‘’Arka Bahçe‘’
Hamza!.. Şampiyon olma, vekil ol!İlahi Hamza!.. Sen hâlâ nasıl bir ülkede yaşadığının farkında değil misin? Bu ülkede şampiyon olmanın faturasını daha önce defalarca ödediğin, başkalarının da ödediğini bildiğin halde, şaşırmanın, üzülmenin bir manası var mı? Daha dün, senin yerine şikeci bir Mısırlı’yı getirmeye kalkmadılar mı? Belki hâlâ da getirmeye çalışmıyorlar mı? Sonra şampiyonluk dediğin nedir ki? Sabun köpüğü gibi! Bir varsın, bir yoksun! Böyle geçici (!) işlerle iştigal edeceğine şöyle kalıcı (!) bir şeylerle meşgul olsan daha iyi değil miydi? Mesela politikacı filan olsaydın... İlgi, alaka, itibar, dalkavukluk... Hepsi senin içindi... Hiç bir şey yapmasan da... Hatta ülkene ihanet etsen de!.. Ülkenin neresinde ne kadar protokol tribünü varsa, başköşeye sen oturtulurdun. Bütün protokol tribünleri senindi... Bak görürdün o zaman nasıl sana itibar gösteriyorlar. O seni protokolden saymayanlar, o zaman nasıl senin ayaklarına pas pas oluyorlar. “Sayın efendimiz”, “Sayın bilmem ne” diye nasıl etrafında fır fır dönüyorlar. İşte o zaman görürdün. Eğer bir şampiyon değil de, bir vekil olsaydın!.. Yanlış yolda, yanlış istikamettesin Hamza! Bir partiye kapı kulu olup, kısa yoldan şanı, şöhreti, makamı, mevkiiyi kapmak varken, sen kalkmış hala minderlerde kendini helak ediyorsun. Her gün 6 saat ölümüne antrenman yapıyorsun. Aylarca kamplarda sevdiklerinden, dostlarından uzak, esir hayatı yaşıyorsun. Ne gençliğini yaşayabiliyorsun, ne de bir sevgiliyle elele dolaşabiliyorsun. Değer mi bütün bunlar, bir madalya için! Bazılarının bir teneke parçası kadar kıymet vermediği bir madalya için!.. Değer mi, bütün bunlar?.. Makam aracı, özel şoförü, lojmanı, devletin sınırsız imkanları emrine sunulan bir vekil olmak varken, sen kalkmış şampiyon oluyorsun! Sonra da hayıflanıyorsun, “Beni neden protokol tribününe almıyorlar, bir şampiyona verilen değer bu mudur” diye... Evet budur, bir şampiyona verilen değer... Budur Hamza kardeşim... Ama şunu sen çok iyi biliyorsun ki, mayası acılarla yoğrulmuş bu halk, kimin ve neyin ne olduğunu çok iyi biliyor. O nedenle tarih Hamza Yerlikaya’yı yazacak, onu görmezden gelmeye, adını silmeye çalışanları ise bir tuvalet kağıdı gibi çöp sepetine atacaktır. Bu, böyle biline...Küfürlü bir öykü!Vaktiyle, lige fırtına gibi girip ilk 6 haftada topladığı puanlarla liderlik koltuğuna oturan bir Anadolu kulübümüzün başarısının sırrını araştırmak için genç bir muhabir servis müdürü tarafından görevlendirilir. Muhabir, kendisi gibi genç bir foto muhabiriyle birlikte sözkonusu kulübümüzün tesislerine gider. Henüz yüzde sekseni tamamlanmış olan tesisleri görünce muhabirin gözleri faltaşı gibi açılır. Başarının altında yatan temel etkenin bu olduğunu düşünür. Önce kulüp yöneticileriyle görüşür, ardından da teknik heyetle... Sıra futbolculara gelmiştir. Önce takımın en golcüsü olan gurbetçi forvet oyuncusuna gider ve röportaj yapmaya başlar. Ondan sonra sıra takım kaptanına gelecektir. Golcü oyuncuyla röportaj yapılırken, kaptan da yavaş yavaş yanlarına gelmektedir. Tam da o sırada foto muhabirinin telefonu çalar ve milli takım kadrosunun açıklandığı haberi gelir. Kaptan merakla sorar: - Bizden kimseyi almış mı?Hayır cevabını aldığında ise, omuzundaki eşofmanı yere atar ve tekmeler. Bir yandan da ağzından adeta köpükler saçarak, milli takım teknik direktörüne ağır küfürler savurur. Muhabir ile fotomuhabiri, duydukları küfürler karşısında adeta donakalır. Bu sırada röportaj teybi de açıktır. Muhabir kaptanı çağırır ve teybi dinletir. Kaptan birden telaşlanır ve:- Abi ne olur bu küfürleri sil, der.Muhabir de siler. Ancak ne var ki, küfürleri teypten silen muhabir, hafızasından silmeyi bir türlü başaramaz. Ve bir gün o Anadolu takımının kaptanı Üç Büyükler’den birine transfer olduğunda o küfürleri yeniden hatırlamak zorunda kalır. Çünkü kaptanın yeni adresi olan o İstanbul takımının başında, zamanında galiz küfürler savurduğu teknik direktör vardır. Sonradan o büyük kulübümüzün de kaptanlığına yükselecek olan futbolcunun yeni teknik direktörü hakkında gazetelere verdiği ilk demeç ise muhabire şaşkınlıktan küçük dilini yutturur: “Onunla birlikte çalışacağım için çok mutluyum. Çünkü onun karizmasına hayranım!”Not: Bu olay ayniyle vakidir.
‘’Sakaryalı Şaban!‘’
Şaklabanların baş tacı edildiği günümüz futbol ortamında bu vasıflar her ne kadar prim yapmasa da, Şaban hoca kendi değerlerini takımına aşılamış. Yeşil - Siyahlı ekip, kontrolü hiç elden bırakmadan sabırla top çeviriyor, yerden ayağa paslarla rakip alana yerleşiyor ve akabinde de organize hücumlar geliştiriyor.Oynadığı futbol belki gösterişten uzak ama TSE belgesi alacak kadar kaliteli. Dün Çaykur Rizespor karşısında da kendi klasiklerini sahaya yansıttılar. Yüzünü bir gösterip, bir kaybolan baharın kısa süreliğine tatile çıktığı ayaz bir günde Atatürk Stadı’nı dolduranların içlerini ısıttılar. Israrla gol kovaladılar. Sezonu çoktan kapatmış bir takım görüntüsündeki Rizespor’u oyunun büyük bölümünde sahasına hapsettiler. Önce stres ve heyecanlarına takıldılar ancak daha sonra açılıp birbirinden güzel gollere imza attılar. İçlerinde yıldız kabul edilebilecek tek bir futbolcu olmamasına rağmen, takım oyunu oynayarak ekip halinde yıldızlık mertebesine çıktılar.Şaban Yıldırım’ın adının hakaret olarak kullanıldığı bir ülkede görmezden gelinmesi gayet doğal ama o ve ekibi kirlenen, kirletilen futbolumuzda onur, namus ve emek timsali olmaya en yakın adaydır. Ve tanrı da doğrudan dürüstten yanadır. Eminim, ilahi adalet tecelli edecek ve Sakaryaspor’u önümüzdeki yıl da Süper Lig’de izleyeceğiz. Çünkü bunu çoktan hak ettiler.
‘’Luce'nin çırağı!‘’
Oysa Galatasaray’ın böyle bir oyuncuya su gibi, hava gibi ihtiyacı var. Zira, ne orta alanda oyunu çekip çevirecek, ne hücum organizasyonu yapacak, ne pas dağıtacak, ne de duran topları etkili kullanacak bir futbolcusu var Sarı - Kırmızılı ekibin. Rumen teknik adamın, idmanlarda çok iyi olduğu söylenen Hakan Yakın’a bu tavrını anlamak mümkün değil. Vaktiyle Lucescu da Kolombiya’dan getirilen Gonzales isimli bir futbolcuyu 6 ay boyunca bir dakika bile forma vermeden ülkesine yollamıştı. Rumen inadı dedikleri bu olsa gerek.Hagi’nin bu anlamsız tutumu nedeniyle oyun kurucusuz oynayan Galatasaray’ın, rakip ceza sahası çevresinde kullandığı bütün serbest vuruş ve kornerler kendi kalesine kontratak olarak geri dönüyor.Dün gece maçın genelinde baskılı bir futbol sergileyen Galatasaray, yanlış paslar nedeniyle az sayıda pozisyon üretirken, bunda Hakan Şükür’ün etkisiz futbolunun da rolü vardı. Tayfun ve Tolga tarafından kademeli olarak marke edilen yıldız futbolcu, en büyük silahı olan hava üstünlüğünü de kullanmaktan uzaktı.Sarı - Kırmızılı takımda dikkat çekici bir özellik de iki ön libero Ergün ve Conceiçao’nun hücuma yeterli desteği verememesiydi. Bu ikili ile forvet oyuncuları arasındaki 30 - 35 metrelik boşluklar nedeniyle Galatasaray rakip ceza alanında çoğalmakta güçlük çekti.Galatasaray’da sorunlar görünenden daha derin ve ağır gibi. Sahaya aklını, zekasını, benliğini, kişiliğini ve yüreğini koyacak futbolcu sayısı o kadar az ki... Tomas, Song ve belki Necati...Dün gecenin ilginç bir notu da Hagi’nin sonradan oyuna alacağı oyuncuları maçın başında Raşit Altun’a söylememdi. Eh... Ben bu kadar biliyorsam, rakip teknik direktörler kim bilir neler biliyordur!
‘’Nuh ve gemisi!‘’
Türk güreşi 15 yıldır Hamza ve Şeref’in yerine koyacak güreşçi yetiştiremiyor. Zaman zaman bazıları pırıltı yapsa da, arzu edilen istikrarı sağlayamıyorlar. Ata sporumuzdaki en büyük sorunlardan biri bu. Hangi branş olursa olsun, onu popüler hale getirecek, kitlelere sevdirecek, gençleri, sözkonusu spora yönlendirecek olan yıldız sporculardır. Yıldızın yoksa, sen de yoksun. Her branş yıldızı kadar parlar. Böyle giderse, Hamza ile Şeref’ten sonrası tufan gibi gözüküyor. Üstelik Nuh’u ve gemisi olmayan bir tufan! Arada sırada Nuh olmaya soyunan çıkmıyor da değil! Anı kurtarmaya yönelik palyatif çözümler üretiyorlar. Hamza ile Şeref’in hegamonyasına son verecek(!) girişimlerde bulunuyorlar. Dışarıdan, yani Mısır’dan falan şikeci güreşçi getirerek, gemilerine almaya ve tufanı bu şekilde atlatmaya çalışıyorlar. Ama Allah’ın sopası yok işte. Derdest etmeye çalıştıkları o adam çıkıyor, FILA, yeni kural, hakem - makem dinlemeden altın madalyayı getiriveriyor. Kendi değerlerine böylesine acımasız olabilen zihniyete de, hakettiği dersi veriyor.Varna’dan çıkarmamız gereken başka dersler de vardı. Öncelikle şunu söylemeliyim: Bu camiada dedikodu, çatışma, kargaşa, kaos, dünya durdukça bitmeyecek gibi gözüküyor. Çünkü hiç kimse birbirine samimi davranmıyor.“Türk güreşine hizmet etme yarışında” gibi gözükerek; makam, mevki, popülarite sahibi olmak için birbirlerinin gözünü oymaya hazır o kadar çok insan var ki, sari bir hastalık gibi sardıkları Ata sporunun bünyesini bitap düşürmüşler.Bu şartlarda, bu ortamda aslında buradan çıkan madalyalar gerçekten başarı kabul edilmeli. Ve tabii, sporcuların ve belki birkaç iyi niyetli, emektar güreş gönüllüsünün başarısı...İşte böyle. Acı ama gerçek. Ne yaparsın, realite bu...
‘’Aslan yürekli Serhat‘’
Geçtiğimiz yaz Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nde kendisinin neredeyse babası yaşındaki Ahmet Taşcı’nın sırtını yere getirip ‘en genç başpehlivan’ unvanını alan Kara, daha sonraki dönemde aynı başarısını minderde de tekrarlamış ve girdiği her turnuvadan zaferle ayrılarak milli mayoyu haklı olarak sırtına geçirmişti. Varna’ya gelirken de güreşle uzaktan yakından alakası olan herkes Kara’nın çok formda olduğunu ve altın madalyayı kazanacağını söylüyordu.Ama ne var ki 21 yaşındaki güreşçimiz mavi mayo yerine kırmızıyı giyse, ya da kura atışında kırmızı yerine mavi gelse, yeni kural gereği sağ ayağını rakibine teslim etmeyecek ve sol diz yan bağlarını koparan o zorlamaya girmeyecekti belki... Ve biz belki bu satırlar yerine onun zaferini yazıyor olacaktık. Ama hayat işte herkese yüzünü gösterdiği gibi tecelli etmiyor. Bir an geliyor, sana sırtını dönüyor, bir an geliyor, tam dibe çakılmışken zirveye çıkarıyor. Yaşamı anlamlı ve keyifli kılan da bu gel-gitler ve iniş-çıkışlar değil mi zaten?Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası’nın bu iki günlük kısır serüveninde yalnız bizlerin değil, salonu dolduran başka ulus temsilcilerinin de damaklarında kalan lezzet, hiç kuşkusuz Serhat Balcı’ydı. FILA’nın uyguladığı yeni kuralların iğdiş ettiği serbest güreşe kan veren, can katan güreşci oldu. Serhat... Mindere aklını, cesaretini, gururunu ve yüreğini koydu. Saldırdıkça saldırdı. Hep oyun yaptı, hep puan aradı. Rakiplerine bir saniye bile aman vermedi. ‘İşte güreş, işte güreşçi, işte spor bu’ dedirtti, salonu dolduran bir kaç bin sporsevere... Rus’la olan müsabakasında hakemleri de dize getirdi. Kazandığı madalya anasının ak sütü gibi helal. Minderin Varna’dan yükselen yıldızıydı genç güreşçi. Ata sporumuzun bugünkü flu görüntüsünü dağıtan geleceğe ışık tutan. Türk güreşine bir kaç Serhat Balcı daha lazım. Belki o zaman sürekli eski günleri yad etmekten kurtuluruz. Belki o zaman aydınlık yarınlara yelken açarız. Belki o zaman hapsolduğumuz kısırdöngünün sanal duvarlarını yıkarız. Belki o zaman birbirimizi yemeyiz, enerjimizi Ata sporumuzun selameti için harcarız. Yeni Serhatlar bulmalıyız, Serhatlar’ı çoğaltmalıyız.
‘’Yazı mı, tura mı!‘’
FILA’nın ilk kez büyük bir şampiyonada uygulamaya koydugu yeni müsabaka kuralları, güreşin dibine yerleştirilmiş dinamit lokumu gibi. Hakem inisiyatifini ortadan kaldırmak için pasivite uygulamasına son vererek yer güreşine sınırlamalar getiren ve güreşi tıpkı voleybolda oldugu gibi 2’şer dakikalık 2 devreden oluşan set sistemine çeviren yeni uygulamayla müsabakalar adeta itiş-kakışa dönmüş. Güreşçiler sadece ayakta birbirlerini oraya buraya iteliyor ve 2 dakikayı dolduruyor. Ya da, hasbelkader 1 puan alan sporcu, bunun üstüne yatıyor ve devreyi o şekilde tamamlıyor. Müsabakaların yüzde doksanında ise güreşciler her iki devreyi de puansız kapatarak kura atışını bekliyor. Kura atışını kazanan rakibini ayağından bağladığı için büyük bir avantaj sağlıyor. Hemen hemen bütün karşılaşmalar da kura atışını kazanan güreşçilerin galibiyetiyle sonuçlanıyor. İzleyenler, koca bir müsabakada tek bir oyun dahi göremiyor. Bu sistemde iyi savunma yapan vasat bir güreşçi, şansı yaver giderse, hiçbir oyuna girmeden altın madalya alabilir.Yeni kuralların bir başka boyutu da şu: Diyelim bir güreşçi ilk devreyi 6-0 önde tamamladı. Diğer devreyi ise 1-0 kaybetti. Durum eşitlenmiş oluyor. Uzatmada rakibine 1 puan daha verdiğinde ise müsabakayı kaybediyor. Yani totalde durum 5-2 lehine ama mağlup! Tıpkı dün Tevfik Odabaşı’nın başına gelen durum gibi.Üstelik bu yukarıda anlattıklarım, daha spektaküler olan serbest güreşin içine düşürüldüğü son durum. Bunun bir de grekoromeni var. Belden aşağısına oyun yapmak yasak olduğu için seyredilebilirlik oranı her geçen yıl düşen ve bir ara olimpiyattan çıkarılması gündeme gelen grekoromenin ne hale geldiğini Cumartesi günü göreceğiz.Dün mindere çıkan ve bekleneni veremeyen güreşçilerimiz ise ayrı bir yazı konusu. Onlara da, belki bugünkülere de ileride değineceğiz. Ama kulağınıza şunu fısıldayayım: Buradan 1 altınla dönersek öpüp başımıza koyalım!..
‘’Kontrolsüz güç‘’
Dün, ilerleyen haftalarda kabus görmek istemeyen Samsun - Malatya maçında da aynısı oldu. Seramoniye çıkarken, birbirlerine gülen, şakalaşan futbolcular maç başladıktan sonra birer birer kontrolü kaybedince karşılaşma bir anda gerilim filmine döndü.Neredeyse hiç pozisyonun olmadığı ilk yarı, kelimenin tam anlamıyla evlere şenlikti. İki takım da, ‘bu nasıl futbol, bu nasıl lig’ dedirtecek kadar acemice hareketler yaptı. Kalite olarak vasata bile ulaşamayan ilk 45 dakika bu yönüyle tam bir Türk Futbolu klasiğiydi. Aslında ikinci yarı da bir Türk Futbolu klasiği şeklinde cereyan etti. Ama olaylarıyla... Oysa, Samsun iyi başladığı ikinci 45. dakikada arka arkaya pozisyonlar buldu, ancak Ivanov ve Serkan ile değerlendiremedi. Tribünler her an ev sahibinin golünü beklerken, Kais’in lüzumsuz yere ikinci sarıyı görmesiyle bir anda dengeler değişti. Ardından, maç başından beri hırçın hareketleriyle ortamı geren Adnan, takımını 9 kişi bıraktı. Bu dakikada Feyyaz Uçar’ın kurnazlığı devreye girdi. İki sarı kartlı oyuncuları Saidou ve Murat’ı hemen dışarı alarak kırmızı kart ihtimalini yarı yarıya düşürdü. Ardından da futboldan ziyade duvar tenisine andıran bir görüntü çıktı ortaya. Maçı tek kaleye çeviren Malatya’nın atakları, Samsun’un ise inanılmaz direnci vardı 19 Mayıs Stadı’nda.Tribünler tam 35 dakika 9 kişi oynayan takımlarını gururla alkışlamaya hazırlanırken, 90+5’de gelen gol ortalığı bir anda yangın yerine çevirdi. Zira, 4 dakika uzatma gösteren hakem 25-30 saniye daha fazla oynatınca malum ‘istenmeyen görüntüler’ bir maça daha damgasını vurdu.Oysa hakem Süleyman Abay kartlar dahil birçok kararında haklıydı. Ama ne var ki, o da kontrolden çıkan futbolculara ve tribünlere ayak uydurunca tuhaf bir maça hazin bir nokta koydu.
‘’Arka Bahçe‘’
Karanlıktaki kara kedi!Sinoplu düşünür Diyojen de, bir öğle vakti elinde fenerle Atina sokaklarına çıkar ve, “Bir adam arıyorum, bir adam... Erdemli bir adam” diyerek çağının trajedisini vurgular.Yeryüzünün en meraklı türü olan insanoğlu, varoluşundan beri hep bir şeylerin arayışı içinde olmuştur. Bugünkü yüksek uygarlık düzeyi de, bu bitmek tükenmek bilmeyen arayışların sonucudur zaten... Yaşlı dünyamızdaki yaşam formatı devam ettiği müddetçe de insan aramaya devam edecektir. Ancak bu arayışlar, çağa ve ihtiyaca göre değişkenlik göstermektedir. Tıpkı, yırtıcı hayvanlardan korunmak için bir sığınak arayan ve mağarayı bulan, avlanmak ve kendini korumak için silah arayan ve mızrağı yapan, soğuktan korunmak için de sıcağı arayan ve ateşi icat eden ilk insanın arayışı ile daha hızlıyı, daha kolayı, daha fazlayı, daha müreffehi arayan modern insanın arayışı arasındaki fark gibi... Ancak uygarlık tarihini yazanlar; fiziki ihtiyaçlarını gidermek için maddi değerlerin peşinde koşanların arasından değil, insanlık ülküsünü yüceltenlerin ve doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, erdemi yaşamlarının temel amacı haline getirenlerin arasından çıkar. Ve toplumların kaderini belirleyen de bu iki kesimin çatışmasıdır, aslında...Maddi değerleri yüceltenlerin, zenginliği yalnızca para, mal-mülk, iktidar ve şöhret olarak algılayanların çoğaldığı bir toplumda çürüme kaçınılmazdır. Zira ihtiyaçları sınırsız olan insanoğlu bu durumda daha fazlasına sahip olmak için ahlak ve erdemi ayaklar altına almakta beis görmez. Süte su, rakıya zehir, zeytine boya, bala şeker, domatese hormon, kırmızı bibere kiremit tozu, tereyağına patates, kaşar peynirine nişasta, inşaat harcına deniz kumu, bürokrasiye rüşvet, demokrasiye darbe, futbola şike ve teşvik primini, olimpik branşlara doping karıştırır, yaşamını, “bir koyup üç almak” kurnazlığı üzerine idame ettirir. Vaktiyle bu ülkenin en tepe noktasındaki bir politikacının teşvik ettiği, yalan ve riyayla mayalanmış bu yaşam biçimi, zamanla salgın hastalık haline gelmiş ve çalışmadan, emek sarfetmeden, yorulmadan, her türlü etik değeri altüst ederek kazanç peşinde koşmak toplumumuzun her kesimini sarmıştır. İşte, AB kapılarında medeniyet dilenen Türk toplumunun temel hastalığı bu ahlaki çöküntüdür... Öyle ki, ekonomiden siyasete, toplumsal ilişkilerden sportif karşılaşmalara kadar her alanda kendini hissettirmektedir. Bir ülkenin futbolu, şike, teşvik primi, mafya, ilkesizlik, çapsızlıkla anılıyorsa; amatör sporları, adam kayırma, iltimas, torpil, dopingle gündeme geliyorsa; dünya kupası yolundaki milli takımı bir kaç muhterisin çekişmesine kurban ediliyorsa; adalet dağıtmak yerine başrole soyunan hakem camiaları neredeyse her branşın altını dinamitliyorsa; yönetim katındakiler iktidara gelmek için kullandıkları ilkel yöntemleri, ayak oyunlarını, koltuklarını korumak için de sergilemeye devam ediyorsa; ülkenin en elit sporcularının gözünü kör bir hırs bürüyorsa; eğitimsiz, yeteneksiz, donanımsız antrenörlerin kendi egolarını tatmin etmek için yaşlarını büyüterek öldürücü bir rekabete zorladığı altyapılardaki çocuklar, oyunun kurallarını öğrenmeden, rakibe sinsi tekme atmayı, hakemi etki altına almayı, kazanmak için her yolu mubah saymayı öğreniyorsa; o ülkede ahlaktan, erdemden sözedilebilir mi? Ömürleri o yüce değerlerin peşinde koşmakla geçenlerin, artık bu ülkede aradıklarını bulma ihtimali kaldı mı? Korkunç bir çapaçulluğun içinde kalan, giderek yalnızlaşan, çaresizleşen, kara delikte kaybolmaya mahküm ışık huznesi gibi son sürat meçhule akan bu kitle, insanı zavallılığından kurtarıp ruhi bir olgunluğa ulaştıracak olan ahlakı ve erdemi nerede bulacak?Ahlak ve erdem, bu ülkenin neresinde? Ve nasıl bulacağız? Karanlık bir odada, olmayan bir kara kediyi mi arıyoruz, yoksa gün ortasında dahi görünmeyen boş bir hayali mi? Sahi biz neyi arıyoruz ve nasıl bulacağız? Ve bulabilecek miyiz?Ligden düşmek herkesin hakkıdır!Galatasaray’ın bile!.. Eğer bir spor kulübü girdiği yarışta kötü yönetimden ve yeterli yatırımın yapılmamasından dolayı küme düşüyorsa, düşmelidir... O kulüp, o branşın öncüsüyse bile, hakkaniyet içinde sürdürülen bir yarışta geride kalıyor ve lige veda ediyorsa, etmelidir. Çünkü sportif ahlak bunu gerektirir. Sporda, bazı takımlar ebediyete kadar küme düşmeyecekler diye bir kural yoktur. Nasıl ki, Avrupa’da bir sezon şampiyon olan bir takım, sonraki sezonda küme düşebiliyorsa, Türkiye’de de düşmelidir. Galatasaray Bayan Basketbol Takımı’nın 2.Lig’e düşmesi bu bakımdan Türkiye’de bir milattır. Futbolda, geçmiş yıllarda Üç Büyükler’in küme düşme potasına geldiğinde nasıl kurtarıldığı kuşaktan kuşağa anlatılır. Bu nedenle Galatasaray’ın baskette küme düşmesi, bir tabunun yıkılması anlamına gelir. Devler de kaybetmeli. Bu, futbolda da, başka branşlarda da olmalı. Ülke sporunun esenlik dolu bir geleceğe yelken açması için herkes neyi hakediyorsa, onu almalı. Sahada kaybedenler, masada kazanmamalı. O nedenle düşmeyi hakeden Galatasaray düşmeli, kurtulmayı hakeden Burhaniye de kurtulmalı... Ve düşenler hiç ağlamadan, sızlanmadan, neden küçücük bir kasaba takımı kadar olamadıklarının cevabını aramalı, bulmalı. Adil bir yarışta nasıl küme düşüyorlarsa, yarın da şampiyon olabileceklerini bilmeli. Gerisi hamaset ve laf-ü güzaf... NOT: Umarım, Basketbol Federasyonu bir işgüzarlık yapıp takım sayısını arttırmaz. O yöndeki söylentiler havada uçuşuyor da...