‘’Arka Bahçe‘’
Ben seni nedensiz sevdimAslında “neden”in olduğu yerde sevgi yoktur. Menfaat ilişkisi vardır. Sevgide “neden”, “niçin” sorularının karşılığı hiç bir zaman olmaz. “Çünkü” diye cevap veremezsin, “neden seviyorsun”, “niçin o” sorularına... “Bilmiyorum” dersin, sadece “bilmiyorum”. Gerçekten de bilemezsin. Cevabı olmayan sorular bütünüdür; sevgi, aşk... Koşulsuz bağlanmaktır. Ruhunu, benliğini, bedenini kayıtsız şartsız teslim etmektir. Öncesini, sonrasını, geçmişi, geleceği düşünmeden... Ve nihayetinde bir süreçtir. Başı ve sonu olan... Bazı aşklar vardır; ömrü bir tırtıl kadardır. Başlar ve derhal biter. Bir varmış, bir yokmuş misali... Yaz aşkı gibi, tatil kaçamağı gibi... Ama öyle aşklar da vardır ki, yıllar boyu sürer. Ömür tüketir. Sen bitersin, o bitmez. Seni öylesine sarmalamıştır ki, son nefesini verene kadar gönüllü tutsağısındır onun. Onunla yatarsın, onunla kalkarsın, onunla yaşarsın, onunla ölürsün. Yediğin yemekte, içtiğin suda, soluduğun havada, gördüğün düşte, kurduğun hayalde, döktüğün gözyaşında, titreyen kalbinde, çektiğin acıda, beyninin kıvrımlarında, ruhunun derinliklerinde, kılcal damarlarında, sevincinde, tasanda, hüznünde hep o vardır. Hayatın anlamı, bütünüdür o...İşte taraftarlık da kelimenin tam anlamıyla budur. Kulübün sırtından rant sağlayan holiganlar ve tribün çeteleri değil elbette taraftarlıktan kastım. Gerçek takım taraftarından sözediyorum. Takımlarının gönüldaşlarından... Almadan verenlerden, karşılık beklemeden sevenlerden... Galibiyette içi yaşama sevinciyle dolan, mağlubiyet halinde acı çeken, ama yenilse de, yense de takımlarına tutkuyla bağlı olanlardan... Onlar ki; kah yönetici olurlar transfer yaparlar, kah teknik direktör olurlar taktik verirler, kah futbolcu olurlar gol atarlar, gol tutarlar. Yağmurda, çamurda, karda, kışta, kıyamette asla takımlarını yalnız bırakmazlar. Her maç öncesi tatlı bir heyecan sarar bedenlerini, yürekleri bir kuş gibi pır pır eder. Evde, işte, sokakta, sinemada, duşta, alışverişte; bulundukları heryerde geçmiş ya da gelecek maçı yaşarlar. Bir an bile akıllarından çıkmaz. Sık sık mutlu geleceğin hayallerini kurarlar, şampiyonluklar, kupalar kazandırırlar takımlarına... Biraraya geldiklerinde hayallerini anlatırlar birbirlerine... Gözlerinin içi parlar, anlatırlarken... Kötü bir varsayım dile getirildiğinde ise, içleri ürperir, bedenleri titrer. Tahtaya vururlar; tık, tık, tık... “Allah korusun” derler.Sosyologlar, filozoflar, psikologlar, psikiyatristler, din adamları bu işi çözmek için onyıllardır kafa yorarlar. Gözlem yaparlar, deneye tabi tutarlar, kendilerince bir takım açıklamalar getirirler. Lakin bugüne kadar kesin sonuca varan çıkmamıştır. Çıkmayacaktır da... Tıpkı aşkın kimyasını, mantığını çözen birinin çıkmadığı gibi...Her taraftar için tuttuğu takım bir aşktır. Nedeni, niçini olmayan umarsız bir aşk. Gerçek aşk. Bu öylesine güçlü bir bağdır ki, insan büyük tutkuyla bağlandığı bir başka insanı terkedebilir de, sevdiği takımını terkedemez. O sevgi onunla birlikte mezara kadar gider.Tribünlere huzur getirmenin yolu, bu gerçeği algılamaktan geçiyor. Yani, takımlarına büyük bir aşkla bağlı olan tutkulu taraftar ile kulüp yandaşlığını ranta çevirerek menfaat sağlayan asalakları birbirinden ayırmaktan...Ne kadar özgürlük o kadar başarı...Bir topluma gelişmişlik yolunda ivme kazandırmanın yolu, özgür bireyler yetiştirmekten geçer. Okulda, evde, kulüplerin altyapısında... Her nerede olursa olsun, çocuğu yasaklarla hayata hazırladığın anda, ürkek, korkak, özgüveni eksik, yetenekleri körelmiş, tutucu bireylerin oluşturduğu kapalı bir toplumun temelini atmış olursun. Ve o toplumun demokrasi içinde geleceğe uzanması mümkün değildir. Demokrasi elbette sınırsız özgürlük değildir. Bilakis, başkalarının özgürlüklerini ihlal etmemek için ortaya konan kurallar bütünüdür. Günlük yaşantımızı, çalışma koşullarımızı, eğitimimizi düzene sokan da bu kurallardır. Kural yoksa, demokrasi de yoktur. Ancak ne var ki, barış ve huzur içinde birarada yaşamımızı, çalışmamızı, yetişmemizi sağlayacak bu kuralları koyarken, bazen kantarın topuzunu öylesine kaçırıyoruz ki, otorite adı altında faşizme kayıyoruz. Hemen hemen her Türk, özellikle okul yaşantısında çeşitli faşizan yöntemlerle karşı karşıya kalmıştır. Okullarımızın hala bu konuda oldukça sabıkalı olduğunu söyleyebiliriz. Çalışma hayatımız da farklı değildir. Bilhassa küçük işletmelerde ustalarının burnundan getirdiği çıraklar, kendilerini yeterince geliştiremedikleri gibi, yıllar sonra kendisinin yanında yetişecek olan bir başka çırağa hayata zehir edecek bir yetişkine dönüşüyor. Bu kısırdöngünün en büyük tahribatı da, sıradan faşizmin içselleştirilmesidir. Bütün bunları anlatmamın nedeni ise, Trabzonspor’un altyapı koordinatörü Mustafa Akçay’ın küçük futbolculara koyduğu kurallardır. Bu kuralların büyük bölümüne itirazımız yok. Gerekli de... Ancak şapka, küpe, zincir takılmayacak, düşük bel pantolon giyilmeyecek, uzun saç bırakılmayacak, cep telefonu taşınmayacak, bordo-maviden başka renk t-shirt giyilmeyecek gibi yasaklarla çocukların kişisel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, tam da yukarıda açmaya çalıştığımız sıradan faşizmin içselleştirilmesinin tipik bir örneği. Merak ediyorum. Sayın Akçay acaba sabahları tesislerin kapısında traş makinesiyle bekleyip, saçı uzun olanların kafasında tren yolu açmayı da düşünüyor mu?Kemaliyelilere selam olsun...Sevgili Kemaliyeli öğrenci okuyucularım... Duydum ki, benim yazılarımı okullarınızda panolara asmışsınız. İlginize, sevginize ne kadar teşekkür etsem azdır. Son iki yılda çeşitli kuruluşlardan sekiz ödül kazandım. Ancak aldığım en büyük, en anlamlı ödül, sizin bu teveccühünüz oldu. Beni Kemaliye’ye davet etmek istemişsiniz. Bunun için mailler atmışsınız. Ama maillerinize cevap alamayınca doğal olarak üzülmüşsünüz. Şunu bilmelisiniz ki, cevaplayamamamın nedeni maillerinizin bana ulaşmaması.Ersin Danacı öğretmeniniz durumdan haberdar edince ben de üzüldüm. Bundan sonra daha sağlıklı ve sık iletişim kurmak dileğiyle... Yüreğiniz aydınlık, yolunuz açık olsun...
‘’Fair Play bir yaşam biçimidir‘’
Sıra İspanya Ligi’ne gelmişti. Atletico Bilbao - Real Sociedad maçının özet görüntüleri verilirken kamera bir kaç kez seyirciye zumlandı. Bir tuhaflık vardı. Alışık olmadığım bir durumdu. “Acaba yanlış mı gördüm” diye düşünerek biraz daha dikkatli baktım. Gördüklerim doğruydu. Bask derbisinde iki takım taraftarları maçı birarada seyrediyordu. Birden içimi tarifi imkansız bir hüzün kapladı. Geçmiş gözümün önünde canlandı. Kendimi biranda anılar labirentinde buldum. Postal ve palet darbeleriyle bölük pörçük olan hatıralarım canlandı gözümde. Zaman tüneline girdim. 70’li, 80’li yıllara gittim. Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı arkadaşlarımla hep birlikte derbi maçlarına gittiğimiz yıllara... İnönü Stadı’nın tribünlerinde birarada maç seyrettiğimiz, kimsenin kimseyi kırmadığı, küfretmediği, birbirimize tatlı şakalarla takıldığımız, maç bitiminde de hep birlikte soluğu Bacanak’ta aldığımız yıllara... Maç keyfini doyasıya yaşadığımız yıllara... Safran kokulu, naif yıllara... İstemsizce gözlerimden bir kaç damla yaş boşaldığı anda spikerin sesiyle kendime geldim. Düşsel yolculuğum sona ermişti. Genç spiker yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle, “Görüntüleri farkettiniz değil mi? İki takım taraftarı biraradaydı sayın seyirciler. İşte Fair Play bu” dedi.Evet, Fair Play tam da oydu. Ama sadece o değildir. Fair Play daha derinlerde bir şeydir. Salt karşılıklı centilmenlik gösterisi değildir. Bir duruştur, bir bakış açısıdır, bir tarzdır, bir dünya görüşüdür, bir düşünce sistematiğidir, bir felsefedir Fair Play. Adalet duygusudur, dürüstlüktür, saygıdır, sevgidir, tevazudur, erdemdir Fair Play... Haktır, hukuktur, kendin olmaktır Fair Play...Asalettir, yüce gönüllülüktür, yardımseverliktir, haddini ve özür dilemesini bilmektir Fair Play...Medeniyete açılan kapıdır, çağcıl olmaktır, bencillikten arınmaktır, başkalarıyla birarada barış ve huzur içinde yaşamaktır Fair Play...Sadece spor karşılaşmalarında değildir Fair Play... Hayatın her alanındadır. Ve bir kurallar manzumesidir.Kırmızı ışıkta geçmemektir, kaldırımları işgal etmemektir, sokağa çöp atmamaktır, yere tükürmemektir, yüksek sesle konuşmamaktır, klakson çalmamaktır, donla denize girmemektir, havaya silah sıkmamaktır, rüşvet alıp vermemektir, devleti soymamaktır, yandaşlarını, eşini-dostunu kayırmamaktır, yolsuzluk-ursuzluk yapmamaktır, görevi suistimal etmemektir, çalışanının hakkını yememektir, ekmek yediği yere ihanet etmemektir, patronunun gözünü oymaya kalkmamaktır, dostunu-arkadaşını satmamaktır, dünyanın kendi çevresinde döndüğünü sanmamaktır Fair Play...Fair Play bir yaşam biçimidir.Fair Play herşeydir.Fair Play hayattır.Bir kum tanesi gibi avucumuzun içinden kayıp giden ve ayaklarımızın dibine dökülen hayat... Ve bir daha asla bize ait olmayan o harikûlade hayat...Yine yeniden Eric Gerets...Yarattığı sinerjiyle Galatasaray yandaşlarını 2000’li yıllara geri götüren Eric Gerets, bu köşeye sık sık konuk olacak gibi... Teknik adamlığıyla değil, adamlığıyla tabii... Aslında bu konuyu geçen hafta yazacaktım, ama yerim kalmadığı için bugüne kaldı. İki hafta önce Gerets’in, basın toplantısında kendisine Almanca soru soran meslektaşımıza, “Burası Türkiye, Türkçe soru sorun, herkes anlasın ne sorduğunuzu” diyerek ders verdiği olayı nakletmiştim. Gerets’in bu kez ders verdiği kesim, Galatasaray taraftarı ve hepimiz...Yer, Ali Sami Yen Stadı... Galatasaray’ın, güzel bir futbolla Malatyaspor’u farklı yendiği maçın sonu. Hakemin bitiş düdüğüyle birlikte tribünlerden “I love you Gerets” tezahüratları yükseliyor. Belçikalı teknik adam seyircinin sevgisine karşılık vermek için yerinden hareketleniyor. Biz o esnada yumruk şov filan bekliyoruz. Fakat Belçikalı teknik adam alışık olmadığımız bir şeyi yapıyor. Yanına yardımcıları Erdal Keser ile Stumpf’u alıyor. Birlikte seyircinin önüne gidiyorlar. Ve Gerets yardımcılarının ellerini tutarak havaya kaldırıyor ve seyirciyi birlikte selamlıyorlar. “Ben” değil, “Biz” mesajını en kestirme bir şekilde veriyor taraftara Belçikalı teknik adam. “Bir başarı varsa, bu sadece bana ait değil, bu bir ekip işidir. Sevgiyi ve alkışı ben ne kadar hakediyorsam, yardımcılarım da o kadar hakediyor” diyor, taraftara...Taraftar bu mesajı derhal alıyor ve ellerini patlatırcasına alkışlıyor Gerets ve yardımcılarını...Ama asıl bu mesajı alması gerekenler acaba alıyor mu? Yendiği zaman ne kadar iyi taktik verdiğini ve futbolcularını nasıl motive ettiğini gerine gerine anlatıp, yenildiğinde ise bütün faturayı oyuncularına kesen çapsız, basiretsiz hocalar... Yani, kendi narsizminde boğulanlar.
‘’Efsanenin sonu mu?‘’
Geçtiğimiz yıllarda Afrika’nın cangıllarından ve orta Avrupa’dan bulup getirdiği futbolcuları vitrine süren ve büyüklere astronomik rakamlarla satarak kasasını dolduran efsane futbol adamı bu sezon aynı maharetini gösterememiş anlaşılan. Dün gece ilk onbirde sahaya çıkan 4 yabancı oyuncu da sıradan bir futbolcu görüntüsü verdi. 18 yaşında olduğu iddia edilen ve Cavcav’ın son keşfi olarak piyasaya sürülmek istenen Isaac’ın acemiliklerine teknik direktör Ziya Doğan bile ancak 45 dakika sabretti. Diğerlerini ise değinmeye bile gerek yok. Ligde henüz golü olmayan Gençlerbirliği’ni kanımca bu sezon zor günler bekliyor. Dün gece Gençlerbirliği’ni net bir skorla yenen Kayserispor ise deyim yerindeyse taş gibi bir takım. Birinci lig tecrübesi olan futbolcuları kadrosuna katarak iyi harmanlayan Ertuğrul Sağlam takımına tempolu bir futbol oynatıyor. Büyük takımlar tarafından bugüne kadar neden farkedilmediğini bir türlü anlayamadığım Fatih Ceylan ile Mehmet Topuz ve dün gece gününde olmasa da yordanov gibi etkili isimlere sahip ev sahibi ekip bu sezon çok can yakacağa benziyor. Kayserispor’da dikkat çeken diğer iki isim ise defansta Azeri Reşat ile geçen sezon sürekli kulübeye mahkum edilen golcü Gökhan’dı.Kayserispor-Gençlerbirliği maçında gözümüze çarpan bir diğer husus ise iki takım futbolcularının ve tribünlerin iyi niyetiydi. Hal böyle olunca da ortaya Avrupa’da gıpta ile izlediğimiz görüntüler çıkıyor. Galiba ülkemizde de bazı şeyler yavaş yavaş değişiyor.
‘’Arka Bahçe‘’
Her şey bir düşle başlarİnsanın yazgısını belirleyen en önemli etmenlerden biri, büyük düşünmesi, hayal kurması, hayallerinin peşinde koşabilmesidir. Yani standardın dışına çıkması, stardartüstü olmasıdır. Tarih boyunca, standartüstü olmayı başaranların birçoğu yaşadıkları çağlarda “hayalperest” diye alaya alındı, bir kısmı lanetlendi, cezalandırıldı, ölüme mahkûm edildi. Oysa, savundukları aykırı fikirlerle kendi yazgılarını belirleyen bu bir avuç azınlık, kurdukları hayalleri gerçeğe dönüştürerek aynı zamanda insanlığın yazgısını da değiştirmeyi başarmışlardır. Yazının bulunmasıyla başlayan uygarlık tarihinin kilometre taşlarını döşeyen bu düşünürler, bilim adamları-kadınlarıdır. Standardın, katı kurallar ile yasak ve günahlardan oluşan o görünmez, kalın duvarlarını yıkarak, özgür dünyanın temellerini atan ölümsüzler... Aristo’dan Galileo’ye, Leonardo da Vinci’den Madam Curie’ye, Edison’dan Einstein’a, Pasteur’den Fleming’e, Voltaire’den Sartr’a kadar yüzlerce dahi, geçmiş yüzyıllarla kıyaslanamayacak kadar değişen, kolaylaşan hayatımıza imza atarak, isimlerini ilelebet insanoğlunun ortak hafızasına kazımışlardır. Bunlara, aralarında Atatürk’ün de olduğu bir kaç büyük devlet ve siyaset adamı da eklenebilir elbette...Gündelik yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olan sporda da durum farklı değildir. Türkiye bugün hala dünya üçüncüsü apoletini omuzunda taşıyorsa, UEFA ve Süper Kupa sahibi bir kulübümüz varsa, Şampiyonlar Ligi finaline evsahipliği yapabiliyorsak, Formula 1 organize edebiliyorsak; bu, büyük düşünen, bir avuç büyük spor adamı sayesinde olmuştur. Futbolumuzu, Avrupa ve Dünya’nın zirvesine çıkaran sürecin baş mimarları hiç kuşkusuz, Mustafa Denizli ile Fatih Terim’dir. Denizli ve Terim, Derwall ile Piontek’ten edindikleri bilgi ve birikimin üstüne katarak kendi ekollerini yaratmış ve ardından kurdukları hayallerin peşinden koşmuşlardır. Statüko bekçilerinin her türlü eleştiri ve saldırısına göğüs gererek inandıkları yolda yürümüş, futbolumuzu 20 yıl önce hayal bile edilemeyecek bir noktaya getirmişlerdir. Onların ki, Türk sporcusunun ufkunu açan, özgüvenini kazandıran, bir düşünce devrimiydi... Bir daha asla geri dönülmeyecek bir devrim...Denizli, Terim, Erdem ve Tahincioğluİstanbul’un 2000 Olimpiyat Oyunları’na adaylığıya başlayan süreçte henüz amacımıza ulaşmış değiliz. Yakın bir zamanda ulaşacak gibi de görünmüyoruz. Ancak bu sürecin bize kazandırdıklarını da kimse inkar edemez. Gerek tesis, gerekse olimpik bilinç olarak... Bunun mimarı da rahmetli Sinan Erdem’dir. Erdem, ölene kadar kurduğu olimpiyat düşünün peşinde koşmuş, fitili ateşlemiştir. Ve bu yoldan geriye dönüş yoktur. İstanbul bir gün mutlaka olimpiyatı düzenleyecek... İşte o zaman, Sinan Erdem’in ülke sporunda açtığı çığır daha iyi anlaşılacak. Türk sporunda büyük düşüncenin son ürünü ise, bir haftadır birlikte yatıp kalktığımız Formula 1 organizasyonudur. Çok değil daha üç yıl önce, bir tanesinin bile herhangi bir etkinlik için ülkemize gelmesi olay olan dünyanın en iyi pilotlarını kanlı canlı izledik. Dünya da bizim yaptığımız organizasyonu, İstanbul’u ve Türkiye’yi... Bu muhteşem fikrin babası ise Otomobil Sporları Federasyonu Başkanı Mümtaz Tahincioğlu’ndan başkası değil. Göreve geldiği andan itibaren Formula 1’i telaffuz etmeye başlayan Tahincioğlu, ilk olarak Dünya Ralli Şampiyonası’nın bir ayağını Türkiye’ye getirerek, ne kadar kararlı olduğunu gösterdi. Ardından Formula 1 için kolları sıvadı. Kurduğu hayalin peşinde yalnız kendi koşmadı. Devleti, yerel yönetimleri, işadamlarını da ikna ederek ortak bir hedef oluşturdu. Ve sonunda başardı. Tıpkı, büyük düşünen diğer büyük adamlar gibi.Ülke sporunun daha nice Terim, Denizli, Erdem ve Tahincioğlu gibi liderlere ihtiyacı var.Potansiyeli olanlara sesleniyorum: Kırın kabuğunuzu, hayal kurun. Kurmaktan utanmayın, söylemekten de, peşinde koşmaktan da... Ve düşlerinizi öldürmeyin.
‘’Arka bahçe‘’
Önce kendin ol, sonra da başkasıBaşkalaşma, yine kendin kal. Lakin kendin kalırken, kendini kendi içine hapsetme. Bir radar gibi gökyüzünü, bir sonar gibi de denizleri tara. Senin dünyanın dışında başka dünyalar olduğunu keşfet ve bunu hiç bir zaman aklından çıkarma. Sen, sadece sen değilsin. Olmamalısın da... Senin dünyan homojen bir dünya değildir. Parçalardan, partiküllerden, küçük küçük başka dünyalardan oluşur. Tek ve tekil değilsin. Ben, o, onlar; yani diğerleri... Senin dışındakiler olmasa senin hiç bir önemin ve anlamın kalmaz. Sen olmazsan da diğerlerinin... Biz, hepimiz görünmez bağlarla birbirimize bağlıyız. Bir zincirin halkalarıyız. Yeryüzü yalnız senin ihtiyaçlarının doyurulduğu bir alan değildir. Müşterek bir mekandır; ve geçicidir. Kucakladığı tüm canlıların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar da büyük, kusursuz, görkemli ve zengindir. Ama paylaşmasını bilmek gerek, tabi... Ve hakkına razı olmak... Sana sunulana değil elbette. Hakettiğine... Kendi hakkını ararken, diğerlerinin haklarını ihlal etmemek, başkalarının haklarını gaspetmemek gerek. Bunun için de dış dünyayla bağlarını koparan, bir koza gibi kendi ellerinle ördüğün o görünmez kalın duvarları yıkman, kendini başkalarının yerine koyman gerek. Diğerlerini anlamalı, hayata bazen onların penceresinden bakmalısın. Yarış içindeyken bile... Yarışırken, rekabet ederken, kazanırken, kaybederken, düşerken, kalkarken, ağlarken, gülerken, sevinirken, üzülürken... Bazen kendinin dışına çıkmalısın, rakibin olmalısın. Kendini rakibinin yerine koymalısın. Onun da kendini senin yerine koyması için, bu adımı atmalısın. Herkes kendini birbirinin yerine koyarse; birbirimizi daha iyi anlarız, birbirimizin hissettiklerini daha iyi kavrarız. Ve birbirimize biraz daha sokuluruz. Aykırılıklar, zıtlıklar yine baki kalır, ama hakça, adilce yarışırız. Birbirimize saygı duyarız, sevgi gösteririz. Barış ve huzur içinde yaşamanın başka yolu yok. Başka Türkiye de yok... Bu değerliliklerin, 2005/2066 futbol sezonunda ve ayrıca tüm spor dünyamızda hayata geçmesi dileğiyle...Okumuşlar buysa...Her ne kadar büyüklerimiz, çok büyük ve anlamlı bir organizasyon yaptığımızı gerine gerine anlatsalar da, bence üstümüze kalmış olan Dünya Yaz Üniversite Oyunları İzmir’de bütün hızıyla sürüyor. İzmirliler’in takım sporlarında tribünleri doldurup, bu tür organizasyonların omurgası olan atletizm, cimnastik ve yüzme gibi ana sporlara ilgi göstermemesi bir yana, Futbol Milli Takımımız’ın, Güney Kore maçında sergilediği utanç verici tutum gözlerden kaçtı. Belki de görmezden gelindi, biz yaptığımız ve dolayısıyla işimize geldiği için... Ay - Yıldızlı ekip karşılaşmada 3-1 galip durumda. Çeyrek finale çıkması için 1 gol daha bulması gerekiyor. Takımımız bastırdıkça bastırıyor. Belki sıcaktan, belki de Güney Kore’nin kaybedecek bir şeyi olmamasından maç tam bir mahalle maçına dönmüş durumda. Orta sahada bir Allah’ın kulu yok! Top bir bizim kalede, bir rakip kalede. Maçın son 3-4 dakikasına girildiğinde bizimkiler bir atak daha tazeliyor. Bu sırada orta sahada yerde yatan bir Güney Koreli futbolcu göze çarpıyor. Bekliyoruz ki, futbolcularımız hücum etmek yerine topu dışarı atsın, alkış alsın. Aslında buna alkış da gerekmez ya, neyse... Ama ne gezer? Galatasaray’ın geleceği Hasan Kabze atağı sürüklüyor. Topu cezaalanına gönderiyor. Rakip defans karşılıyor. Top tekrar bizimkilere geliyor. Bu sırada oyuncu yerde yatmaya devam ediyor. Takımımız tekrar atak tazeliyor. Bir kez daha orta yapılıyor. Bizden biri cılız bir şut çekiyor ve top kalecinin kucağında kalıyor. Kaleci de arkadaşının tedavisi için hemen topu taca atıyor. Güney Koreli sedyeyle dışarı çıkıyor ve bir daha da oyuna dönemiyor. İnanır mısınız, o pozisyonda gol olmaması için dua ettim. Evet, biz kazanacaktık... Ancak kaybımız, kazandığımızdan çok daha büyük ve telafisi mümkün olmayan bir kayıp olacaktı. Hele bir de bunu üniversite okuyan sporcularımızın yapması yok mu?.. Ne diyeceksin? Fair - Play, okullarda ders olarak okutulumuyor ki... Ayıp, çok ayıp...Gerets’in verdiği dersGalatasaray’ın Belçikalı Teknik Direktörü Eric Gerets, futbolda bu sezonun en büyük fenomeni olmaya aday, hiç kuşkusuz... Şöhretiyle, karizmasıyla, futbolculara olan babacan yaklaşımıyla, takımına oynattığı keyifli futboluyla şimdiden Sarı - Kırmızılı taraftarların gönlünü fethetmiş, rakiplerin ise gıptaya izlediği bir figür haline gelmiş durumda. Gazetemizin Galatasaray muhabiri Raşit Altun’un anlattığı bir olay, Gerets’in bir başka yüzünü; çalıştığı ülkenin değerlerine ne denli saygılı olduğunu ortaya koyuyor. Başkentteki Ankaragücü maçı sonrası Belçikalı teknik adam rutin basın toplantılarından birini yapıyor. Sıra soru sorma faslına geliyor. İşgüzar meslektaşlarımızdan birisi Almanca soru soruyor. Aklı sıra ne kadar iyi yabancı dil bildiğini göstererek, çevredekilere hava atacak! Gerets’in bu soruya cevabı ise tokat gibi o densizin yüzünde patlıyor: “Burası Türkiye, bana lütfen Türkçe soru sorun. Herkes anlasın ne sorduğunuzu.”Belki erken ama, bence Galatasaray yönetimi bu hocanın önüne şimdiden 10 yıllık mukaveleyi uzatmalı... Zira, futbol dünyamızın ondan öğreneceği daha çok şey var. Teknik, taktik ve adamlık adına...
‘’Sessiz devrim!‘’
Türkiye’de böyle bir maç oynanacağını rüyamda görsem inanmazdım. Üzerinde taraftar baskısı olmayan futbolcular sadece futbolu düşündü. Birbirlerine karşı olabildiğince saygılı ve centilmence davranarak... Ne kasti bir faul, ne hakeme itiraz, ne provakatif hareketler, ne de birbirleriyle dalaşma... Hatta inanır mısınız, Hakan Ünsal bile kuzu gibiydi. Üstelik bu manzara sosyo politik ve bölgesel farklılıkları en uçta olan iki kentin takımlarının maçında ortaya çıkıyor. Şimdi bana söyler misiniz; dün geceki maç dolu tribünler önünde oynansaydı böyle mi olurdu? Küfür, kavga, rakibi taciz, hakeme baskı, sahaya atılan yabancı maddeler futbolcuları bir anda birbirlerine düşman yapmaz mıydı? Demek ki gerçek şu: Futbol seyretmek bir kültürdür ve biz bundan yoksunuz. Taraftar adı altında bir canavar yaratmışız. Bu canavar sadece Diyarbakır tribünlerinde değil, ülkenin bütün statlarında kol geziyor.Sarı kartına sadece iki kez başvurmak zorunda kalan hakem Oktay Demiray başta olmak üzere hemen herkesin Fair - Play kuralları çerçevesinde oynanmasına dikkat ettiği karşılaşmada futbol kalitesi belki çok üst düzeyde değildi ama aşırı sıcağa rağmen ortaya konan mücadele ve tempo alkışlanacak cinstendi. iki takımın da çok sayıda pozisyon bulmasına rağmen maçtan sadece 1 gol çıkması forvetlerin beceriksizliği ve şanssızlıklarının yanısıra, sahada iki tecrübeli kalecinin yeralmasından kaynaklandı. Bashir ve Sinan Demircioğlu dışında çok fazla göze batan bir oyuncu yoktu. Ancak İlyas’ın frikik golü gecenin en seyirlik hareketiydi.
‘’Arka Bahçe‘’
Bir insan yarat bir dünya kur!Hayatın kaç yüzü vardır? Kaç köşelidir, kaç yüzeylidir? Kaç çeşittir, kaç renktir? Siyah mı, beyaz mı, kırmızı mı, mavi mi, sarı mı, turkuaz mı? Hepsi mi, hiç biri mi? Yoksa sadece gri mi!!? Kaç renktir hayat? Ve bizler hangi renge aitiz, ya da hangi renk bize aittir? Hangi rengi, hangi yüzü, hangi köşeyi seçeceğimizi biz mi belirleriz, yoksa birileri belirler de, bize sunar mı? “İşte senin rengin, işte senin hayatın bu” der mi, birileri... Yoksa, “Ben şu rengi, şu yüzü, şu hayatı istiyorum” diyerek biz mi ısmarlarız, doğayı yöneten, dengeleyen güçlerden...Nasıl bir hayat yaşayacağımıza biz mi karar veririz; yoksa kendimiz, kendi hayatımız hakkında verilen kararları mı uygularız sadece... Oyuncu muyuz, yönetmen mi? Kendi hayatımızın efendisi miyiz, efendilere sahip kul-köle mi? Kul-köleysek; kendi aklımızı, irademizi kullanmaktan yoksunsak, zaten yapacak bir şey yok! Bu türe girenler, kazanırlarsa, kendileri kazanır! Kaybederlerse, başkaları kaybettirir! Onlar hep masumdur! Lakin kendi yaşamımıza hükmedecek akıl, zeka, irade, bilgi ve donanıma sahipsek; o zaman nasıl bir insan olduğumuz, nasıl bir hayat yaşayacağımıza bağlıdır. Hayatı yalnızca kendimize ait bir nesne, eşya gibi mi yaşamalıyız? En güvenli, en risksiz yolu seçerek yaşamın nimetlerini, sırf kendi ihtiyaçlarımızı doyurmak için mi kullanmalıyız? Yani varlığımızı hayattan hep almak, hayata borçlanmak ve borçlu gitmek üzerine mi kurmalıyız? Yoksa sahip olduklarımızı doğanın ve insanlığın hizmetine sunarak, alacak-verecek hesabını hayatın borç hanesine mi kaydetmeliyiz? Hiç bir zaman geri dönmeyecek olan borç... Gönül borcu gibi... Karşılığı olmayan bakiye gibi... Gibi ama, hayatın en anlamlı yüzü, köşesi, rengi, hazzı da budur işte... Almaya çalışmadan vermek. Karşılığını beklemeden elindekini sunabilmek. İkram etmek. Bağışlamak. Paylaşmak. Maddi-manevi varlığını bir şeye, bir kimseye, bir misyona adamak. Tıpkı Ahmet Ağaoğlu gibi... Silivri’nin kıraç köylerinde yetişen kavruk çocukların elinden tutarak, onları Avrupa çapında golfçü yapan Ağaoğlu gibi... Manevi çocukları Akdeniz Oyunları’nda şampiyonluğu kılpayı kaçırıp, ikincilik kürsüsüne çıktığında, gurur gözyaşlarını biz görmeyelim diye içine akıtan Ağaoğlu gibi...O çocukları sadece iyi birer sporcu olarak değil de, kendilerine, topluma, insanlığa faydalı iyi bir insan olarak yetiştirmek için eğitiminden, sosyal ihtiyaçlarına kadar tüm giderlerini üstlenen, onlara hem başkan, hem eğitmen, hem baba olan Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu gibi... Ahmet Ağaoğlu, çorak topraklara bereket getiren bahar yağmurları gibi, önce Silivri’nin üstüne yağdı, ardından Erzurum, Kars ve Ardahan’da kurumaya yüz tutan fidanlara can kattı. Sihirli ellerini, golfçü yapmak için o köylü çocuklarına dokundurduğunda, yalnızca geleceğe umutla bakan sporcu ordusu keşfetmedi, onları aynı zamanda cehaletin kör kuyusundan da kurtardı. Onlara hayat verdi. Önlerine yeni ufuklar açtı, yeni fırsatlar sundu. Varlığından hiç bir zaman haberleri olmayacak bambaşka bir dünyanın kapısını ardına kadar açtı, yağız Anadolu gençlerine... O kapıdan içeri girmelerini sağladı. Bir insan, bir dünyadır. Bir insan yaratmak, bir dünya kurmaktır. Ahmet Ağaoğlu, aydınlık yarınlar bahşettiği yoksul köylü çocuklarını adeta yeni baştan yaratıyor. Yeni dünyalar kuruyor.Dünyalar onun olsun...Armstrong yalnız pedal basmıyorDers veriyor... Tüm insanlığa, tüm sporculara... “Şampiyon olmak kolay, ama önemli olan önce insan, sonra şampiyon olabilmektir” felsefesini beyinlerimize nakşediyor. İnsan olmanın erdemlerini sergiliyor, Fransa’nın birbirinden zorlu parkurlarında... Bastığı her pedal onu yeni zaferlere taşırken, rakiplerine karşı sergilediği zerafeti onu ölümsüz sporcuların buluştuğu “İdea”nın zirvesine biraz daha yaklaştırıyor. Lance Armstrong, bastığı her pedalda, kazandığı her etapta yalnız kanseri yenmiyor, yalnız rakiplerini geçmiyor, aynı zamanda hayatlarımızı toz dumana boğan, “Kazan da, nasıl kazanırsan kazan” anlayışını da yerle bir ediyor. Geçen yıl, yere düşen en büyük rakibi Alman Jan Ulrich’i bekledi, etabı bitirmek için. Bu yıl da, yere düşerek zaman kaybeden ABD’li David Zabriske’nin hakkı olduğu gerekçesiyle sarı mayoyu giymek istemeyen Armstrong, doping ilaçlarının, şikelerin, teşvik primlerinin üzerine bir kara bulut gibi çoktüğü spor dünyasının ışığı oldu. Armstrong, özellikle ülkemiz sporcuları tarafından tekrar tekrar okunması gereken bir klasik romandır. Armstrong, spor okullarına heykeli dikilmesi gereken bir fenomendir.Armstrong, kendilerine idol arayan çocuklarımıza ezberletilmesi gereken bir şiirdir, şarkıdır, bestedir...Armstrong’u iyi anlamalıyız... Onun davranışlarını çok iyi algılamalı, çok iyi özümsemeliyiz. Onun felsefesini, dünya görüşünü, ipek bir gömlek gibi ruhumuza giydirmeliyiz...Ve hepimiz çocuklarımızı birer Armstrong olarak yetiştirmeliyiz.Sporumuz için, gelecek için, ülkemiz için...NOT: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağım için “Arka Bahçe”yi bir müddet yayınlayamayacağız.
‘’Gazozuna oyunlar!‘’
Bir zamanlar “Türk Gölü” olarak nitelendirilen Akdeniz’in çevresine dizilmiş 21 ülkenin 10 gün boyunca madalya mücadelesi verdiği 15. Akdeniz Oyunları, sevinciyle, hüznüyle, kırılan - yenilenen umutlarıyla sona erdi. 1080’i bayan 2134’ü erkek toplam 3214 sporcunun 10 gün boyunca kürsüye çıkabilmek için ter döktüğü oyunlara Türkiye, 100’ü bayan 301 sporcuyla katıldı. Ülkemiz adına bugüne kadarki en yüksek katılımın gerçekleştiği Almeria 2005’te 20 altın, 24 gümüş, 48 bronz olmak üzere toplam 73 madalya ile spor tarihimizin en yüksek sayısına ulaştık.Güreş, halter ve boks zirvedeTürkiye’nin kazandığı madalya dağılımında halter, güreş ve boks yine başı çekerken, yüzmede bir kez daha hüsrana uğramamız, bu branşta radikal tedbirler alınmasını zorunlu kılıyor. Bayan voleybolu ile basketbolunda alınan altın madalyaların yanısıra, golf ve kürekte ikincilik kürsüsüne çıkmamız ülke sporu açısından İspanya’da gerçekleşen ilklerdi. Eşref Apak, Nurcan Taylan, Atagün Yalçınkaya, Selçuk Çebi, Serhat Balcı gibi sporcularımız üstün performansları ile Oyunlar’a adlarını yazdırırken, erkek basketbolu ile voleybolu ve atletizm beklentileri karşılamaktan uzak kaldı.Bazıları için turistik gezi!Bütün bunlar oyunların bir yüzü... Diğer yüzü ise, dünya çapında sporcuların katılmaması nedeniyle mücadele kalitesinin vasatın altında kalmasıydı. Takım sporlarında da görüntü farklı değildi. Bir çok ülke ikinci, üçüncü takımlarıyla katılmıştı. Bu durum, Dünya ve Avrupa rekoru getirmezken, aynı zamanda medya ve seyirci ilgisinin düşmesine de neden oldu. Organizasyona ev sahipliği yapan ve talip olan kentlerin küçüklüğü, salonların standartların altında olması, yaşanan aksaklıklar, bazı ferdi sporlarda iki maçla altın madalya alınması da prestij kaybını hızlandıran önemli faktörlerdendi. Sonuç olarak Akdeniz Oyunları, Asya ve Pan Pasifik Oyunları gibi diğer bölgesel organizasyonların gölgesinde kalırken, amatör sporlarda bir türlü uluslararası standardı yakalayamayan ülkemiz açısından da züğürt tesellisi olmaktan öteye gitmedi. Bazıları açısından da turistik gezi olmaktan tabii!..Türkiye’nin madalyalarıYıl Yer A G B Toplam1951 İskenderiye 10 3 7 201955 Barcelona 8 3 3 141959 Beyrut 13 8 1 221963 Napoli 10 3 4 171967 Tunus 9 9 6 241971 İzmir 18 12 15 451975 Cezayir 12 11 8 311979 Split 5 5 14 241983 Kazablanka 12 5 14 311987 Lazkiye 8 9 22 391991 Atina 23 11 12 451993 Languedoc 34 20 10 641997 Bari 28 16 21 652001 Tunus 33 16 12 612005 Almeria 20 24 29 73









































