Arama

Popüler aramalar

‘’Fatih Hoca!.. Eğme, eğil‘’

İnsan eğilecekse, saygıdan eğilmelidir. Hele söz konusu olan ‘Galatasaray Başkanı’ysa; eğilip yerden selamlamalıdır onu... Çünkü Galatasaray’ın başındaki kişi, kişi olmaktan çıkar. Kurumsal bir kimlik kazanır. Karşısında eğilmeniz gereken de o kimliktir zaten. Nasıl ki, zamanında koca bir ülke Galatasaray Teknik Direktörü Fatih Terim’in karşısında eğildiyse, Fatih Terim de Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın karşısında eğilmelidir. Ona saygıda kusur etmemelidir. Mesela, onunla konuşurken ayağa kalkmalıdır. Onu karşısında eğmemelidir. Galatasaray gelenekleri bunu gerektirir. Tevazu bunu gerektirir. O Galatasaray ki, Fatih Terim’i Fatih Terim yapan yüce bir kurumdur. Evrensel değerler bütünüdür Galatasaraylılık. Türkiye’nin çağdaş yüzüdür. Ülkenin aydınlık geleceğidir. O nedenle, ‘Galatasaray Başkanlığı’ da toplumun en saygın kimliğidir. Aynen Galatasaray Teknik Direktörlüğü gibi...Bir Galatasaraylı, sizin Özhan Canaydın’a Ali Sami Yen’de yaptığınızı, 2000 yılında size yapsaydı, neler hissederdiniz. Bir Galatasaraylı’nın, teknik direktörüne böyle bir davranışta bulunmaya hakkı olabilir mi? Buna izin verir miydiniz? Vermezdiniz elbette... O halde kendinizde de bu hakkı bulmamalısınız. Bulmamalıydınız. Yanınıza Galatasaray Başkanı geldi mi, onu layık olduğu, hak ettiği şekilde karşılamalısınız. Karşılamalıydınız. Ama yapmadınız. Şişmiş egonuz baskın geldi. “Ben karşımda Galatasaray Başkanı’nı bile bükerim” dediniz. Ve öyle yaptınız. Belki zirveden düşmüş olmanın verdiği ezikliği bu şekilde ödünlediniz, egonuzu böyle tatmin ettiniz ama bilir misiniz ki, asıl kazanan sizin karşınızda eğilme nezaketini gösteren Özhan Canaydın oldu. Aslında sizin karşınızda eğilerek size unutamayacağınız bir ders verdi. Tabii alabilirseniz...Heyhat, insan yenilgilerde acı çeker. Acı çektikçe olgunlaşır. Olgunlaştıkça tevazu sahibi olur. Ama ne var ki bu süreç sizde farklı işlemiş. Acılarınız kibir olmuş, gurur olmuş, bir koza gibi sizi sarmış, içinize hapsetmiş. Tarih yazarken, bazı değerleri de tarihe gömmüşsünüz. Anılarda bir renk, damaklarda bir tat, yüreklerde ince bir sızı olarak sonsuza kadar yaşatacak sizi Sarı - Kırmızı renklere gönül verenler...Ama bir de şu narsizminiz olmasa...

29 Mart 2005, Salı 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Vurgun!Vurgun yiyen dalgıç eğer yaşıyorsa, basınç odalarında tedavi görür. Şanslıysa yeniden hayata döner. Ama felçli bir birey olarak... Genellikle hayatın meşakkatli yüzünden kaçmak için suyun dinginliğine sığınan insanoğlunu metrelerce derinlikte bekleyen “mavi ölüm” yalnız denizlerde mi olur? İnsan, yer yüzeyinde de vurgun yemez mi? Çok sevdiği, çok saydığı, çok değer verdiği, çok emek sarfettiği, gözünün nuru gibi baktığı biri tarafından arkasından hançerlenen insan ne hisseder? Uğradığı ihanetin acısıyla bedeni ve ruhu kaskatı kesilen, yüreği kavrulan, ömrü savrulan kişinin vurgun yemiş bir dalgıçtan farkı var mıdır? Kendine, topluma, insanlığa faydası olsun diye bin bir güçlükle yetiştirdiği, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği, üzerine tir tir titrediği, etrafında sımsıcacık bir sevgi halesi yarattığı biricik evladı tarafından azarlanan, horlanan, dövülen, sokağa terkedilen ebeveynlerin dramını nasıl izah edebiliriz? O anne-baba can evinden vurulmuş gibi olmaz mı? Daha müreffeh bir hayat yaşamak için oy verip iktidara getirdiği politikacı, ülke kaynaklarını yağmaladığında, eşine-dostuna, hırsıza-ursuza peşkeş çektiğinde, vatandaş nasıl bir halet-i ruhiye içine girer? Ülkenin gençleri silahlandırılıp birbirini sokaklarda bir kuş gibi avladığında, kardeş kardeşi kırdığında; ardından gelen yabancı menşeli darbelerle geleceği elinden alınan toplumların yaşadığı travmanın, vurgundan bir farkı var mıdır? Binlerce yıldır, onlarca medeniyete beşiklik eden bir coğrafyanın doğusundaki ve güneydoğusundaki yoksul aile çocukları kandırılıp, kışkırtılıp silahlandırılarak dağa çıkarıldığında, askere kurşun sıktırıldığında, Ay-Yıldız’a sarılı tabutlar birer birer musalla taşına konduğunda, bir ülkenin onuru, namusu olan bayrağı, kendi vatandaşı tarafından sokaklarda yakılmak istendiğinde; o ulusun başına gelenin adı nedir? Bundan daha ala vurgun olur mu?Bu toprağın bağrından çıkarak uluslararası arenada başarılı olduktan sonra kendini bir sevgi çemberi içinde bulan; devletiyle milletiyle herkesin bağrına bastığı, ilgi gösterdiği, öpüp kokladığı, inci tanesini muhafaza eden istiridye gibi sarıp sarmaladığı, bütün imkanların daha büyük zaferler için uğruna seferber edildiği, elinin sıcak sudan çıkarılıp soğuk suya sokturulmadığı bir sporcu, “Başka ülkeler bana daha fazla para veriyor, çeker giderim” diye ülkesini tehdit ettiğinde; damarlarımızda dolaşan kan çekilir mi, çekilmez mi? Böylesi bir vurgunun tedavi edileceği bir basınç odası var mıdır? Varsa, ve o basınç odasına girecek kadar hayatta kalabildiysek, oradan sağ çıkabilir miyiz, çıkamaz mıyız? Aslında, bütün bu yaptıklarından sonra Süreyya Ayhan’a artık “git” demeliyiz. Nereye istiyorsa, oraya gitmeli. Türk insanının sevgisini daha fazla istismar etmemeli. Diğer bütün sporcuları incitmek pahasına kendisine sınırsız imkanlar sunarak olimpiyata hazırlayan ve ne yazık ki verdiğinin karşılığını almak bir yana, bir de eşi tarafından azarlanan, aşağılanan devletinin itibarını daha fazla sarsmamalı. Bir an önce valizini toplayıp başka ülkelerin bayrağı için koşmalı. Zira, her şeyi affeden bu toplum nankörlüğü ve ihaneti hiç affetmez. Dopingli çıkan sporcuyu bile bağrına basar da, kendi ülkesi dururken, başka ülkeler için yarışanları, yarışmakla tehdit edenleri asla unutmaz. O nedenle Süreyya Ayhan ve sevgili eşi Yücel Bey, arzuladıkları zaferleri elde etmek için, kendilerine komplo kurulmayacak (!) diğer ülkelerin yolunu tutmalı. Oralarda, burada kendilerine verilen imkanların iki mislini bulacaklardır, hiç kuşkusuz. Belki daha başarılı da olacaklardır. Ama bu sevgiyi, bu ilgiyi, bu hoşgörüyü asla bulamayacaklar. Tabii, nankörlük ederek vurgun yedirecekleri bir devleti ve toplumu da...Karlı kayın ormanında bir pencere, sarı sıcakBu ülkede futbolun kirliliği üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Yalnız kirlenmekle kalmayıp, gelecek nesilleri de kirleten futbol, soğuk bir kış günü yolumuzu kaybettiğimiz, canlıların can suyunun çekildiği ıssız ve ürkütücü bir ormana benziyor. Ölümden öte bir yer olmayan beyaz bir cehenneme... Ancak kanımızı donduran, derimizi kavuran bu soğukta, zaman zaman içimiz ısınmıyor da değil... Büyük kulüplerimizin, parmak atan, rakibini tekmeleyen, yüzüne tüküren, hakemi tartaklayan futbolcuları için her türlü etik değeri yerle bir ettiği şu ortamda, 2.Lig takımlarından Muğlaspor, rakibine kasti tekme atan futbolcusunun sözleşmesini tek taraflı olarak feshettiğini açıkladı. Kulüp başkanı Mustafa Hükkamoğlu, Spor Toto Fair - Play Komitesi ve Futbol Federasyonu’ndan “Mavi Bayrak” ödülü aldıkları bir günün ertesinde yaşanan bu olayı kabul etmelerinin mümkün olmadığını belirterek, centilmenliğin kendileri için esas olduğunu ifade etti.Tüm kulüplerimize örnek olması gereken bu davranış, yolumuzu kaybettiğimiz devasa ormanda karşımıza çıkan bacası dumanlı bir avcı kulübesi gibi... Nazım Hikmet’in o meşhur mısralarında belirttiği: “Kayınların/ arasında/bir pencere/sarı sıcak.” Girip yerden selamlamalıyız, hane içindekilerini...

24 Mart 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Konsantrasyon‘’

Saha içine gelince; Zemheri soğuğuna rağmen stadı dolduran taraftarın coşkusu, geçen hafta Olimpiyat Stadı’nda bir grup varoş lümpeninin yuhaladığı Hasan ve Arif’e yapılan sevgi gösterisi tribünlerin bu maça hazır olduğunun göstergesiydi. Saha dışı ve saha içindeki olumlu atmosfer Galatasaraylı futbolcuları da tetiklemiş olacak ki, maça fırtına gibi başladılar. Ankaraspor’u sahasına hapseden ve zengin hücum varyasyonlarıyla pozisyon üstüne pozisyon üreten, 2 de gol bulan Galatasaray, ilk yarının ortalarından itibaren, konsantrasyonunu kaybedince, kendini bir anda kâbusun ortasında buldu. Bu bölümde kalesinde 2 gol gören Cim Bom’u yeniden maça ısındıran Mondragon’un Erman ile birebir kaldığı pozisyonda 3. golü önlemesiydi.İkinci yarıdaki görüntü de ilk yarıdan farksızdı. Başlama düdüğüyle birlikte yine rakibinin üzerine çullanan ve arka arkaya bulduğu gollerle 2 farklı skor üstünlüğünü yakalayan Galatasaray’ın konsantrasyonu bir kez daha düşünce, Başkent ekibi Mondragon’un kalesini zorlamaya başladı. Ancak ne var ki, Tita’dan başka hücum silahı olmayan Ankaraspor’un yapacak fazla birşeyi yoktu.Dün geceden çıkarılacak bir ders de şuydu: Devre arasında adeta bir piyango gibi gelen Ribery, Hasan Şaş ve Arif gibi demode futbolcuların modern futbolda yerinin olmadığını ispatlar gibiydi...

21 Mart 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Sızı!..Umarsız bir aşkla sevdiğim bu ülkede sık sık içim sızlar benim... Çapsız iktidarların, yolsuzlukların, hortumların, suistimallerin, zümre oligarşisisinin, gelir dengesizliğinin, sosyal adaletsizliğin kurbanı milyonlarca yoksuldan birini gördüm mü; yüreğime, iki tarafı keskin bir bıçak gibi ince bir sızı saplanır. Onlar; çöpten yiyecek toplarken, parasızlıktan ilaç alamazken, tedavi olamazken, çocuğunu okutamazken, ölen bebelerinin cesedini ambulans verilmediği için karton koli içinde evlerine götürürken, bir kaç kuruş ucuza ekmek yiyebilmek uğruna halk ekmek büfelerinin önünde saatlerce bekleşirken, belediye çadırının kapısında bir kap yemek için kuyruğa girerken, hastane önlerinde sersefil olurken, görevliler tarafından itilip kakılırken, horlanırken, azarlanırken, dövülürken, aşağılanırken, küçük düşürülürken, başlarını öne eğerken, utançtan yüzlerini kaparken; ben dayanamam, sızım sızım sızlar her tarafım...Yoksullardan sonra bir de çocuklar sızlatır beni... Cami önlerine terkedilen kadersiz çocuklar... Sığındıkları yuvalarda tacize, tecavüze uğrayan zavallı yetimler, öksüzler... Sokaklarda mendil satan, iki ayağının arasına sıkıştırdığı tartısıyla beton zemin üzerinde soğuktan tir tir titreyen, ellerinde çaputlarla cam silmek için kavşaklarda bekleyen araçların önüne atlayan, hırsızlığa, yankesiciliğe, kap kaça zorlanan, katran koyusu gecelerin ıslak bir yorgan gibi örttüğü tenha sokaklarda talan edilen biçareler... Hepsi, ama hepsi, bedenimi, ruhumu lime lime eden sızılarımın sebebidir. Yalnız yoksullar ve çocuklar mı? Aşklarını, hülyalarını, dostlarını, sevdiklerini, hayallerini, düşlerini, umutlarını heybelerine doldurarak gittikleri Güneydoğu’da, bedenleri bir cemre gibi toprağa düşen gencecik askerler, subaylar; onların anne-babaları, kardeşleri, sevenleri... Trafiğe, vurdumduymazlığa, ihmale, cehalete kurban giden binlerce bahtsız... Onlar da birer sızı olur, onulmaz yaralar açar yüreğimde... Ve haksızlığa, adaletsizliğe uğrayanlar... Üzerlerine basılanlar... Verdiği emeğin karşılığını alamayanlar... Bu ülkeye, bu topluma yaptıkları hizmetlerin karşılığında küfür yiyenler, hakaret edilenler, yuhalananlar, kadri kıymeti bilinmeyenler... Onlar da vücudumun bir parçasına çentik atan birer ince sızıdır. Tıpkı Hasan Şaş ve Arif gibi... Bundan bir kaç yıl önce Türk futbolunu Avrupa’nın ve Dünya’nın zirvesine taşıyanların içindeydiler. En öndeydiler. En cesuru, en gözüpeki, en cevvali onlardı. Bu ülkenin onuruydular, gururuydular. Milyonları sokağa döktüler, sevinçten ağlattılar. Türkiye’nin, Türk’ün, Galatasaray’ın ismini yeryüzünün her köşesinde dağa taşa yazdırdılar. Altın çağın, altın çocuklarıydılar. Sonra yoruldular. Formdan düştüler. Her şeyin sürekli devindiği, değiştiği bir çağda bir daha eskisi gibi olamadılar, ama canları gibi sevdikleri Galatasaray’a hizmet etmeye devam ettiler. Çünkü orası, onların yuvasıydı. Ve bir gün o yuvalarında saldırıya uğradılar. Hem de kendi yandaşları tarafından. Bir zamanlar, sayelerinde yedi düvele meydan okuyan, şişinen, övünen, gururlanan, kibirlenenler, şimdi koro halinde onları yuhalıyor, küfür ediyor, gitmelerini istiyordu. Onlara, meslek hayatlarında başlarına gelebilecek en acı olayı, kendi taraftarları yaşatıyordu, Atatürk Olimpiyat Stadı’nda... İşte o anda bir sızı daha eklendi, diğer milyonlarca sızıma... Yalnız benim mi? Onların anne babalarının, sevenlerinin, dostlarının, sağduyu, vicdan sahibi, kadirşinas herkesin... Oysa, futbolculuklarını, oyun stillerini sevsek de sevmesek de, onlar bu ülkede gerçekleşen futbol devriminin en önemli savaşçılarındandır. Ve her devrimin önce kendi evladını yemesi gibi, bir çırpıda harcanıverdiler. Yazıktır, günahtır, ayıptır... Bunu yapanlar, bir gün utançlarının içinde boğulacaktır. Eğer utanacak yüzleri ve vicdanları varsa tabii...Ödül töreni değil zaman tüneli...Önceki gün, Ankaragücü’nün eski başkanı Nevzat Karataş’ın merhum oğlu adına kurduğu Gökçe Karataş Vakfı’nın şahsıma bahşettiği, “Yılın Spor Gazetecisi” ödülü için Ankara’daydım. Devlet Konukevi’nde yapılan törenin yapıldığı salona girdiğimde yaşanılan izdihama önce bir anlam veremedim. Ancak vakfın, spor, sanat ve eğitim alanında başarı gösterenlere verdiği ödülleri ve bu ödülleri almaya hak kazananları görünce ilginin ve yoğunluğun sebebini kavradım. Kimler yoktu ki? Efsane başkanlar Süleyman Seba, Faruk Süren... Olimpiyat Şampiyonları Gazanfer Bilge, Ahmet Ayık, Mustafa Dağıstanlı... Son şampiyonlar Halil Mutlu, Taner Sağır, Korhan Yamaç... Çekiçteki zaferin mimarları Eşref Apak, Artun Talay... Golfte ilk uluslararası başarımıza imza atan gencecik sporcular Yasin Yıldırım ve Nejla Gerçek... Gazeteci ağabeylerim Togay Bayatlı, Korkut Göze... Ve daha nice ünlü ve saygın konuk... Törene gelenler, kendilerini adeta bir zaman tünelinin içinde hissetti. Bu seçkin topluluğu bir araya getiren Karataş ailesine bu vesileyle bir kez daha başsağlığı diliyor, genç yaşta kaybettikleri oğullarını saygıyla anıyorum.

17 Mart 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Düşse de kurtulsak!‘’

Futbolun içinde olan tüm unsurlar sanki çok temizmiş gibi sadece İstanbulspor’un adı şike ve teşvik primi söylentilerinde ön plana çıkarılıyor. Bariz hakem hatalarıyla puanları gaspediliyor, bir sfenks kadar sessiz ve sakin hocası çileden çıkarılıyor, ardından tribüne yollanıyor. Federasyon tarafından kendisine verilen saha bakıma alınıyor, koca istanbul’da başka saha yokmuş gibi amatör maçların oynandığı Vefa Stadı’na yollanıyor. Rakip Üç Büyükler’den biri olsaydı, acaba federasyon Vefa’da Süper Lig maçı oynattırabilir miydi? Hatta İstanbul o kadar gözden çıkarılmış ki, maç esame listesine bile futbolcuların ismi elle yazılmış. Basacak matbaa bulamamışlar anlaşılan! Belli ki, İstanbulspor’un her yıl küme düşmesini bekleyenler bu sezon muradına erecek! Hep beraber kurtulacağız, asırlık çınardan! Dün, bu ahval ve şerait içinde Yılmaz Vural takviyeli Ankaragücü’nün karşısına çıkan İstanbulspor, içinde bulunduğu namüsait şartlara rağmen, sahada iyi mücadele verdi. Cezalı Yalçın’ın yerine stoper oynatılan Saffet Akyüz’ün yeğeni Serhat Akyüz, gelişen Ankaragücü atakları karşısında adeta dalgakıran gibiydi. Ancak ne var ki, diğer arkadaşları kendisine ayak uyduramayınca takımı iki gol yemekten kurtulamadı. İleride ise Alex Yordanov klasını konuşturdu. Bir gol attı, bir şutu da direkten döndü. Arkadaşlarına iyi servisler yaptı, ancak onu anlayan çıkmadı! Ankaragücü’nde ise, Yılmaz Vural etkisini hemen hissettirmiş. Sahaya üç forvetle çıkan Yılmaz Hoca, oyuncu değişikliklerinde de tercihini forvet oyuncularından yana kullandı ve bunun semeresini de fazlasıyla aldı. Başkent ekibinde, geride İsmet, orta alanda Evren oyuna ağırlığını koyan futbolculardı. Genellikle orta alan mücadelesi şeklinde geçen ve beraberlik kokan karşılaşmada fırsatları daha iyi değerlendiren Ankaragücü, kendisi için çok önemli bir üç puan alırken, rakibine kümede kalma yolunda ağır bir darbe vurdu. Bize de, ligin en az gol atan iki takımının maçında üç gol görmenin şaşkınlığını yaşamak düştü!

10 Mart 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Kendi gölgesine sığınan toplum...İnsanı sığınmaya iten nedenlerin başında, korku ve paranoyanın tetiklediği kaçış sendorumu gelir. Hayatından hoşnutsuzluk, mutsuzluk, çekilen yoğun acılar, yaşanan travmalar, elem ve keder de sığınma isteği doğuran diğer faktörlerdir. İlk insan, hayatta kalma dürtüsüyle mağaralara sığınmıştır. Çağlar ilerledikçe, savaşlardan ve zalim diktatörlerin baskısından kurtulmak için evlerin ve toprağın altına sığınaklar inşaa etmiştir, yeryüzünün efendisi... İnsanın, kendini, kendi cinsinin kötülüklerinden korumak için elleriyle yaptığı sığınaklar günümüzde varlığını koruyor elbette... Ancak sığınma dürtüsü, öz itibariyle biçim ve içerik değiştirmiştir. Yoğun çaresizlik duyguları eşliğinde yaşanan sığınma ihtiyacı kişiden kişiye farklılık gösterir. Kimi alkole, kimi dine, kimi ideolojilere, kimi düşlere, kimi hayellere, kimi akla, kimi bilime, kimi ailesine, kimi dostlarına, kimi otoriteye, kimi kendi içine sığınır. Kimi de, küçük kardeşim Yusuf Turhan gibi kendi gölgesine... Sığınmaya çalıştıkça kendinden kaçan gölgesine... Tahsil hayatının yarısından fazlasını acımasız koşulların hüküm sürdüğü yatılı okullarda geçiren Yusuf, oralarda çektiği acıları, korkuları, yaşadığı düşkırıklığını, travmayı, yazdığı bir denemede başlığa çıktığı tek bir cümle ile özetlemişti: “Gölgesine sığınan çocuk.” Yazarlık yeteneğinin benden daha iyi olduğuna inandığım sevgili kardeşimin, örselenmiş, zedelenmiş, yaralanmış bir hayatı özetlediği bu kısacık cümlesinin peşinde yıllarca koştum. Aslında hiç bir yere sığınamamak, orta yerde, her türlü saldırıya açık olmak anlamına gelen bu nafile çabayı, kendime ve içinde yaşadığım topluma uyarlamaya çalıştım. Ve aslında hepimizin, kaderimizi belirleyenlerin zulmünden kaçmak için kendi gölgemizden başka sığınacak yeri kalmayan birer çaresizler ordusu olduğu sonucuna vardım. Çünkü, seren direği kırılan bir yelkenli gibi açık denizlerde oradan oraya savrulan bu toplum, dönem dönem çeşitli limanlara sığınmaya çalışmıştır. Kah ABD’ye sığınmış, kah milliyetçiliğe... Bazen laiklik mendireğinin arkasına çekilmiş, bazen de köktendincilik... Ancak korunmak için girdiği her limanda bir parçasını, bir umudunu bırakarak, yeni sığınaklar aramıştır kendine. Akla ve bilime sığınmayı bir türlü düşünemeyen bu yaralı toplumun son yıllardaki korunağı ise futbol oldu. Galatasaray’ın tarihi başarısıyla, “nihayet” güvendeyim dedi. Ancak asıl hezimeti burada tadacağını anlaması için fazla beklemesine gerek kalmadı. Huzur bulmak için sığındığı futbol, toplumun ruhunda ideolojilerden daha fazla yaralar açtı. Toplum yaralandıkça, bilincini de yitirmeye başladı. Ve bizleri, son sürat yokuşaşağı yuvarlayan, kimliğimizi, kişiliğimizi, değerlerimizi yitirmemize neden olan malum televizyon programları devreye girdi. Son limandan demir almadan önce aşağıdaki satırlara bakmakta fayda var... “Biz nerede hata yaptık” diyebilmek için... Yıllardır Türk futbolunun içinde hakemlik, yorumculuk, spor yazarlığı gibi üst düzey görevlerde bulunan Erman Toroğlu’nun, TBMM Sporda Şiddet, Şike ve Haksız Rekabetin Önlenmesine İlişkin Komisyon’da yaptığı açıklamalardan satır başları sunuyorum: - “Şike herkesin gözünün önünde yapıldı. Diyarbakır - Elazığ maçında şike, Rize - Akçabat karşılaşmasında herhalde yanılmıyorsam aynı hesap. Türkiye’de adalet mekanizması kanaatle küme düşürebiliyorsa, düşürselerdi. - 10 gündür teşviğe aracılık eden konuşuluyor, teşviği veren Aziz Yıldırım hiç konuşulmadı. Hadi konuşsanıza, gitsenize üstüne. Arkada dev var çünkü. O aysbergin üstü. - “Futbolda para var, mafya da var”- “Federasyon seçimlerine karışan mafyaya devlet ‘burada ne geziyorsun’ demedi”- “Eski Federasyon Başkanı Haluk Ulusoy hakem tayin etti”- “Eski MHK Başkanı Bülent Yavuz’u futbolun yanından geçirmem, ama TRT’de yorum yapıyor”- “Çelik ve Uzun’un kellesi uçuruldu”Şimdi söyler misiniz?.. Sığınacak neyimiz kaldı ki?.. Kendi gölgemizden başka...Zaman Gazetesi’nden özür diliyorum...Geçtiğimiz hafta bu köşede, “Zaman Gazetesi’nin ayıbı” başlıklı bir yazı kaleme aldım. Yazımda Zaman Gazetesi’nin dağıttığı, “Yılın Sporcuları Ödülleri”nde haksızlık yapıldığını, Paralimpik Oyunları’nda biri altın, biri bronz olmak üzere iki madalya alan engelli atıcı Korhan Yamaç’ın da ödüle layık görülmesi gerektiğini belirttim. Ödülü okurların verdiğini bildiğim için, Yamaç’ın, Zaman tarafından aday gösterilmediğini ve bunun için seçilmediğini ileri sürdüm. Benim bu sonuca varmama neden olan, gazetenin internet sayfaları üzerinde yaptığım araştırmaydı. Ertesi günü, mail kutuma gönderilen aday listesini görünce yanıldığımı anladım. Demek ki yeteri derecede araştırmamışım. Korhan Yamaç da aday gösterilmiş, fakat okur seçmemişti. Zaman Gazetesi Spor Servisi’ne yaptığım haksızlık nedeniyle tarifsiz bir üzüntü duydum. Birçoklarına göre kısa sayılabilecek 12 yıllık gazetecilik yaşamımda ufak tefek bazı hatalarım oldu. Ancak ilk kez bir camiayı rencide edecek bu çapta bir hata yaptım. Bundan dolayı haksız yere suçladığım Zaman ailesinden ve yanlış bilgi vererek yanılttığım siz okurlarımdan özür diliyorum. Affola...

09 Mart 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Trabzonspor bir başkaldırıdır‘’

Prometheus, bir dana kurban eder ve yenilebilir etlerini hayvanın iğrenç görünümlü midesine doldurur. Yenilemez olan kemiklerini ise iştah açıcı yağa saklar ve Olimpos’a çıkar. Zeus’un bunlardan hangisini seçtiğine göre paylaşım yapacaktır. Zeus, hemen güzel görünümlü yağı seçer, ancak içinden sakatat çıkınca küplere biner. Prometheus’u ve onun hayat verdiği insanları cezalandırmak için yeryüzündeki ateşi saklar. Ateşi elinden alınan insanlar soğuktan ve vebadan kırılır. Çok üzülen Prometheus, dışı ıslak ama içi kuru olan bir bastonla Olimpos Dağı’na giderek sopayı ateşe tutar. Ateş içten içe yanmaktadır, fakat dışardan bakıldığında farkedilmesi mümkün değildir. Bu sayede Prometheus ateşi insanlara geri götürür. Bunun üzerine çılgına dönen Zeus, Prometheus’u Kafkas Dağı’na zincirler. Her gün bir kartal gelip akşama kadar Prometheus’un karaciğerini didikler. Ancak karaciğeri bütün gece tekrar yenilenir. Kartal, sabah gelir ve yemeye devam eder. Bu işkence böyle her gün sürüp giderken, Zeus’un oğlu Herakles (Herkül), babasının da rızasıyla kartalı öldür, zincirleri kırar ve onu kurtarır. Çünkü insanları Zeus’un adaletsizliğinden koruyan Prometheus, aynı zamanda ileriyi görebilen bir kahindir. Kayserispor’un, bir hafta içinde iki kez karşılaştığı Fenerbahçe önünde içine düştüğü durumu görünce, Trabzonspor’un, Anadolu futbolu için ne ifade ettiği bir kez daha ortaya çıkıyor. Yalnız Kayseri değil, Üç Büyükler’le karşılaşan diğer Anadolu takımları da, İstanbul dükalığı karşısında her geçen yıl biraz daha acizleşiyor. İstanbul - Anadolu arasında makas giderek açılıyor. Gerek seyre doyum olmayan futboluyla, gerek yarattığı ambiansla, gerekse lekesiz, tertemiz galibiyetleriyle futbolseverleri 20-25 yıl öncesine götüren Trabzonspor, bugün bir kez daha Anadolu’nun gururudur, onurudur, umududur. Fenerbahçe’nin neredeyse dörtte bir bütçesine sahip olmasına rağmen, soluğunu her geçen hafta rakibinin ensesinde hissettiren Trabzonspor, Karadeniz’den yükselen bir feryattır, isyandır, başkaldırıdır. Türk futboluna sunduğu yıldızları, her yıl birer birer İstanbul tarafından didiklenmesine rağmen, yeniden yeniden yıldız üreten, şanlı bir direnişin sembolüdür Trabzonspor...Trabzonspor, Üç Büyükler’in karşısındaki yegane güçtür. Trabzonspor, İstanbul oligarşisi karşısında dumura uğrayanların, ezilenlerin, adalet arayanların “Prometheus”udur. Trabzonspor, her türlü zorbalık karşısında dahi pes etmeyen, direnen Karadeniz insanının dilinden sonsuza kadar düşmeyecek klasik bir şarkıdır. Trabzonspor, bir sevdadır, tutkudur. Bu aşkın ateşi, Trabzonlu’nun yüreğinde hiç sönmemelidir. Çünkü Türk futbolunun kurtuluşu, onun başarısına bağlıdır. Gün, kenetlenme günüdür...

05 Mart 2005, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Ömrünüz kaç ömre bedel?Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük teknik direktörlerinden biri olan Fatih Terim, Galatasaray’ın hüsranla kapadığı bir sezonu anlatan “Eski Açık Sarı Desene” isimli belgesel filmde, futbol oyunuyla ilgili şöyle bir özeleştiri yapıyor: “Bazı şeyleri çok mu abartıyoruz? Çok mu önemsiyoruz? Çok mu kaale alıyoruz? Neden futbolu bir savaş haline getiriyoruz? Bunu hep düşünürüm.” Ekmeğini, şöhretini, servetini, kısaca herşeyini futbola borçlu olan bir insana bu soruları sordurtan nedenleri düşünmenin, hatırlamanın, hatırlatmanın bugün tam zamanıdır aslında... Elbirliğiyle katlettiğimiz, çürümüş bir cesede çevirdiğimiz futbolun, hayatımızı daha fazla zehirlemesine fırsat vermeden... Futbolu masaya yatırmalıyız, bizlere ne kattığını, bizlerden neler aldığını sorgulamalıyız. Futbolu neden bu kadar önemsediğimizi, hayat-memat meselesi yaptığımızı, niçin yaşamın bir parçası değil de, ta kendisi olarak algıladığımızı, basit bir oyunu nasıl canavara çevirdiğimizi sormalıyız, kendimize, birbirimize... Uygar dünya futbolla eğlenirken, neden biz bu oyunun içinde helâk olup gidiyoruz? Bu öfke, bu gözüdönmüşlük, bu kendinden geçmişlik, bu cinnet, bu travma, bu düşmanlık, neden? Bu dünyada bir nefeslik yer bulabilmişsek, bunun tadını çıkarmak, ömrümüzün her anını dolu dolu yaşamak yerine, bir oyun yüzünden neden hayatı kendimize zehir ediyoruz? Bize bahşedilen bu ömrü, niçin bu kadar hoyratça harcıyoruz, içini manasız çekişmelerle dolduruyoruz? Bir ömrümüz varsa ve yeterince uzunsa, bundan haz almak yerine, dünyayı kendimize zindan etmenin anlamı nedir? Hiç düşündünüz mü, ömrünüzde kaç ömür var? Bir görünüp, bir kaybolanları, bu dünyaya teğet geçenleri gözönüne aldığımızda, aslında uzun bir hayat bahşedildiği için kendimizi şanslı hissetmemiz ve ona göre yaşantımıza anlam katmamız gerekmiyor mu? Ömrümüz kaç ömre bedel? Kaç ömürlük hayat yaşıyoruz? Bir mi, bir kaç mı, bir çok mu? Yoksa onlarca, yüzlerce, binlerce mi? Yaşamının baharında Güneydoğu bataklığında şehit düşen gençleri ömrümüze katarsak, kaç ömür yaşamış oluruz? Ya da bu dünyada bir kaç gün kalıp giden bebeleri, heder ettiğimiz çocukları... Veya bir günlük ömrü olan kelebekleri, bir kaç saat yaşayan su sineklerini... Aslında bir ömürde kaç ömür barındırmış oluyoruz? Bizim yerimizde olmak için herşeyini feda etmeye hazır bunca canlı varlık varken, neden elimizdeki cevherin kıymetini bilmiyoruz da, bir futbol oyunu için birbirimizin gözünü oyuyoruz? Bir ömrümüz var, bir kaç ömre bedel... O ömrü boşa harcamayalım. Lütfen!..Zaman Gazetesi’nin ayıbıTiraj bakımından ülkenin önde gelen gazetelerinden Zaman, bir kaç yıldır yılın sporcularını, spor adamlarını, olaylarını seçiyor. Geçtiğimiz günlerde 2004 yılının en başarılılarını açıkladılar ve Lütfi Kırdar’da düzenlenen görkemli bir törenle ödüllerini verdiler. Seçime Fenerbahçe damgasını vurdu. Aralarında Atagün Yalçınkaya, Taner Sağır, Şeref Eroğlu gibi isimlerin olduğu diğer branşlardaki bazı sporcular da ödüle layık görüldü. Hatta, “dünyada yılın sporcusu” seçilen Mısır’ın Olimpiyat Şampiyonu güreşçisi Karam İbrahim de geceye getirildi. Bütün bunlara kimsenin itirazı olamaz. Ancak, Paralimpik Oyunları’nda Türkiye’ye ilk altın madalyayı kazandıran engelli atıcı Korhan Yamaç’ın hatırlanmaması, yapılan seçime leke sürdü. Seçimi yapan Zaman okurları... Fakat asıl sorumlu Yamaç’ı aday dahi göstermeyenlerdir. Neden aday gösterilmediğini bilemiyoruz tabii... Engelli sporu, spordan sayılmadığı için mi, yoksa milli sporcunun taşıdığı üniformaya karşı duyulan alerjiden mi? Bir açıklasalar da, biz de buradan okurlarımıza duyursak...Anadolu Ajansı’nın habercilik anlayışı!Anadolu Ajansı’nın iki gün önce servise verdiği haberi aşağıda aynen sunuyorum: “Türkiye Bisiklet Federasyonu’nca düzenlenen ‘Kulüplerarası Bisiklet Yol Yarışmaları’ Mersin’in Silifke İlçesi’nde yapıldı. Türkiye’nin değişik 20 ilinden gelen kulüplerden 45’i bayan 165 sporcunun katıldığı organizasyonda, genç erkekler 70, genç bayanlar 50, yıldız erkekler 50 ve yıldız bayanlar 40 kilometrelik parkurda yarıştı. Yarışmalar sonunda, dereceye girenlere ödüllerini ve madalyalarını Silifke kaymakamı Sefa Çetin, Belediye Başkanı Bayram Ali Öngel ve Emniyet Müdürü Ömer Özçelik verdi. Belediye Başkanı Öngel, bisiklet yarışmalarına ev sahipliği yaptıkları için mutlu olduklarını ifade etti.” Haber bu... Haber mi, yoksa kaymakamın, belediye başkanının, emniyet müdürünün basın bülteni mi, belli değil. Bir yarış yapılıyor ve bu yarışı kim kazanıyor, haberde yok. Ama kaymakamın, belediye başkanının, emniyet müdürünün isimleri, demeçleri var. Ehh... Bir ajans devlete bağlıysa, dolayısıyla siyasi iradenin hegemonyası altındaysa, yapacağı haber de bu kadar olur. Yarışları kim kazanmış, kimin umurunda!..

03 Mart 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI