‘’Derbi değil darbe!‘’
Bilet fiyatlarının yüksekliği nedeniyle tribünleri boş bırakan seyirci, nasıl bir futbol şölenini kaçırdığını anladı, ama iş işten geçtikten sonra. Gerçekten iki takım da maç öncesi yaratılan gerileme rağmen sahada iyi niyetleri ile centilmence mücadele ettiler. Dışarıdaki ve tribünlerdeki gerilimi sahaya yansıtmadılar. Böyle olunca da izleyenlere bir futbol keyfi yaşattılar.Galatasaray’da Necati, başlama düdüğü ile birlikte maça ağırlığını koydu. Birinci ve üçüncü golün asistini yapan yıldız futbolcu, bir de gol atarak geceye damgasını vurdu, büyük futbolcunun, büyük maçlarda ortaya çıktığı gerçeğini bir kez daha hatırlattı. Oyundan çıktıktan sonra ise bir başka büyük yıldız Hakan Şükür devreye girdi.Maçın istatistiklerine bakılırsa gerek topla oynama, gerek pozisyona girme, gerekse kaleye atılan şutlarda Fenerbahçe’nin önde olduğunu görüyoruz. Ama maçı kazanan Galatasaray! Futbol işte böyle bir oyun. İstatistiklere sığmaz! Hele kalede Mondragon varsa!..
‘’Arka Bahçe‘’
Ben, bir başkasıdırHepsi ama hepsi manasızlık denen dipsiz bir kuyuda kayboluverir. Gökte parlayan yıldızları ansızın içine çeken, zamanı bir vantuz gibi emen evrendeki kara delikler gibi sonsuz bir boşlukta yokoluverir. Herşey, hiçbir şey olur... Her geçen gün biraz daha semiren, palazlanan, azgınlaşan şiddet, hayatlarımızı teslim aldığında; kendimizi manasızlık denizinde pupa yelken yol alırken görürürüz. Başlangıcı ve sonu olmayan bir yolculuk gibidir bu... Gitmek istemeyiz, ama gideriz. Kalmak istemeyiz, ama kalırız. Dönmek isteriz, ama dönemeyiz. Ve sonunda bir ufuk çizgisinde kayboluveririz. Bir nokta oluruz. Anneler gününde, statlarda, salonlarda annelere küfürler edildiğinde...Anadolu konukseverliğini mezara gömen vandalizm tribünleri teslim aldığında...“Taraftar” adı altında hayatımıza arz - ı endam eden lumpen sürüsü rakip seyircilerin kafalarına taş yağdırdığında, babalar maça getirdikleri kızlarını nazi zulmünden kaçırır gibi sarıp sarmalayarak sahanın ortasına koştuğunda, çocuk gözler dehşetle büyüdüğünde, korkudan çığlık attığında, gözyaşları sicim gibi aktığında... Sırf rakip takımdan olduğu için hayatının baharındaki Bursalı Levent Aktaş gençliğine doyamadan eğreti bir fidan gibi bu dünyadan koparıldığında... Futbol baronlarının köşe başlarında kurduğu hain pusular, daha nice Leventler’i beklediğinde...Yetkililer, yetkisizleştiğinde... Aymazlık, başköşeye kurulduğunda... Kartopu, çığa dönüştüğünde... İnsanın değeri, iki paralık edildiğinde... İyi, kötünün karşısında çaresiz kaldığında...O zaman ben, ben olamam. Benim gibiler de, kendileri olamaz. Sen de, sen olmamalısın zaten. Siz de, siz... Kimse, kimse olmamalı. O zaman ben ne olurum, bilemem... Belki bir çiçek, belki bir böcek, belki bir bulut, belki bir yıldız, belki bir su damlası, belki bir kum tanesi, belki bir toz zerreciği, belki bir nefes, belki bir düş, belki bir hiç... Kim bilir, ne olurum? Ama anlamsızlaştığım kesindir. Bana ve benim hayatıma dair ne varsa, hepsinin anlamsızlaştığı da... Bir sarkaç gibi boşlukta sallanırım. Bütün sorularım cevapsız kalır. Ama ben yine de cevabı olmayan sorular sormaya devam ederim: Neden, niçin, niye?Aziz Bey’in küfürle savaşıBir Anneler Günü’nü daha geride bıraktığımız şu günlerde, en kutsal varlıklarımız annelere edilen küfürlerin gündemde baş köşeye oturması ne acı. Eminim, bu Anneler Günü’nde en büyük yürek sızısını Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım çekmiştir. Zira statlar, salonlar onun rahmetli annesine edilen küfürlerle çınlıyor. Ruhuna bir Fatiha bekleyen merhumeye zalimce, alçakça küfürler ediliyor. Ve kimse buna “dur” diyemiyor, demiyor. Aziz Bey’i ne insan olarak, ne de bir başkan olarak hiç sevmem. Ama onun küfür konusundaki haklı savaşında sonuna kadar yanındayım. Hepimizin olduğu gibi, onun da annesi, biricik varlığıdır. Onun rahmetli annesine edilen küfürleri kendi annemize edilmiş gibi kabul etmeliyiz. Onun yanında yer almalıyız. Onu desteklemeliyiz. Tribünlerdeki küfürbazlara karşı bütün gücümüzle savaşmalıyız. Kutsal varlıklarımızı koruma altına almalıyız. Aziz Yıldırım’ı bu mücadelesinde yalnız bırakmamalıyız. Ancak bunu yaparken, Aziz Bey’den de şunu isteyebilmeliyiz: Küfürbaz bir futbolcu, Fenerbahçe Kaptanı olarak kalmamalı. Zira, Aziz Yıldırım’ın annesi ne kadar kutsalsa, Giray Bulak’ın annesi de o kadar kutsal. Aziz Yıldırım, her ne kadar Ümit Özat’ın 4 maçlık cezasının indirilmesi için Tahkim Kurulu’na başvurarak samimiyet sınavında sınıfta kaldıysa da, bunu bir yol kazası olarak kabul etmeli ve bu çelişkiyi sona erdirmeli. Fenerbahçe bu ülkenin en güzide kurumlarından biridir. Büyük bir pişkinlikle, adeta gurur duyarak, “Evet Giray Hoca’ya küfür ettim” diyen bir futbolcu, Fenerbahçe kaptanlığına yakışmıyor. Aziz Bey de yakıştırmamalı. Ve gereğini yapmalı. Statlardaki küfürlere karşı verilen mücadelenin bayraktarlığını yapan birine yakışan da budur.
‘’Düşen Türk futbolu‘’
Futbolu sadece futbol olarak oynayan ve hiçbir masa başı oyuna tenezzül etmeyen Sakaryaspor ile İstanbulspor dün de sahip oldukları tüm sportif değerleri sahaya yansıttılar. Centilmenlik, rakibe saygı gibi çoktandır ortada görünmeyen kavramlara yeniden hayat verdiler. Temiz futbolun her türlüsünden örnekler sergilediler. Sanki küme düşmeye namzet takım onlar değilmiş gibi oynadılar, hedefe giden her yolun mübah olmadığını bir kez daha ispatladılar. İkisinden birinin, belki ikisinin de, ancak çok büyük bir ihtimalle İstanbulspor’un önümüzdeki yıl Süper Lig’de yer almayacak olması ne acı. Bunca çirkefin içinde temiz kalabilmenin bedelini ödediler!Dün gece iki takım da zaman zaman bastıran bahar yağmurunun suladığı çimlere hırsını, yüreğini, kazanma arzusunu, aklını, zekasını koydu. Lige tutunmak için ellerinden geleni yaptılar. İlk yarıda daha iyi organize olan, daha fazla isteyen Sakaryaspor’du. Ev sahibi ekip Ragıp’ın organizatörlüğünde geliştirdiği ataklarda İstanbulspor savunmasını aşmakta zorlanmadı. Özellikle M’Bayo sık sık savunmanın arkasına sarkarak konuk takım kalesinde tehlikeler yarattı. Zaten attıkları gol de böyle bir pozisyonda geldi. Ancak Yeşil-Siyahlılar ikinci yarıda anlaşılmaz bir durgunluk içine girince meydanı İstabulspor’a bıraktılar. İstanbulspor ise ilk yarıda Faruk ve Cem Can ile soldan etkili hücumlar yapmasına karşın bunu sahanın bütününe yayamadı. Ancak ikinci yarıda Sakaryaspor’un boşalttığı alanları iyi değerlendirdiler, akıllı hamleler yaptılar ve umutlarını önümüzdeki haftaya taşıyacak golleri arka arkaya buldular.Bu sonuç aslında iki takıma da yaramadı. İstanbulspor biraz umutlandı, ancak Kayserispor’un aldığı galibiyete bakılırsa beklenen mucizeyi gerçekleştirmeleri biraz zor. Zaten o güç ve lobileri de yok!
‘’İki ruhlu maç‘’
Ben şimdi bu maç için ne yazacağım diye kara kara düşünürken imdadıma Shorunmu yetişti. Nijeryalı kaleci evlere şenlik bir hata yapınca karşılaşmaya hareket geldi, ardından da Adnan’ın füzesi... Doğrusu çok şıktı. Hepimizi yeniden maça konsantre etti.İkinci yarı ise sahaya futbol gelmişti. İki takım da rekor sayıda pozisyon buldu, ilk yarı pas tutan kaleciler de kendilerini gösterme fırsatı... Kalecilerden bahsederken golcüleri de unutmamalı! Ayaklarına pranga vurulmuş gibiydiler. Topu ağlara yollamamak için adeta birbirleri ile yarıştılar. Sanki maça beraberliğe kilitlemek gibi bir niyetleri vardı! Bu kadar gol kaçınca Samsun tribünlerinden homurtular da yükselmeye başladı. Gerçi onlar da, “Bu maçı alacağız, başka yolu yok” demiyorlardı ama, “Ağabey bu maç satış” sesleri de yükselmiyor değildi hani. Özellikle de gol kralı Serkan ve Bulgar Milli Takımı’nın forveti Ivanov’un 2 adımdan kaleciye nişanladıkları şutlardan sonra... Ehh... Alemin ağzı torba değil ki büzesin. Bu goller sezon başı kaçsa kimsenin söyleyecek birşeyi olmaz. Ama sezon sonuna geldin mi ciddiyeti elden bırakmayacaksın. Futbol şakaya gelmez!Bu sonuç Sakaryaspor’u rahatlattı. Samsun ise zaten rahattı. Hakem Fırat Aydınus da öyle... Mükemmele yakın maç yönetti, büyük ihtimalle haftanın en yüksek puanlarından birini alır.
‘’Arka Bahçe‘’
Hamza!.. Şampiyon olma, vekil ol!İlahi Hamza!.. Sen hâlâ nasıl bir ülkede yaşadığının farkında değil misin? Bu ülkede şampiyon olmanın faturasını daha önce defalarca ödediğin, başkalarının da ödediğini bildiğin halde, şaşırmanın, üzülmenin bir manası var mı? Daha dün, senin yerine şikeci bir Mısırlı’yı getirmeye kalkmadılar mı? Belki hâlâ da getirmeye çalışmıyorlar mı? Sonra şampiyonluk dediğin nedir ki? Sabun köpüğü gibi! Bir varsın, bir yoksun! Böyle geçici (!) işlerle iştigal edeceğine şöyle kalıcı (!) bir şeylerle meşgul olsan daha iyi değil miydi? Mesela politikacı filan olsaydın... İlgi, alaka, itibar, dalkavukluk... Hepsi senin içindi... Hiç bir şey yapmasan da... Hatta ülkene ihanet etsen de!.. Ülkenin neresinde ne kadar protokol tribünü varsa, başköşeye sen oturtulurdun. Bütün protokol tribünleri senindi... Bak görürdün o zaman nasıl sana itibar gösteriyorlar. O seni protokolden saymayanlar, o zaman nasıl senin ayaklarına pas pas oluyorlar. “Sayın efendimiz”, “Sayın bilmem ne” diye nasıl etrafında fır fır dönüyorlar. İşte o zaman görürdün. Eğer bir şampiyon değil de, bir vekil olsaydın!.. Yanlış yolda, yanlış istikamettesin Hamza! Bir partiye kapı kulu olup, kısa yoldan şanı, şöhreti, makamı, mevkiiyi kapmak varken, sen kalkmış hala minderlerde kendini helak ediyorsun. Her gün 6 saat ölümüne antrenman yapıyorsun. Aylarca kamplarda sevdiklerinden, dostlarından uzak, esir hayatı yaşıyorsun. Ne gençliğini yaşayabiliyorsun, ne de bir sevgiliyle elele dolaşabiliyorsun. Değer mi bütün bunlar, bir madalya için! Bazılarının bir teneke parçası kadar kıymet vermediği bir madalya için!.. Değer mi, bütün bunlar?.. Makam aracı, özel şoförü, lojmanı, devletin sınırsız imkanları emrine sunulan bir vekil olmak varken, sen kalkmış şampiyon oluyorsun! Sonra da hayıflanıyorsun, “Beni neden protokol tribününe almıyorlar, bir şampiyona verilen değer bu mudur” diye... Evet budur, bir şampiyona verilen değer... Budur Hamza kardeşim... Ama şunu sen çok iyi biliyorsun ki, mayası acılarla yoğrulmuş bu halk, kimin ve neyin ne olduğunu çok iyi biliyor. O nedenle tarih Hamza Yerlikaya’yı yazacak, onu görmezden gelmeye, adını silmeye çalışanları ise bir tuvalet kağıdı gibi çöp sepetine atacaktır. Bu, böyle biline...Küfürlü bir öykü!Vaktiyle, lige fırtına gibi girip ilk 6 haftada topladığı puanlarla liderlik koltuğuna oturan bir Anadolu kulübümüzün başarısının sırrını araştırmak için genç bir muhabir servis müdürü tarafından görevlendirilir. Muhabir, kendisi gibi genç bir foto muhabiriyle birlikte sözkonusu kulübümüzün tesislerine gider. Henüz yüzde sekseni tamamlanmış olan tesisleri görünce muhabirin gözleri faltaşı gibi açılır. Başarının altında yatan temel etkenin bu olduğunu düşünür. Önce kulüp yöneticileriyle görüşür, ardından da teknik heyetle... Sıra futbolculara gelmiştir. Önce takımın en golcüsü olan gurbetçi forvet oyuncusuna gider ve röportaj yapmaya başlar. Ondan sonra sıra takım kaptanına gelecektir. Golcü oyuncuyla röportaj yapılırken, kaptan da yavaş yavaş yanlarına gelmektedir. Tam da o sırada foto muhabirinin telefonu çalar ve milli takım kadrosunun açıklandığı haberi gelir. Kaptan merakla sorar: - Bizden kimseyi almış mı?Hayır cevabını aldığında ise, omuzundaki eşofmanı yere atar ve tekmeler. Bir yandan da ağzından adeta köpükler saçarak, milli takım teknik direktörüne ağır küfürler savurur. Muhabir ile fotomuhabiri, duydukları küfürler karşısında adeta donakalır. Bu sırada röportaj teybi de açıktır. Muhabir kaptanı çağırır ve teybi dinletir. Kaptan birden telaşlanır ve:- Abi ne olur bu küfürleri sil, der.Muhabir de siler. Ancak ne var ki, küfürleri teypten silen muhabir, hafızasından silmeyi bir türlü başaramaz. Ve bir gün o Anadolu takımının kaptanı Üç Büyükler’den birine transfer olduğunda o küfürleri yeniden hatırlamak zorunda kalır. Çünkü kaptanın yeni adresi olan o İstanbul takımının başında, zamanında galiz küfürler savurduğu teknik direktör vardır. Sonradan o büyük kulübümüzün de kaptanlığına yükselecek olan futbolcunun yeni teknik direktörü hakkında gazetelere verdiği ilk demeç ise muhabire şaşkınlıktan küçük dilini yutturur: “Onunla birlikte çalışacağım için çok mutluyum. Çünkü onun karizmasına hayranım!”Not: Bu olay ayniyle vakidir.
‘’Sakaryalı Şaban!‘’
Şaklabanların baş tacı edildiği günümüz futbol ortamında bu vasıflar her ne kadar prim yapmasa da, Şaban hoca kendi değerlerini takımına aşılamış. Yeşil - Siyahlı ekip, kontrolü hiç elden bırakmadan sabırla top çeviriyor, yerden ayağa paslarla rakip alana yerleşiyor ve akabinde de organize hücumlar geliştiriyor.Oynadığı futbol belki gösterişten uzak ama TSE belgesi alacak kadar kaliteli. Dün Çaykur Rizespor karşısında da kendi klasiklerini sahaya yansıttılar. Yüzünü bir gösterip, bir kaybolan baharın kısa süreliğine tatile çıktığı ayaz bir günde Atatürk Stadı’nı dolduranların içlerini ısıttılar. Israrla gol kovaladılar. Sezonu çoktan kapatmış bir takım görüntüsündeki Rizespor’u oyunun büyük bölümünde sahasına hapsettiler. Önce stres ve heyecanlarına takıldılar ancak daha sonra açılıp birbirinden güzel gollere imza attılar. İçlerinde yıldız kabul edilebilecek tek bir futbolcu olmamasına rağmen, takım oyunu oynayarak ekip halinde yıldızlık mertebesine çıktılar.Şaban Yıldırım’ın adının hakaret olarak kullanıldığı bir ülkede görmezden gelinmesi gayet doğal ama o ve ekibi kirlenen, kirletilen futbolumuzda onur, namus ve emek timsali olmaya en yakın adaydır. Ve tanrı da doğrudan dürüstten yanadır. Eminim, ilahi adalet tecelli edecek ve Sakaryaspor’u önümüzdeki yıl da Süper Lig’de izleyeceğiz. Çünkü bunu çoktan hak ettiler.
‘’Luce'nin çırağı!‘’
Oysa Galatasaray’ın böyle bir oyuncuya su gibi, hava gibi ihtiyacı var. Zira, ne orta alanda oyunu çekip çevirecek, ne hücum organizasyonu yapacak, ne pas dağıtacak, ne de duran topları etkili kullanacak bir futbolcusu var Sarı - Kırmızılı ekibin. Rumen teknik adamın, idmanlarda çok iyi olduğu söylenen Hakan Yakın’a bu tavrını anlamak mümkün değil. Vaktiyle Lucescu da Kolombiya’dan getirilen Gonzales isimli bir futbolcuyu 6 ay boyunca bir dakika bile forma vermeden ülkesine yollamıştı. Rumen inadı dedikleri bu olsa gerek.Hagi’nin bu anlamsız tutumu nedeniyle oyun kurucusuz oynayan Galatasaray’ın, rakip ceza sahası çevresinde kullandığı bütün serbest vuruş ve kornerler kendi kalesine kontratak olarak geri dönüyor.Dün gece maçın genelinde baskılı bir futbol sergileyen Galatasaray, yanlış paslar nedeniyle az sayıda pozisyon üretirken, bunda Hakan Şükür’ün etkisiz futbolunun da rolü vardı. Tayfun ve Tolga tarafından kademeli olarak marke edilen yıldız futbolcu, en büyük silahı olan hava üstünlüğünü de kullanmaktan uzaktı.Sarı - Kırmızılı takımda dikkat çekici bir özellik de iki ön libero Ergün ve Conceiçao’nun hücuma yeterli desteği verememesiydi. Bu ikili ile forvet oyuncuları arasındaki 30 - 35 metrelik boşluklar nedeniyle Galatasaray rakip ceza alanında çoğalmakta güçlük çekti.Galatasaray’da sorunlar görünenden daha derin ve ağır gibi. Sahaya aklını, zekasını, benliğini, kişiliğini ve yüreğini koyacak futbolcu sayısı o kadar az ki... Tomas, Song ve belki Necati...Dün gecenin ilginç bir notu da Hagi’nin sonradan oyuna alacağı oyuncuları maçın başında Raşit Altun’a söylememdi. Eh... Ben bu kadar biliyorsam, rakip teknik direktörler kim bilir neler biliyordur!
‘’Nuh ve gemisi!‘’
Türk güreşi 15 yıldır Hamza ve Şeref’in yerine koyacak güreşçi yetiştiremiyor. Zaman zaman bazıları pırıltı yapsa da, arzu edilen istikrarı sağlayamıyorlar. Ata sporumuzdaki en büyük sorunlardan biri bu. Hangi branş olursa olsun, onu popüler hale getirecek, kitlelere sevdirecek, gençleri, sözkonusu spora yönlendirecek olan yıldız sporculardır. Yıldızın yoksa, sen de yoksun. Her branş yıldızı kadar parlar. Böyle giderse, Hamza ile Şeref’ten sonrası tufan gibi gözüküyor. Üstelik Nuh’u ve gemisi olmayan bir tufan! Arada sırada Nuh olmaya soyunan çıkmıyor da değil! Anı kurtarmaya yönelik palyatif çözümler üretiyorlar. Hamza ile Şeref’in hegamonyasına son verecek(!) girişimlerde bulunuyorlar. Dışarıdan, yani Mısır’dan falan şikeci güreşçi getirerek, gemilerine almaya ve tufanı bu şekilde atlatmaya çalışıyorlar. Ama Allah’ın sopası yok işte. Derdest etmeye çalıştıkları o adam çıkıyor, FILA, yeni kural, hakem - makem dinlemeden altın madalyayı getiriveriyor. Kendi değerlerine böylesine acımasız olabilen zihniyete de, hakettiği dersi veriyor.Varna’dan çıkarmamız gereken başka dersler de vardı. Öncelikle şunu söylemeliyim: Bu camiada dedikodu, çatışma, kargaşa, kaos, dünya durdukça bitmeyecek gibi gözüküyor. Çünkü hiç kimse birbirine samimi davranmıyor.“Türk güreşine hizmet etme yarışında” gibi gözükerek; makam, mevki, popülarite sahibi olmak için birbirlerinin gözünü oymaya hazır o kadar çok insan var ki, sari bir hastalık gibi sardıkları Ata sporunun bünyesini bitap düşürmüşler.Bu şartlarda, bu ortamda aslında buradan çıkan madalyalar gerçekten başarı kabul edilmeli. Ve tabii, sporcuların ve belki birkaç iyi niyetli, emektar güreş gönüllüsünün başarısı...İşte böyle. Acı ama gerçek. Ne yaparsın, realite bu...









































