Arama

Popüler aramalar

‘’Arka Bahçe‘’

Çünkü okumak; öğrenmektir...Öğrenmek; bilmektir...Bilmek; sevmektir...Sevmek; yaşamaktır...Yaşamak; varolmaktır...Varolmak; avucunun içinden bir kum tanesi gibi her an kayması muhtemel hayatına anlam katmaktır.Varolmak; giderken, kayan bir kuyrukluyıldız gibi geride iz bırakmaktır... Varolmak; toplumun belleğinde, ülkenin tarihinde, genç nesillerin hayallerinde iz bırakmak, geçmişe, bugüne çentik atmak, geleceği yenibaştan kurmaktır...O nedenle okumalısın. Varolmak için okumalısın. Olmaktan, varolmaya geçmek için okumalısın... Kendini bilgiyle donatmalısın. Bilgi; aynı zamanda güçtür, inançtır, iradedir, azimdir, acıdır, sevinçtir, hüzündür... Bilgi; kendin olmaktır. Bilgi; kendini tanımak, bilmektir...Bilgi; insanı, doğayı, eşyayı, dünyayı doğru algılayabilmektir. Bilgiden korkmamalısın, kaçmamalısın...Bilakis, bilgiyi kucaklamalısın...Ve okumamakla övünmemelisin... Spor gazetelerini okumadığını gururla (!) söylememelisin...Zira, seni sen yapan faktörlerden biri de spor medyasıdır. Biz hepimiz, bu oyunun birer parçasıyız. Birbirimize görünmez bağlarla bağlıyız. Sen olmasan, spor medyasının, spor medyası olmasa senin bir önemin kalmaz. Okumalısın; ki, bunları da öğrenebilesin... Okumalısın; ki, seni, futbolunu, gollerini, özlemlerini, düşlerini, hayallerini, hedeflerini, gururla, aşkla, şevkle yazan basın emekçilerini aşağılamamayı da öğrenebilesin... Okumalısın; ki, gol kralı olmakla, herşey olunamayacağını da öğrenebilesin...Okumalısın ve kendine gelmelisin...Ve haddini bilmelisin...Gençliğim eyvah!..“Ağaç yaşken eğilir” sözü, okuma yazmayı öğrendiğimiz anda beynimize nakşedilen en veciz ifadelerden biridir. İnsanoğlu, çocukluğunda öğrendiği, kavradığı değerlere göre yol haritasını çizer. Nasıl bir birey olacağımız, çocukluğumuzda, ergenliğimizde, hatta gençliğimizde geçeceğimiz sırat köprülerine bağlıdır. O köprüleri geçebilecek bilgi ve değerliklerle donandığımız takdirde, kendine, ait olduğu topluma ve insanlığa faydalı bir yetişkin olarak yaşamımızı sürdürürüz. Geçemediğimiz takdirde ise, yeryüzündeki varlığımız boş bir silüet olmaktan ileriye geçmez. Dünya Şampiyonası’nda mücadele veren 20 Yaşaltı Milli Takımımız’ın Ukrayna karşısında içinde düştüğü durumu görünce, gelecek adına endişelenmemek elde değil. Bu çocukların önemli bir bölümü, önümüzdeki yıllarda A Milli Takımı ve liglerimizi forse edecek. İsimlerini sık sık duyacağız. Başarılarıyla övüneceğiz, başarısızlıklarıyla kahrolacağız. Ancak ne var ki, onları sadece futbolcu olabilecek değerlerle donatmışız. Sportif kültürü, kazanma arzusunu aşılayamamışız. Çünkü, 50 dakika 10 kişi oynayan rakipleri karşısında kazanmayı, kazanarak, gönül rahatlığıyla, hiç bir hesaba kitaba bakmaksızın bir üst tura çıkmayı hedeflemediler, hedefleyemediler. Yıllar önce Galatasaray - Strum Graz, bu sezon da son hafta oynanan Kayserispor - Ankaraspor maçlarındaki gibi kendi sahalarında top çevirdiler. Al gülüm, ver gülüm... Alan razı, satan razı... Nasıl olsa bu şekilde, büyük bir aksilik olmazsa iki takım da tur atlayacaktı. Nitekim atladı da... “Amaca giden her yol mübahtır” zihniyeti bir kez daha yeşil sahada tezahür etti. Üstelik, geleceğimiz olan gençlerde... Yani, değişen bir şey yok. Değiştiren de yok...Değişmesini isteyen de...

22 Haziran 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Hayat gül kokulu sağanaktır, bazenHani, yolunu kaybedip, endişe ve korku eşliğinde meçhule doğru yol alırken, ak sakallı bir ihtiyar çıkar, gideceğiniz istikameti gösterir, tekrar size yolunuzu buldurur ya...Hani tipinin ortasında kalıp tam donmak üzereyken, karşınıza sıcacık bir ormancı kulübesi çıkar ya...Hani, son sürat uçuruma yuvarlanırken, bir ağaca takılır, dalından yakalayarak son bir gayretle hayata tutunursunuz ya...Hani, durup dururken yaşama sevincinizi kaybettiğinizde, içinizi nedensiz bir sıkıntı kapladığında, kendinizi canlı canlı mezara girmiş gibi hissettiğinizde, aniden karşınıza uzun yıllardır göremediğiniz bir dost çıkar da, yüreğinizi yakan özlemi bastırırsınız ya... Hani, karşılıksız aşka düşüp acılar içinde kıvranırken, birden bire sevdiğiniz gelip, aslında kendisinin de sizi sevdiğini ve bunu yeni farkettiğini itiraf eder, cennetin kapılarını ardına kadar açar ya...Hani, umarsız bir hastalığın pençesinde ölümü beklerken, doktorunuz gelir, yeni bir tedavi yöntemiyle iyileşebileceğinizi müjdeler ya...Hani, kör karanlığın ortasında kalıp kıpırdayamayacak hale geldiğinizde, eliniz kolunuz bağlandığında, birdenbire çıkıveren dolunayla solan umutlarınız yeniden yeşerir ya...İşte hayat bazen, en karamsar, en umutsuz, en huzursuz, en mutsuz, en kaybettiğimiz anlarımızda karşımıza mucizeler çıkarır. Bizleri tekrar yaşama döndürür. Adeta yeniden doğarız. O an, mutluluğumuzun doruk noktasına çıktığı andır. İşte içimizde yetişen bazı sporcu ve spor adamları da, hayatın karşımıza çıkardığı o mucizeler gibidir. Kokmuş, kokuşmuş bir ortamda aniden gül kokusu yüklü bir bulut gibi ortaya çıkıverirler, bir sağanak halinde üzerimize yağarlar, daralan ruhlarımızı ferahlatırlar. Tam herşeyden ümidi kestiğimiz anda, sihirli bir iksir gibi bizi yeniden hayata döndürürler. Bizleri yaşam enerjisiyle donatırlar. Geleceğe bir kez daha umutla bakmamıza sağlarlar. Aydınlık yarınlara olan inancımızı tazelerler. Yitirdiklerimizi bulmamıza yardım ederler. Işığımız, rehberimiz olurlar. Sayıları çok azdır, ama hacimleri o kadar büyüktür ki, kapladıkları, kapsadıkları alanı doldurmak imkansız gibidir. Çağdaş dünyada yerle bir olan imajımızı yaptıkları bir eylemle, söylemle tekrar düzeltirler. Koca bir toplumun elbirliğiyle bozduğunu, asaletleriyle tek başlarına tamir ederler. Tıpkı bu yıl Artun Talay’ın yaptığı gibi... Atina Olimpiyat Oyunları’nda bir çok branşta arzuladımız madalyaları alamadık, hüsranla ülkemize döndük. Kaybetmiştik, ama Talay hoca, kaybederken kazanmamazı sağladı. Ancak asillere özgü bir davranışla, Eşref Apak’ın, Pekin’de olimpiyat şampiyonu olabilmesi için kendisinden daha iyi yabancı bir antrenörle çalışması gerektiğini haykırdı. Onun sırtından rant sağlamak yerine, sporcusunun geleceğini, ülkesinin menfaatini düşündü. Bu davranışı ona, önce ülkemizde, daha sonra da dünyada Fair - Play ödülü getirdi. Haketmişti. Hakettiğini de, aldığı ödülü gururla, coşkuyla karşılamak yerine, büyük bir tevazuyla davranışının, yapılması gereken bir davranış olduğunu ve büyütülmemesi gerektiğini söyleyerek bir kez daha ispatladı. Aynı ödülü geçen yıl da, Özhan Canaydın ile Gazanfer Bilge ülkemize getirmişti.. Üç asil adam, Avrupa’nın gözündeki barbar, kaba saba, cahil, üçkağıtçı Türk imajını yerle bir ederek, yıldızımızı parlattı. Türkiye onlara minnet borçlu. Sayın Canaydın, neslinin tükenmekte olduğunu dile getirmiş. Doğrudur. Bu soylu insanların nesilleri tükenmeye yüztutmuş durumda. Ancak gerçek tükenen onlar mı, yoksa bu kuru kalabalık mı? Çoğalarak tükenen bu hoyrat kalabalık...Kendini daha fazla tüketme Ersun HocaBilgisayarıyla, istatistikleriyle, bilimsel yöntemiyle, çalıştırdığı takımlara oynattığı pozitif futboluyla hayatımıza zuhur ettiğinde; önce şaşırmış, ardında da Türk futbolunun geleceğinin emin ellerde olduğuna inanmıştık. Ve bu inancımız boşa çıkmadı. Çok kısa bir zaman içinde Türk futbolunun en üst yapısı ona emanet edildi. Ersun Yanal, basamakları tahmin edilenden de daha hızlı tırmandı. Göreve ilk geldiğinde, hemen hemen bütün kamuoyu onun arkasındaydı. Belki de gönüllerin hocası olarak o koltuğa oturdu. Ancak kısa zaman içinde Hakan Şükür’le ilgili tasarrufu nedeniyle boy hedefi haline geldi. Aslında onu hedef haline getiren, Hakan Şükür’ü Milli Takım’a almaması değil, bu konudaki samimiyetsiz tutumuydu. Nedenini, niçinini, işin doğrusunu bir türlü açıklamadı. Kriptonun içinde gizlemeyi yeğledi. Kaybedilen, her maç ve puan sonrası bu tutumu, bumerang gibi geldi onu vurdu. Yeterince aydınlatmadığı kamuoyu, ona olan inancını ve güvenini yitirdi. Aynı zamanda başta başkan Levent Bıçakcı olmak üzere, futbolumuzu yönetenlerin büyük kısmının da, basının da, belki futbolcuların da...Ersun Yanal bundan sonra başarır ya da başaramaz. Ama bu güven bunalımı nedeniyle görevde kaldığı sürece yıpranmaya devam edecek. Bu yıpranma da yeni hataları beraberinde getirecek. Yapması gereken, hırsının gerisine düşen aklını yeniden devreye sokması ve görevinden istifa etmesidir. Belki bu, kendisini yenilemesi için bir fırsattır. Unutmamalı ki, bazen karşımıza çıkan ve bize sıkıntı veren olumsuzluklar, ileride bizi bekleyen parlak bir yaşamın anahtarı olabilir. Kimbilir, bu durum da belki Ersun Hoca için böyledir. Bir düşünmeli... Yoksa ona da yazık olacak, milli takıma da...

15 Haziran 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Kudüs’e giden bir gazeteci, o ünlü ağlama duvarının önünde dua eden bir adam görmüş. Ertesi gün bakmış adam yine orada. Daha ertesi ve sonraki her gün... Durum aynı. Adam saatlerce duvarın önünde dua edip duruyor. Merak edip yanına gitmiş, adamla biraz sohbet etmiş. Adam Polonya’dan göçen bir yahudi olduğunu söylemiş gazeteciye. “Her gün gelip barış için, dostluk için, insanlık için dua ediyorum” demiş. Gazeteci sormuş: - Ne zamandan beri dua ediyorsunuz? - Geldiğim günden beri, yani 40 yıldır.- Peki kendini nasıl hissediyorsun?- Bilmem! Son zamanlarda sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var içimde.v v vHer geçen gün hayatımıza giren yeni alışkanlıkların şaşkına çevirdiği toplulumuzda, yitip gidip değerlerimizin başında “duyarlılık” geliyor, hiç kuşkusuz... Çevremizde olan bitene karşı yaşadığımız kayıtsızlık, yalnız kimliğimizi, kişiliğimizi, benliğimizi değiştirmekle kalmıyor, yarınlarımızı da ziyan edecek yeni olumsuz gelişmelerin tetikleyicisi oluyor. Çünkü bugün yaşanan herhangi bir sorun, üstüne gidilmediği, görmezden gelindiği için toplumsal dokumuzda sinsi bir hastalık gibi ilerliyor, ardından başka dokulara sıçrıyor, nihayetinde de tüm gövdeyi çürüterek devre dışı bırakıyor. Tarihin en köklü medeniyetlerine beşiklik eden Türkiyemiz’in, uygarlık yolunda sürekli patinaj yapmasının en büyük nedeni de budur, aslında... Bir türlü çözülmeyen, biriktirilen sorunlar. Ve en nihayet, biriktirenle biriktirilenlerin birbirine karışmasıyla oluşan kaotik düzen... Ülkesinin göz göre göre medeniyet trenini kaçırmasından dolayı yoğun acılar çeken duyarlı insanımızın şikayetlerinin başında yozlaşma geliyor. Ekonomiden, politikaya, eğitimden spora, her alanda kendini gösteren yozlaşmanın doğurduğu sonuçların bedelini, çocuklarımız, torunlarımız ödeyecek, ne yazık ki... Son yıllarda spor dünyamızda hızla yükselen ve neredeyse bütün sporcuların, takımların, teknik adamların, yöneticilerin şiarı olan “Başar da, nasıl başarırsan başar” anlayışı, spordaki yozlaşmanın en belirgin sonucu. Bir puan, bir madalya, bir kupa, bir kürsü için herşeyin mübah sayıldığı bir düzende, biz kalem erbaplarının işi de bir hayli zorlaşıyor. Ya olan bitene göz yumacak, bu tuhaf oyunun bir parçası olacaksın, ya da bıkmadan usanmadan yozlukları gündeme getireceksin. Değişen bir şeyin olmadığını görsen de... Duvara söylesen, buza yazsan da...Sanki şike kanıksanmış gibi...Ülkemizde, futboldan sonra en önemli branşların başında güreş geliyor. Gelmesi de normal. Son zamanlarda bazı çevreler, başka toplumlara maletmeye çalışsa da, güreş biz Türkler’in Ata sporu... Kirliliğin her alana sirayet ettiği bir ortamda güreşin de temiz kalması beklenemez, elbette. Öyle olduğu, bundan yaklaşık iki hafta önce FANATİK’te çıkan haberle teyit edildi zaten. Bulgaristan’daki şike skandalının kahramanı eski güreşçi Fatin Özbaş, olan biteni bütün çıplaklığıyla bizzat bana anlattı. Türkiye Güreş Federasyonu’nu töhmet altında bıraktı. Suçlananlar, kendilerine iftira atıldığını savundu. Ertesi gün camianın bir kısmı isyan etti. Ata sporuna yapışan bu kirin, bir an önce temizlenmesini istediler. Gençlik ve Spor Genel Müdür Vekili Mehmet Atalay olayı teftiş kuruluna havale ettiğini açıkladı. Hepsi o kadar... Bitti.Başka ülkelerde olsa ortalığı toz dumana katacak bir olay, bizde bu kadar yankı uyandırdı. Üstelik Ata sporumuzda yaşanmasına rağmen. Üzerine en fazla titrememiz, en çok özen göstermemiz gereken kendi öz sporumuzda... Ne devletin, ne güreş camiasının ileri gelenleri olayın üzerine gitti, ne de Milliyet ve Ercan Güven dışında Türk basını, Türk spor yazarı... Teftiş kurulu, gerçekten kuruldu mu, kurulmadı mı bilemiyorum. Kurulduysa nasıl çalıştığını da... Ama bildiğim bir şey var: O da, skandalın başaktörü, şike itirafını yapan Fatih Özbaş’ın ifadesinin henüz alınmadığı... Oysa ilk ifadesine başvuralacak kişi odur. Teftiş kurulu Özbaş’ın ifadesini almayacaksa, kimin alacak? Öyle anlaşılıyor ki, eveleyecekler, geveleyecekler, oyalayacaklar; sonunda da olayı, toplumun duyarsızlığına ve balık hafızasına güvenerek kapatacaklar. Bundan öncekilerde olduğu gibi... Sen sağ, ben selamet!..Bu ahvalde, güreş yazsan ne olur, yazmasan ne olur... Spor yazarı olsan ne yazar, olmasan ne yazar... Bizim ruhumuz kirlenmiş...

12 Haziran 2005, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Mazi kalbimde yaradırİnsanoğlunun varoluş serüveninde bulduğu en sihirli, en tılsımlı kelime; hiç kuşkusuz “umut”tur. Umut; bizleri geçmişten geleceğe taşıyan zaman aygıtının acımasızlığı karşısında direncimizi arttırır, dimdik ayakta durmamızı sağlar. Umut; en zor koşullarla başetmemiz için bir iksir vazifesi görür. Umut; acıların, yoklukların, yoksunlukların, yitirilmişlerin ruhumuzda açtığı derin yaraları sarmak için bir merhemdir. Umut; başarmak, zirveye çıkmak, mücadele vermek, kazanmak için ekstra bir motivasyondur.Umut; sadece fakirin ekmeği değil, zenginin de, acımasız rekabet koşullarında rakiplerine karşı en büyük enerji kaynağıdır. Umut; sağlık ve esenlik dolu günlere açılan bir ışık tünelidir. Umut; hırstır, arzudur, istektir, inançtır.Umut; refahtır, huzurdur, mutluluktur.Umut; yaşamın motorize gücüdür.İnsan umut ettiği oranda yaşar. Durumu en umutsuz hasta bile, umut ederek ölüme direnir, hayata o şekilde tutunur.Ancak ne var ki, insanoğlunun varoluş güvencesi umut, yarattığı ferahlığın yanısıra, sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilmememize de yol açıyor. Büyük bir özlemle, gelecek müreffeh günleri, daha iyiyi, daha güzeli, daha fazlayı beklerken, bugünleri ıskalamamıza, küçük mutluluklardan keyif almamamıza ve sonsuz bir hoşnutsuzluğa, mutsuzluğa itiyor, içimizde taşıdığımız umut... Boğulmamak için umut filikasına çıkarken, taşıdığımız bazı değerleri okyanusun derinliklerine bırakıyoruz, hafiflemek adına...Hayat merdivenlerini birer birer tırmanırken, attığımız her adımda geride bıraktığımız basamakları arıyoruz. İçimiz burkularak hep geçmişi anıyoruz. Zamanında farkedemediğimiz hoşluklar, avucumuzun içinden bir kuş gibi uçup gittiği için ne doğru dürüst bugünü yaşayabiliyoruz, ne de geçmişimizden kurtulabiliyoruz. Geçmiş, hiç geçmiyor aslında... Geçmiş hep yanımızda. Bir gölge gibi, peşimizi bırakmıyor. Aydınlık yarınları umut ederken bile, aslında geçmişi umut ediyoruz. Yarınlarımızın da geçmiş gibi olmasını istiyoruz. Geçmişin damağımızda bıraktığı buruk tadın yerini hiç bir lezzet almıyor. Tıpkı o yıllar gibi... Henüz teknolojiyle tanışıp, bireyleşme adına birbirimize yabancılaşmadığımız o yıllar... Hayatımıza yeni giren siyah - beyaz televizyonu seyretmek için mahallenin en zengin evine doluştuğumuz o yıllar... Yaz akşamlarında kaldırımlara kilim atıp çay demleyen annelerimizin, çocuklarının mürüvvet hayallerini kurduğu o yıllar... Bir fincanla komşunun kapısını çalıp tuz, şeker, kahve istediğimiz o yıllar... Kapılara kilitlerin vurulmadığı, herkesin birbirinin evine, bahçesine rahatça girip çıktığı, kışlık yakacakların imece usülü birlikte evlerin bodrumlarına taşındığı, hastaların komşunun sırtında hastaneye yetiştirildiği o yıllar...Komşu bahçelerden şeftali, incir çaldığımız, ev sahibine yakalanmanın tatlı heyecanını yaşadığımız o yıllar...Büyüklerden masallar dinlediğimiz, küçük yaramazlıklarımızda ise bir azarla arızalandığımız o yıllar...Aşıkların birbirine aşkını itiraf etmekten korktuğu o yıllar... Mahalle aralarında top koşturduğumuz, terli terli su içip hastalandığımız, paraladığımız ayakkabılar nedeniyle babalarımızdan azar işittiğimiz o yıllar... Sporun spor gibi yapıldığı, yenenin hakkıyla yendiği; yenilenin, bükemediği bileği öptüğü, statlarda fötr şapkalı amcalar ile siyah entarili şık ablaların birlikte maç seyrettiği o yıllar...Rakip takım taraftarlarının, kapalı tribünü kapmak için gece stat kapılarında yorgan döşek yattığı o yıllar...Şikenin, teşvik priminin, dopingin, devlet takımının lügatımıza girmediği o yıllar... Minderin, paranın kiriyle kirlenmediği o yıllar... Başarırken arsızlaşmadığımız, büyürken küçülmediğimiz, zenginleşirken yoksullaşmadığımız o yıllar... Umudun umut gibi, sevginin sevgi gibi, özlemin özlem gibi yaşandığı; yalanın, riyanın hayatımızı bu kadar teslim almadığı o yıllar...Ah o yıllar... İçimizde kaybolan o yıllar... Kaybolurken, bizi de düne hapseden o yıllar...O yıllar...

08 Haziran 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Kelebek etkisi“Kelebek etkisi” isimli bu teori, adını Edward N.Lorenz isimli bir meteoroloji mühendisinin hava durumuyla ilgili verdiği örnekten alıyor. Lorenz, bilgisayarıyla yaptığı hesaplara dayanarak Amazon ormanındaki bir kelebeğin kanat çırpmasının, Avrupa’da fırtınaya neden olabileceğini ileri sürer. Küçük bir parmak hareketiyle yıkılan bir domino taşının, milyonlarca taşı yıkabildiği “Domino Etkisi”yle de benzerlik taşıyan bu teori, insan yaşamındaki çok küçük bir ayrıntının, ileride akılalmaz büyüklükte olaylar silsilesine neden olabileceğini iddia eder. Hiç hesaplanmayan, planlanmayan, üzerinde durulmayan, önemsenmeyen bir davranış, bir karar anı, yıllar sonra karşımıza bir trajedi olarak çıkabilir. Ya da tarifi imkansız bir mutluluk... Veya yalnız bireyin değil, belki içinde yaşadığı toplumun, hatta dünyanın kaderini değiştirebilecek bir süreç... Ülkelerinin ve dünyanın kaderinde etkili olan büyük liderlerin yaşamlarının belli dönemlerinde mutlaka bu türden kırılmalar olmuştur. Onları, liderliğe, dolayısıyla insanlık tarihini değiştirebilecek makam ve mevkiiye getirecek kırılmalardır bunlar. Spor da, aslında süreç içinde ortaya çıkan, ancak pek dikkat çekmeyen ya da kaale alınmayan minimal ayrıntıların, bütüne olan etkisinden oluşur. Maç içinde herhangi bir futbolcunun yaptığı küçük bir hata, takımının hem o karşılaşmayı, hem de belki muhtemel bir şampiyonluğu kaybetmesine, hatta etkisi yıllar sürebilecek yeni bir sürecin başlamasına neden olabilir. Tıpkı, 14 Nisan 2000 yılında Beşiktaş kalecisi Fevzi’nin, Halilagiç’in verdiği geri pasını ıskalamasının, Galatasaray’ı üst üste dördüncü şampiyonluğuna, belki o moralle bir ay sonra UEFA Kupası’na taşıyacak süreci başlatması gibi... Bu olay aynı zamanda, Beşiktaş’ın uzunca bir süre bocalamasına, Fevzi ile Halilagiç’in de futbol kariyerlerinin süratle başaşağı gitmesine neden olmuştur. Burada “Kelebek Etkisi” diye niteleyeceğimiz olay, aslında Fevzi’nin ıskalaması değil, Halilagiç’in geri pasını atmaya karar vermesi ya da bir refleks olarak topu kalecisine oynamasıdır. Artık hayatımızın bir parçası olmaktan çıkıp, ta kendisi olan sporda, “Kelebek Etkisi” diyebileceğimiz bu türden binlerce, belki milyonlarca ayrıntı mevcuttur. Bizler için önemli olan, yıllar sonra doğuracağı önemli sonuçları öngörerek o ayrıntılara hükmedebileceğimiz doğru kararları verebilmektir. Kişilerin, takımların, camiaların geleceğe doğru hamle yapması veya bulunduğu yerde patinaj yaparak, rakiplerinin gerisinde kalması buna bağlıdır. Zira yaşamın içindeki herşey dolaylı ya da dolaysız birbiriyle ilintilidir. Ve birbirini tetikler. Direkt veya endirekt. İnönü Stadı’ndaki bir kelebeğin kanat çırpması, Kopenhag’da Arsenal’in başına fırtına olarak patlayabilir! Keza, ağzından çıkanı kulağı duymayan bir densiz yöneticinin kışkırtıcı bir demeci, tribünlerde önü alınamayan olaylara, kan dökülmesine, insanların ölümüne neden olabilir. Bu nedenle, birbirimizin gözünü oyarken, tepişirken, karşı tarafı suçlarken, küfürler, hakaretler ederken, eylemlerimizin ve söylemlerimizin nelere yol açabileceğini hesaplayabilmeliyiz. Ve kelebekleri unutmamalıyız! Etkisini de...Sahte çocuklar!Önce Murat isimli bir gencin Yalova’dan gönderdiği şu maili okuyalım: “Ben Yalovaspor 14-16 Yaş B - Genç takımının bir futbolcusuyum. Bursa İnegöl’de düzenlenen birinci kademe maçlarında bir üst gruba çıkmaya hak kazandık. Fakat rakibimiz Çanakkale Dardanelspor’un yapmış olduğu itirazdan sonra bu hak elimizden alındı. Bu konuda bütün suç, kardeşinin nüfus kağıdını kendininmiş gibi resimletip Yalovaspor’u oyuna getiren Ö.E.isimli takım arkadaşımızındır. Biz bu kişiyi yaklaşık 1.5 senedir Y.E. olarak tanıyoruz. Kendisinin yaşı büyük olduğu için kardeşinin kimliğini alarak lisans çıkarmış. Bu olay ortaya çıktıktan sonra vermiş olduğu dilekçede herşeyi futbolcu olabilmek için kendisinin düzenlediğini itiraf etti. Bu durumda bir suçlu aranırsa bence işin başladığı yer nüfus müdürlüğüdür. Çünkü kendi resmiyle Y.E. olarak kimliği var. Bu durumda Yalovaspor’un bir suçu var mı? Biz futbolcular ve ailelerimiz bu olaydan dolayı perişan olduk. Hiç suçu olmayan alt yapıda görevli 5 hocamız da istifa etti.” Buna benzer bir olay da geçtiğimiz hafta Fulya Stadı’nda yaşandı. Grubunu namağlup lider olarak tamamlayan Ramispor’un 12-14 Yaş Takımı, Türkiye Şampiyonası eleme maçı için Çeliktepe ile karşı karşıya geldi. Ancak sahaya çıktıklarında ağızları bir karış açık kaldı. Rakibin hemen hemen tamamı, kendilerinin fizik olarak neredeyse iki misliydi. Maç başladı. İlk yarıyı 3-0 yenik kapadılar. Üç de sakat verdiler. Sakatlardan biri kaburgaları kırıldığı için hastaneye kaldırıldı. Kemik testi yapılmadığı için itirazlarının dikkate alınmayacağını gören kulüp yönetimi, bunun üzerine ikinci yarıya çıkılmamasını kararlaştırarak çocukları sahadan çekti. Aslında Türkiye’de yapılan alt yapı liglerinde bu türden olaylar çok yaşanır. Sahte kimlikle, sahte lisansla yaşları küçültülerek sahaya çıkarılan çocukları hep biliriz, duyarız. Bu yalnız futbolda değil, bütün branşlarda karşımıza çıkan sporumuzun kanayan yarasıdır. Bu konuda suçlu olan da, yarış atı gibi yetiştirdiği çocukların başarısından kendine pay çıkarmaya çalışan üç kağıtçı, sahtekâr, cahil-cühela antrenör ve yöneticilerdir. Ve ne yazık ki, bu güruha teslim edilen çocuklar da zehirlenerek, ileride karşımıza birer canavar olarak çıkıyor. Yani en çok eksikliğini çektiğimiz Fair-Play anlayışı, daha doğmadan kürtajla alınıyor ve katlediliyor. Büyüklerimizin dikkatine!..

01 Haziran 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bilmem ki ne yazsam?‘’

Kümede kalmak için puan ya da puanlara ihtiyacı olan Kayserispor’un sahaya tek forvetle çıkarak geride kalabalıklaştığını ve kalesini kahramanca savunduğunu mu?!.Futbolcuların saha içinde birbirlerine karşı olan hoşgörüsünü mü? Kayserisporlu futbolcuların sanki kümede kalmayı garantilemiş gibi rahat oluşlarını mı?50. dakikadan itibaren orta alanda al gülüm-ver gülüm futbolu oynandığını mı?Beraberlik Kayseri’nin işine gelmesine rağmen seyircinin bile bu futbola tahammül edemeyip, ıslıkladığını mı?Hakem Mustafa Çulcu’nun adeta orta sahaya çulu serip öylesine rahat bir maç yönettiğini mi?Bilmem ki hangisini yazsam! Futbolsuz bir maça ne yazılır ki? Sonucu baştan belli bir karşılaşma için nasıl bir yorum yapılır ki? Futbol, hepimizin bildiği gibi 3 ihtimalli bir oyun, değil mi? Değil! Türkiye’de bazen üçüncü ihtimal ortadan kalkar. Duruma göre iki ya da bir ihtimal kalır. Dün Kayseri’ye beraberlik yetiyordu, onu aldı. Galibiyet gerekseydi, emin olun o da olurdu.Ankaraspor normal şartlarda Kayseri’yi yener mi? Yener, ama yenemez! Ligin sonuysa yenemez! Çıkarlar sahaya, ne suya dokunurlar, ne sabuna!Bütün bunları yazarken anlaşmalı maç yaptıklarını iddia ederek iki takımı töhmet altında bıraktığımı sanmayın. Türkiye’de futbol bu. Sistem böyle. Aslında son 10 haftada 1 yenilgi alarak kümede kalmayı hakeden Kayserispor da, Ankaraspor da oyunu kuralına göre oynuyorlar. İngiltere’de hiçbir iddiası olmayan takımlar çatır çatır futbol oynayarak rakiplerini küme düşürür ama burada böyle şeyler olmaz. Zaten Malatya’nın farklı galip olduğu haberinden sonra Kayseri’deki maçın da, futbolsuzluğun da bir önemi kalmadı. İki takım futbolcuları da, ‘Bitse de gitsek’ havasında maçı tamamladı. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine!..

29 Mayıs 2005, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bir yaka iğnesi bir can eder mi?Fabrikasında çalıştırdığı yahudi esirleri gaz odalarına göndermemek için bütün servetini harcayan Oskar Schindler (Liam Neeson), kurtardığı insanlarla vedalaşmak üzeredir. İnsanlık tarihinin en utanç verici katliamından kurtulmayı başaran esirler, kurtarıcılarının etrafında hâle oluşturur. Ona saygı ve minnet dolu, buğulu gözlerle bakarlar. Onu kucaklamak için sıraya girerler. Fabrikasında muhabesebe müdürü olarak çalıştırdığı ve kurtaracağı insanların listesini birlikte yaptığı İtzhak (Ben Kingsley), kısa bir teşekkür konuşması yapar. Bunun üzerine Schindler, “Ben ne yaptım ki” der ve kendisini götürecek olan arabasına yönelerek: “Boşa harcanan o kadar para var ki... Mesela; bu araba en az 10 insan ederdi.”Ardından elini ceketinin yakasına götürür ve yaka iğnesini çıkarıp avucunun içine alarak insanı sarsacak şu cümleyi sarfeder: “Bu iğne de, bir insan ederdi...” Bu, Schindler’in son cümlesi olur. Film boyunca karşılaştığı onca korkunç manzaraya karşı hiç bir tepki vermeyen, adeta bir sfenks gibi olanları izleyen Oskar Schindler, birden kendini paralarcasına sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Onu teselli etmek ise, ölümden kurtardığı yahudi esirlere düşer.2. Dünya Savaşı, insanın insanlıktan çıktığı, tarihin en karanlık sayfalarından biridir. Bir delinin hezeyanı, yeryüzünü kana bulamış ve milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarcasının da sakat kalmasına neden olmuştur. Ve tabii, tarifi ve telafisi imkansız acılara da... İnsan hayatının bu kadar ucuzladığı, ilk çağlarda dahi görülmemişti.Uygar Batı’nın, bundan 60 yıl önce birbirinin boğazına sarıldığı o vahşet arenasında çok şükür biz yoktuk. Uzaktan seyrettik. Yaşadıklarından ders alan Avrupa, bir daha böylesi acıların yaşanmaması için demokrasi ve insan hakları ekseninde bir düzen kurmaya çalışıyor. Biz de onların medeniyet trenine binmek için kapılarında yatıyoruz. Ancak bunu yaparken, uygarlaşacağımız yerde, onların terkettiği alışkanlıkları yaşam biçimi haline getiriyoruz.Onların dibe vurduğu 1939-1945’te, Oskar Schindler bir yaka iğnesine bir insanın hayatını satın alabiliyordu. Bizde ise artık bir insanın yaşamı, bir yaka iğnesi kadar bile etmiyor. Bugünün Türkiyesi’nde insan hayatının karşılığında koca bir “hiç” yazıyor. Bir hiç uğruna can almaktan çekinmeyen canilerin ülkesi haline geldik. Sokaklar psikopat kaynıyor. Her an bir masumun canını almak için ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar. Ölümün nereden ve kimden geleceğini kestiremiyoruz. O kadar savunmasız, o kadar aciz duruma düştük ki, ufukta bir Schindler’imiz de gözükmüyor.Kapkaççısı, gaspçısı, hapçısı, tinercisi; onların baronları, patronları, polisin gözünün içine baka baka can yakıyor.Adam düğün yapıyor, silahla yanındakini vuruyor. Aklınca eğleniyor! Bir diğeri, takımı kupa aldığı için kendini sokağa atıyor, ter ter tepiniyor, ağzından salyalar saçarak bağırıyor, çağırıyor. Bu da kesmiyor, silahını çekiyor, sağa sola ateş ediyor; balkonlardan çocuk cesetleri düşüyor. Bir başka alçak da, rakip takımın pencere kenarına asılı bayrağını görüyor ve o bayrağa ateş açıyor. Bayrağın arkasındaki çocuğu gözünden vuruyor. Sonra da gaza basıp gidiyor. Arkasına bile bakmadan...Bu güruh; sokaklarda, statlarda, salonlarda, caddelerde, eğlence mekanlarında... Her yerde... Hayatımızın tam orta yerinde... Bizi teslim almış, bir köşeye sıkıştırmış durumda...Bu ülkeyi AB’ye sokma iddiasında olanlar da, bütün bu olan biteni seyrediyor. Türbandı, din devletiydi, laiklikti gibi sanal gündemlerle toplum katmanlarını birbirine düşman ediyor. En kutsal hak olan, insanın yaşama hakkının böylesine gaspedildiği bir düzenle din devleti olsan ne yazar, laik devlet olsan ne yazar.Çağdaş uygarlık düzeyini yakalayamadıktan sonra...Hagi’nin arkasından teneke bağlayanlar!Fenerbahçe’ye kaybedilen maç ve dolayısıyla yitip giden şampiyonluk sonrası bir gazetemiz, “Hagi şutlandı” şeklinde manşet atmış. Aslında toplum olarak bugün içinde bulunduğumuz sorunların temelinde de, hayatımıza egemen olan bu vahşi ve acımasız dil yatıyor. Sözkonusu gazetenin şutladığı (!) Hagi, bu ülkenin gelmiş geçmiş en iyi yabancı futbolcusudur. Beş yıl boyunca yalnız Galatasaray’a değil, ülke futboluna da büyük hizmetleri geçmiş, büyük bir sporcudur. Bu ülkenin tarihi boyunca gördüğü en büyük futbol zaferinin baş mimarlarından biridir. Futboluna, oyun zekasına, taraflı - tarafsız herkesin şapka çıkardığı, gönüllerde taht kurmuş bir yeşil saha sihirbazıdır. Gençlerin, çocukların idolüdür. Adını altın harflerle futbol tarihimize yazdırmıştır.Gelgelelim, aynı Hagi teknik direktörlüğünde bugün itibariyle futbolculuğu kadar başarılı olamamıştır. Normaldir. Hayat, inişlerden, çıkışlardan, gel - gitlerden ibarettir. Dün başarılı olan, bugün başarısız olabilir. Lakin, aslolan saygıdır. Başarılı olduğu zaman nasıl alkışlıyorsak, başarısızlığında da o kadar saygı duymalıyız. Hagi de bu saygıyı hakeden, başlıca spor fenomenlerimizden biridir. Zamanında onun futboluyla, başarısıyla tiraj ve reyting yapanların, başarısızlığında bu kadar zalim olmaya hakları yoktur. Bu dünya, etme bulma dünyasıdır. Bir gün birileri de onlara karşı zalim olur...

26 Mayıs 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Öyle sarhoş olsam ki, bir daha hiç ayılmasamHiç bir şey duymasam, hissetmesem, görmesem, hatırlamasam... Hiç kimseyi, hiç bir şeyi bir daha farketmesem, hiç kimse de beni farketmese... Sızsam bir köşede, kalsam... Sonsuza kadar öylesine uyusam... Hiç acı çekmesem, hiç içim sızlamasa... Vurulmasam, kırılmasam, yaralanmasam, örselenmesem, kahrolmasam, sarsılmasam, yıkılmasam, iğfal edilmesem, dumura uğramasam, ağlamasam, düşlerim kurumasa... Hiç şahit olmasam; İnsanın insanlıktan çıktığı, sokaklardaki, statlardaki, salonlardaki o meşum sahnelere... Anaların namusunun salyalı ağızlarda sakız gibi çiğnendiği lanet futbol mabedlerine...Namusluların, namussuzlar kadar cesur olamadığı, tırstığı, sindiği, kendi kabuğuna çekildiği, korkusunun esiri olduğu, hakkın, hakkaniyetin zalimlerce gaspedildiği, ayakların baş, başların ayak olduğu, ayaktakımının sokakları teslim aldığı, ciğeri beş para etmeyenlerin adam yerine konduğu kahpe düzene... Hiç tanımasam; Kendi çıkarları, ihtirasları, iktidarları uğruna sporu ölümcül bir oyuna, tribünleri de yangın yerine çeviren, ilkesiz, çapsız, sığ, şark kurnazı, bezirgan tipli yönetici müsvettelerini... Rakibini, rakip olarak değil de, ezeli ve ebedi bir düşman olarak gören, küçük yaşlardan itibaren o şekilde koşullandırılan, sahaya çıktığında bir terminatöre dönüşen, saha dışında da mafyanın himayesine giren, ilkel, cahil, hırt, züppe futbolcu sürüsünü... Bir kaç günlük göstermelik kurslarla teknik adamlık diploması edinen, ardından da çeşitli kulüplerin, lobilerin, cemaatlerin, siyasi partilerin çatısı altına girerek iş kovalayan, bin bir katakulli ile meslektaşlarının ayağını kaydıran, her devrin adamı olarak hiç bir zaman hayatımızdan çıkmayan, hacıyatmaz teknik direktörleri... Bir madalya, bir kaç yüz altın uğruna kendini kobay haline getiren amatör sporcuları, onları bu işe teşvik eden, kullanan, bedenlerini ilaç deposuna çeviren, ihtirası aklının önüne geçmiş arsız, hayasız antrenörleri...Hiç anlamasam, bilmesem; Dünyanın, içine düştüğümüz kuyu ağzı kadar olmadığını... Bizimkinden farklı, bizimkinden daha müreffeh, adaletin hakça dağıtıldığı, insanın insanca yaşayabildiği, kavganın yerini barışın, ilkel dürtülerin yerini saygının, sevginin, tevazunun, aldığı uygar toplumların varlığını...Keşke hiç olmasam;Türkiye’de bir sporsever, bir spor gönüllüsü, bir spor muhabiri, bir spor yazarı... Bir insan...Bir sarhoş olsam... Hem de öyle bir sarhoş olsam ki, bir daha hiç ayılmasam... Sızsam, bozkırdaki yalnız bir ağacın dibinde; uzun, upuzun bir rüyaya yatsam... Kaybolsam rüyalarımda... Ve geri dönmesem...Son kale de düştü...Oysa bir umuttu, nimetti, bayraktı... Gökte yalnız gezen bir yıldızdı... Alacakaranlığın sonunu müjdeleyen bir tanyeriydi... Bizden biri değildi, sanki... Her geçen gün biraz daha pespayeleşen spor dünyamızın içine ansızın zuhur ediverdi. Adeta ‘Mehdi’ydi... Önce şaşırdık, inanamadık. Sonra ona biat ettik. İlkelerine, prensiplerine, Fair-Play anlayışına sımsıkı sarıldık. “İşte bizi uygar dünyaya taşıyacak yönetici modeli budur” diyerek geleceğe daha güvenle bakmaya başladık. Onunla biraz kıpırdamıştık, üzerimizdeki ölü toprağını atmıştık. Ona sahip çıkıyorduk, üzerine titriyorduk. Varlığı, bize huzur veriyordu.Lâkin, rüya çabuk bitti... Umudumuz bir kez daha kırıldı. Ona benzeyeceğimize, onu kendimize benzettik. Bir kez daha birbirimizi sonsuza kadar yiyeceğimiz, gözümüzü oyacağımız, kendi kalın duvarlarımızın arkasına çekildik. Gördüğümüz, çölde serapmış meğer... Yine susuz kaldık, dilimiz damağımız kurudu... Sayın Özhan Canaydın!.. Sizi önce bir Galatasaray taraftarı, ardından bir spor yazarı olarak en fazla takdir eden, seven, sayan, başarmanızı canı gönülden isteyen sporseverlerden biri olduğumu düşünüyorum. Hatta sizin bu dünyaya ait olamayacak kadar iyi bir insan olduğunuzu da... Ancak son günlerdeki icraatlarınız, bir başka deyişle; icraatsızlığınız, Aziz Yıldırım’a edilen küfürleri önleyemeyişiniz, önlemek bir yana, “Neden bana değil de, ona küfür ediliyor” diyerek adeta o küfürleri hakediyormuş izlenimi vermeniz, Özhan Canaydın kimliğiyle bağdaşıyor mu? Bu, siz olamazsınız. Gönlümüzün sultanı bu değil. Belki sürç-i lisan ettiniz, belki ağzınızdan kaçtı. Ama telafi edebilirdiniz. Etmediniz. Sadece üzüldüğünüzü söylediniz. Üzülmek yetmez, Sayın Başkan!.. Sizin başkanı olduğunuz bir kulübün seyircisi bu kadar müptezel olmamalı. Yok, “Eğer o sözünü ettiğin, bir kaç kendini bilmez” diyorsanız, o zaman onlara haddini bildirmek, en başta sizin göreviniz. Türk futbolunun modern şövalyesine, Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın’a yakışan budur. Eğer bunu yapmazsanız, Galatasaray’ı layık olduğu seyirci kitlesine kavuşturmazsanız, kulübünüzü dünyanın bir numaralı markası da yapsanız, nafile... Bugün Ali Sami Yen’de Aziz Yıldırım’a küfür edilir, yarın da Şükrü Saraçoğlu’nda size... Rüzgar eken, fırtına biçer!..

18 Mayıs 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI