Arama

Popüler aramalar

‘’Taklacı kuş!‘’

12 yıldır dünya minderlerini kasıp kavuran Hamza Yerlikaya, her zaferi sonrasında iri ve ağır cüssesine rağmen havada takla atarak seyirciyi muhteşem bir rituelle selamlıyor. “En iyisi, en değerlisi, en büyüğü benim” diyor. “Asrın Güreşçisi” ünvanını boşuna haketmediğini dosta - düşmana ilan ediyor. 17 yaşında kariyer merdivenlerini tırmanmaya başlayan Hamza, 29’una kadar 2 Olimpiyat, 2 Dünya, 7 de Avrupa Şampiyonluğu elde ederek, güreşseverleri tam 11 kez taklalarıyla selamladı. Şampiyon, 12. taklasını da dün attı. Üstelik finaldeki rakibi olan ev sahibi güreşçinin seyircisi önünde... Her türlü baskıya, uğultuya, hakem oyunlarına rağmen Hamza Yerlikaya, Varna’daki Avrupa Şampiyonluğu’nun ardından aynı yıla bir de Dünya Şampiyonluğu sığdırarak son yıllarda yerle yeksan olan Türk güreşinin onurunu kurtardı. Kurtarmakla kalmadı, ulaşılmaz, erişilmez olduğunu bir kez daha kanıtladı. Tüm müsabakalarında rakiplerine karşı ezici üstünlük sağlayan “Asrın Güreşçisi”, tüm şampiyona boyunca mağrur, gururlu, kendinden emindi. Güzeller güzeli Budapeşte’den de bir Kral geçti. Güreş ülkesi Türkiye, son 10 yıldır Hamza Yerlikaya ile anılıyorsa, bu boşuna değil. O taklalar da boşuna değil. Anlayana da, anlamayana da, anlamak istemeyene de...

03 Ekim 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Spor hayattır‘’

İşte Aydın Polatçı’nın ki de böylesi bir hikaye. Anadolu’nun çorak ikliminde hayat serüvenine başlayan Polatçı adını ilk duyurduğunda 1998 yılıydı. Bratislava’da Avrupa Şampiyonu olduğunda henüz 18 yaşındaydı. Dev cüssesi ve acı kuvveti nedeniyle otoriteler tarafından minderin yeni Karelin’i olarak ilan edilmişti bile... Ancak Anadolu saflığını üzerinden atamayan Polatçı, başarıyı hazmedemeyince inişli-çıkışlı bir grafik çizmeye başladı. Bir türlü istikrar yakalayamadı. Önce Zekeriya Güçlü ile milli mayo rekabetine girdi. Bu savaşta ikisi de yıprandı. Ardından trend avcısı sporcu simsarlarının eline düştü. Sponsor olunacağı vaadiyle kandırıldı. Uzun süre kendisini sömürenlerin oyuncağı oldu. Borç batağına itildi. Kendini bir türlü mindere veremedi. Borçlarını ödeyebilmek için çalmadık kapı bırakmadı. Çareyi yağlı güreşte buldu. Bir kaç kuruş için kıraç bölgelerdeki çayırlarda gelecek aradı. Gel-gitli sporculuk serüvenine bütün sıkıntılarına rağmen bir Avrupa Şampiyonluğu ile birer Olimpiyat ve Dünya üçüncülüğü sığdırdı. Ne var ki bunlardan çok daha fazlasını yapabilecek kapasiteye sahip olmasına karşın, bir türlü kendi olamadığı için beklenen patlamayı yapamadı.Zamanla minderden uzaklaşan ve ağırlığını çayıra veren Polatçı için Recep Kara’nın çıkışı yolun sonu gibiydi. Kara’ya her platformda kaybeden ve Ay-Yıldızlı mayoyu kaptıran Aydın Polatçı, minderden kopmuştu ki, rakibinin talihsiz sakatlığı onu yeniden milli takıma kazandırdı. Ancak bu kez de Akdeniz Oyunları şampiyonluğuyla yurda dönerken, uçakta hostesi taciz ettiği iddiaları ile gündeme geldi. Bu olay onu hiç olmadığı kadar yıprattı. Kendini aklayana kadar yoğun çaba sarfetti. Yeniden kafasını güreşe verdiğinde ise Dünya Şampiyonası kapısını çalmıştı.Aydın, hikayesinin devamını Budapeşte minderinde yazdı ve tarihe bir çentik attı. Hem kendi, hem de ülkesi adına...Bu hikayeden çıkarılacak çok dersler var. Önce kendisi o dersi almalı, ardından sporun içindeki tüm unsurlar. Ve tabii ki genç kuşaklar.

29 Eylül 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Müjde doping çıkmayacak!‘’

Darısı haltercilerin ve atletlerin başına!.. Şaka bir yana meselenin özü başka. Beni tanıyan, tanımayan herkes iyi ve dürüst insan olduğumu iddia eder. Ben de öyle olduğumu iddia ederim! Peki bu benim, Kemal Derviş’in yerine Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü’nün başına geçmem için yeterli karineler midir, sizce? İyi ve dürüst insan olmak erdem midir? İyilik ve dürüstlük bir insan için artı değer mi olmalıdır? Onu diğerlerinin bir adım önüne geçiren... Olmamalıdır. Zira iyi ve dürüst olmak erdem değil, insan olmanın bir gereğidir. Eğer kendimizi insan sınıfına sokuyorsak bu iki özelliğe zaten sahip olmalıyız. Sahip değilsek o zaman kimse insanlıktan söz etmesin.Nicedir, içi çürümüş kof bir ağaç gibi yıkılmayı bekleyen toplumumuzda, ‘iyi ve dürüst’ kavramları insanlara Tanrısal nitelikler katıyor. İyi ve dürüst olmasından başka hiç bir niteliği olmayan insanlar salt bu iki özelliğe sahip oldukları için Türkiye’de makam-mevkii sahibi oluyor. Hatta başbakan bile olabiliyorlar! Haketmedikleri halde... Bilgi, birikim, tecrübe, akıl, zeka, liderlik, karizma, empati, ihtisas, yetenek gibi niteliklerle donanmış bir birey olmak, bir yerlere gelmek için yeterli olmuyor ne yazık ki... Sahtekarlığın, riyakarlığın, dolandırıcılığın, hırsızlığın kol gezdiği bir ülkede dürüstlüğe özlem duyanlar; dürüst bir insan gördüler mi, mal bulmuş mağribi gibi saldırıyorlar. Haklılar belki, ama yanılıyorlar işte. Siyasi kadrolaşma, adam kayırma, ahbap-çavuş ilişkisi meslenin ayrı ve daha önemli bir boyutu. Ve başlı başına bir yazı konusu...Güreş Federasyonu Başkanı Recai Ustaoğlu’nun, Serbest Güreş Milli Takımı Başantrenörü İsmail Nizamoğlu ve ekibindeki diğer antrenörlerin iyi ve dürüst olduğuna şüphemiz yok. Ama gelinen nokta, sahip oldukları bu özelliklerin, Türk güreşini yönetmek için yeterli olmadığını gösteriyor. Zira bu iş organizasyon ister, planlama ister, strateji ister, öngörü ister, uluslararası ilişkilerde beceri ister, kararlılık ister, cesaret ve güç ister...Olayın vahametini daha iyi kavramanız açısından size iki örnek vereyim: Takımdaki en büyük madalya umudu Ahmet Gülhan’ın hayati önem taşıyan müsabakasında kenardaki iki antrenörden biri (!) kafilenin masör-malzemecisiydi. Şimdi, ‘hem masör, hem malzemeci, hem de antrenör nasıl olur’ dediğinizi duyar gibiyim. Ben de işte yukarıda bunları anlatmaya çalıştım. Keza, Fatih Çakıroğlu’nun aynı önemdeki müsabakasında ise antrenörler karşılaşma başladıktan 1 dakika 15 saniye sonra minder kenarına geldi. Yani Fatih müsabakanın dörtte birinden fazlasında antrenörsüz güreşti. Nasıl, iyi mi?Türk güreşi son sürat uçuruma yuvarlanıyor. Bunun önüne geçmek için devrim gibi kararlar gerek. Ama ne var ki, karar mercii de yukarıda saydıklarımızdan pek farklı değil ki...Ne yazık ki öyle... Acı ama gerçek...

28 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gürsoy'dan ahde vefa‘’

Sahip olduğu değerleri büyük bir hızla tüketip, ardından unutması nedeniyle sık sık balık hafızasına atıfta bulunulan Türk toplumunun, son yıllarda yaşadığı erozyonda en büyük tahrifatı ‘ahde vefa’ görmüştür. Hatta bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki, tarihe karışmakta olan bir ulusu yeniden ayağa kaldıran Atatürk, bir takım aymazlar tarafından bugün yaşanan çöküşün, neredeyse tek sorumlusu olarak ilan edilebilmiştir. Yıllarca bir kuruma-camiaya hizmet veren, yücelmesi için emek sarfeden, ardından da günün birinde ayrılmak zorunda kalan bir kişiye karşı sergilenen tutum, o kurumun-camianın gerçek değerini ortaya koyar. Yani mihenk taşı, yine sözkonusu kurumun-camianın tavrıdır. Türk sporunun son sürat uçuruma yuvarlandığı, hezimetlerle, doping, şike, bahis skandallarıyla, en kutsal varlıklarımızın tribünleri işgal eden vandalların salyalı ağızlarında sakız yapılmasıyla, puslu ve zifiri karanlık bir gecede yolunu kaybeden bir yolcuya döndüğümüz şu günlerde; pek görmezden gelinen bir ışık huzmesi yansıdı gazete sayfalarına, az da olsa... Galatasaray İkinci Başkanı Ergun Gürsoy, Hagi’nin, Ümit Karan ve Saidou’yu göndermesiyle ilgili sorulan bir soru üzerine şu açıklamayı yaptı: “Hagi’yi yalnız bu tasarrufuyla değerlendirmeyin. Onun bu takıma kattıklarını kimse unutmasın. O bizim tarihimize kazınmış bir isimdir. Hagi’nin her zaman gönlümüzde ayrı bir yeri vardır.”Sık sık tatsız polemikleriyle gazete sayfalarına konuk olan Ergun Gürsoy’un bu alkışlanacak tavrı, ne yazık ki hakettiği ilgiyi ve değeri görmedi. Oysa, birlikte çalıştıkları dönemde bir türlü anlaşamadığı, belki de kavgalı ayrıldıkları Hagi hakkında Karadenizli heyecanıyla ağır eleştiriler yapabilir, basının istediği malzemeyi verebilirdi. Ama o, bu ucuz yolu seçmedi. Kendine, bir Galatasaraylı’ya yakışanı yaptı. Ahde vefa gösterdi. Camiaya ait olan bir değere sahip çıktı. Hagi’nin sevabının, günahından daha çok olduğunun altını çizdi. İnsanların bu şekilde anılması gerektiğini vurguladı. “Sonuçta hangimiz hata yapmıyoruz ki” mesajını verdi. Olması gereken ve bir çoğumuzun bir türlü yapamadığı buydu.Ergun Gürsoy, gerçek bir Galatasaraylı’nın, dahası asil bir Türk’ün nasıl olması gerektiğini dosta düşmana gösterdi.Galatasaray da onu, tarihinde hakettiği yere koyacaktır. Koymalıdır.

23 Eylül 2005, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Analardır adam eden adamı...‘’

Bir huzursuzluk, bir kasavet, bir umutsuzluk... Yaşam enerjinizin kaybolması, ölüm arzusu gibi bir şey... Durduğunuz yerde duramazsınız. Gitmek istersiniz, firar etmek; uzaklara, meçhule, dönüşü olmayan bir yerlere doğru... Gözden kaybolmak, sizi siz yapan köklerinizden kurtulmak, benliğinizi unufak edip toz zerrecikleri haline getirmek, ardından havaya savurmak... Yok olmak. Belki de hiç olmamış olmak...Aşkların, sevdaların, dostlukların, ağaçların, kuşların, çiçeklerin, börtüböceğin, yeryüzünün, gökyüzünün, uzayın sonsuzluğunun, hayatın manasızlaştığı andır o an... Eşyanın, tüm şeylerin anlamsızlaştığı an... Herşeyin hiçbir şey olduğu an... Dip noktası.Nicedir bu ülkede ‘o an’lar o kadar sık yaşanır oldu ki... Her yeni başlayan gün, her doğan güneş, yeni yeni acı sürprizler getiriyor beraberinde... ‘Bu kadar da olmaz, pes artık’ dediğimiz anda, o kadarına bile rahmet okutan yeni bir rezilliğin, kepazeliğin içinde buluveriyoruz kendimizi... Yeryüzünün en güzel coğrafyası dev bir bataklığa dönüşüyor, her geçen gün. Neyi tutsanız elinizde kalıyor. Lime lime dökülüyoruz. Çürümüşlük, kokuşmuşluk hayatlarımızın en ücra köşelerine kadar sinmiş. Her taraf leş kokuyor. Her yer, her şey pejmürde olmuş sanki...Ama ille de statlar... İnsanın insanlıktan çıktığı, canavarlaştığı statlar... Kin ve nefretin ekilip biçildiği statlar... Kardeşin, kardeşi kırdığı statlar... Cehenneme dönen statlar... Terör yuvası haline gelen statlar... Tıpkı Beşiktaş İnönü Stadı gibi... Pazar günü oynanan Fenerbahçe maçında açılan ve karşılaşma boyu asılmasına göz yumulan iğrenç pankartlar, bu ülkede sporun, futbolun, dostluğun, iyiliğin, güzelliğin, ‘fair play’in, erdemin ruhuna fatiha okutmuştur. Bir zamanlar elele, omuz omuza Metin Oktayların, Lefterlerin, Baba Hakkıların seyredildiği futbol mabedi, taraftar adı altında tribünleri işgal eden kokarca sürüsü tarafından utanç mabedine çevrilmiştir. Tanrı’nın ayaklarının altına cenneti serdiği anaların namusuna pervasızca dil uzatan bu zavallılarla aynı havayı solumak, aynı şehrin kaldırımlarını çiğnemek, aynı bayrak altında yaşamak ne acı... Oysa onların da anaları var. Diğerleri kadar kutsal. Diğerleri kadar cennetin üstünde birer abide... Diğerleri gibi çocuğunu doğuran, büyüten, emek ve sevgi veren, üstüne titreyen... Onların da anaları var. Küfür edilmemesi gereken... Küfür edilmesine tahammül edilemeyen... Herkesin bir anası var. Elleri öpülesi, baştacı edilesi, sarılıp koklanası, pamuklara sarmalanıp saklanası... Herkesin bir anası var. Yardan, serden vazgeçersiniz de ondan vazgeçemezsiniz. Onlar canımızdır, kanımızdır, hazinemizdir, biricik varlığımızdır. Tanrı’nın kutsal bir emanetidir. Biz onların birer parçasıyız. Eliyiz, ayağıyız, ruhuyuz. Bizi biz yapan değerler bütünüdür analarımız. Ve bizi adam edendir analarımız.Tıpkı Nazım’ın o eşsiz dizelerinde dile getirdiği gibi:Analardır adam eden adamıAydınlıklardır önümüzde gider.Sizi de bir ana doğurmadı mı?Analara kıymayın efendiler.Adalet önce kendi içimizde olmalı...Toplum olarak en büyük şikayet konularımızdan biri de adalet mekanizmamızın dumura uğramış olmasıdır. Adaleti tesis eden kurumları sık sık eleştiririz de, bir türlü kendimizi bu konuda sınamayı düşünmeyiz. “Acaba ben adil miyim? Adilsem ne kadar adilim?” gibi sorulardan hep ürkeriz. Kendi yalnızlığımızın laberintlerinde kaybolduğumuz anda, kendi adalet anlayışımızı sorgulamak istemeyiz. Zira o sorunun cevabınının ruhumuzda yaratacağı sarsıntıyla başetmeye hazır değilizdir.Kendimiz haksızlığa uğradığımız anda feveran ederiz, tüm hukuk kurullarını harekete geçirmeye çalışırız, ancak başkalarına aynı haksızlığı yapmaktan da geri kalmayız. İki yüzlü ahlak anlayışı gibi iki yüzlü adalet anlayışıdır aslında bizi kimliksizliğe iten.Herşeye rağmen işini dürüstçe, adil bir şekilde yapmaya çalışanlara da tahammülümüz yoktur. Onları ya alaya alır, ya da dışlarız. Eğer onların üzerinde bir otoriter konumdaysak, derhal defterini düreriz. Buna gücümüz yetmiyorsa, gücü yetenleri devreye sokarız. Çünkü onun varlığı, kendi değersizliğimizin mihenk taşıdır ve bununla yüzleşmeye katlanamayız.Dünya Anti - Doping Ajansı’nın (WADA) Türkiye’deki doping kontrolörü Serap Yücel’in ismini önce Süreyya Ayhan olayında duyduk. Bu olayda bağlı bulunduğu uluslararası kuruluşa karşı olan sorumluluk bilinciyle hareket eden Sayın Yücel, kendi sporcusunu kollamamakla suçlandı. Süreyya Ayhan’ın suçlu olduğunu ilan eden Serap Yücel’e o zamanlar bir çok kesimden eleştiri geldi. Adil davrandığı için... Serap Yücel geçtiğimiz günlerde de üç haltercinin doping numunesi vermekten kaçtığı için suçlandığı olayda bir kez daha gündeme geldi. Yücel, bu ikinci vak’ada da dürüst davranmış ve sporcularımızın aleyhine rapor vermişti. Pek alışık olmadığımız bu durum karşısında muktedirler tabii ki boş durmadı. Kendimize özgü yöntemlerle üzerine gidildi. Ve sonunda Serap Yücel istifa etmek zorunda kaldı. Görevini adilce, dürüstçe, çok iyi yaptığı için baştacı etmemiz gereken bir uzmanı biz kaldıramazdık elbette... Milliyetçi, şoven duygularla hareket edip suçu örtbas etseydi, yani bizden biri olsaydı, sporcularımız kurtulmuştu. Bir kaç madalyamız daha olurdu. Sonra yetkililer de çıkar ne kadar başarılı (!) olduğumuzu gerine gerine anlatırlardı.Bizi bu kafalar mahvetti...

21 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Anka Kuşu‘’

Futbol otoritelerinin ısrarla üzerinde durduğu Hakan-Ümit-Necati üçlüsünü sahaya süren Gerets’in dün akşam seyrettiğiniz Heinz için Altan’ı kızağa çekmesi ise Belçikalı teknik adamın adalet anlayışı konusunda kuşku yaratıyor. Altan bu maçta sakat olduğu için yoktu ancak sağlam olsa da bir şey fark etmeyeceğine Sivas maçında tanık olmuştuk. Bizim gördüğümüz Heinz, “İkinci Walsh vakası” gibi. İngiliz futbolcuya Seba’nın asker arkadaşı yakıştırması yapılmıştı. Heinz da Gerets’in tavla arkadaşı olmalı! Transferi için kapısında yatılan bir oyuncu böyle mi olmalı? Yazık değil mi Galatasaray’ın olmayan dolarlarına.Sarı-Kırmızılı ekip yol yorgunluğu, ani iklim değişikliği, Heinz’ın silik futbolu, Hasan Şaş’ın etkisizliği, yumuşak karnı Cihan ve Orhan Ak’a rağmen umduğundan kolay bir galibiyet aldı. Ancak özellikle ilk yarıda kalesinde verdiği pozisyonları unutmamalı.Vestel Manisa’ya gelince; gerçekten de para ile saadet olmuyormuş...

19 Eylül 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bugün dünden daha yorgunumVe çok daha öfkeli. Patlamaya hazır bir yanardağ gibiyim. İçim fokur fokur kaynıyor. Bir anda parlamak, alev topu olmak ve bu köhne zihniyetin üstüne yağmak istiyorum. Yakıp yıkmak, bir daha geri gelmemecesine cehennemin dibine postalamak istiyorum, hayatı bizlere zehir eden bu ilkel, çağdışı anlayışı...Bunlar hayatımızın içine zuhur ettiğinden ve bizleri çepeçevre sarmalayarak kımıldayamaz hale getirdiğinden beri sık sık öfke nöbeti geçiriyorum. Ve sonra saldırıya başlıyorum. Ama gücüm yetmiyor. Karşımda yeldeğirmenleri var. Yoruluyorum. Takatim kesiliyor. Düşüyorum. Toprağın hasretle tuttuğu bir bitki gibi düştüğüm yerde kalakalıyorum. Yorgunluk ve çaresizlik duygusu beni daha da öfkelendiriyor. O öfke, kan oluyor, can oluyor, kendimi yeniden yaratıyorum. Ama tekrar yoruluyorum. İnsan hayatının bit pazarına düştüğü bu ülkede yaşamak yoruyor beni. Bu vurdumduymazlık, bu çapaçulluk, bu işbilmezlik, bu koyu cehalet beni bitap düşürüyor. İşbilmez, çapsız, yeteneksiz muhterisler tarafından cehenneme çevrilen bu cennet vatanda ayakta kalmak için ya hep olacaksın, ya da hiç... Hep olacaksın; duyarlı, ilgili, güçlü, korkusuz, sapasağlam, sert; çelik gibi, kayış gibi, elmas gibi... Vurulsan da, yorulsan da, düşsen de, her seferinde kendi küllerinden doğacaksın. Veya hiç olacaksın; boşvereceksin herşeye, ilgilenmeyeceksin, kendini koyvereceksin, salacaksın, akıntıya bırakacaksın. Hissizleşeceksin.Ya da çekip gideceksin, uzaklara, ait olmadığın yerlere...Başka çaresi yok. Ya dayanacaksın, ya yanacaksın.Sürprizi olmayan bu ülkede insan belki herşeye alışır da, bu kadar bedava ölümlere alışmak mümkün olmuyor. O ölümlere sebep olan kahrolası zihniyete de... Balkonda kuş gibi avlanan çocuklara, mıcırlara cansız düşen bedenlere, depremde çürük binaların molozuna karışan cesetlere, dağlarda bir fidan gibi kırılan askerlere, kamyon altında sonlanan hayatlara, yüzme yarışında ziyan edilen gençlere... Ve bütün bunlara sebep olanlara... Kader diyerek geçiştirenlere... Hiç bir şey olmamış gibi koltuğunda oturmaya devam eden pişkinlere... Hesap vermeyenlere... Hesap sormayanlara... İlgisiz ilgililere... Vicdanı nasırlaşmış yetkililere... Alışmak mümkün değil. Ben alışamıyorum. Yoruluyorum. Öfkeleniyorum. Yorgunluğumla öfkem arasında diyalektik bir bağ var sanki. Biri bitiyor, biri başlıyor. Biribirini tetikliyor. Siz de alışmamalısınız. Yorulmalı ve öfkelenmelisiniz. Kımıldamalı, silkinmeli, ayağa kalkmalısınız. İsyan etmelisiniz.Sizi değersizleştirenlere, kelepirleştirenlere, hayatlarınızı ucuzlatanlara karşı başkaldırmalısınız. Ve onurunuza sahip çıkmalısınız. Çünkü çocuklarınızı, gençlerinizi ellerinizden alıyorlar. Hayatınızı çalıyorlar.Haydi...Bana şerefsiz diyen şerefsiz!!!Yazar ile okur arasında görünmez bir bağ vardır. Bazen yazar okur olur, bazen de okur yazar. Yer değiştirirler. Bu gereklidir de... Bilgi ve fikir alışverişi bakımından. Bu dinamik süreçte yazarın okurunu eleştirdiği pek görülmez, ancak okurlar sık sık yazarları eleştirirler. Akıllı bir yazar olumlu ya da olumsuz bu eleştirilere açık olmalı, birşeyler almalıdır. Ben de her köşe yazarı gibi eleştiri alırım. Ve bu eleştirilere önem veririm. Hatalarımı düzeltirim. Yazdıklarımızla herkesi memnun etmemiz mümkün değil. Zaten etmemeliyiz de... İşte bu memnun olmayan bazı okur müsveddeleri vardır, attıkları mailde, çektikleri faksta küfür ve hakaret ederler. Bunlara cevap vermem. Ancak bu prensibimden siz okurlarımdan özür dileyerek bir kereliğine vazgeçiyorum. Çünkü çok hassas bir konuda yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum. Bana hakaret eden o okur gibi aynı milliyetçi duyguları taşıyan belki yüzlerce, binlerce okur da yanlış anlamış olabilir diye düşünüyorum.Geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakırspor-Kayserispor maçının kritiğine gelen bir mail şöyle: “Kürtleri savunmak sana mı kalmış lan! Spor gazetesinde siyaset yazma, spor yaz şerefsiz! Yoksa biz sana yazdırmasını biliriz.” İmza: Yok.Bu zavallının karşı çıktığı o yazının giriş kısmı aynen şöyleydi: “Havalimanından Diyarbakır’a adımınızı attığınız anda sokaklarda yoksulluktan dimağı kurumuş yüzlerce, binlerce çocukla karşılaşıyorsunuz. Sadece bu bile Güneydoğu sorununun bir çok bileşkenden oluştuğunu ortaya koymak için yeter sanırım. Ancak ne var ki olayı salt etnik farklılığa ve asayiş sorununa indirgemeye çalışan zihniyet, bunu futbol sahalarına da sokmayı başardı ne yazık ki. Statlarımızda atılan “PKK dışarı” sloganları Diyarbakırlı futbolcuların en büyük rahatsızlıklarından biri. Oysa dün gece sahadaki 18 Diyarbakırsporlu futbolcudan sadece kaleci Murat aslen Diyarbakırlı. Kaldı ki tümü Diyarbakırlı olsa bile bu onların kürt kimliği nedeniyle statlarda terörist yaftasıyla taciz edilmesini gerektirmez.”Bana bu satırları yazdıran etmen ise Diyarbakır tribünlerinden yükselen şu tezahürattı: “Bizi PKK’lı saydınız siz, terörist değiliz taraftarız biz.” Benim o yazıyla vermek istediğim mesaj gayet açık: Spora siyasetin, etnik farklılığın sokulmaması. Son yıllarda özellikle Diyarbakırspor’un maçlarında ırkçı sloganlar atılıyor. Bundan yalnız Diyarbakırsporlu futbolcular değil, Diyarbakır halkı da rahatsız. Ki, yukarıda sözünü ettiğim tezahüratı yaparak bunu açıkça dile getiriyorlar. Avrupa’da değil ırkçı tezahürat, iması bile en ağır şekilde cezalandırılıyor. Aslında bir davul tokmağı atıldı, bir serseri sahaya atladı diye Beşiktaş’a verilen saha kapama cezası, maçın sonlarında yapılan ırkçı tezahürat nedeniyle verilmeliydi. Ama o günlere gelmek için bir kaç fırın ekmek daha yememiz gerekecek.Şimdi derdimi anlatabildim mi, bana şerefsiz diyen, tehdit eden ahmak! Hem ahmak, hem korkak. İsmini veremeyecek kadar korkak...Yazdığının altına imza atamayacak kadar yüreksiz...

14 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Etnik futbol!‘’

Statlarımızda atılan ‘PKK dışarı’ sloganları Diyarbakırlı futbolcuların en büyük rahatsızlıklarından biri. Oysa dün gece sahadaki 18 Diyarbakırsporlu futbolcudan sadece kaleci Murat aslen Diyarbakırlı. Kaldı ki tümü Diyarbakırlı olsa bile bu onların Kürt kimliği nedeniyle statlarda terörist yaftasıyla taciz edilmesini gerektirmez.4 ay sonra taraftarıyla buluşan Diyarbakırspor sanki dolu tribünlere oynamayı unutmuş gibiydi. Boş tribünler önünde ve deplasmanlarda rakiplerine kök söktüren Yeşil Kırmızılı futbolcular Kayseri karşısında 90 dakika boyunca organize olmaktan uzaktı. Bunda seyirci baskısının yanı sıra Kayserisporlu futbolcuların sahanın her yerinde rakibe uyguladığı presin de rolü vardı.Kale önü tehlikelerinin pek fazla yaşanmadığı ilk yarının golsüz sona ermesini Diyarbakırspor defansını maç boyu hallaç pamuğu gibi atan sahanın yıldızı Gökhan Ünal önledi. İkinci yarıda ise ev sahibi ekibin şuursuz atakları Kayseri defansında eridi. Buna bir de Jupi’nin gereksiz yere gördüğü kırmızı kart eklenince Diyarbakırspor için yapacak pek fazla şey kalmadı.Hakem Tolga Özkalfa fazla etki altında kalmadan maç yönetti. Ancak verdiği 4 kritik karar hep ev sahibi aleyhineydi. Bu da tribünlerin galeyana gelmesine sebep oldu. Diyarbakır seyricisi aldığı 3 maç cezayı unutmuş gibi sahaya yine yabancı madde yağdırdı. Her türlü uyarıya rağmen... Ne yazık ki biz böyleyiz. Artık bir değil bir kaç musibet dahi yetmiyor ders almamıza...

11 Eylül 2005, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI