Arka Bahçe

Haberin Devamı ›
Ben seni nedensiz sevdimAslında “neden”in olduğu yerde sevgi yoktur. Menfaat ilişkisi vardır. Sevgide “neden”, “niçin” sorularının karşılığı hiç bir zaman olmaz. “Çünkü” diye cevap veremezsin, “neden seviyorsun”, “niçin o” sorularına... “Bilmiyorum” dersin, sadece “bilmiyorum”. Gerçekten de bilemezsin. Cevabı olmayan sorular bütünüdür; sevgi, aşk... Koşulsuz bağlanmaktır. Ruhunu, benliğini, bedenini kayıtsız şartsız teslim etmektir. Öncesini, sonrasını, geçmişi, geleceği düşünmeden... Ve nihayetinde bir süreçtir. Başı ve sonu olan... Bazı aşklar vardır; ömrü bir tırtıl kadardır. Başlar ve derhal biter. Bir varmış, bir yokmuş misali... Yaz aşkı gibi, tatil kaçamağı gibi... Ama öyle aşklar da vardır ki, yıllar boyu sürer. Ömür tüketir. Sen bitersin, o bitmez. Seni öylesine sarmalamıştır ki, son nefesini verene kadar gönüllü tutsağısındır onun. Onunla yatarsın, onunla kalkarsın, onunla yaşarsın, onunla ölürsün. Yediğin yemekte, içtiğin suda, soluduğun havada, gördüğün düşte, kurduğun hayalde, döktüğün gözyaşında, titreyen kalbinde, çektiğin acıda, beyninin kıvrımlarında, ruhunun derinliklerinde, kılcal damarlarında, sevincinde, tasanda, hüznünde hep o vardır. Hayatın anlamı, bütünüdür o...İşte taraftarlık da kelimenin tam anlamıyla budur. Kulübün sırtından rant sağlayan holiganlar ve tribün çeteleri değil elbette taraftarlıktan kastım. Gerçek takım taraftarından sözediyorum. Takımlarının gönüldaşlarından... Almadan verenlerden, karşılık beklemeden sevenlerden... Galibiyette içi yaşama sevinciyle dolan, mağlubiyet halinde acı çeken, ama yenilse de, yense de takımlarına tutkuyla bağlı olanlardan... Onlar ki; kah yönetici olurlar transfer yaparlar, kah teknik direktör olurlar taktik verirler, kah futbolcu olurlar gol atarlar, gol tutarlar. Yağmurda, çamurda, karda, kışta, kıyamette asla takımlarını yalnız bırakmazlar. Her maç öncesi tatlı bir heyecan sarar bedenlerini, yürekleri bir kuş gibi pır pır eder. Evde, işte, sokakta, sinemada, duşta, alışverişte; bulundukları heryerde geçmiş ya da gelecek maçı yaşarlar. Bir an bile akıllarından çıkmaz. Sık sık mutlu geleceğin hayallerini kurarlar, şampiyonluklar, kupalar kazandırırlar takımlarına... Biraraya geldiklerinde hayallerini anlatırlar birbirlerine... Gözlerinin içi parlar, anlatırlarken... Kötü bir varsayım dile getirildiğinde ise, içleri ürperir, bedenleri titrer. Tahtaya vururlar; tık, tık, tık... “Allah korusun” derler.Sosyologlar, filozoflar, psikologlar, psikiyatristler, din adamları bu işi çözmek için onyıllardır kafa yorarlar. Gözlem yaparlar, deneye tabi tutarlar, kendilerince bir takım açıklamalar getirirler. Lakin bugüne kadar kesin sonuca varan çıkmamıştır. Çıkmayacaktır da... Tıpkı aşkın kimyasını, mantığını çözen birinin çıkmadığı gibi...Her taraftar için tuttuğu takım bir aşktır. Nedeni, niçini olmayan umarsız bir aşk. Gerçek aşk. Bu öylesine güçlü bir bağdır ki, insan büyük tutkuyla bağlandığı bir başka insanı terkedebilir de, sevdiği takımını terkedemez. O sevgi onunla birlikte mezara kadar gider.Tribünlere huzur getirmenin yolu, bu gerçeği algılamaktan geçiyor. Yani, takımlarına büyük bir aşkla bağlı olan tutkulu taraftar ile kulüp yandaşlığını ranta çevirerek menfaat sağlayan asalakları birbirinden ayırmaktan...Ne kadar özgürlük o kadar başarı...Bir topluma gelişmişlik yolunda ivme kazandırmanın yolu, özgür bireyler yetiştirmekten geçer. Okulda, evde, kulüplerin altyapısında... Her nerede olursa olsun, çocuğu yasaklarla hayata hazırladığın anda, ürkek, korkak, özgüveni eksik, yetenekleri körelmiş, tutucu bireylerin oluşturduğu kapalı bir toplumun temelini atmış olursun. Ve o toplumun demokrasi içinde geleceğe uzanması mümkün değildir. Demokrasi elbette sınırsız özgürlük değildir. Bilakis, başkalarının özgürlüklerini ihlal etmemek için ortaya konan kurallar bütünüdür. Günlük yaşantımızı, çalışma koşullarımızı, eğitimimizi düzene sokan da bu kurallardır. Kural yoksa, demokrasi de yoktur. Ancak ne var ki, barış ve huzur içinde birarada yaşamımızı, çalışmamızı, yetişmemizi sağlayacak bu kuralları koyarken, bazen kantarın topuzunu öylesine kaçırıyoruz ki, otorite adı altında faşizme kayıyoruz. Hemen hemen her Türk, özellikle okul yaşantısında çeşitli faşizan yöntemlerle karşı karşıya kalmıştır. Okullarımızın hala bu konuda oldukça sabıkalı olduğunu söyleyebiliriz. Çalışma hayatımız da farklı değildir. Bilhassa küçük işletmelerde ustalarının burnundan getirdiği çıraklar, kendilerini yeterince geliştiremedikleri gibi, yıllar sonra kendisinin yanında yetişecek olan bir başka çırağa hayata zehir edecek bir yetişkine dönüşüyor. Bu kısırdöngünün en büyük tahribatı da, sıradan faşizmin içselleştirilmesidir. Bütün bunları anlatmamın nedeni ise, Trabzonspor’un altyapı koordinatörü Mustafa Akçay’ın küçük futbolculara koyduğu kurallardır. Bu kuralların büyük bölümüne itirazımız yok. Gerekli de... Ancak şapka, küpe, zincir takılmayacak, düşük bel pantolon giyilmeyecek, uzun saç bırakılmayacak, cep telefonu taşınmayacak, bordo-maviden başka renk t-shirt giyilmeyecek gibi yasaklarla çocukların kişisel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, tam da yukarıda açmaya çalıştığımız sıradan faşizmin içselleştirilmesinin tipik bir örneği. Merak ediyorum. Sayın Akçay acaba sabahları tesislerin kapısında traş makinesiyle bekleyip, saçı uzun olanların kafasında tren yolu açmayı da düşünüyor mu?Kemaliyelilere selam olsun...Sevgili Kemaliyeli öğrenci okuyucularım... Duydum ki, benim yazılarımı okullarınızda panolara asmışsınız. İlginize, sevginize ne kadar teşekkür etsem azdır. Son iki yılda çeşitli kuruluşlardan sekiz ödül kazandım. Ancak aldığım en büyük, en anlamlı ödül, sizin bu teveccühünüz oldu. Beni Kemaliye’ye davet etmek istemişsiniz. Bunun için mailler atmışsınız. Ama maillerinize cevap alamayınca doğal olarak üzülmüşsünüz. Şunu bilmelisiniz ki, cevaplayamamamın nedeni maillerinizin bana ulaşmaması.Ersin Danacı öğretmeniniz durumdan haberdar edince ben de üzüldüm. Bundan sonra daha sağlıklı ve sık iletişim kurmak dileğiyle... Yüreğiniz aydınlık, yolunuz açık olsun...