolun başına tebelleş kesilen organize belanın üstesinden kim gelecek? Bedava bilet, açıktan para, girift ve çarpık menfaat ilişkilere, karaborsa biletçiliğe dayalı ‘profesyonel taraftarlık’ kavramı ne zaman sona erdirilecek?

Bu adamlar ağırlıkla yöneticiler tarafından kullanılır, bazen de muhalefettekiler besler. Onlarla oynaşmayı seven aklı evvel, su kurnazı futbolcular da mebzul miktardadır. Bunların kökü ne zaman kazınacak?
Amatöründen profesyoneline her kategorideki her takımın başında olan bir beladan söz ediyoruz. Polisin ve adliyenin çözmesi gereken organize işlerden, tribün mafyalaşmasından... Tabii birileri mevcut yasaları işletmeye karar verdiği, birileri de bu süreci engellememe kararlılığını gösterdiği takdirde...

Polisler, savcılar, hakimler Mercedesler’e, BMW’lere, lüks ciplere binen, silahla, korumalarla gezen, organize suç şebekeleriyle yakın ilişkileri bulunan bu ‘kahraman abi’lerden çekiniyor mu? Cinayet desen ‘Vietnam usulü’ olanı bile yaşandı, adam yaralama desen sayısı bilinmiyor, dayak desen her daim mevcut, tehditlerin bini bir para bile değil...

Bu kronikleşmiş aşağılık düzenden, gelmiş geçmiş bütün başkanlar, bütün yöneticiler sorumludur elbette... Peki yasayı işletmeyenlere ne demeli? Federasyonu kulüpleştirenlere ne demeli? Bu rant gruplarını her fırsatta kutsayan ve kulüpleri onların ‘alt markası’ haline getiren medyaya ne demeli?

Antalya’da, Edirne’de, İstanbul’da ya da Trabzon’da her ilde veya her ilçede, her tribünde aynı kanserojen hücreler, çoğala çoğala tribünleri de, futbolu da teslim almış durumda... Acilen ‘şua operasyonuna’ ihtiyaç var. Çünkü kulüplerin tamamı bu güruhun ya eline geçmiş, ya tehdit altında ya da rehin tutuluyor.
Federasyon, Kulüpler Birliği, Spordan Sorumlu Devlet Bakanı, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı vakit geçirmeden caydırıcı bir ‘acil eylem planı’ oluşturmak ve keskin bir kararlılıkla uygulamak zorunda... Tabii popülizm ve eyyam daha cazip gelmezse!

04 Ekim 2009, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Sheriff ihlali‘’

Beşiktaş ile karşılaşan acemi Sheriff’i bekleyenler fena halde yanıldı. Bizimkiler yerinde sayar, hatta geri giderken, onlar öyle ya da böyle kapatmışlar mesafeyi. İç piyasamızda sıradan bir topçuya (futbolcu değil) verilen bonservis parası kadar değildir toplam harcamaları...

Aslında Gençlerbirliği bunlardan daha iyi bir takım. Zaten Fenerbahçe ise rakip, alelade bir takım olsan bile iyi futbol oynamana gerek yok! Koş, yardımlaş ve çabuk oyna; bocalatmaya, yıldırmaya ve panikletmeye yeter. Hele bir de galibiyete mecbursa... Boş alan bulamayan ve de yalnızlığa terk edilen Sarı Lacivertliler rastgele savuruyor topu nasıl olsa! Bu da saçma ötesi, gol yedirecek hatalara çanak tutuyor.

İlk yarıda Carlos ve Emre’nin füzelerini imha eden, kalecinin becerisi değil ‘koordinat şansı’ydı. Hadi ‘sinir bozan’ ofsayt golü de sayalım hepsi o kadar! İçerde dışarda her takımdan kendi sahanda baskı yemek, sanki ayıp olacakmış gibi bunun tersine hiç yeltenmemek apayrı bir tuhaflık... Maç kilitlenmişken ‘sol anahtarı’ Alex, sağ ayağıyla açtı kapıları... Sonra vur devir değil mi; ne arar, illa ki rakibe avans verip, belaya davetiye çıkartacak bir rölanti evresi şart!

Üç puan elbette iyi ama yola devam niyeti olan, önce rakibin girdiği pozisyonlarla Volkan’ın kurtardıklarını oturup bir saysın!

02 Ekim 2009, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Farkında mısınız?‘’

Takır takır oynarken, en istikrarlı halinde bile böyle bir istatistik yakalayamamıştı Fenerbahçe... Muhallebi yerken dişini kıranlar, demir leblebiyi muhallebi gibi yediler bu kez.

Dangıl dungul giderken kayıpsız yürümek, elbette sevindirici bir gelişme... Ancak ortada öyle bayram edilecek bir tablo yok. Çünkü Sarı-Lacivertliler hâlâ iyi oynamıyor, hâlâ iyi yardımlaşmıyor, hâlâ kafalar karışık, birkaç maç dışında hâlâ iyi mücadele etmiyor, hâlâ bir oyun disiplini yok ve hâlâ cesur bir takım değil. Sözün özü hem takım değil hem de eksikliklerini iyi kavrayamamış.

Birinci Daum dönemi hariç yıllardır fizik gücü, hırsı ve mücadelesiyle rakibi yıldıracak bir takım oluşturulamaması, bir şeylerin ‘hep eksik’ kalması da ayrı bir tez konusu... Sanırsın futbol değil de, izafiyet teorisi çözülecek.

2 Danimarkalı, 2 Norveçli, 2 İsveçli ya da İzlandalı ile bu sorunların yüzde 50’si aşılırdı. Alman’ı, İtalyan’ı da cabası... Bu kadar yaşanmışlığa, bu kadar tecrübeye, bu kadar harcamaya, bu kadar söze rağmen bu kadar dirençsiz bir takım akıl alacak iş değil.

Daum’un memnuniyet kokan açıklamaları ‘bu durumun farkında değilmiş’ hissiyatı yaratıyor. İnşallah sadece “miş gibi” yapıyordur. Ancak Nihat Özdemir’in ‘iyi gidiyoruz ama iyi oynamıyoruz’ açıklaması ferahlatıcı... İnşallah gerekli mesajlar iletiliyordur.

Taraftarın büyük bölümü Fenerbahçe’nin galibiyetiyle değil, Galatasaray’ın mağlubiyetiyle sevinen, tam tersi durumlarda da üzülenlerden oluşuyor. Tırnağını, midesini, beynini, kalbini, aklını kemirerek, sabrın bütün sınırlarını zorlayanlar azınlığın bile azınlığı değil artık. Başkan Yıldırım bile her maçta kızgınlıktan kıpkırmızı kesiliyorsa, tribündekiler ne yapsın?

Böyle bir ortamda sezon başı yanlışından geri adım atılıp, bilet fiyatlarının geçen seneki seviyeye geri çekilmesi de başka bir olumlu adım. Peki komik açıklamalara, komik savunmalara, komik gerginliklere, komik gerekçelere ne gerek vardı ki? Ülkenin tarihin en ağır krizlerinden birini geçirmiş olduğu gerçeği neden yok farz edildi? ‘Teğet’ anlayışının yansıması olmalı!

İnşallah bu test süreci uzamaz. Havaya girmekle havalara girmek arasındaki fark bir an önce kavranır. Yoksa bir çifte, bir galon sütü ziyan etmeye yeter de artar bile; hele bu kulüp Fenerbahçe’yse.

29 Eylül 2009, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kurtarıcı Alex!‘’

Futbol endüstrisinden, kamp turizmi sayesinde büyük kazancı olan bir kent. Otellerinin sahaları Preimer League kalitesinde, kendi takımının oynadığı zemin, alelade bir semt sahasından farksız. Taktik tahtası gibi tuhaf izler, uzaylılardan kalma gibi... Süper olduğu ileri sürülen ligimize en uygunu bu aslında...

Emre tribünde ‘cezasız son maçı’na çıkmış. Haftaya ‘cezalandırma’ yeniden başlayacak çünkü... Her türlü futbol kazası ve sakatlık için müsait ‘zeminsiz zemin’de, kendinden kaynaklanan abuk ahval ve şerait içinde golü de erken buldu Fenerbahçe... Hem de Kazım’la... Güzel vuruşu aynı güzellikle savuşturulan Alex, hemen peşinden golden daha değerli bir asistle tabelayı değiştiren adamdı. 6 dakika sonra Bilica bomboş pozisyonu harcamasa maç orada kırılacaktı. Kazım’ın ve Mehmet’in estetik füzeleri, direkte patlasa bile futbol adına ziyafetti.

Kronikleşmiş ‘zihinsel duraksama’ anlarından birinde, antrenmanda bile yenmeyecek bir golle maç tekrar düğümlendi. Zituni’nin hakkını yemek de ayıp olur. Maçı kurtaran ve kopartan adam Alex’ti. Onun olağandışı güzellikteki iki pasına Güiza’nın yaptığı muamelenin adı ise tek kelimeyle ‘futbol ihaneti’dir! Bilica’nın kaval kemiğiyle yaptığı rövaşata da şanssızlık anıydı.

Peki 7’de 7’nin kahramanı 89’da gol çıkaran Volkan mı, yoksa 90’da gol atan Semih mi? Ona da vicdanı olanlar karar versin.

27 Eylül 2009, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI