‘’Yeni Hasan Şaş‘’
Aslında sabaha kadar oynasalar berabere bitecekmiş gibi bir maçtı Gençlerbirliği-Erciyes arasındaki karşılaşma... Ancak değil bir yıldız, yıldız adayının bile bir maçın kaderini nasıl etkileyeceğine tanık olduk, dün gece... Gençlerbirliği’nin 21 yaşındaki futbolcusu Mehmet Çakır, önce bir asistle kilidi açtırdı, ardından da frikikten attığı golle maçın kopmasına neden oldu. Genç futbolcunun yaptıkları sadece bunlarla sanırlı değildi. Ayağına aldığı her topla Erciyes savunmasını dağıttı, tek başına rakip takımın yarısı kadar kaleye şut attı, pres yaptı, çarpraz koşularla defansın dengesini bozdu, ara paslarıyla Isaac’ı gol pozisyonlarına soktu. Stili Hasan Şaş’ı andıran, ancak ondan daha efektif oynayan Mehmet Çakır, öyle görünüyor ki, halefinden sonra Ankara’nın Türk futboluna armağan edeceği ikinci yıldız olacak. Tabii, bundan önceki yıllarda saman alevi gibi parlayıp sönen Anadolulu diğer yıldız adaylarının yaptıkları hataları tekrarlamazsa...Futbol ulemalarının yıllarca görmezden geldiği Mesut Bakkal ile birlikte kimlik değiştiren Gençlerbirliği, süratle eski şaşaalı günlerine dönüyor. Top rakipteyken sahanın her yerinde pres yapan, ikili-üçlü sıkıştırmalarla rakibini bozan Başkent temsilcisi, topa sahip olduğunda ise büyük bir süratle atağa çıkıyor. Hücuma çıkarken topu kaptırdıklarında ise yaptıkları taktik faullerle fazla büyümeden tehlikeyi önlüyorlar. Bu oyun tarzı, hiç kuşkusuz Mesut Bakkal’ın ustası Ersun Yanal’ın Türkiye’ye armağanı. Ancak hakemlerin bu kadar faule töleranslı davranması, sakın Gençler’in eski yöneticisi olan MHK Başkanı’nın kerametinden olmasın! Erciyes’in iki misli faul yapan Gençlerbirliği’ne çıkan kart sayısı, iki sarı. Kayseri ekibine ise iki sarı bir kırmızı! Bunda bir hikmet var!
‘’Arka Bahçe‘’
Bu söz, özellikle milliyetçi-muhafazakar kesimde büyük infial uyandırdı. Türkiye’nin dinine ve milli geleneklerine bir saldırı olarak yorumlandı. Avrupa’nın asıl hedefinin, biz Türkler’i asimile etmek olduğu şeklindeki görüşler havada uçuştu. Değişime ihtiyacımız olmadığı, böyle şeye asla izin vermeyeceğimiz vurgulandı. Chirac lanetlendi!Oysa yapılan, bize dışarıdan boy aynası tutulmasından başka bir şey değildi. Yıllardır, bazı aydınlarımızın bıkmadan, usanmadan dile getirdiği değişim-dönüşüm söyleminin bizim dışımızdaki biri tarafından tekrarlanmasıydı Chirac’ın sözleri...Özellikle 80’li yılların ortasından itibaren hız kazanan değerler erozyonunun, toplumu nasıl içinden çıkılmaz bir noktaya getirdiğini bilmeyenimiz yok. Ancak ne var ki, “değişim” sözüne karşı allerjimiz de devam ediyor. Batı medeniyetiyle kucaklaşmaya çalışıyoruz ama; kırmızı ışıkta gaza basmaktan, sokağa çöp atmaktan, kaldırımları işgal etmekten, yola tükürmekten, klakson çalmaktan, havaya silah sıkmaktan, devleti soymaktan, rüşvet alıp-vermekten, kamu kurumlarına eşini-dostunu yerleştirmekten, bir hiç uğruna adam vurmaktan, çoluk-çocuğa şiddet uygulamaktan, bebeleri sokağa terketmekten, dokunulmazlık zırhına bürünmekten, görevi ihmalden, hileli mal satmaktan, ürünlere aşırı kar koymaktan, bilimi dışlayıp hurafelere inanmaktan, statlarda birbirimize girmekten, küfürleşmekten, ikiyüzlü adalet anlayışından vazgeçemiyoruz. Yani alışkanlıklarımızdan... Yani allı-pullu padişah kaftanı gibi üstümüze giymeye çalıştığımız yoz kültürden... Bir türlü vezgeçemiyoruz. İşte değiştirilmesi gereken bunlardır. Bizi çağdaş dünyanın dışına iten ilkelliklerdir terketmemiz gereken. Hatta gerekmekten ziyade, hepimiz vatandaşlık görevi olarak benimseyip, uğruna mücadele vermeliyiz, bizi çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacak bir kültür devrimi için... Bunun ne kadar zorunlu olduğu, son günlerde yaşadığımız milli hezeyanla bir kez daha ortaya çıktı. İsviçre’de bize karşı yapılan bazı densizliklere misliyle karşılık vermek için seferber olduk. Havalimanında gelen yolculara hizmet vermesi için maaş alan personel, İsviçreli futbolculara tacizde bulundu. Gazetecilerin bile sokulmadığı terminale nasıl girdiği belli olmayan militan gruplar kafileye küfür ve hakaretler etti, yumurtalı saldırı düzenledi. Aradaki koruma duvarına rağmen darp girişimleri oldu. Futbol Federasyonu’nda, “Milli Takım Sorumlusu” gibi üst düzey bir görev üstlenmiş şahıs, yaptığı holiganca açıklamalarla kitleleri tahrik etti. Şu ana kadar çıkan ve bugün de çıkması muhtemel olayların fitilini bizzat ateşledi. Avrupa ve Dünya’nın karşısına, “Türk” kelimesi ile özdeşleşmiş geleneksel konukseverliğimizle değil de, bir kez daha barbar yüzümüzle çıktık. Futbolun bir oyun olduğunu yine unuttuk. Geçmişte bu tür taşkınlıklarımız karşısında ne kadar ağır bedeller ödediğimizi bildiğimiz halde yüzümüzü kızartacak davranışlar sergilemekten çekinmedik. Evet, futbol yalnızca sahada oynanmaz. Ve sadece 90 dakika da değildir. Öncesi vardır, sonrası vardır. Saha içi vardır, saha dışı vardır. Ama her platformda kazanmanın yolu, köklü bir değişimden geçiyor. Toplumsal dönüşümü sağlayamadan sahada kazanılan başarılar, anlık ve dönemsel olmaktan öteye gitmiyor. Tıpkı tatlı bir tını olarak anılarımızda kalan Galatasaray’un UEFA zaferi gibi...BİR ANI...BİR ANI...Geçtiğimiz yaz yapılan Akdeniz Oyunları’nda futbol takımımızın ev sahibi İspanya ile yaptığı ve lideri belirleyecek grup maçını izlemek için stada girdiğimizde dakikalar 60’ı gösteriyordu. Tabela da 1-0’ı... Bir an önce yerimizi alalım diye basın tribünü yerine seyircilerin içine girdik. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamıştık ki, Milli Takımımız bir frikik atışı hazırlığı yapıyordu. Topun başında Galatasaraylı Cafercan vardı. Diğer gazeteci arkadaşlara, “Bir dakika durun şunu seyredelim, Cafercan toplara iyi vuruyor” dedim. Bekledik. Cafercan bir sol kesme yaptı ve beraberlik golümüzü attı. Biz havalara zıpladık. Naralar attık. Ellerimizle “çak” yaptık. İspanyol seyircilerin arasında olduğumuz ancak sakinleşince aklımıza geldi. Şaşkın şaşkın bize baktıklarını farkettiğimizde hayrete düştük. Bazıları ise aşırı sevincimiz karşısında tebessüm ediyordu. Ne bir kötü bakış, ne bir kötü söz, ne küfür, ne taciz... Golden sonra Türk gazetecisi olduğumuzu söyleyerek aralarına oturduk ve birlikte maçı izledik. Hatta birbirimize ikramda bile bulunduk. Maç 1-1 bitttiğinde de her iki takımı ayakta alkışladılar. Biz ise, karşılaştığımız muamele karşısında alışık olmadığımız duygularla stadı terkettik.NOT: Bu anı, bugünün mana ve önemi üzerine aklıma geldi. Belki nafile bir çaba içindeyim ama yine de hatırlatmak benim için bir boçtur.
‘’Arka Bahçe‘’
Demokrasi bize lüks!Yunanca “halk” kelimesinin karşılığı olan “demos” ile “idare” manasına gelen “kratos” kelimelerinden meydana gelmiş olan “demokrasi” teriminin karşılığında Türk Dil Kurumu sözlüğünde şunu yazar: Halkın egemenliğine dayalı yönetim biçimi. Yani, halkın temel hak ve hürriyetlerinin korunması, halk kitlesinin görüş, kanaat ve çıkarlarının ülke yönetimi ve işleyişi üzerinde etkili olması anlamına gelen demokrasi, ne yazık ki, bir ütopya olmaktan öteye gidememiştir. Tıpkı, insanlığa evrensel barışı, refahı ve mutluluğu vaadeden diğer sistemler gibi... Bugün batı toplumlarının denemeye çalıştığı, ancak bir türlü tam olarak hayata geçiremedikleri demokrasinin ülkemizdeki serüveni ise kavga, kargaşa, darbe, acı, yokluk ve gözyaşı doludur. Cumhuriyetin ilanından itibaren yönünü batı medeniyetine çeviren Türk toplumu, zaman zaman demokrasinin ucundan tutmaya çalıştıysa da, her seferinde legal-illegal güçler tarafından hedefinden uzaklaştırılmıştır. Bunun elbette çeşitli nedenleri vardır ve siyaset ile toplum bilimcilerin ilgi alanına girer, ancak en önemli sebeblerinden biri, toplumun bir demokrasi kültürüne sahip olamayışıdır. Demokrasi, her seferinde bu topluma birileri tarafından lütuf olarak sunulmuştur. Ve lütufta bulunanlar, günü geldiğinde verdiklerini geri almakta beis görmemişlerdir. Dolayısıyla demokrasi, geleneksel değerlerimiz ve evrensel hedeflerimiz arasında hiç bir zaman yerini alamamıştır. Kökleşememiştir. Sahiplenebileceğimiz, uğruna herşeyimizi feda edebileceğimiz bir amaç değil, çeşitli menfaat gruplarının elinde bir araç olmuştur. Bizlere demokrasi diye yutturulan seçimler, zümre oligarşisisinin egemenliğini sağlama almaktan öteye gitmemiştir. Halk, sadece lobilerin, cemaatlerin, çıkar gruplarının iktidarına payanda vazifesi görmüştür. İşleri bittiği zaman hurdalığa atılabilecek bir payanda... Mamafih, hiç bir zaman demokrasiyi özümseyemeyen, benimseyemeyen ülkemiz, batı toplumlarını felakete sürükleyen “diktatörlük” deneyimini de tam olarak yaşamamıştır. Buna müsaade etmediği için değil, ortam oluşmadığı için... Belki de demokrasinin kıymetini bilmememizin en büyük nedeni budur. Yıllarca Faşizm rejimi altında inim inim inleyen, iç-dış savaşlarda tarumar olan Avrupa’nın demokrasi ülküsüne sıkı sıkıya sarılması büyük ölçüde bundandır. Yokluğu da gördüler, varlığı da... Keza tutsaklığı da yaşadılar, özgürlüğü de... Gerek yönetim biçiminde, gerekse toplumsal ilişkilerimizde yaşamımıza sokamadığımız demokrasi, doğaldır ki, spora da pek sirayet etmemiştir. Ülke yönetiminde bugüne kadar tam olarak vücut bulamayan diktatörlük, federasyon ve kulüp idarelerinde her zaman “geçer akçe” olmuştur. Hatta takımların teknik yönetiminde dahi... Geçmişte de zaman zaman tanık olduğumuz bu durumun şimdiki en bariz örneği Fenerbahçe’dir. “Cumhuriyet” olarak anılan bu güzide camiamız, bugün Başkan Aziz Yıldırım’ın faşizan yöntemlerine razı duruma gelmiştir. Baskı, korku, sindirilmişlik öylesine hakim olmuştur ki, muhalefet bir buz kalıbı gibi giderek eriyip kaybolmuştur. Eski başkanlar tarafından bile “Fenerbahçe tarihinin en başarılı başkanı” olarak lanse edilen Aziz Yıldırım’ın yönetim tarzı, giderek diğer kulüplere de model olarak gösterilebilmektedir. Üstelik sözkonusu kulüplerin kendi camiaları tarafından... Başarının tek anahtarı olarak “tek adamlık” görülmektedir. Hatta Sayın Yıldırım’ın her seferinde azarladığı, aşağıladığı, horladığı basın bile, kendisine gizliden gizliye hayranlık duymaktadır. Her sözü bir kanun gibi enine boyuna tartışılmakta, günlerce sayfaları işgal edebilmektedir. Aziz Yıldırım’ın tarzı giderek başka alanlara da sirayet etmektedir. Bazı hakemler futbolcuları azarlamakta, bazı teknik direktörler işi öğrencilerini darp etmeye kadar götürmektedir. Bazı kulüp başkanları hoşgörüsü nedeniyle yetersiz bulunmakta, bazı federasyon başkanları da, hiçe saydıkları camialarını adeta kendi uzantıları gibi görmektedir. Bu gidiş, çok tehlikeli bir gidiştir. Hemen her branşta duraklama dönemine giren Türk sporunun bugün, her zamankinden daha fazla katılıma, paylaşıma, çok sesliliğe ve birlikte üretime ihtiyacı vardır. Bugün ülkemiz koşullarında başarılı olan Aziz Yıldırım’ın yöntemini, demokrasi bilincinin eksikliği, kendini değersiz ve yetersiz hissetme, güce tapınma gibi nedenlerle tek kurtuluş reçetesi olarak görenler, Dünya futbolunun en büyük markaları Barcelona, Manchester United gibi örnekleri de unutmamalıdır. Evet, en temel demokratik hak olan seçimlerde bile elimizdeki gücü değerlendiremiyoruz, kullanmasını, seçmesini bilmiyoruz ama yine de demokrasi hedefinden şaşmamalıyız. Çünkü bu hepimize gereklidir. Aziz Yıldırım’a da, ona özenenlere de...Kansere bir umut da siz olunKemik kanseri teşhisi konulduğunda 18 yaşında olan Kanadalı Terry Fox’ın sağ bacağı, 1977’de dizinin 15 cm. üstünden kesilir. Hastanede kaldığı sürede kanser hastalarından etkilenen Fox, geliri kanser araştırmalarına bağışlanmak üzere Kanada’yı bir uçtan bir uca koşmaya karar verir. 1980 yılında başladığı bu yolculuğu “Umut Maratonu” olarak adlandıran Fox, 143 gün boyunca her gün ortalama 42 kilometre koşar. Kanser akciğerlerine de sıçrayınca koşuyu bitirir. 28 Haziran 1981’de 21 yaşındayken hayata veda ettiğinde tek bir isteği vardır: Umut Maratonu’nun devam etmesi. Talihsiz gencin son arzusunu yerine getirmeyi bir görev olarak kabul eden Kanadalılar, her yıl dünyanın bir çok yerinde Terry’nin, “kanserin tedavisinin bulunması”na ilişkin hayalini canlı tutmak için “Umut Maratonları” düzenliyor. Bugüne kadar düzenlenen Terry Fox Koşuları ile kanser araştırmaları için dünya çapında 340 milyon Amerikan Doları’nın üzerinde para toplanmış. Bu etkinlik 2002 yılından itibaren ülkemizde de yapılıyor. Koşudan sadece geçen yıl 20.000 ABD Doları gelir elde edilmiş. Katılımın ücretsiz olduğu koşuda isteğe bağlı olarak yapılacak bağışlardan toplanan paranın tamamı Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’na bağışlanıyor.Umut Maratonu 2005, önümüzdeki pazar günü (13 Kasım) saat 12.00’de İstanbul Teknik Üniversitesi Maslak Kampüsü’nde gerçekleştirilecek. İsteyenin koşacağı, isteyenin yürüyeceği, isteyenin de bisiklete bineceği yarışta toplanacak para, belki de yarın sizin ya da bir yakınınızın tedavisinde bir umut olarak geri dönecek. Ne dersiniz? Hayat bu...
‘’Arka Bahçe‘’
Cennetimiz, cinnetimiz...İstiklal Marşımızın en anlamlı dizeleridir, şu dizeler: “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda...”Ama artık öyle mi? Şimdi sadece şehitler mi fışkırıyor, uğruna feda olduğumuz bu cennet vatanın topraklarından? Bu kadar rezillik, ilkellik, şiddet hangi ülkenin coğrafyasında boy veriyor? Mehmet Akif Ersoy bugünleri görse o dizeleri yazabilir miydi acaba? Günlerdir çocuk yuvasında yaşanan zalimliğin görüntüleriyle allak bullak oluyoruz. Ve nedense çok şaşırıyoruz! Ya da şaşırıyormuş gibi yapıyoruz. Çocukluğumuzda hangimiz geçmedik ki o karanlık dehlizlerden? Hangimizin evinde, okulunda, atölyesinde, sokağında, kuran kursunda, kışlasında yaşanmadı o şiddet? Yuvalarımız, birer şefkat yuvası mıydı gerçekten? Bugünkü şiddetin sorumlusu büyükler, aynı şiddetin sarmalından geçen dünün çocukları değil miydi? Bugünün çocukları da yarınki şiddetin müsebbibi olmayacak mı? Onlar da yarının çocuklarına işkence yapmayacak mı? Neden kendimizi kandırıyoruz? “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “Nush ile uslanmayanın hakkı tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”, “Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Dayak cennetten çıkma” gibi atasözleri hangi topluma ait acaba? Realite şu: Bu toplumun mayası şiddetle yoğrulmuş, harcı şiddetle karılmış. Şiddet ekiyoruz, şiddet biçiyoruz. Hepimizin çocukluğunda bugünkü ilişkilerimizi şekillendiren şiddete dayalı travmalar yok mudur? Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, milletvekillerin, parti başkanlarının, şirket yöneticilerinin, işçilerin, memurların, kulüp idarecilerinin, hakemlerin, futbolcuların birbirleriyle sağlıklı iletişim kuramamasının altında yatan temel neden nedir sizce? Çocukluğumuzda maruz kaldığımız şiddetin izlerini hayat boyu taşımıyor muyuz?Ve bu harala-gürelede gözlerden kaçan kulüp altyapıları... Sporcuların ilk eğitimlerini aldığı kulüp altyapılarının, yatılı okullardan, çocuk yurtlarından farkı var mı? Başta futbolcular olmak üzere, günümüz sporcularından altyapılarda şiddete, tacize uğramayan kaç kişi vardır? Onların orada şefkatle, sevgiyle eğitildiğini söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki hayır. Bütün eğitim kurumlarında olduğu gibi, altyapılarda da çocuklarımızı zebil-ziyan ediyoruz. Sonra da onlardan donanımlı birer yetişkin, başarılı birer sporcu olmalarını bekliyoruz. Lafı fazla uzatmadan bundan dört yıl önce bu köşede yayınladığım yaşanmış bir hikayeyi günümüz gerçeğiyle birebir örtüştüğü için tekrar sunma gereği duyuyorum:Bir altyapı hikayesiBulunduğu küçük taşra ilçesinin en yetenekli güreşçilerinden biri olarak gösteriliyordu. Düğünlerde herkes onun çayıra çıkacağı anı dört gözle bekliyordu. Yalnız kendi yaşıtlarını değil, büyüklerini de dize getiriyordu. Güçlü fiziği, acı kuvvetiyle rakiplerini adeta yerden söküp atıyordu. Ancak büyük bir güreşçi olması için uzman antrenörlerin elinde eğitilmesi gerekiyordu. Oğlunun bir gün mutlaka yıldız bir sporcu olacağına inanan babası, bir yakınının tavsiyesi üzerine elinden tuttu ve bağlı bulundukları ilin Güreş Eğitim Merkezi’ne götürdü. Zaten sporcu sıkıntısı çeken merkez, güreşçi adayını derhal kabul etti. Ertesi gün çalışmalara başlamıştı. İlk günün şaşkınlığını atlattıkça bulunduğu ortam hakkında yavaş yavaş fikir sahibi olmaya başlamıştı. Kendisine eğitim veren antrenörler hiç de öyle uzman filan değildi. Hepsi, il müdürünün akrabalarıydı ve güreşle o kadar da ilgileri, alakaları yoktu. Hatta içlerinden biri, bir çok suçtan sabıkalıydı. Üstelik küçük sporculara çok kötü muamele yapıyorlardı. Küfür, hakaret, dayak, aç bırakma, odaya hapsetme gibi olaylar her gün yaşanan olağan şeylerdi. Kendini bir anda hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir kabusun içinde bulmuştu. Bir gün dayanacak gücü kalmadığını hisseddip eşyalarını topladı ve merkezden kaçarak evine gitti. Babasının meraklı ve endişeli soruları karşısında önce sustu. Ardından ağlamaya başladı ve kısık bir sesle, “Baba ben güreşçi olmak istemiyorum, ne olur beni bir daha o cehenneme gönderme” dedi. Yıkılan hayallerinin enkazını kaldırması için uzun bir süreye ihtiyacı vardı. Üzerine yeni hayaller inşa etmek için... NOT: Tüm FANATİK okurlarının geçmiş Cumhuriyet ve bugünkü Ramazan Bayramları’nı kutlarım.
‘’Herkesin oyunu kendine...‘’
Futbol müsabakalarında tribünleri dolduranların ne sahada oynanan oyunla, ne de takımlarıyla pek fazla ilgisi bulunmuyor. Onlar, çoğunlukla kendi oyunlarını oynamaya geliyorlar statlara. Oynayacak oyunu olmayanlar da gelmiyor. Tıpkı, dünkü Kayseri-Konya maçında olduğu gibi.Kayserispor geçen hafta sahasında Samsun’a 6, hafta içinde de kupa maçında deplasmanda Trabzon’a 3 gol atmış, ligin en iyi futbol oynayan ve en fazla gol atan takımlarından biri. Üstelik tarihinde hiç olmadığı kadar zirveye asılmış durumda. Ancak ne var ki, tribünler boş. Gelenler de tiyatro izler gibi maç seyrediyor. Birkaç çoluk çocuk dışında ne bir heyecan var, ne de coşku. Lokum gibi deplasman yani!Bu minval üzere başlayan karşılaşmanın ilk yarısında zaman zaman yükselen bir tempo ve karşılıklı ataklar vardı. Rakibine oranla biraz daha etkili gözüken Konyaspor’un Kamerunlu oyuncusu Bebbe, yakaladığı net pozisyonları değerlendiremeyince ilk 45 dakikada denge bozulmadı.İkinci yarıda ise üstünlük Kayserispor’a geçti. Bunda sahanın yıldızı kaptan Bülent Bölükbaşı’nın inanılmaz hırsı ve mücadele gücünün payı büyüktü. Arkadaşları da kendisine ayak uydurunca Kayseri’nin geliyorum diyen golü, sezonun flaş ismi Gökhan’ın şık vuruşuyla geldi. Sonrası ise bildik görüntüler. Bastıran Konyaspor, kapanan Kayserispor, ceza alanı içi karambolleri, vakit geçirmek için yerde yatıp sedyeyle çıktıktan sonra sedyeden ok gibi fırlayıp oyuna giren oyuncular, yorgunluk, itiş-kakış, acemice pas yanlışları, kontrolü elinden kaçıran hakem... Ne de olsa, o da kendi oyununu oynuyor. Tıpkı diğer meslektaşları, kulüp yöneticileri, federasyon, kurullar, murullar gibi...
‘’Arka Bahçe‘’
Florya’da bir kardelen: ÖzgürcanGünler başdöndürücü bir hızla ilerliyor. Yıllar göz açıp kapayana kadar geçiyor. Ömrümüz durmaksızın aşağıya akan bir kum saati gibi süratle tükeniyor. Mamafih, her yeni doğan gün, dünü aratıyor. Geçip giden günlerle birlikte sahip olduğumuz evrensel değerler de, bir kuş misali avucumuzun içinden uçuyor, gökyüzünün sonsuz maviliğinde gözden kayboluyor. Bir daha geri gelmemecesine... Siyasette, ekonomide, sanatta, sporda... Yani gündelik yaşamda... Ama ille de sporda... Kabalık, hoyratlık, üçkağıtçılık, yalan, riya hayatlarımızı öylesine teslim almış ki, fırtınaya yakalanan dümeni kırılmış bir yelkenli gibi dalgalı denizin ortasında bir oraya bir buraya savruluyoruz. Bata çıka bir meçhule doğru ilerliyoruz. Alacakaranlığın içinde kaybolmuş ömrümüze doğacak güneşlerin hayaliyle, tükenmeye yüztutan umutlarımızı yeşertmeye çalışıyoruz. Lakin, fırtınalar, kasırgalar, boralar, tayfunlar hiç bitmiyor. Biri biterken, biri başlıyor. Sanki sonsuza kadar sürecek bir kara kışın bağrındaymışız gibi...Gibi ama, bazen kara kışı bitirecek baharı müjdeleyen kardelen çiçekleri de dağlarda ışkın vermiyor değil hani... Bizleri o koyu karanlığın içinden çıkaracak... Güneşli günlere, aydınlık yarınlara taşıyacak... Tıpkı Galatasaray’ın da yarınlarının teminatı Özgürcan Özcan gibi...Pırıl pırıl bir jenerasyonun en ışıltılı yüzü Özgürcan Özcan, zehir soluyan, zehir kusan büyüklerinin miras bırakmak istediği zehirli bir geleceğin panzehiri olarak ortaya çıktı. Elle-faulle atılan gollerin, “profesyonellik” olarak yutturulmaya çalışıldığı, haramı helal kılarak taze dimağların iğdiş edildiği bir futbol ortamına bir rahmet gibi yağdı. Kendisine bir değer gibi sunulan yoz kültürü elinin tersiyle itti. İçinden gelen sesi dinledi. Bin yıllık bir medeniyeti bugünlere taşıyan öz değerlerine sahip çıktı. Çıkmakla kalmadı, kendi neslinin rehberi, ışığı oldu. Tonlarca çığın altında can çekişen Türk futbolunun kardelenidir Özgürcan Özcan. Üstelik dağlarda değil, kentin göbeğinde boy veren narin bir çiçektir. Koparılmaması, sıkı sıkı korunması, gözümüz gibi bakılması gereken...Ani bir refleks sonucu elinle attığın golü hakeme iptal ettirdin, böylelikle bizleri de çok mutlu ettin, gururlandırdın. Daralan ruhlarımızı farahlattın.Aşkolsun sana çocuk, aşkolsun...Ve yolun açık olsun...Galatasaray’ı asıl bekleyen tehlike...Bana yakın oturan üç tane erkek yeğenim var. Biraz benden, ama çoğunlukla da Galatasaray’ın UEFA Kupası’na uzandığı süreçten etkilenerek sıkı birer Galatasaraylı oldular. Ancak ne var ki, geçtiğimiz günlerde evimizi ziyarete geldiklerinde ilkokul 2’ye giden 8 yaşındaki en küçük yeğenim Ahmet’in Galatasaray’ı bırakıp Fenerbahçeli olduğunu büyük üzüntüyle öğrendim. Oysa Galatasaray’ın görkemli yıllarında yaşının küçük olması itibariyle kazanılan başarıları algılayamayacağı için en fazla onda zorlanmış, ancak forma vb. küçük rüşvetlerle (!) onu Galatasaraylı yapmayı başarmıştım. Kendisine neden takım değiştirdiğini sorduğumda aldığım cevap son derece ilginç ve bugünkü Galatasaray Yönetimi’nin kulağına küpe olacak cinstendi: “Sınıfta bütün çocuklar Fenerli ve ben Galatasaraylı olduğum için benimle oynamıyorlar, aralarına almıyorlar. Ben de yalnız kalmamak için Fenerli oldum!” Bundan 6-7 yıl önceki süreç, bugün tersine dönmüş durumda. Şimdiki yönetimin asıl en büyük tahribatı bu olacak gibi gözüküyor: Yeni nesli Fenerbahçe’ye kaptırmak... Yani geleceği kaptırmak...Miras hızla tüketildi. Zarar oldukça büyük ve telafisi çok zor gibi...Bir nesli kaybetmek, yarınları kaybetmektir.Öyle değil mi, Sayın Canaydın?!!
‘’Arka Bahçe‘’
Yara!!!O zamanlar bir futbol semti olan Rami’nin terkedilmiş kışlasının içindeki toprak sahaya adım attığımda, bir futbolcu adayı değil, okul harçlığını çıkarmaya çalışan küçük bir su satıcısıydım. Saha kenarında benim gibi ekmeğini sudan çıkarmaya çalışan onlarca yoksul çocukla birlikte devre arasının olmasını sabırsızlıkla beklerdik. Hakemin düdüğüyle birlikte sahaya dalar ve birbirimizle amansız bir yarışa girerek futbolcuların önüne seğirtirdik: Abi benden al, abi benden al!.. Şanslı olanlar futbolcu abilerin ellerine su döker, yüzlerini yıkamalarını ve serinlemelerini sağlardı. Ardından da maçın sonunu beklerdi, sattığı suyun parasını almak için... İyi abiler eksik ziyade parayı verirdi. Ama çoğu, ‘s..... lan’ çekerdi. Bazen hızını alamayan olur, bir tekme de bizlere atardı. Futbol topu misali!İlk işe çıktığım gün o meşum ifadeyi duymuştum, takımın en iyi futbolcusu olan o abiden... O gün, ekmek kavgamda ilk yaralandığım gündü. Sonra defalarca s..... çekildi bana, hem o futbolcu abiler, hem onlar gibiler, hem de hayat tarafından... Ve ben her seferinde yaralandım. Bir yaram kapanmadan, bir diğeri açıldı. Futbol sahasında yaşadığım bu travma, yaraladığı kadar, nasıl olmamam gerektiği konusunda beni eğitmişti, aynı zamanda... Adil olmayı, başkalarının hakkını yememeyi öğrenmiştim, hakkım yenilerek ve gururum incinerek... Bugün ne zaman haksızlığa uğramış bir insan görsem, o eski yaram bir inceden sızlayıverir. O mağdur kişinin hüzünlü yüzünde kendi mahzun çocukluğumu görürüm. Adaletin her geçen gün hayatımızın içinden çekilmesi, sayıları gün be gün artan zalimlerin pervasızlığı, toplumda mağdur insan sayısını o kadar arttırdı ki... Ruhlarımız açılan yeni ve sızlayan eski yaralarla lime lime oldu. Yaralı toplumun yaralı bireyleri olduk.Hakan Şükür’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği...Bugün yaralarımı sızlatan mağdur kişi ise, beni hayatın acımasız yüzüyle tanıştıran o futbolcuyla aynı mesleği yapıyor. Üstelik mesleğinin zirvesinde olan bir isim o... Bu ülkede yapılmayanları yapan, ilkleri gerçekleştiren, kırılmadık rekor bırakmayan, Edirne’yi geçmemizde başrolü oynayan, dünyanın her yerinde tanınan, bilinen, takdir gören Türk futbolunun gerçek bir fenomeni... Hakan Şükür.Onun Türk futboluna katkısını bu köşeye sığdırmanın imkanı yok. Koca bir ülke, onun ve arkadaşlarının Avrupa’yı silkelediği dönemde sokaklara döküldü. Onlarla gururlandık, onlarla onurlandık. Hakan Şükür’ün, ülkesine kattığı futbol değerlerinin yanına bugüne kadar hiç bir futbolcu yaklaşamadı, uzun yıllar da yaklaşacak gibi görünmüyor. Ancak ne var ki, böylesine görkemli bir kariyere sahip olmasına karşın, ne İsa’ya yaranabiliyor, ne de Musa’ya... Başka bir ülkede olsa baştacı edilecek olan Şükür, kendi ülkesinde yerden yere vuruluyor. Yaptığı en küçük hata, onu yıpratmak için misliyle geri dönüyor. Onun varlığına tahammül bile edilemiyor. Kimi dini inancı, kimi, kişiliği, kimi ait olduğu renkleri, kimi de kıskançlığı nedeniyle onu hedef alıyor. Bu ülkeye verdiklerinin, aldıklarından bir kaç misli fazla olması kimsenin umurunda bile olmuyor. Onun harcadığı emeğe, akıttığı tere göz göre göre saygısızlık yapılıyor, haksızlığa, hakarete uğruyor. Üstelik bırakın ülkesini, kendine bile faydası olmayan bir güruh tarafından... Son olarak, cezası nedeniyle milli takıma alınmayan Hakan Şükür’ün yerine forma şansı bulan Halil Altıntop’un, Almanya karşısındaki başarılı futbolu üzerine, ulemanın biri şöyle buyurmuş: Halil, Hakan’ı bitirdi! Hangi lobinin gücüyle elde ettiği belli olmayan köşesinde, zaman zaman futbola bulaşan ve kendini Fenerbahçe’nin haklarını savunmakla yükümlü gören bu kerameti kendinden menkul yazar, aklı sıra iki futbolcuyu karşıya getirerek hem Hakan’ı, hem de Galatasaray’ı yıpratacak. Bu kişinin, kişi olarak hiç bir değeri, anlamı yok benim için. Ama o, bu ülkede köşe başlarını tutan bir zihniyetin temsilcisi. Her daim haktan, hukuktan, adaletten bahsedip de, en büyük haksızlıkları, ihtirasları ve çıkarları uğruna kendileri yapan, halkı, halka malolmuş insanları aşağılayan çarpık bir zihniyetin... Kendilerini Fransız entelijansiyasının Türkiye’deki muadili olarak gören ve sırf bu nedenle halkın içinden çıkan Hakan Şükür’ü bitirmeye çalışırken, aslında kendi kendilerini bitirdiklerinin dahi farkında olmayan zavallı bir zihniyetin...Bunların Hakan Şükür vb. yaptığı haksızlıklar beni daima yaralar. Ama ben yaralı halimle bile bunların karşısında dimdik durmayı öğrenmişimdir hayattan... Ve dururum da...Hakan Şükür de durmalı...
‘’Bütün mesele insan oldum diyebilmekte‘’
Aklımızı hırsımızın önüne geçirebilmek... Kendimize reva görmediğimizi başkalarına da görmemek... Hak ararken, diğerlerinin haklarını gaspetmemek... Narsizmimizin doruklarından inebilmek... Hatalarımızla yüzleşebilmek... Eğer kolay olsaydı, birbirimizin gözünü bu kadar oyar mıydık? Birbirimizi gömmek için tırnaklarımızla böylesine derin çukurlar kazar mıydık? Sevgisizliği ilke haline getirir miydik? Haset ve kıskançlık, ölümcül bir virüs gibi içimizi çürütür müydü? Bütün camialar cadı kazanı gibi kaynar mıydı? Türk sporu bu kadar tepetaklak olur muydu? Son bir ay içinde halterde, basketbolda, güreşte, voleybolda yaşanan başarısızlıkların, skandalların arkasında yatan asıl nedenleri incelediğimizde, karşımıza çıkacak manzara sizce de belli değil mi? Sistemsizliğin ve çapsız yöneticilerin yanısıra, hiç bir camiada bir ekip ruhu yaratılamaması, birbirine düşman bireylerin, kendi kişisel çıkarlarını ait oldukları camianın çıkarlarının üzerinde görmesi, ilişkilerin yalan ve riya üzerine kurulması, asıl neden değil midir? Gerçek ortada değil mi? Birbirimizi neden kandırıyoruz? İtiraf etmekten neden korkuyoruz? Aslolan; insan kalitesinin, belki de tarihimiz boyunca hiç olmadığı kadar düşmüş olmasıdır. Aslolan; insan oldum diyebilmekte, hiç zorlanmadığımız kadar zorlanmamızdır.Aslolan; günlük yaşamımızda maskelerle dolaşarak, iyi huylu, temiz insanı oynarken, aynanın karşısına geçtiğimizde, başımızı kaldırıp bakmaktan ürkecek kadar başka bir yaratığa dönüşmemizdir.Aslolan; yüzyıllardır bizi ayakta tutan değerlerimizden giderek uzaklaşmamız, her geçen gün biraz daha bencil, biraz daha hasis, biraz daha kibirli, biraz daha hoşgörüsüz, biraz daha sevgisiz-saygısız olmamızdır.Küçük bir iğne darbesiyle bu kadar cerahatın, pisliğin ortaya saçılmasının başka bir izahı var mı? Yıllardır kapanmayan bu yaralara şimdi kim apse yaptırdı? Israrla gerçeklere sırtımızı dönerek, biriken çöpü halının altına süpürerek, eyyam yaparak, doğru teşhis koymayarak, sorumluluktan kaçarak, kamplara bölünerek, cepheleşerek, belden aşağı vurarak Türk sporunu yoğun bakıma soktuk. Musalla taşına koymamıza ramak kaldı. Hepimiz suçluyuz. Ama az, ama çok... Bu oyunda kimse siyah ya da beyaz değil. Herkes gri. Kiminin tonu açık, kiminin koyu... İngiliz yazar Rudyard Kipling’in “EĞER” şiirini hatırlamanın şimdi tam zamanıdır: Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğüve bunun sebebini senden bildikleri zaman...Eğer sen kafanı dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen...Eğer kimse sana güvenmezken, sen kendine güvenirve onların güvenmemesini de haklı görürsen...Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan,veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsenya da senden nefret edilir de, kendini nefrete kaptırmazbütün bunlarla beraber ne çok iyi, ne de çok akıllı görünmezsen...Eğer hayaller kurabilir ve hayallerine esir olmazsan,Eğer düşünebilip de düşüncelerinin kölesi olmazsan,Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşırve bu iki hokkabaza da aynı şekilde davranabilirsen;Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafındanahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görürve eğilip, yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen,Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilirve bir yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsenve kaybedip yeniden başlayabilir,ve kaybın hakkında tek kelime dahi söylemezsen...Eğer kalp, sinir ve damarlarını eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen,ve kendinde onlara “dayan” diyen bir iradeden başka bir güç kalmadığı zaman bile dayanabilirsen...Eğer kalabalıklarla beraberken erdemlerini koruyabilirya da krallarla gezip halka ait huylarını kaybetmezsen...Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse...Eğer, aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen...Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, katedilen mesafeye değer, altmış saniye ile doldurabilirsen...Yeryüzü ve üstündekiler senindir.Ve dahası oğlum, sen İNSAN oldun demektir...Yanlışa sahip çıkılmaz Sema Hanım!..Ard arda patlayan doping skandallarına geçtiğimiz günlerde bir yenisi daha eklendi, bildiğiniz gibi... Fenerbahçeli yüzücü Sibel Piroğlu’nun Türkiye Yüzme Şampiyonası sırasında verdiği idrar numunesi pozitif çıktı. Ortada, bilerek ya da bilmeyerek yapılmış bir doping vak’ası var. Burada yapılması gereken tek şey, eğer itiraz edilmişse B numunesinin de açılmasını beklemek. Yüzme Federasyonu Başkanı Sema Küçüksöz’ün olay sonrası verdiği demece bakılırsa itiraz edilmiş ve kesin sonuç B numunesinin açılmasından sonra açıklanacak ve ona göre sporcu ceza kuruluna sevkedilecek. Ardından dereceleri alınacak, şampiyon olmasına katkıda bulunduğu takımının puanları silinecek, muhtemelen şampiyonadaki takım sıralaması değişecek. Buraya kadar herşey normal. Normal olmayan, Sema Hanım’ın sporcusuna sahip çıkarak basını yargısız infazla suçlaması. Bir sporcuya, kaybetmemek için sahip çıkılması anlaşılabilir bir davranış. Ve doğrudur da... Onu ömür boyu hatasıyla yargılayamayız. Ancak Sema Hanım açıklamasıyla bu olayda taraf durumuna düşüyor. Oysa onun konumu tarafsız olmasını gerektiriyor. Zira Piroğlu’nun ceza alması iki ezeli rakibi; Fenerbahçe ve Galatasaray’ı yakından ilgilendiriyor. Sporcu ceza alırsa Fenerbahçe’nin puanları silinecek, Galatasaray şampiyon olacak. Alması da kuvvetle muhtemel. Zira, Sema Hanım da çok iyi biliyor ki, A numunesi pozitif çıktığı takdirde, B numunesinin de aynı sonucu vermediği bir olaya bugüne kadar rastlanmadı. Burada Sema Küçüksöz’ün yapması gereken, her ne şekilde yapılmışsa yapılsın, dopingin üzerine gitmek ve gönül verdiği renkleri üzerinden çıkararak bütün kulüplere aynı mesafede durmaktır. Bir zamanlar yöneticiliğini yapmış olsa da...









































