‘’Arka Bahçe‘’
Kelebek etkisi“Kelebek etkisi” isimli bu teori, adını Edward N.Lorenz isimli bir meteoroloji mühendisinin hava durumuyla ilgili verdiği örnekten alıyor. Lorenz, bilgisayarıyla yaptığı hesaplara dayanarak Amazon ormanındaki bir kelebeğin kanat çırpmasının, Avrupa’da fırtınaya neden olabileceğini ileri sürer. Küçük bir parmak hareketiyle yıkılan bir domino taşının, milyonlarca taşı yıkabildiği “Domino Etkisi”yle de benzerlik taşıyan bu teori, insan yaşamındaki çok küçük bir ayrıntının, ileride akılalmaz büyüklükte olaylar silsilesine neden olabileceğini iddia eder. Hiç hesaplanmayan, planlanmayan, üzerinde durulmayan, önemsenmeyen bir davranış, bir karar anı, yıllar sonra karşımıza bir trajedi olarak çıkabilir. Ya da tarifi imkansız bir mutluluk... Veya yalnız bireyin değil, belki içinde yaşadığı toplumun, hatta dünyanın kaderini değiştirebilecek bir süreç... Ülkelerinin ve dünyanın kaderinde etkili olan büyük liderlerin yaşamlarının belli dönemlerinde mutlaka bu türden kırılmalar olmuştur. Onları, liderliğe, dolayısıyla insanlık tarihini değiştirebilecek makam ve mevkiiye getirecek kırılmalardır bunlar. Spor da, aslında süreç içinde ortaya çıkan, ancak pek dikkat çekmeyen ya da kaale alınmayan minimal ayrıntıların, bütüne olan etkisinden oluşur. Maç içinde herhangi bir futbolcunun yaptığı küçük bir hata, takımının hem o karşılaşmayı, hem de belki muhtemel bir şampiyonluğu kaybetmesine, hatta etkisi yıllar sürebilecek yeni bir sürecin başlamasına neden olabilir. Tıpkı, 14 Nisan 2000 yılında Beşiktaş kalecisi Fevzi’nin, Halilagiç’in verdiği geri pasını ıskalamasının, Galatasaray’ı üst üste dördüncü şampiyonluğuna, belki o moralle bir ay sonra UEFA Kupası’na taşıyacak süreci başlatması gibi... Bu olay aynı zamanda, Beşiktaş’ın uzunca bir süre bocalamasına, Fevzi ile Halilagiç’in de futbol kariyerlerinin süratle başaşağı gitmesine neden olmuştur. Burada “Kelebek Etkisi” diye niteleyeceğimiz olay, aslında Fevzi’nin ıskalaması değil, Halilagiç’in geri pasını atmaya karar vermesi ya da bir refleks olarak topu kalecisine oynamasıdır. Artık hayatımızın bir parçası olmaktan çıkıp, ta kendisi olan sporda, “Kelebek Etkisi” diyebileceğimiz bu türden binlerce, belki milyonlarca ayrıntı mevcuttur. Bizler için önemli olan, yıllar sonra doğuracağı önemli sonuçları öngörerek o ayrıntılara hükmedebileceğimiz doğru kararları verebilmektir. Kişilerin, takımların, camiaların geleceğe doğru hamle yapması veya bulunduğu yerde patinaj yaparak, rakiplerinin gerisinde kalması buna bağlıdır. Zira yaşamın içindeki herşey dolaylı ya da dolaysız birbiriyle ilintilidir. Ve birbirini tetikler. Direkt veya endirekt. İnönü Stadı’ndaki bir kelebeğin kanat çırpması, Kopenhag’da Arsenal’in başına fırtına olarak patlayabilir! Keza, ağzından çıkanı kulağı duymayan bir densiz yöneticinin kışkırtıcı bir demeci, tribünlerde önü alınamayan olaylara, kan dökülmesine, insanların ölümüne neden olabilir. Bu nedenle, birbirimizin gözünü oyarken, tepişirken, karşı tarafı suçlarken, küfürler, hakaretler ederken, eylemlerimizin ve söylemlerimizin nelere yol açabileceğini hesaplayabilmeliyiz. Ve kelebekleri unutmamalıyız! Etkisini de...Sahte çocuklar!Önce Murat isimli bir gencin Yalova’dan gönderdiği şu maili okuyalım: “Ben Yalovaspor 14-16 Yaş B - Genç takımının bir futbolcusuyum. Bursa İnegöl’de düzenlenen birinci kademe maçlarında bir üst gruba çıkmaya hak kazandık. Fakat rakibimiz Çanakkale Dardanelspor’un yapmış olduğu itirazdan sonra bu hak elimizden alındı. Bu konuda bütün suç, kardeşinin nüfus kağıdını kendininmiş gibi resimletip Yalovaspor’u oyuna getiren Ö.E.isimli takım arkadaşımızındır. Biz bu kişiyi yaklaşık 1.5 senedir Y.E. olarak tanıyoruz. Kendisinin yaşı büyük olduğu için kardeşinin kimliğini alarak lisans çıkarmış. Bu olay ortaya çıktıktan sonra vermiş olduğu dilekçede herşeyi futbolcu olabilmek için kendisinin düzenlediğini itiraf etti. Bu durumda bir suçlu aranırsa bence işin başladığı yer nüfus müdürlüğüdür. Çünkü kendi resmiyle Y.E. olarak kimliği var. Bu durumda Yalovaspor’un bir suçu var mı? Biz futbolcular ve ailelerimiz bu olaydan dolayı perişan olduk. Hiç suçu olmayan alt yapıda görevli 5 hocamız da istifa etti.” Buna benzer bir olay da geçtiğimiz hafta Fulya Stadı’nda yaşandı. Grubunu namağlup lider olarak tamamlayan Ramispor’un 12-14 Yaş Takımı, Türkiye Şampiyonası eleme maçı için Çeliktepe ile karşı karşıya geldi. Ancak sahaya çıktıklarında ağızları bir karış açık kaldı. Rakibin hemen hemen tamamı, kendilerinin fizik olarak neredeyse iki misliydi. Maç başladı. İlk yarıyı 3-0 yenik kapadılar. Üç de sakat verdiler. Sakatlardan biri kaburgaları kırıldığı için hastaneye kaldırıldı. Kemik testi yapılmadığı için itirazlarının dikkate alınmayacağını gören kulüp yönetimi, bunun üzerine ikinci yarıya çıkılmamasını kararlaştırarak çocukları sahadan çekti. Aslında Türkiye’de yapılan alt yapı liglerinde bu türden olaylar çok yaşanır. Sahte kimlikle, sahte lisansla yaşları küçültülerek sahaya çıkarılan çocukları hep biliriz, duyarız. Bu yalnız futbolda değil, bütün branşlarda karşımıza çıkan sporumuzun kanayan yarasıdır. Bu konuda suçlu olan da, yarış atı gibi yetiştirdiği çocukların başarısından kendine pay çıkarmaya çalışan üç kağıtçı, sahtekâr, cahil-cühela antrenör ve yöneticilerdir. Ve ne yazık ki, bu güruha teslim edilen çocuklar da zehirlenerek, ileride karşımıza birer canavar olarak çıkıyor. Yani en çok eksikliğini çektiğimiz Fair-Play anlayışı, daha doğmadan kürtajla alınıyor ve katlediliyor. Büyüklerimizin dikkatine!..
‘’Bilmem ki ne yazsam?‘’
Kümede kalmak için puan ya da puanlara ihtiyacı olan Kayserispor’un sahaya tek forvetle çıkarak geride kalabalıklaştığını ve kalesini kahramanca savunduğunu mu?!.Futbolcuların saha içinde birbirlerine karşı olan hoşgörüsünü mü? Kayserisporlu futbolcuların sanki kümede kalmayı garantilemiş gibi rahat oluşlarını mı?50. dakikadan itibaren orta alanda al gülüm-ver gülüm futbolu oynandığını mı?Beraberlik Kayseri’nin işine gelmesine rağmen seyircinin bile bu futbola tahammül edemeyip, ıslıkladığını mı?Hakem Mustafa Çulcu’nun adeta orta sahaya çulu serip öylesine rahat bir maç yönettiğini mi?Bilmem ki hangisini yazsam! Futbolsuz bir maça ne yazılır ki? Sonucu baştan belli bir karşılaşma için nasıl bir yorum yapılır ki? Futbol, hepimizin bildiği gibi 3 ihtimalli bir oyun, değil mi? Değil! Türkiye’de bazen üçüncü ihtimal ortadan kalkar. Duruma göre iki ya da bir ihtimal kalır. Dün Kayseri’ye beraberlik yetiyordu, onu aldı. Galibiyet gerekseydi, emin olun o da olurdu.Ankaraspor normal şartlarda Kayseri’yi yener mi? Yener, ama yenemez! Ligin sonuysa yenemez! Çıkarlar sahaya, ne suya dokunurlar, ne sabuna!Bütün bunları yazarken anlaşmalı maç yaptıklarını iddia ederek iki takımı töhmet altında bıraktığımı sanmayın. Türkiye’de futbol bu. Sistem böyle. Aslında son 10 haftada 1 yenilgi alarak kümede kalmayı hakeden Kayserispor da, Ankaraspor da oyunu kuralına göre oynuyorlar. İngiltere’de hiçbir iddiası olmayan takımlar çatır çatır futbol oynayarak rakiplerini küme düşürür ama burada böyle şeyler olmaz. Zaten Malatya’nın farklı galip olduğu haberinden sonra Kayseri’deki maçın da, futbolsuzluğun da bir önemi kalmadı. İki takım futbolcuları da, ‘Bitse de gitsek’ havasında maçı tamamladı. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine!..
‘’Arka Bahçe‘’
Bir yaka iğnesi bir can eder mi?Fabrikasında çalıştırdığı yahudi esirleri gaz odalarına göndermemek için bütün servetini harcayan Oskar Schindler (Liam Neeson), kurtardığı insanlarla vedalaşmak üzeredir. İnsanlık tarihinin en utanç verici katliamından kurtulmayı başaran esirler, kurtarıcılarının etrafında hâle oluşturur. Ona saygı ve minnet dolu, buğulu gözlerle bakarlar. Onu kucaklamak için sıraya girerler. Fabrikasında muhabesebe müdürü olarak çalıştırdığı ve kurtaracağı insanların listesini birlikte yaptığı İtzhak (Ben Kingsley), kısa bir teşekkür konuşması yapar. Bunun üzerine Schindler, “Ben ne yaptım ki” der ve kendisini götürecek olan arabasına yönelerek: “Boşa harcanan o kadar para var ki... Mesela; bu araba en az 10 insan ederdi.”Ardından elini ceketinin yakasına götürür ve yaka iğnesini çıkarıp avucunun içine alarak insanı sarsacak şu cümleyi sarfeder: “Bu iğne de, bir insan ederdi...” Bu, Schindler’in son cümlesi olur. Film boyunca karşılaştığı onca korkunç manzaraya karşı hiç bir tepki vermeyen, adeta bir sfenks gibi olanları izleyen Oskar Schindler, birden kendini paralarcasına sarsıla sarsıla ağlamaya başlar. Onu teselli etmek ise, ölümden kurtardığı yahudi esirlere düşer.2. Dünya Savaşı, insanın insanlıktan çıktığı, tarihin en karanlık sayfalarından biridir. Bir delinin hezeyanı, yeryüzünü kana bulamış ve milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarcasının da sakat kalmasına neden olmuştur. Ve tabii, tarifi ve telafisi imkansız acılara da... İnsan hayatının bu kadar ucuzladığı, ilk çağlarda dahi görülmemişti.Uygar Batı’nın, bundan 60 yıl önce birbirinin boğazına sarıldığı o vahşet arenasında çok şükür biz yoktuk. Uzaktan seyrettik. Yaşadıklarından ders alan Avrupa, bir daha böylesi acıların yaşanmaması için demokrasi ve insan hakları ekseninde bir düzen kurmaya çalışıyor. Biz de onların medeniyet trenine binmek için kapılarında yatıyoruz. Ancak bunu yaparken, uygarlaşacağımız yerde, onların terkettiği alışkanlıkları yaşam biçimi haline getiriyoruz.Onların dibe vurduğu 1939-1945’te, Oskar Schindler bir yaka iğnesine bir insanın hayatını satın alabiliyordu. Bizde ise artık bir insanın yaşamı, bir yaka iğnesi kadar bile etmiyor. Bugünün Türkiyesi’nde insan hayatının karşılığında koca bir “hiç” yazıyor. Bir hiç uğruna can almaktan çekinmeyen canilerin ülkesi haline geldik. Sokaklar psikopat kaynıyor. Her an bir masumun canını almak için ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar. Ölümün nereden ve kimden geleceğini kestiremiyoruz. O kadar savunmasız, o kadar aciz duruma düştük ki, ufukta bir Schindler’imiz de gözükmüyor.Kapkaççısı, gaspçısı, hapçısı, tinercisi; onların baronları, patronları, polisin gözünün içine baka baka can yakıyor.Adam düğün yapıyor, silahla yanındakini vuruyor. Aklınca eğleniyor! Bir diğeri, takımı kupa aldığı için kendini sokağa atıyor, ter ter tepiniyor, ağzından salyalar saçarak bağırıyor, çağırıyor. Bu da kesmiyor, silahını çekiyor, sağa sola ateş ediyor; balkonlardan çocuk cesetleri düşüyor. Bir başka alçak da, rakip takımın pencere kenarına asılı bayrağını görüyor ve o bayrağa ateş açıyor. Bayrağın arkasındaki çocuğu gözünden vuruyor. Sonra da gaza basıp gidiyor. Arkasına bile bakmadan...Bu güruh; sokaklarda, statlarda, salonlarda, caddelerde, eğlence mekanlarında... Her yerde... Hayatımızın tam orta yerinde... Bizi teslim almış, bir köşeye sıkıştırmış durumda...Bu ülkeyi AB’ye sokma iddiasında olanlar da, bütün bu olan biteni seyrediyor. Türbandı, din devletiydi, laiklikti gibi sanal gündemlerle toplum katmanlarını birbirine düşman ediyor. En kutsal hak olan, insanın yaşama hakkının böylesine gaspedildiği bir düzenle din devleti olsan ne yazar, laik devlet olsan ne yazar.Çağdaş uygarlık düzeyini yakalayamadıktan sonra...Hagi’nin arkasından teneke bağlayanlar!Fenerbahçe’ye kaybedilen maç ve dolayısıyla yitip giden şampiyonluk sonrası bir gazetemiz, “Hagi şutlandı” şeklinde manşet atmış. Aslında toplum olarak bugün içinde bulunduğumuz sorunların temelinde de, hayatımıza egemen olan bu vahşi ve acımasız dil yatıyor. Sözkonusu gazetenin şutladığı (!) Hagi, bu ülkenin gelmiş geçmiş en iyi yabancı futbolcusudur. Beş yıl boyunca yalnız Galatasaray’a değil, ülke futboluna da büyük hizmetleri geçmiş, büyük bir sporcudur. Bu ülkenin tarihi boyunca gördüğü en büyük futbol zaferinin baş mimarlarından biridir. Futboluna, oyun zekasına, taraflı - tarafsız herkesin şapka çıkardığı, gönüllerde taht kurmuş bir yeşil saha sihirbazıdır. Gençlerin, çocukların idolüdür. Adını altın harflerle futbol tarihimize yazdırmıştır.Gelgelelim, aynı Hagi teknik direktörlüğünde bugün itibariyle futbolculuğu kadar başarılı olamamıştır. Normaldir. Hayat, inişlerden, çıkışlardan, gel - gitlerden ibarettir. Dün başarılı olan, bugün başarısız olabilir. Lakin, aslolan saygıdır. Başarılı olduğu zaman nasıl alkışlıyorsak, başarısızlığında da o kadar saygı duymalıyız. Hagi de bu saygıyı hakeden, başlıca spor fenomenlerimizden biridir. Zamanında onun futboluyla, başarısıyla tiraj ve reyting yapanların, başarısızlığında bu kadar zalim olmaya hakları yoktur. Bu dünya, etme bulma dünyasıdır. Bir gün birileri de onlara karşı zalim olur...
‘’Arka Bahçe‘’
Öyle sarhoş olsam ki, bir daha hiç ayılmasamHiç bir şey duymasam, hissetmesem, görmesem, hatırlamasam... Hiç kimseyi, hiç bir şeyi bir daha farketmesem, hiç kimse de beni farketmese... Sızsam bir köşede, kalsam... Sonsuza kadar öylesine uyusam... Hiç acı çekmesem, hiç içim sızlamasa... Vurulmasam, kırılmasam, yaralanmasam, örselenmesem, kahrolmasam, sarsılmasam, yıkılmasam, iğfal edilmesem, dumura uğramasam, ağlamasam, düşlerim kurumasa... Hiç şahit olmasam; İnsanın insanlıktan çıktığı, sokaklardaki, statlardaki, salonlardaki o meşum sahnelere... Anaların namusunun salyalı ağızlarda sakız gibi çiğnendiği lanet futbol mabedlerine...Namusluların, namussuzlar kadar cesur olamadığı, tırstığı, sindiği, kendi kabuğuna çekildiği, korkusunun esiri olduğu, hakkın, hakkaniyetin zalimlerce gaspedildiği, ayakların baş, başların ayak olduğu, ayaktakımının sokakları teslim aldığı, ciğeri beş para etmeyenlerin adam yerine konduğu kahpe düzene... Hiç tanımasam; Kendi çıkarları, ihtirasları, iktidarları uğruna sporu ölümcül bir oyuna, tribünleri de yangın yerine çeviren, ilkesiz, çapsız, sığ, şark kurnazı, bezirgan tipli yönetici müsvettelerini... Rakibini, rakip olarak değil de, ezeli ve ebedi bir düşman olarak gören, küçük yaşlardan itibaren o şekilde koşullandırılan, sahaya çıktığında bir terminatöre dönüşen, saha dışında da mafyanın himayesine giren, ilkel, cahil, hırt, züppe futbolcu sürüsünü... Bir kaç günlük göstermelik kurslarla teknik adamlık diploması edinen, ardından da çeşitli kulüplerin, lobilerin, cemaatlerin, siyasi partilerin çatısı altına girerek iş kovalayan, bin bir katakulli ile meslektaşlarının ayağını kaydıran, her devrin adamı olarak hiç bir zaman hayatımızdan çıkmayan, hacıyatmaz teknik direktörleri... Bir madalya, bir kaç yüz altın uğruna kendini kobay haline getiren amatör sporcuları, onları bu işe teşvik eden, kullanan, bedenlerini ilaç deposuna çeviren, ihtirası aklının önüne geçmiş arsız, hayasız antrenörleri...Hiç anlamasam, bilmesem; Dünyanın, içine düştüğümüz kuyu ağzı kadar olmadığını... Bizimkinden farklı, bizimkinden daha müreffeh, adaletin hakça dağıtıldığı, insanın insanca yaşayabildiği, kavganın yerini barışın, ilkel dürtülerin yerini saygının, sevginin, tevazunun, aldığı uygar toplumların varlığını...Keşke hiç olmasam;Türkiye’de bir sporsever, bir spor gönüllüsü, bir spor muhabiri, bir spor yazarı... Bir insan...Bir sarhoş olsam... Hem de öyle bir sarhoş olsam ki, bir daha hiç ayılmasam... Sızsam, bozkırdaki yalnız bir ağacın dibinde; uzun, upuzun bir rüyaya yatsam... Kaybolsam rüyalarımda... Ve geri dönmesem...Son kale de düştü...Oysa bir umuttu, nimetti, bayraktı... Gökte yalnız gezen bir yıldızdı... Alacakaranlığın sonunu müjdeleyen bir tanyeriydi... Bizden biri değildi, sanki... Her geçen gün biraz daha pespayeleşen spor dünyamızın içine ansızın zuhur ediverdi. Adeta ‘Mehdi’ydi... Önce şaşırdık, inanamadık. Sonra ona biat ettik. İlkelerine, prensiplerine, Fair-Play anlayışına sımsıkı sarıldık. “İşte bizi uygar dünyaya taşıyacak yönetici modeli budur” diyerek geleceğe daha güvenle bakmaya başladık. Onunla biraz kıpırdamıştık, üzerimizdeki ölü toprağını atmıştık. Ona sahip çıkıyorduk, üzerine titriyorduk. Varlığı, bize huzur veriyordu.Lâkin, rüya çabuk bitti... Umudumuz bir kez daha kırıldı. Ona benzeyeceğimize, onu kendimize benzettik. Bir kez daha birbirimizi sonsuza kadar yiyeceğimiz, gözümüzü oyacağımız, kendi kalın duvarlarımızın arkasına çekildik. Gördüğümüz, çölde serapmış meğer... Yine susuz kaldık, dilimiz damağımız kurudu... Sayın Özhan Canaydın!.. Sizi önce bir Galatasaray taraftarı, ardından bir spor yazarı olarak en fazla takdir eden, seven, sayan, başarmanızı canı gönülden isteyen sporseverlerden biri olduğumu düşünüyorum. Hatta sizin bu dünyaya ait olamayacak kadar iyi bir insan olduğunuzu da... Ancak son günlerdeki icraatlarınız, bir başka deyişle; icraatsızlığınız, Aziz Yıldırım’a edilen küfürleri önleyemeyişiniz, önlemek bir yana, “Neden bana değil de, ona küfür ediliyor” diyerek adeta o küfürleri hakediyormuş izlenimi vermeniz, Özhan Canaydın kimliğiyle bağdaşıyor mu? Bu, siz olamazsınız. Gönlümüzün sultanı bu değil. Belki sürç-i lisan ettiniz, belki ağzınızdan kaçtı. Ama telafi edebilirdiniz. Etmediniz. Sadece üzüldüğünüzü söylediniz. Üzülmek yetmez, Sayın Başkan!.. Sizin başkanı olduğunuz bir kulübün seyircisi bu kadar müptezel olmamalı. Yok, “Eğer o sözünü ettiğin, bir kaç kendini bilmez” diyorsanız, o zaman onlara haddini bildirmek, en başta sizin göreviniz. Türk futbolunun modern şövalyesine, Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın’a yakışan budur. Eğer bunu yapmazsanız, Galatasaray’ı layık olduğu seyirci kitlesine kavuşturmazsanız, kulübünüzü dünyanın bir numaralı markası da yapsanız, nafile... Bugün Ali Sami Yen’de Aziz Yıldırım’a küfür edilir, yarın da Şükrü Saraçoğlu’nda size... Rüzgar eken, fırtına biçer!..
‘’Derbi değil darbe!‘’
Bilet fiyatlarının yüksekliği nedeniyle tribünleri boş bırakan seyirci, nasıl bir futbol şölenini kaçırdığını anladı, ama iş işten geçtikten sonra. Gerçekten iki takım da maç öncesi yaratılan gerileme rağmen sahada iyi niyetleri ile centilmence mücadele ettiler. Dışarıdaki ve tribünlerdeki gerilimi sahaya yansıtmadılar. Böyle olunca da izleyenlere bir futbol keyfi yaşattılar.Galatasaray’da Necati, başlama düdüğü ile birlikte maça ağırlığını koydu. Birinci ve üçüncü golün asistini yapan yıldız futbolcu, bir de gol atarak geceye damgasını vurdu, büyük futbolcunun, büyük maçlarda ortaya çıktığı gerçeğini bir kez daha hatırlattı. Oyundan çıktıktan sonra ise bir başka büyük yıldız Hakan Şükür devreye girdi.Maçın istatistiklerine bakılırsa gerek topla oynama, gerek pozisyona girme, gerekse kaleye atılan şutlarda Fenerbahçe’nin önde olduğunu görüyoruz. Ama maçı kazanan Galatasaray! Futbol işte böyle bir oyun. İstatistiklere sığmaz! Hele kalede Mondragon varsa!..
‘’Arka Bahçe‘’
Ben, bir başkasıdırHepsi ama hepsi manasızlık denen dipsiz bir kuyuda kayboluverir. Gökte parlayan yıldızları ansızın içine çeken, zamanı bir vantuz gibi emen evrendeki kara delikler gibi sonsuz bir boşlukta yokoluverir. Herşey, hiçbir şey olur... Her geçen gün biraz daha semiren, palazlanan, azgınlaşan şiddet, hayatlarımızı teslim aldığında; kendimizi manasızlık denizinde pupa yelken yol alırken görürürüz. Başlangıcı ve sonu olmayan bir yolculuk gibidir bu... Gitmek istemeyiz, ama gideriz. Kalmak istemeyiz, ama kalırız. Dönmek isteriz, ama dönemeyiz. Ve sonunda bir ufuk çizgisinde kayboluveririz. Bir nokta oluruz. Anneler gününde, statlarda, salonlarda annelere küfürler edildiğinde...Anadolu konukseverliğini mezara gömen vandalizm tribünleri teslim aldığında...“Taraftar” adı altında hayatımıza arz - ı endam eden lumpen sürüsü rakip seyircilerin kafalarına taş yağdırdığında, babalar maça getirdikleri kızlarını nazi zulmünden kaçırır gibi sarıp sarmalayarak sahanın ortasına koştuğunda, çocuk gözler dehşetle büyüdüğünde, korkudan çığlık attığında, gözyaşları sicim gibi aktığında... Sırf rakip takımdan olduğu için hayatının baharındaki Bursalı Levent Aktaş gençliğine doyamadan eğreti bir fidan gibi bu dünyadan koparıldığında... Futbol baronlarının köşe başlarında kurduğu hain pusular, daha nice Leventler’i beklediğinde...Yetkililer, yetkisizleştiğinde... Aymazlık, başköşeye kurulduğunda... Kartopu, çığa dönüştüğünde... İnsanın değeri, iki paralık edildiğinde... İyi, kötünün karşısında çaresiz kaldığında...O zaman ben, ben olamam. Benim gibiler de, kendileri olamaz. Sen de, sen olmamalısın zaten. Siz de, siz... Kimse, kimse olmamalı. O zaman ben ne olurum, bilemem... Belki bir çiçek, belki bir böcek, belki bir bulut, belki bir yıldız, belki bir su damlası, belki bir kum tanesi, belki bir toz zerreciği, belki bir nefes, belki bir düş, belki bir hiç... Kim bilir, ne olurum? Ama anlamsızlaştığım kesindir. Bana ve benim hayatıma dair ne varsa, hepsinin anlamsızlaştığı da... Bir sarkaç gibi boşlukta sallanırım. Bütün sorularım cevapsız kalır. Ama ben yine de cevabı olmayan sorular sormaya devam ederim: Neden, niçin, niye?Aziz Bey’in küfürle savaşıBir Anneler Günü’nü daha geride bıraktığımız şu günlerde, en kutsal varlıklarımız annelere edilen küfürlerin gündemde baş köşeye oturması ne acı. Eminim, bu Anneler Günü’nde en büyük yürek sızısını Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım çekmiştir. Zira statlar, salonlar onun rahmetli annesine edilen küfürlerle çınlıyor. Ruhuna bir Fatiha bekleyen merhumeye zalimce, alçakça küfürler ediliyor. Ve kimse buna “dur” diyemiyor, demiyor. Aziz Bey’i ne insan olarak, ne de bir başkan olarak hiç sevmem. Ama onun küfür konusundaki haklı savaşında sonuna kadar yanındayım. Hepimizin olduğu gibi, onun da annesi, biricik varlığıdır. Onun rahmetli annesine edilen küfürleri kendi annemize edilmiş gibi kabul etmeliyiz. Onun yanında yer almalıyız. Onu desteklemeliyiz. Tribünlerdeki küfürbazlara karşı bütün gücümüzle savaşmalıyız. Kutsal varlıklarımızı koruma altına almalıyız. Aziz Yıldırım’ı bu mücadelesinde yalnız bırakmamalıyız. Ancak bunu yaparken, Aziz Bey’den de şunu isteyebilmeliyiz: Küfürbaz bir futbolcu, Fenerbahçe Kaptanı olarak kalmamalı. Zira, Aziz Yıldırım’ın annesi ne kadar kutsalsa, Giray Bulak’ın annesi de o kadar kutsal. Aziz Yıldırım, her ne kadar Ümit Özat’ın 4 maçlık cezasının indirilmesi için Tahkim Kurulu’na başvurarak samimiyet sınavında sınıfta kaldıysa da, bunu bir yol kazası olarak kabul etmeli ve bu çelişkiyi sona erdirmeli. Fenerbahçe bu ülkenin en güzide kurumlarından biridir. Büyük bir pişkinlikle, adeta gurur duyarak, “Evet Giray Hoca’ya küfür ettim” diyen bir futbolcu, Fenerbahçe kaptanlığına yakışmıyor. Aziz Bey de yakıştırmamalı. Ve gereğini yapmalı. Statlardaki küfürlere karşı verilen mücadelenin bayraktarlığını yapan birine yakışan da budur.
‘’Düşen Türk futbolu‘’
Futbolu sadece futbol olarak oynayan ve hiçbir masa başı oyuna tenezzül etmeyen Sakaryaspor ile İstanbulspor dün de sahip oldukları tüm sportif değerleri sahaya yansıttılar. Centilmenlik, rakibe saygı gibi çoktandır ortada görünmeyen kavramlara yeniden hayat verdiler. Temiz futbolun her türlüsünden örnekler sergilediler. Sanki küme düşmeye namzet takım onlar değilmiş gibi oynadılar, hedefe giden her yolun mübah olmadığını bir kez daha ispatladılar. İkisinden birinin, belki ikisinin de, ancak çok büyük bir ihtimalle İstanbulspor’un önümüzdeki yıl Süper Lig’de yer almayacak olması ne acı. Bunca çirkefin içinde temiz kalabilmenin bedelini ödediler!Dün gece iki takım da zaman zaman bastıran bahar yağmurunun suladığı çimlere hırsını, yüreğini, kazanma arzusunu, aklını, zekasını koydu. Lige tutunmak için ellerinden geleni yaptılar. İlk yarıda daha iyi organize olan, daha fazla isteyen Sakaryaspor’du. Ev sahibi ekip Ragıp’ın organizatörlüğünde geliştirdiği ataklarda İstanbulspor savunmasını aşmakta zorlanmadı. Özellikle M’Bayo sık sık savunmanın arkasına sarkarak konuk takım kalesinde tehlikeler yarattı. Zaten attıkları gol de böyle bir pozisyonda geldi. Ancak Yeşil-Siyahlılar ikinci yarıda anlaşılmaz bir durgunluk içine girince meydanı İstabulspor’a bıraktılar. İstanbulspor ise ilk yarıda Faruk ve Cem Can ile soldan etkili hücumlar yapmasına karşın bunu sahanın bütününe yayamadı. Ancak ikinci yarıda Sakaryaspor’un boşalttığı alanları iyi değerlendirdiler, akıllı hamleler yaptılar ve umutlarını önümüzdeki haftaya taşıyacak golleri arka arkaya buldular.Bu sonuç aslında iki takıma da yaramadı. İstanbulspor biraz umutlandı, ancak Kayserispor’un aldığı galibiyete bakılırsa beklenen mucizeyi gerçekleştirmeleri biraz zor. Zaten o güç ve lobileri de yok!
‘’İki ruhlu maç‘’
Ben şimdi bu maç için ne yazacağım diye kara kara düşünürken imdadıma Shorunmu yetişti. Nijeryalı kaleci evlere şenlik bir hata yapınca karşılaşmaya hareket geldi, ardından da Adnan’ın füzesi... Doğrusu çok şıktı. Hepimizi yeniden maça konsantre etti.İkinci yarı ise sahaya futbol gelmişti. İki takım da rekor sayıda pozisyon buldu, ilk yarı pas tutan kaleciler de kendilerini gösterme fırsatı... Kalecilerden bahsederken golcüleri de unutmamalı! Ayaklarına pranga vurulmuş gibiydiler. Topu ağlara yollamamak için adeta birbirleri ile yarıştılar. Sanki maça beraberliğe kilitlemek gibi bir niyetleri vardı! Bu kadar gol kaçınca Samsun tribünlerinden homurtular da yükselmeye başladı. Gerçi onlar da, “Bu maçı alacağız, başka yolu yok” demiyorlardı ama, “Ağabey bu maç satış” sesleri de yükselmiyor değildi hani. Özellikle de gol kralı Serkan ve Bulgar Milli Takımı’nın forveti Ivanov’un 2 adımdan kaleciye nişanladıkları şutlardan sonra... Ehh... Alemin ağzı torba değil ki büzesin. Bu goller sezon başı kaçsa kimsenin söyleyecek birşeyi olmaz. Ama sezon sonuna geldin mi ciddiyeti elden bırakmayacaksın. Futbol şakaya gelmez!Bu sonuç Sakaryaspor’u rahatlattı. Samsun ise zaten rahattı. Hakem Fırat Aydınus da öyle... Mükemmele yakın maç yönetti, büyük ihtimalle haftanın en yüksek puanlarından birini alır.