‘’Arka bahçe‘’
Önce kendin ol, sonra da başkasıBaşkalaşma, yine kendin kal. Lakin kendin kalırken, kendini kendi içine hapsetme. Bir radar gibi gökyüzünü, bir sonar gibi de denizleri tara. Senin dünyanın dışında başka dünyalar olduğunu keşfet ve bunu hiç bir zaman aklından çıkarma. Sen, sadece sen değilsin. Olmamalısın da... Senin dünyan homojen bir dünya değildir. Parçalardan, partiküllerden, küçük küçük başka dünyalardan oluşur. Tek ve tekil değilsin. Ben, o, onlar; yani diğerleri... Senin dışındakiler olmasa senin hiç bir önemin ve anlamın kalmaz. Sen olmazsan da diğerlerinin... Biz, hepimiz görünmez bağlarla birbirimize bağlıyız. Bir zincirin halkalarıyız. Yeryüzü yalnız senin ihtiyaçlarının doyurulduğu bir alan değildir. Müşterek bir mekandır; ve geçicidir. Kucakladığı tüm canlıların ihtiyaçlarını karşılayacak kadar da büyük, kusursuz, görkemli ve zengindir. Ama paylaşmasını bilmek gerek, tabi... Ve hakkına razı olmak... Sana sunulana değil elbette. Hakettiğine... Kendi hakkını ararken, diğerlerinin haklarını ihlal etmemek, başkalarının haklarını gaspetmemek gerek. Bunun için de dış dünyayla bağlarını koparan, bir koza gibi kendi ellerinle ördüğün o görünmez kalın duvarları yıkman, kendini başkalarının yerine koyman gerek. Diğerlerini anlamalı, hayata bazen onların penceresinden bakmalısın. Yarış içindeyken bile... Yarışırken, rekabet ederken, kazanırken, kaybederken, düşerken, kalkarken, ağlarken, gülerken, sevinirken, üzülürken... Bazen kendinin dışına çıkmalısın, rakibin olmalısın. Kendini rakibinin yerine koymalısın. Onun da kendini senin yerine koyması için, bu adımı atmalısın. Herkes kendini birbirinin yerine koyarse; birbirimizi daha iyi anlarız, birbirimizin hissettiklerini daha iyi kavrarız. Ve birbirimize biraz daha sokuluruz. Aykırılıklar, zıtlıklar yine baki kalır, ama hakça, adilce yarışırız. Birbirimize saygı duyarız, sevgi gösteririz. Barış ve huzur içinde yaşamanın başka yolu yok. Başka Türkiye de yok... Bu değerliliklerin, 2005/2066 futbol sezonunda ve ayrıca tüm spor dünyamızda hayata geçmesi dileğiyle...Okumuşlar buysa...Her ne kadar büyüklerimiz, çok büyük ve anlamlı bir organizasyon yaptığımızı gerine gerine anlatsalar da, bence üstümüze kalmış olan Dünya Yaz Üniversite Oyunları İzmir’de bütün hızıyla sürüyor. İzmirliler’in takım sporlarında tribünleri doldurup, bu tür organizasyonların omurgası olan atletizm, cimnastik ve yüzme gibi ana sporlara ilgi göstermemesi bir yana, Futbol Milli Takımımız’ın, Güney Kore maçında sergilediği utanç verici tutum gözlerden kaçtı. Belki de görmezden gelindi, biz yaptığımız ve dolayısıyla işimize geldiği için... Ay - Yıldızlı ekip karşılaşmada 3-1 galip durumda. Çeyrek finale çıkması için 1 gol daha bulması gerekiyor. Takımımız bastırdıkça bastırıyor. Belki sıcaktan, belki de Güney Kore’nin kaybedecek bir şeyi olmamasından maç tam bir mahalle maçına dönmüş durumda. Orta sahada bir Allah’ın kulu yok! Top bir bizim kalede, bir rakip kalede. Maçın son 3-4 dakikasına girildiğinde bizimkiler bir atak daha tazeliyor. Bu sırada orta sahada yerde yatan bir Güney Koreli futbolcu göze çarpıyor. Bekliyoruz ki, futbolcularımız hücum etmek yerine topu dışarı atsın, alkış alsın. Aslında buna alkış da gerekmez ya, neyse... Ama ne gezer? Galatasaray’ın geleceği Hasan Kabze atağı sürüklüyor. Topu cezaalanına gönderiyor. Rakip defans karşılıyor. Top tekrar bizimkilere geliyor. Bu sırada oyuncu yerde yatmaya devam ediyor. Takımımız tekrar atak tazeliyor. Bir kez daha orta yapılıyor. Bizden biri cılız bir şut çekiyor ve top kalecinin kucağında kalıyor. Kaleci de arkadaşının tedavisi için hemen topu taca atıyor. Güney Koreli sedyeyle dışarı çıkıyor ve bir daha da oyuna dönemiyor. İnanır mısınız, o pozisyonda gol olmaması için dua ettim. Evet, biz kazanacaktık... Ancak kaybımız, kazandığımızdan çok daha büyük ve telafisi mümkün olmayan bir kayıp olacaktı. Hele bir de bunu üniversite okuyan sporcularımızın yapması yok mu?.. Ne diyeceksin? Fair - Play, okullarda ders olarak okutulumuyor ki... Ayıp, çok ayıp...Gerets’in verdiği dersGalatasaray’ın Belçikalı Teknik Direktörü Eric Gerets, futbolda bu sezonun en büyük fenomeni olmaya aday, hiç kuşkusuz... Şöhretiyle, karizmasıyla, futbolculara olan babacan yaklaşımıyla, takımına oynattığı keyifli futboluyla şimdiden Sarı - Kırmızılı taraftarların gönlünü fethetmiş, rakiplerin ise gıptaya izlediği bir figür haline gelmiş durumda. Gazetemizin Galatasaray muhabiri Raşit Altun’un anlattığı bir olay, Gerets’in bir başka yüzünü; çalıştığı ülkenin değerlerine ne denli saygılı olduğunu ortaya koyuyor. Başkentteki Ankaragücü maçı sonrası Belçikalı teknik adam rutin basın toplantılarından birini yapıyor. Sıra soru sorma faslına geliyor. İşgüzar meslektaşlarımızdan birisi Almanca soru soruyor. Aklı sıra ne kadar iyi yabancı dil bildiğini göstererek, çevredekilere hava atacak! Gerets’in bu soruya cevabı ise tokat gibi o densizin yüzünde patlıyor: “Burası Türkiye, bana lütfen Türkçe soru sorun. Herkes anlasın ne sorduğunuzu.”Belki erken ama, bence Galatasaray yönetimi bu hocanın önüne şimdiden 10 yıllık mukaveleyi uzatmalı... Zira, futbol dünyamızın ondan öğreneceği daha çok şey var. Teknik, taktik ve adamlık adına...
‘’Sessiz devrim!‘’
Türkiye’de böyle bir maç oynanacağını rüyamda görsem inanmazdım. Üzerinde taraftar baskısı olmayan futbolcular sadece futbolu düşündü. Birbirlerine karşı olabildiğince saygılı ve centilmence davranarak... Ne kasti bir faul, ne hakeme itiraz, ne provakatif hareketler, ne de birbirleriyle dalaşma... Hatta inanır mısınız, Hakan Ünsal bile kuzu gibiydi. Üstelik bu manzara sosyo politik ve bölgesel farklılıkları en uçta olan iki kentin takımlarının maçında ortaya çıkıyor. Şimdi bana söyler misiniz; dün geceki maç dolu tribünler önünde oynansaydı böyle mi olurdu? Küfür, kavga, rakibi taciz, hakeme baskı, sahaya atılan yabancı maddeler futbolcuları bir anda birbirlerine düşman yapmaz mıydı? Demek ki gerçek şu: Futbol seyretmek bir kültürdür ve biz bundan yoksunuz. Taraftar adı altında bir canavar yaratmışız. Bu canavar sadece Diyarbakır tribünlerinde değil, ülkenin bütün statlarında kol geziyor.Sarı kartına sadece iki kez başvurmak zorunda kalan hakem Oktay Demiray başta olmak üzere hemen herkesin Fair - Play kuralları çerçevesinde oynanmasına dikkat ettiği karşılaşmada futbol kalitesi belki çok üst düzeyde değildi ama aşırı sıcağa rağmen ortaya konan mücadele ve tempo alkışlanacak cinstendi. iki takımın da çok sayıda pozisyon bulmasına rağmen maçtan sadece 1 gol çıkması forvetlerin beceriksizliği ve şanssızlıklarının yanısıra, sahada iki tecrübeli kalecinin yeralmasından kaynaklandı. Bashir ve Sinan Demircioğlu dışında çok fazla göze batan bir oyuncu yoktu. Ancak İlyas’ın frikik golü gecenin en seyirlik hareketiydi.
‘’Arka Bahçe‘’
Bir insan yarat bir dünya kur!Hayatın kaç yüzü vardır? Kaç köşelidir, kaç yüzeylidir? Kaç çeşittir, kaç renktir? Siyah mı, beyaz mı, kırmızı mı, mavi mi, sarı mı, turkuaz mı? Hepsi mi, hiç biri mi? Yoksa sadece gri mi!!? Kaç renktir hayat? Ve bizler hangi renge aitiz, ya da hangi renk bize aittir? Hangi rengi, hangi yüzü, hangi köşeyi seçeceğimizi biz mi belirleriz, yoksa birileri belirler de, bize sunar mı? “İşte senin rengin, işte senin hayatın bu” der mi, birileri... Yoksa, “Ben şu rengi, şu yüzü, şu hayatı istiyorum” diyerek biz mi ısmarlarız, doğayı yöneten, dengeleyen güçlerden...Nasıl bir hayat yaşayacağımıza biz mi karar veririz; yoksa kendimiz, kendi hayatımız hakkında verilen kararları mı uygularız sadece... Oyuncu muyuz, yönetmen mi? Kendi hayatımızın efendisi miyiz, efendilere sahip kul-köle mi? Kul-köleysek; kendi aklımızı, irademizi kullanmaktan yoksunsak, zaten yapacak bir şey yok! Bu türe girenler, kazanırlarsa, kendileri kazanır! Kaybederlerse, başkaları kaybettirir! Onlar hep masumdur! Lakin kendi yaşamımıza hükmedecek akıl, zeka, irade, bilgi ve donanıma sahipsek; o zaman nasıl bir insan olduğumuz, nasıl bir hayat yaşayacağımıza bağlıdır. Hayatı yalnızca kendimize ait bir nesne, eşya gibi mi yaşamalıyız? En güvenli, en risksiz yolu seçerek yaşamın nimetlerini, sırf kendi ihtiyaçlarımızı doyurmak için mi kullanmalıyız? Yani varlığımızı hayattan hep almak, hayata borçlanmak ve borçlu gitmek üzerine mi kurmalıyız? Yoksa sahip olduklarımızı doğanın ve insanlığın hizmetine sunarak, alacak-verecek hesabını hayatın borç hanesine mi kaydetmeliyiz? Hiç bir zaman geri dönmeyecek olan borç... Gönül borcu gibi... Karşılığı olmayan bakiye gibi... Gibi ama, hayatın en anlamlı yüzü, köşesi, rengi, hazzı da budur işte... Almaya çalışmadan vermek. Karşılığını beklemeden elindekini sunabilmek. İkram etmek. Bağışlamak. Paylaşmak. Maddi-manevi varlığını bir şeye, bir kimseye, bir misyona adamak. Tıpkı Ahmet Ağaoğlu gibi... Silivri’nin kıraç köylerinde yetişen kavruk çocukların elinden tutarak, onları Avrupa çapında golfçü yapan Ağaoğlu gibi... Manevi çocukları Akdeniz Oyunları’nda şampiyonluğu kılpayı kaçırıp, ikincilik kürsüsüne çıktığında, gurur gözyaşlarını biz görmeyelim diye içine akıtan Ağaoğlu gibi...O çocukları sadece iyi birer sporcu olarak değil de, kendilerine, topluma, insanlığa faydalı iyi bir insan olarak yetiştirmek için eğitiminden, sosyal ihtiyaçlarına kadar tüm giderlerini üstlenen, onlara hem başkan, hem eğitmen, hem baba olan Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu gibi... Ahmet Ağaoğlu, çorak topraklara bereket getiren bahar yağmurları gibi, önce Silivri’nin üstüne yağdı, ardından Erzurum, Kars ve Ardahan’da kurumaya yüz tutan fidanlara can kattı. Sihirli ellerini, golfçü yapmak için o köylü çocuklarına dokundurduğunda, yalnızca geleceğe umutla bakan sporcu ordusu keşfetmedi, onları aynı zamanda cehaletin kör kuyusundan da kurtardı. Onlara hayat verdi. Önlerine yeni ufuklar açtı, yeni fırsatlar sundu. Varlığından hiç bir zaman haberleri olmayacak bambaşka bir dünyanın kapısını ardına kadar açtı, yağız Anadolu gençlerine... O kapıdan içeri girmelerini sağladı. Bir insan, bir dünyadır. Bir insan yaratmak, bir dünya kurmaktır. Ahmet Ağaoğlu, aydınlık yarınlar bahşettiği yoksul köylü çocuklarını adeta yeni baştan yaratıyor. Yeni dünyalar kuruyor.Dünyalar onun olsun...Armstrong yalnız pedal basmıyorDers veriyor... Tüm insanlığa, tüm sporculara... “Şampiyon olmak kolay, ama önemli olan önce insan, sonra şampiyon olabilmektir” felsefesini beyinlerimize nakşediyor. İnsan olmanın erdemlerini sergiliyor, Fransa’nın birbirinden zorlu parkurlarında... Bastığı her pedal onu yeni zaferlere taşırken, rakiplerine karşı sergilediği zerafeti onu ölümsüz sporcuların buluştuğu “İdea”nın zirvesine biraz daha yaklaştırıyor. Lance Armstrong, bastığı her pedalda, kazandığı her etapta yalnız kanseri yenmiyor, yalnız rakiplerini geçmiyor, aynı zamanda hayatlarımızı toz dumana boğan, “Kazan da, nasıl kazanırsan kazan” anlayışını da yerle bir ediyor. Geçen yıl, yere düşen en büyük rakibi Alman Jan Ulrich’i bekledi, etabı bitirmek için. Bu yıl da, yere düşerek zaman kaybeden ABD’li David Zabriske’nin hakkı olduğu gerekçesiyle sarı mayoyu giymek istemeyen Armstrong, doping ilaçlarının, şikelerin, teşvik primlerinin üzerine bir kara bulut gibi çoktüğü spor dünyasının ışığı oldu. Armstrong, özellikle ülkemiz sporcuları tarafından tekrar tekrar okunması gereken bir klasik romandır. Armstrong, spor okullarına heykeli dikilmesi gereken bir fenomendir.Armstrong, kendilerine idol arayan çocuklarımıza ezberletilmesi gereken bir şiirdir, şarkıdır, bestedir...Armstrong’u iyi anlamalıyız... Onun davranışlarını çok iyi algılamalı, çok iyi özümsemeliyiz. Onun felsefesini, dünya görüşünü, ipek bir gömlek gibi ruhumuza giydirmeliyiz...Ve hepimiz çocuklarımızı birer Armstrong olarak yetiştirmeliyiz.Sporumuz için, gelecek için, ülkemiz için...NOT: Yıllık iznimin bir bölümünü kullanacağım için “Arka Bahçe”yi bir müddet yayınlayamayacağız.
‘’Gazozuna oyunlar!‘’
Bir zamanlar “Türk Gölü” olarak nitelendirilen Akdeniz’in çevresine dizilmiş 21 ülkenin 10 gün boyunca madalya mücadelesi verdiği 15. Akdeniz Oyunları, sevinciyle, hüznüyle, kırılan - yenilenen umutlarıyla sona erdi. 1080’i bayan 2134’ü erkek toplam 3214 sporcunun 10 gün boyunca kürsüye çıkabilmek için ter döktüğü oyunlara Türkiye, 100’ü bayan 301 sporcuyla katıldı. Ülkemiz adına bugüne kadarki en yüksek katılımın gerçekleştiği Almeria 2005’te 20 altın, 24 gümüş, 48 bronz olmak üzere toplam 73 madalya ile spor tarihimizin en yüksek sayısına ulaştık.Güreş, halter ve boks zirvedeTürkiye’nin kazandığı madalya dağılımında halter, güreş ve boks yine başı çekerken, yüzmede bir kez daha hüsrana uğramamız, bu branşta radikal tedbirler alınmasını zorunlu kılıyor. Bayan voleybolu ile basketbolunda alınan altın madalyaların yanısıra, golf ve kürekte ikincilik kürsüsüne çıkmamız ülke sporu açısından İspanya’da gerçekleşen ilklerdi. Eşref Apak, Nurcan Taylan, Atagün Yalçınkaya, Selçuk Çebi, Serhat Balcı gibi sporcularımız üstün performansları ile Oyunlar’a adlarını yazdırırken, erkek basketbolu ile voleybolu ve atletizm beklentileri karşılamaktan uzak kaldı.Bazıları için turistik gezi!Bütün bunlar oyunların bir yüzü... Diğer yüzü ise, dünya çapında sporcuların katılmaması nedeniyle mücadele kalitesinin vasatın altında kalmasıydı. Takım sporlarında da görüntü farklı değildi. Bir çok ülke ikinci, üçüncü takımlarıyla katılmıştı. Bu durum, Dünya ve Avrupa rekoru getirmezken, aynı zamanda medya ve seyirci ilgisinin düşmesine de neden oldu. Organizasyona ev sahipliği yapan ve talip olan kentlerin küçüklüğü, salonların standartların altında olması, yaşanan aksaklıklar, bazı ferdi sporlarda iki maçla altın madalya alınması da prestij kaybını hızlandıran önemli faktörlerdendi. Sonuç olarak Akdeniz Oyunları, Asya ve Pan Pasifik Oyunları gibi diğer bölgesel organizasyonların gölgesinde kalırken, amatör sporlarda bir türlü uluslararası standardı yakalayamayan ülkemiz açısından da züğürt tesellisi olmaktan öteye gitmedi. Bazıları açısından da turistik gezi olmaktan tabii!..Türkiye’nin madalyalarıYıl Yer A G B Toplam1951 İskenderiye 10 3 7 201955 Barcelona 8 3 3 141959 Beyrut 13 8 1 221963 Napoli 10 3 4 171967 Tunus 9 9 6 241971 İzmir 18 12 15 451975 Cezayir 12 11 8 311979 Split 5 5 14 241983 Kazablanka 12 5 14 311987 Lazkiye 8 9 22 391991 Atina 23 11 12 451993 Languedoc 34 20 10 641997 Bari 28 16 21 652001 Tunus 33 16 12 612005 Almeria 20 24 29 73
‘’Arka Bahçe‘’
Çünkü okumak; öğrenmektir...Öğrenmek; bilmektir...Bilmek; sevmektir...Sevmek; yaşamaktır...Yaşamak; varolmaktır...Varolmak; avucunun içinden bir kum tanesi gibi her an kayması muhtemel hayatına anlam katmaktır.Varolmak; giderken, kayan bir kuyrukluyıldız gibi geride iz bırakmaktır... Varolmak; toplumun belleğinde, ülkenin tarihinde, genç nesillerin hayallerinde iz bırakmak, geçmişe, bugüne çentik atmak, geleceği yenibaştan kurmaktır...O nedenle okumalısın. Varolmak için okumalısın. Olmaktan, varolmaya geçmek için okumalısın... Kendini bilgiyle donatmalısın. Bilgi; aynı zamanda güçtür, inançtır, iradedir, azimdir, acıdır, sevinçtir, hüzündür... Bilgi; kendin olmaktır. Bilgi; kendini tanımak, bilmektir...Bilgi; insanı, doğayı, eşyayı, dünyayı doğru algılayabilmektir. Bilgiden korkmamalısın, kaçmamalısın...Bilakis, bilgiyi kucaklamalısın...Ve okumamakla övünmemelisin... Spor gazetelerini okumadığını gururla (!) söylememelisin...Zira, seni sen yapan faktörlerden biri de spor medyasıdır. Biz hepimiz, bu oyunun birer parçasıyız. Birbirimize görünmez bağlarla bağlıyız. Sen olmasan, spor medyasının, spor medyası olmasa senin bir önemin kalmaz. Okumalısın; ki, bunları da öğrenebilesin... Okumalısın; ki, seni, futbolunu, gollerini, özlemlerini, düşlerini, hayallerini, hedeflerini, gururla, aşkla, şevkle yazan basın emekçilerini aşağılamamayı da öğrenebilesin... Okumalısın; ki, gol kralı olmakla, herşey olunamayacağını da öğrenebilesin...Okumalısın ve kendine gelmelisin...Ve haddini bilmelisin...Gençliğim eyvah!..“Ağaç yaşken eğilir” sözü, okuma yazmayı öğrendiğimiz anda beynimize nakşedilen en veciz ifadelerden biridir. İnsanoğlu, çocukluğunda öğrendiği, kavradığı değerlere göre yol haritasını çizer. Nasıl bir birey olacağımız, çocukluğumuzda, ergenliğimizde, hatta gençliğimizde geçeceğimiz sırat köprülerine bağlıdır. O köprüleri geçebilecek bilgi ve değerliklerle donandığımız takdirde, kendine, ait olduğu topluma ve insanlığa faydalı bir yetişkin olarak yaşamımızı sürdürürüz. Geçemediğimiz takdirde ise, yeryüzündeki varlığımız boş bir silüet olmaktan ileriye geçmez. Dünya Şampiyonası’nda mücadele veren 20 Yaşaltı Milli Takımımız’ın Ukrayna karşısında içinde düştüğü durumu görünce, gelecek adına endişelenmemek elde değil. Bu çocukların önemli bir bölümü, önümüzdeki yıllarda A Milli Takımı ve liglerimizi forse edecek. İsimlerini sık sık duyacağız. Başarılarıyla övüneceğiz, başarısızlıklarıyla kahrolacağız. Ancak ne var ki, onları sadece futbolcu olabilecek değerlerle donatmışız. Sportif kültürü, kazanma arzusunu aşılayamamışız. Çünkü, 50 dakika 10 kişi oynayan rakipleri karşısında kazanmayı, kazanarak, gönül rahatlığıyla, hiç bir hesaba kitaba bakmaksızın bir üst tura çıkmayı hedeflemediler, hedefleyemediler. Yıllar önce Galatasaray - Strum Graz, bu sezon da son hafta oynanan Kayserispor - Ankaraspor maçlarındaki gibi kendi sahalarında top çevirdiler. Al gülüm, ver gülüm... Alan razı, satan razı... Nasıl olsa bu şekilde, büyük bir aksilik olmazsa iki takım da tur atlayacaktı. Nitekim atladı da... “Amaca giden her yol mübahtır” zihniyeti bir kez daha yeşil sahada tezahür etti. Üstelik, geleceğimiz olan gençlerde... Yani, değişen bir şey yok. Değiştiren de yok...Değişmesini isteyen de...
‘’Arka Bahçe‘’
Hayat gül kokulu sağanaktır, bazenHani, yolunu kaybedip, endişe ve korku eşliğinde meçhule doğru yol alırken, ak sakallı bir ihtiyar çıkar, gideceğiniz istikameti gösterir, tekrar size yolunuzu buldurur ya...Hani tipinin ortasında kalıp tam donmak üzereyken, karşınıza sıcacık bir ormancı kulübesi çıkar ya...Hani, son sürat uçuruma yuvarlanırken, bir ağaca takılır, dalından yakalayarak son bir gayretle hayata tutunursunuz ya...Hani, durup dururken yaşama sevincinizi kaybettiğinizde, içinizi nedensiz bir sıkıntı kapladığında, kendinizi canlı canlı mezara girmiş gibi hissettiğinizde, aniden karşınıza uzun yıllardır göremediğiniz bir dost çıkar da, yüreğinizi yakan özlemi bastırırsınız ya... Hani, karşılıksız aşka düşüp acılar içinde kıvranırken, birden bire sevdiğiniz gelip, aslında kendisinin de sizi sevdiğini ve bunu yeni farkettiğini itiraf eder, cennetin kapılarını ardına kadar açar ya...Hani, umarsız bir hastalığın pençesinde ölümü beklerken, doktorunuz gelir, yeni bir tedavi yöntemiyle iyileşebileceğinizi müjdeler ya...Hani, kör karanlığın ortasında kalıp kıpırdayamayacak hale geldiğinizde, eliniz kolunuz bağlandığında, birdenbire çıkıveren dolunayla solan umutlarınız yeniden yeşerir ya...İşte hayat bazen, en karamsar, en umutsuz, en huzursuz, en mutsuz, en kaybettiğimiz anlarımızda karşımıza mucizeler çıkarır. Bizleri tekrar yaşama döndürür. Adeta yeniden doğarız. O an, mutluluğumuzun doruk noktasına çıktığı andır. İşte içimizde yetişen bazı sporcu ve spor adamları da, hayatın karşımıza çıkardığı o mucizeler gibidir. Kokmuş, kokuşmuş bir ortamda aniden gül kokusu yüklü bir bulut gibi ortaya çıkıverirler, bir sağanak halinde üzerimize yağarlar, daralan ruhlarımızı ferahlatırlar. Tam herşeyden ümidi kestiğimiz anda, sihirli bir iksir gibi bizi yeniden hayata döndürürler. Bizleri yaşam enerjisiyle donatırlar. Geleceğe bir kez daha umutla bakmamıza sağlarlar. Aydınlık yarınlara olan inancımızı tazelerler. Yitirdiklerimizi bulmamıza yardım ederler. Işığımız, rehberimiz olurlar. Sayıları çok azdır, ama hacimleri o kadar büyüktür ki, kapladıkları, kapsadıkları alanı doldurmak imkansız gibidir. Çağdaş dünyada yerle bir olan imajımızı yaptıkları bir eylemle, söylemle tekrar düzeltirler. Koca bir toplumun elbirliğiyle bozduğunu, asaletleriyle tek başlarına tamir ederler. Tıpkı bu yıl Artun Talay’ın yaptığı gibi... Atina Olimpiyat Oyunları’nda bir çok branşta arzuladımız madalyaları alamadık, hüsranla ülkemize döndük. Kaybetmiştik, ama Talay hoca, kaybederken kazanmamazı sağladı. Ancak asillere özgü bir davranışla, Eşref Apak’ın, Pekin’de olimpiyat şampiyonu olabilmesi için kendisinden daha iyi yabancı bir antrenörle çalışması gerektiğini haykırdı. Onun sırtından rant sağlamak yerine, sporcusunun geleceğini, ülkesinin menfaatini düşündü. Bu davranışı ona, önce ülkemizde, daha sonra da dünyada Fair - Play ödülü getirdi. Haketmişti. Hakettiğini de, aldığı ödülü gururla, coşkuyla karşılamak yerine, büyük bir tevazuyla davranışının, yapılması gereken bir davranış olduğunu ve büyütülmemesi gerektiğini söyleyerek bir kez daha ispatladı. Aynı ödülü geçen yıl da, Özhan Canaydın ile Gazanfer Bilge ülkemize getirmişti.. Üç asil adam, Avrupa’nın gözündeki barbar, kaba saba, cahil, üçkağıtçı Türk imajını yerle bir ederek, yıldızımızı parlattı. Türkiye onlara minnet borçlu. Sayın Canaydın, neslinin tükenmekte olduğunu dile getirmiş. Doğrudur. Bu soylu insanların nesilleri tükenmeye yüztutmuş durumda. Ancak gerçek tükenen onlar mı, yoksa bu kuru kalabalık mı? Çoğalarak tükenen bu hoyrat kalabalık...Kendini daha fazla tüketme Ersun HocaBilgisayarıyla, istatistikleriyle, bilimsel yöntemiyle, çalıştırdığı takımlara oynattığı pozitif futboluyla hayatımıza zuhur ettiğinde; önce şaşırmış, ardında da Türk futbolunun geleceğinin emin ellerde olduğuna inanmıştık. Ve bu inancımız boşa çıkmadı. Çok kısa bir zaman içinde Türk futbolunun en üst yapısı ona emanet edildi. Ersun Yanal, basamakları tahmin edilenden de daha hızlı tırmandı. Göreve ilk geldiğinde, hemen hemen bütün kamuoyu onun arkasındaydı. Belki de gönüllerin hocası olarak o koltuğa oturdu. Ancak kısa zaman içinde Hakan Şükür’le ilgili tasarrufu nedeniyle boy hedefi haline geldi. Aslında onu hedef haline getiren, Hakan Şükür’ü Milli Takım’a almaması değil, bu konudaki samimiyetsiz tutumuydu. Nedenini, niçinini, işin doğrusunu bir türlü açıklamadı. Kriptonun içinde gizlemeyi yeğledi. Kaybedilen, her maç ve puan sonrası bu tutumu, bumerang gibi geldi onu vurdu. Yeterince aydınlatmadığı kamuoyu, ona olan inancını ve güvenini yitirdi. Aynı zamanda başta başkan Levent Bıçakcı olmak üzere, futbolumuzu yönetenlerin büyük kısmının da, basının da, belki futbolcuların da...Ersun Yanal bundan sonra başarır ya da başaramaz. Ama bu güven bunalımı nedeniyle görevde kaldığı sürece yıpranmaya devam edecek. Bu yıpranma da yeni hataları beraberinde getirecek. Yapması gereken, hırsının gerisine düşen aklını yeniden devreye sokması ve görevinden istifa etmesidir. Belki bu, kendisini yenilemesi için bir fırsattır. Unutmamalı ki, bazen karşımıza çıkan ve bize sıkıntı veren olumsuzluklar, ileride bizi bekleyen parlak bir yaşamın anahtarı olabilir. Kimbilir, bu durum da belki Ersun Hoca için böyledir. Bir düşünmeli... Yoksa ona da yazık olacak, milli takıma da...
‘’Arka Bahçe‘’
Kudüs’e giden bir gazeteci, o ünlü ağlama duvarının önünde dua eden bir adam görmüş. Ertesi gün bakmış adam yine orada. Daha ertesi ve sonraki her gün... Durum aynı. Adam saatlerce duvarın önünde dua edip duruyor. Merak edip yanına gitmiş, adamla biraz sohbet etmiş. Adam Polonya’dan göçen bir yahudi olduğunu söylemiş gazeteciye. “Her gün gelip barış için, dostluk için, insanlık için dua ediyorum” demiş. Gazeteci sormuş: - Ne zamandan beri dua ediyorsunuz? - Geldiğim günden beri, yani 40 yıldır.- Peki kendini nasıl hissediyorsun?- Bilmem! Son zamanlarda sanki duvara konuşuyormuşum gibi bir his var içimde.v v vHer geçen gün hayatımıza giren yeni alışkanlıkların şaşkına çevirdiği toplulumuzda, yitip gidip değerlerimizin başında “duyarlılık” geliyor, hiç kuşkusuz... Çevremizde olan bitene karşı yaşadığımız kayıtsızlık, yalnız kimliğimizi, kişiliğimizi, benliğimizi değiştirmekle kalmıyor, yarınlarımızı da ziyan edecek yeni olumsuz gelişmelerin tetikleyicisi oluyor. Çünkü bugün yaşanan herhangi bir sorun, üstüne gidilmediği, görmezden gelindiği için toplumsal dokumuzda sinsi bir hastalık gibi ilerliyor, ardından başka dokulara sıçrıyor, nihayetinde de tüm gövdeyi çürüterek devre dışı bırakıyor. Tarihin en köklü medeniyetlerine beşiklik eden Türkiyemiz’in, uygarlık yolunda sürekli patinaj yapmasının en büyük nedeni de budur, aslında... Bir türlü çözülmeyen, biriktirilen sorunlar. Ve en nihayet, biriktirenle biriktirilenlerin birbirine karışmasıyla oluşan kaotik düzen... Ülkesinin göz göre göre medeniyet trenini kaçırmasından dolayı yoğun acılar çeken duyarlı insanımızın şikayetlerinin başında yozlaşma geliyor. Ekonomiden, politikaya, eğitimden spora, her alanda kendini gösteren yozlaşmanın doğurduğu sonuçların bedelini, çocuklarımız, torunlarımız ödeyecek, ne yazık ki... Son yıllarda spor dünyamızda hızla yükselen ve neredeyse bütün sporcuların, takımların, teknik adamların, yöneticilerin şiarı olan “Başar da, nasıl başarırsan başar” anlayışı, spordaki yozlaşmanın en belirgin sonucu. Bir puan, bir madalya, bir kupa, bir kürsü için herşeyin mübah sayıldığı bir düzende, biz kalem erbaplarının işi de bir hayli zorlaşıyor. Ya olan bitene göz yumacak, bu tuhaf oyunun bir parçası olacaksın, ya da bıkmadan usanmadan yozlukları gündeme getireceksin. Değişen bir şeyin olmadığını görsen de... Duvara söylesen, buza yazsan da...Sanki şike kanıksanmış gibi...Ülkemizde, futboldan sonra en önemli branşların başında güreş geliyor. Gelmesi de normal. Son zamanlarda bazı çevreler, başka toplumlara maletmeye çalışsa da, güreş biz Türkler’in Ata sporu... Kirliliğin her alana sirayet ettiği bir ortamda güreşin de temiz kalması beklenemez, elbette. Öyle olduğu, bundan yaklaşık iki hafta önce FANATİK’te çıkan haberle teyit edildi zaten. Bulgaristan’daki şike skandalının kahramanı eski güreşçi Fatin Özbaş, olan biteni bütün çıplaklığıyla bizzat bana anlattı. Türkiye Güreş Federasyonu’nu töhmet altında bıraktı. Suçlananlar, kendilerine iftira atıldığını savundu. Ertesi gün camianın bir kısmı isyan etti. Ata sporuna yapışan bu kirin, bir an önce temizlenmesini istediler. Gençlik ve Spor Genel Müdür Vekili Mehmet Atalay olayı teftiş kuruluna havale ettiğini açıkladı. Hepsi o kadar... Bitti.Başka ülkelerde olsa ortalığı toz dumana katacak bir olay, bizde bu kadar yankı uyandırdı. Üstelik Ata sporumuzda yaşanmasına rağmen. Üzerine en fazla titrememiz, en çok özen göstermemiz gereken kendi öz sporumuzda... Ne devletin, ne güreş camiasının ileri gelenleri olayın üzerine gitti, ne de Milliyet ve Ercan Güven dışında Türk basını, Türk spor yazarı... Teftiş kurulu, gerçekten kuruldu mu, kurulmadı mı bilemiyorum. Kurulduysa nasıl çalıştığını da... Ama bildiğim bir şey var: O da, skandalın başaktörü, şike itirafını yapan Fatih Özbaş’ın ifadesinin henüz alınmadığı... Oysa ilk ifadesine başvuralacak kişi odur. Teftiş kurulu Özbaş’ın ifadesini almayacaksa, kimin alacak? Öyle anlaşılıyor ki, eveleyecekler, geveleyecekler, oyalayacaklar; sonunda da olayı, toplumun duyarsızlığına ve balık hafızasına güvenerek kapatacaklar. Bundan öncekilerde olduğu gibi... Sen sağ, ben selamet!..Bu ahvalde, güreş yazsan ne olur, yazmasan ne olur... Spor yazarı olsan ne yazar, olmasan ne yazar... Bizim ruhumuz kirlenmiş...
‘’Arka Bahçe‘’
Mazi kalbimde yaradırİnsanoğlunun varoluş serüveninde bulduğu en sihirli, en tılsımlı kelime; hiç kuşkusuz “umut”tur. Umut; bizleri geçmişten geleceğe taşıyan zaman aygıtının acımasızlığı karşısında direncimizi arttırır, dimdik ayakta durmamızı sağlar. Umut; en zor koşullarla başetmemiz için bir iksir vazifesi görür. Umut; acıların, yoklukların, yoksunlukların, yitirilmişlerin ruhumuzda açtığı derin yaraları sarmak için bir merhemdir. Umut; başarmak, zirveye çıkmak, mücadele vermek, kazanmak için ekstra bir motivasyondur.Umut; sadece fakirin ekmeği değil, zenginin de, acımasız rekabet koşullarında rakiplerine karşı en büyük enerji kaynağıdır. Umut; sağlık ve esenlik dolu günlere açılan bir ışık tünelidir. Umut; hırstır, arzudur, istektir, inançtır.Umut; refahtır, huzurdur, mutluluktur.Umut; yaşamın motorize gücüdür.İnsan umut ettiği oranda yaşar. Durumu en umutsuz hasta bile, umut ederek ölüme direnir, hayata o şekilde tutunur.Ancak ne var ki, insanoğlunun varoluş güvencesi umut, yarattığı ferahlığın yanısıra, sahip olduğumuz güzelliklerin kıymetini bilmememize de yol açıyor. Büyük bir özlemle, gelecek müreffeh günleri, daha iyiyi, daha güzeli, daha fazlayı beklerken, bugünleri ıskalamamıza, küçük mutluluklardan keyif almamamıza ve sonsuz bir hoşnutsuzluğa, mutsuzluğa itiyor, içimizde taşıdığımız umut... Boğulmamak için umut filikasına çıkarken, taşıdığımız bazı değerleri okyanusun derinliklerine bırakıyoruz, hafiflemek adına...Hayat merdivenlerini birer birer tırmanırken, attığımız her adımda geride bıraktığımız basamakları arıyoruz. İçimiz burkularak hep geçmişi anıyoruz. Zamanında farkedemediğimiz hoşluklar, avucumuzun içinden bir kuş gibi uçup gittiği için ne doğru dürüst bugünü yaşayabiliyoruz, ne de geçmişimizden kurtulabiliyoruz. Geçmiş, hiç geçmiyor aslında... Geçmiş hep yanımızda. Bir gölge gibi, peşimizi bırakmıyor. Aydınlık yarınları umut ederken bile, aslında geçmişi umut ediyoruz. Yarınlarımızın da geçmiş gibi olmasını istiyoruz. Geçmişin damağımızda bıraktığı buruk tadın yerini hiç bir lezzet almıyor. Tıpkı o yıllar gibi... Henüz teknolojiyle tanışıp, bireyleşme adına birbirimize yabancılaşmadığımız o yıllar... Hayatımıza yeni giren siyah - beyaz televizyonu seyretmek için mahallenin en zengin evine doluştuğumuz o yıllar... Yaz akşamlarında kaldırımlara kilim atıp çay demleyen annelerimizin, çocuklarının mürüvvet hayallerini kurduğu o yıllar... Bir fincanla komşunun kapısını çalıp tuz, şeker, kahve istediğimiz o yıllar... Kapılara kilitlerin vurulmadığı, herkesin birbirinin evine, bahçesine rahatça girip çıktığı, kışlık yakacakların imece usülü birlikte evlerin bodrumlarına taşındığı, hastaların komşunun sırtında hastaneye yetiştirildiği o yıllar...Komşu bahçelerden şeftali, incir çaldığımız, ev sahibine yakalanmanın tatlı heyecanını yaşadığımız o yıllar...Büyüklerden masallar dinlediğimiz, küçük yaramazlıklarımızda ise bir azarla arızalandığımız o yıllar...Aşıkların birbirine aşkını itiraf etmekten korktuğu o yıllar... Mahalle aralarında top koşturduğumuz, terli terli su içip hastalandığımız, paraladığımız ayakkabılar nedeniyle babalarımızdan azar işittiğimiz o yıllar... Sporun spor gibi yapıldığı, yenenin hakkıyla yendiği; yenilenin, bükemediği bileği öptüğü, statlarda fötr şapkalı amcalar ile siyah entarili şık ablaların birlikte maç seyrettiği o yıllar...Rakip takım taraftarlarının, kapalı tribünü kapmak için gece stat kapılarında yorgan döşek yattığı o yıllar...Şikenin, teşvik priminin, dopingin, devlet takımının lügatımıza girmediği o yıllar... Minderin, paranın kiriyle kirlenmediği o yıllar... Başarırken arsızlaşmadığımız, büyürken küçülmediğimiz, zenginleşirken yoksullaşmadığımız o yıllar... Umudun umut gibi, sevginin sevgi gibi, özlemin özlem gibi yaşandığı; yalanın, riyanın hayatımızı bu kadar teslim almadığı o yıllar...Ah o yıllar... İçimizde kaybolan o yıllar... Kaybolurken, bizi de düne hapseden o yıllar...O yıllar...