Arama

Popüler aramalar

‘’Bayrağın adaleti!‘’

Oysa, Konya’nın 2-1 öne geçtiği 51. dakikaya kadar sahanın tek hakimi Kayserispor’du. Özellikle ilk yarıda rakibini adeta sürklase eden Sarı-Kırmızılı ekip harcadığı net pozisyonların bedelini ağır ödedi.Konyaspor, rehabilitasyon merkezi gibi... 3 büyüklerde zirve yapıp sonra düşüşe geçen sorunlu yıldızlar Yeşil-Beyazlı takımda yeniden kendi küllerinden doğmayı ümit ediyor, ama sanırım bunun için artık çok geç olmuş. Onların sahadaki varlığı, Konyaspor’da takım ruhunu olumsuz etkilemiş. Koşmuyorlar, pres yapmıyorlar, yardımlaşmıyorlar. Takımlarını sahada adeta eksik oynatıyorlar. Susiç’ten kontenjanları olsa gerek!Futbol değişken bir oyundur. Ancak iki devre arasında dünkü karşılaşma kadar büyük farkın olduğu maçlar çok nadirdir. Bunda elbette hakem hatalarının maçı çığrığından çıkarması en önemli etkendi. Ancak ikinci yarıda oyuna giren Altan Aksoy faktörü de saha içi dengeleri birden tersine çevirdi. Susiç’in onu neden kenarda tuttuğunu merak ederken, tecrübeli oyuncunun sözleşmesini uzatmadığı için yönetimin hışmına uğradığı bilgisi geldi kulağımıza... Yani, tipik bir Türk mantalitesi örneği!Kayseri hiç haketmediği bir yenilgi aldı. Takımını iyi hazırlayan, motive eden, sahaya yayan Hikmet Karaman’ın aynı başarıyı oyuncu değişikliklerinde gösterdiğini söylemek güç. Sahanın en etkili 2 ismi Mehmet Topuz ile Cem Karaca dünkü oyunda kenara alınacak en son oyuncular olmalıydı. Hal böyle olunca, futbolcunun da teknik direktörünün adaletine olan güveni sarsılır. Kayserispor’u ilerleyen haftalarda asıl bekleyen tehlike de bu sanırım.Son sözümüz de Zafer Biryol’a... Yedek kulübesindeki agresif tavırları nedeniyle kırmızı kart gören ve maçı iyice geren tecrübeli golcünün bir psikiyatriste görünmesinde fayda var. Hem kendi, hem de takımının ruh sağlığı için...

28 Şubat 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Değeri bilinmeyen başkan: Canaydınİşadamanın biri, işçilerinin morallerini yüksek tutmak ve randımanlarını artırmak için fabrikasının yemekhanesine usta ressamların fırçasından çıkma son derece değerli tablolar asar. Ertesi gün büyük bir hevesle yemekhaneye gelir ve işçilerin tepkisini ölçmeye çalışır. Ancak gördükleri karşısında büyük bir düşkırıklığına uğrar. Zira, hiç kimse, asılan tablolara dönüp bakmıyordur bile. O paha biçilemeyen tablolar işçilerin umurunda değildir sanki... Tepkisiz, ilgisiz, yemeklerini yerler ve tezgahlarının başına dönerler.İşadamı, “neyse, belki ilk gün diye, belki de yorgunluktan görmediler, daha sonra farkederler” diye düşünür ve bir kaç gün daha umutla gözlemini sürdürür. Ancak değişen bir şey yoktur. İşçiler, hiç bir şey yokmuş gibi umursamaz bir tavırla yemeklerini yer ve sonra tekrar işlerinin başına döner. İşadamı, sonunda girişiminin başarısız çıkmasından duyduğu üzüntüyle tabloları kaldırtır ve evine yollar. Ertesi gün yemekhahaneye uğradığında ise, şaşkınlıktan ağzı açık kalır sanatsever işadamının... Bütün işçiler boş duvarların önünde toplanmış, tabloları aramakta ve kim tarafından, neden kaldırıldığını sorgulamaktadır. Zira, tablolar, yalnız duvarlarda değil, işçilerin, ruhlarında da boşluk yaratmıştır. Bu öyküyü daha önce de bu köşede nakletmiştim, alçakça katledilen Gaffar Okkan’ın ardından... İkinci kez anlatma gereği duymamın nedeni ise, Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın. Hani, bazı kesimlerin, Okkan’ı katledenler kadar acımasızca saldırdığı, yoketmeye çalıştığı, kulüp tarihinin en başarısız başkanı olarak ilan ettiği, komplocu (!) Canaydın... Teşvik primi, şike ve doping skandallarının zehirli bir sarmaşık gibi bedenimize dolandığı şu günlerde, Özhan Canaydın’ı, aslında tam da şimdi hatırlama, hatırlatma zamanıdır. Çünkü Özhan Canaydın, yalnız Türk futbolunu değil, Türk sporunu çağdaş dünyaya taşıyacak Fair-Play anlayışının en büyük temsilcisidir. Onyıllardır üzerimize bir kabus gibi çöken ve bir türlü kalkmak bilmeyen alacakaranlık kuşağınının sonunu müjdeleyen bir tanyeridir, Özhan Canaydın... Aydınlık günlerin habercisidir, ışığıdır, enerji kaynağıdır, güneşidir, Özhan Canaydın...Uçsuz bucaksız okyanusun ortasında, çevresi köpekbalıklarıyla çevrili bir kazazede gibi hayatta kalmaya çalışan Türk futbolu için bir cankurtaran filikasıdır, Özhan Canaydın... Kazanmak için her yolu mübah sayan, bir kaç haksız puan daha alabilmek adına her türlü adiliğe başvuran, futbolcusunun, teknik direktörünün hakkını gaspeden, tehdit eden, döven, dövdürten, ne idüğü belirsiz, taşra kurnazı, mafyöz, bezirgan yönetici kalabalığının oluşturduğu bataklığın ortasında biten bir nilüfer çiçeğidir, Özhan Canaydın...O, hakarete uğramak, küfür yemek, acı çekmek, pahasına, batmış bir imparatorluğu yeniden ayağa kaldırmak için kolları sıvayan asil bir komutandır... O, ayaklar altında pas pas yapılmaya çalışılan camiasının onurunu kurtarmak için, kendisini sırtlanların önüne atan Sarı - Kırmızı bir fedakardır...O, her türlü hakaret karşısında bile sükunetini, efendiliğini bozmayan bir tevazuu timsalidir...O, kendi iş hayatını, servetini, ailesinin geleceğini dahi kulübü için riske atacak kadar bir Cim Bom aşığıdır...O, geçmişte başkalarının yaptığı hataların üzerine sünger çeken, kendi hatalarını da samimiyetle itiraf eden, özeleştiri yapan bir modern çağ soylusudur... O, bir bayraktır...O, bir şanstır...O, sessiz sedasız ruhumuza sızmış, içimize işlemiş paha biçilemeyen bir sanat eseridir...Değeri, ortadan kaybolduktan sonra anlaşılacak... Ne yazık ki...Minderde doğru adres: MacidovGüreş Federasyonu’nun yeni başkanı Recai Ustaoğlu, uzun bir beklemeden sonra yönetim kurulunu belirledi. Yönetimde, işadamından, bürokrata kadar bir çok isim var. Her birinin ne kadar faydalı olacağı özerklik kazanıldıktan sonra belli olacak. Özellikle de işadamı olanlarının... Yönetimini ilan eden Ustaoğlu, doğal olarak ilk halletmesi gereken konuya el attı ve milli takım antrenörlerini belirlemeye başladı. Grekoromende, devam edip etmeyeceği büyük merak konusu olan Azeri Kamandar Macidov’un görevde kalması kararlaştırıldı. Bu, Ustaoğlu Federasyonu’nun aldığı ilk ve en isabetli kararlardan biri. Zira Macidov, geçtiğimiz yıl ocak ayında göreve geldiğinde, çalışmaya ve disipline dayalı sistemiyle grekoromen güreşe yeniden ivme kazandırmıştı. Dahası, bütün sporcular ondan memnun. Dünya güreşinde genç neslin en iyi temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Macidov, Pekin’e kadar şans verilmesi halinde yeni olimpiyat şampiyonları yetiştirebilir. Yeter ki, siyasi baskılara boyun eğilmesin, arkasında durulsun... Serbestte ise durum karışık görünüyor. Arayışlar sürüyor. Yeniden, Avrupa Şampiyonası öcesi göreve getirilen Hasan Apaev üstünde duruluyor. O dönem üç Avrupa Şampiyonu çıkaran Apaev’in, sadece bu nedenle başarılı olduğunu söylemek güç. Zira, çok kısa süre görevde kaldı. O olmasa da, Türkiye Ankara’da üç altın alırdı. Çünkü eline hazır bir takım verilmişti ve ev sahibiydik! Recai Ustaoğlu, serbestte de Macidov gibi isabetli karar verirse, önemli bir eşiği geçmiş olacak. Tabii, her iki stilde atayacağı yardımcılarda da aynı isabeti göstermesi koşuluyla... Bu konuda işinin daha zor olduğunu biliyorum. Çünkü işin içine Türk mantalitesi giriyor! İnce hesaplar, güç odakları, seçim vaatleri, ayak oyunları vs.Umarım altından kalkar...

24 Şubat 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Doğadaki her renk kirlenebilir. Ancak beyazın kirlenmeye hakkı yoktur. Zira beyaz, aynı zamanda masumiyeti de temsil eder. En ufak bir kir ve leke, onun masumluğunu yok eder, gri tonlamalardan biri haline getirir. Belki grinin en açık tonu olur, ama bir kere kirlenmiştir; beyaz, beyazlığını kaybetmiştir. O da, diğer renklerin arasına karışmıştır. Ve işte o zaman, en zifir siyahın, en koyu karanlığın yanında bile en kirlisi beyaz olur. Tıpkı, suçlular içinde en mağdur olanının, en suçlu sayılması gibi... Tıpkı, halkı iliğine kadar sömürenler, soyanlar, VIP salonlarından elini kolunu sallaya sallaya yurtdışına kaçarken, baklava, börek çalan, okul camı kıran çocukların hapse tıkılması gibi...Tıpkı, depremde binlerce can alan iktidarların kasası müteahhitler, boğaz sırtlarında şampanyalarını yudumlamaya, yeni yeni ihaleler almaya devam ederken, faturanın sadece en garibanına kesilmesi gibi...Tıpkı, bu ülkede rüşveti, iltiması, hayali ihracatı, banka hortumlamayı, yolsuzluğu, vergi kaçırmayı kurumsallaştıran kasaba tüccarı politikacılar, her dönem başka başka partilerden meclis koltuklarına yapışırken, ülkesini muassır medeniyetler seviyesine çıkarmayı hedefleyen, bunun için kafa yoran, proje üreten aydın, yurtsever, çağdaş insanların, sırf düşüncelerinden, fikirlerinden dolayı “vatan haini” ilan edilerek derdest edilmesi gibi...Tıpkı, kardeşi kardeşe kırdıranlar, halkları birbirine düşürenler, katliamlar yapanlar, yaptıranlar, karanlık ruhlarını dışa vuran koyu takım elbiseleriyle, makam araçlarıyla, ceberrut suratlarıyla tekrar tekrar hayatlarımızın içine arz-ı endam ederken, daha özgür bir dünya özlemiyle yola çıkıp, o terör baronlarının tuzağına düşen idealist ve yoksul gençlerin kör kuyularda yokedilmesi gibi...Tıpkı, şikeyi, teşvik primini, hakem ayarlamayı, entrikayı, tribün terörünü ülke futboluna bulaştırarak, tüm spor camiasını yokedecek ölümcül bir hastalığa yol açan güçlüler korunup, kollanırken, baştacı edilirken, zayıfın, güçsüzün en küçük hatasında, en ağır cezalara çarptırılması gibi... İşte, bu yüzden sızlanmaya hakkın yok Aykut Hoca! Sen ve geçmişteki dava arkadaşların, çocukların, öğrencilerin, futbolcuların, bu kokuşmuş düzenin bir parçasıysa, çürümeden az da olsa payını almışsa, sizlerin “en kirli” ilan edilmesi, beklenen bir sondur. Trabzon maçından sonra sarfettiğin, “Kirlenmenin içindeki başlıca odak noktası İstanbulspor oldu. Vurun abalıya misali. Bugüne kadar Türk futbolunda olan her şey İstanbulspor’a yüklendi. Şu net şekilde biliniyor, bunu ben de, konuşanlar da belgeleyemez. Şike de, teşvik primi de danışıklı dövüş. Her şey geçmişten bugüne kadar yapıldı. Bu benim izlenimim. Ancak herkes tertemiz ortaya çıktı, bir tek İstanbulspor kaldı. Bunun da nedenini anlamış değilim” sözlerinin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok! Çünkü anlaşma böyle. Bu diyarda; güçlülerin, zalimlerin koyduğu kurallar bunu gerektiriyor. İçine karanlığı emmiş, yüzüne katran koyusu geceler geçirmiş bir toplumda beyaz olmanın, beyaz kalmaya çalışmanın bedeli bu... Birincilik senin, sizlerin, sizin gibilerin!..Aileler!.. Çocuklarınızı kahvehaneye gönderin! “Mümkünse yatırın” diyeceğim ama, bunun ihtimal dışı olduğunu biliyorum. O nedenle futbol programlarının televizyonlarda yayınlandığı saatlerde, onları sokağa salın, kahvehaneye yönlendirin! Çünkü oralarda, renkli camdan odalarınıza saçılan kirlilikten daha az etkilenirler. Daha az dejenere olurlar. Daha az dumura uğrarlar. Daha az beyinleri iğdiş olur. Daha az insanlıktan çıkarlar. Gitsinler kahvehaneye, pişpirik oynasınlar... Pişpirik deyip geçmeyin!.. İnanın, bu naif oyun, spor programlarının içeriğinden, orada ağızlarından salyalar saçıp car car öterek, gerçek spor yazarı ve adamına da ana avrat küfür ettiren güruhtan daha az zararlıdır! Hatta eğitici yönü bile vardır! Oynarken, dayanışmayı öğrenir, karakter tahlili dahi yapabilirler... Yani bir bakıma hayatı öğrenirler! Sayın ebeveynler!.. Çocuklarınızı özellikle pazar ve pazartesi akşamları evde tutmayın. Onları koruyun, kollayın. Futbol aşkıyla ekran başına oturup da, hayatlarının birer kum tanesi gibi avuçlarının içinden kaymasına engel olun. Bunu yapın. Onları seviyorsanız...

16 Şubat 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Şimdi Don Kişot olma zamanı!..Don Kişot, şanlı geçmişin, görkemli geleceğin büyüsüne kapılmış, düşman zannettiği yeldeğirmenlerine saldıracak kadar gerçek dünyayla bağlarını koparmış bir idealist; Sancho ise pratik, gerçekçi, ama kaderci, zengin olmak için şans arayan sıradan İspanyol insanıdır.Cervantes’in bu ünlü roman kahramanının 400. doğum yıldönümü bütün dünyada kutlanıyor. Hiçbir zaman kazanamayacağı bir savaşın içine atılan Don Kişot’un temsil ettiği değerler tekrar hatırlanıyor, hatırlatılıyor. Don Kişot’un aslında kim ve ne olduğu, Cervantes’in bu absürd kahramanıyla neyi anlatmak istediği yüzyıllardır tartışılıyor. Hemen herkesin okuduğu, okumasa bile aşina olduğu bu klasik romanı, kimileri hayalperest bir delinin sabuklamaları olarak nitelendirirken, kimileri de kaybedilen değerlere bir ağıt olarak görüyor. Dünyaca ünlü Rus yazar Dostoyevski’ye göre ise, Don Kişot, bugüne kadar yazılmış en hüzünlü kitaptır. Zira korkunç bir düşkırıklığının öyküsüdür.Bir iddiaya göre, Cervantes’in 400 yıl önce dönemin kültürünü etkisi altına alan şövalye romanlarına bir tepki olarak yarattığı Don Kişot, yeryüzünde kuşaklar boyu öyle bir etki yarattı ki; insanoğlunun uygarlık serüvenini, onun sahip olduğu yüce değerler ile yoketmeye çalıştığı çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesi oluşturdu, adeta... Öyle ki, “Don Kişot’luk” kavramı her çağda geçerliliğini sürdüren bir klişe oldu çıktı.Bugün de bir çoğumuz, gerçekleşmisini mümkün görmediğimiz ideallerin peşinde koşanlar ya da üstesinden gelinilebileceğine ihtimal vermediğimiz engellere karşı savaşanlar için kolaylıkla, “Don Kişot’luk yapma” şeklinde telkinde bulunabiliyoruz. Buna karşın hâlâ ısrarla, “Don Kişot’luk” yapmaya çalışanlar toplum içinde genellikle alaya alınır. Aptallıklarından, hayalperestliklerinden dem vurulur. Enerjilerini boşa harcadıkları savunulur. Gittikleri yolun yanlış olduğu ileri sürülerek yerleşik düzenin bir parçası olmaları öğütlenir. Sistem için ciddi bir tehdit olarak algılandıkları durumlarda ise öğüt verilmez, kafalarına kafalarına vurulur. Bazen işkence tezgahından geçirilir, zincirlenir, hücreye tıkılırlar. Bazen de kuytu bir köşede bildik yöntemlerle susturulurlar.Sonuna kadar savaşmalıKurtuluş Savaşı’ndan bugüne değin bin bir badire atlatan Türkiye, ne yazık ki devasa bir “Don Kişot Mezarlığı”dır. Toplum içinde uç vermeye başlayan “Don Kişot”ları daha taze bir fidan iken kıran zihniyetin, on yıllardır hüküm sürdüğü ve sanki sonsuza kadar sürmeye devam edeceği bir “korku imparatorluğu”dur, Türkiye... Zulmün, adaletsizliğin, sevgisizliğin, saygısızlığın, hoşgörüsüzlüğün, düşmanlığın, kinin, nefretin, duyarsızlğın, bencilliğin, çıkarcılığın, küçük hesapların, ayak oyunlarının, yalanın, riyanın, yıllardır empoze edilerek çürütülen bu tuhaf toplumda, asıl şimdi “Don Kişot” olma zamanıdır. Çoluk çocuk, evlerde, sokaklarda, yurtlarda, kreşlerde zebil - ziyan ediliyorsa... Hırsızlar, katiller, psikopatlar sokakları teslim alırken, sade vatandaş evinde dahi kendini güvende hissetmiyorsa... Gelir adaletsizliği, işsizlik her gün yeni bir trajedi üretiyorsa... Yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyorsa... Güven erozyonu had safhaya çıkmışsa... Magazin adı altında rezilliğin, pespayeliğin her türlüsü ekranlardan odalarımıza taşıyorsa... Bu halk, kendisi acılarla yoğrulduğu halde, başka halkların acılarına kayıtsız kalıyorsa... Teşvik primi ve şike spor sahalarında kol geziyorsa... Tribünlerdeki vandalizm, futbolumuzu her geçen gün esir alıyorsa... Stat terörü, çapsız yöneticiler tarafından provoke edilmeye devam ediliyorsa... Bariz hakem hatalarının önüne bir türlü geçilinemiyorsa... Ülkenin en iyi golcüsü bir kişinin ihtirası ve inadına kurban ediliyorsa... Ülkenin en iyi atleti cehaletin kör kuyusunda kayboluyorsa... Ne idüğü belirsiz kişilerin spor yazarı (!) olarak kahve geyiği yaptığı spor programları gözümüze sokuluyorsa... Mesleği içten vuran muhteris gazeteciler, bir takım güç odaklarının paryalığını sürdürüyorsa... Ülke sporu her geçen gün biraz daha siyasetin boyunduruğuna giriyorsa... Ayaklar baş, başlar ayak oluyorsa... Tam da şimdi Don Kişot olma zamanıdır. Yılmadan, pes etmeden, bıkmadan, usanmadan yeldeğirmenlerine karşı savaşma zamanıdır. Alaya alsalar da, vursalar da, kırsalar da, sustursalar da, yok etseler de, küllerimizden doğarak yeniden dirilmenin ve zalimlerin karşısına dimdik çıkmanın, bu dünyayı bizlere zehir edenlere karşı sonuna kadar savaşmanın zamanıdır. Zira, çocuklarımıza daha müreffeh bir dünya bırakmanın başka yolu yok. İnsanlık ülküsünü ilelebet yaşatmak için hepimiz birer Don Kişot olmalıyız... Ve çoğalmalıyız...Teşekkürler herkese...Başta Hüseyin Öztunç’aBugün affınıza sığınırak bu satırları kendime ayırmak istiyorum. Zira önceki gece 12 yıllık meslek hayatımın en anlamlı gecelerinden birini yaşadım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin, beni layık gördüğü “2004’ün Spor Yazarı” ödülünü Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir törenle aldım. Yaşım kadar spor yazarlığı yapan değerli büyüklerimin arasından sıyrılıp bu ödülü almak beni çok mutlu etti, gururlandırdı. Bu nedenle üzerimde emeği olanlara teşekkür etmek istiyorum. Bu benim gönül ve minnet borcum. Başta bana inanarak, güvenerek bu sütunları teslim eden sevgili müdürlerim Necil Ülgen, Tamer Bağlan, Yalçın Uygun ve Hakan Can’a...Bana gazeteciliği öğreten, Fanatik ailesine kazandıran sevgili ustam, dostum Hüseyin Sakarya’ya... Beni bir okul olan Türk Spor Ajansı’na kabul eden Erdoğan Arıpınar’a, Remzi Yılmaz’a...Beni bu ödüle layık gören başta Fuat Ercan olmak üzere tüm jüri üyelerine... Teveccüh göstererek köşelerinde beni öven Metin Tükenmez ve Ahmet Çakır’a... Beni kutlayan, destek veren tüm dostlarıma, okurlarıma...Hepsine kucak dolusu teşekkürler...Ama biri var ki, teşekkürün en büyüğünü ona etmek istiyorum. Beni bu mesleğe yönlendiren değerli ağabeyim Hüseyin Öztunç’a...12 Eylül’ün ziyan ettiği bir ömre yeniden hayat verdiği için... Tam da kahvehanelerin izbe köşelerinde solmak üzereyken... Sağol, varol Hüseyin Abi. Tanrı sana uzun ömürler versin. Belki seni bekleyen daha nice bataklık çiçekleri vardır... Işığına, güneşine hasret...

09 Şubat 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’‘Kocaman' bir alkış‘’

Dün Malatya İnönü Stadı’nda başka alkışı hakedenler de vardı: İyi futbollarıyla diğerlerinin bir adım önüne geçen Murat Erdoğan, Serkan Özsoy, Jaba ve Wederson’un yanı sıra küfür etmeden takımını 90 dakika coşkuyla destekleyen Malatya taraftarı...Stadı dolduranlara zevkli, heyecanlı ve tempolu bir 90 dakika izlettiren iki takımın ortak özelliği; devre arası neredeyse takımlarının yarısını değiştirmiş olmalarıydı. Ancak görünen o ki, her iki takımda da futbol kalitesi bakımından değişen pek fazla birşey yok. Herşey ligin ilk yarısının devamı gibi... Bu da ligimizdeki oyuncu kalitesinin birkaç isim dışında birbirine yakın olduğunun göstergesi sanırım.Malatyaspor camiasının çok güvendiği Aykut Kocaman’ın ileride başını ağrıtacak iki faktör var: Yedek soyundurduğu Mert Korkmaz ile biri ağır ve gol kısırı, diğeri tembel, iki forveti Osterc ve Boliç. Çünkü Malatya tribünleri Mert’i çok seviyor, Osterc ve Boliç’i de yaptıkları en küçük hatada dahi yuhalıyorlar. Aykut hoca bu konuya bir çözüm bulmalı.Ankaraspor’a gelince... Başkent ekibinde yağ var, un var, şeker var, aşçı da var ama bir türlü ortaya helva çıkmıyor. Sakın Melih Gökçek, bu takımı kurarken sokağa attığı hentbolcü ve cimnastikçilerin ahını almış olmasın?..

06 Şubat 2005, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

İki yüzlü ahlâk!Yoksa her toplumun, her kültürün, hatta her bireyin kendine özgü bir tarifi ve anlayışı mı? Olması gereken hangisidir? İnsanoğlunun, uygarlaşma serüveninde, anlamlandırmaya çalıştığı en önemli kavramlardan biri de “ahlâk”tır. Din, felsefe, bilim gibi disiplinler, bu arayışın araçları olmuştur. Bu soruların cevapları bugün de aranmaktadır. Özellikle de kuraltanımazlık, bencillik, arsızlık, yalan, riya sarmalında debelenen geri kalmış toplumlarda... “Ahlâk” kelimesinin Türk Dil Kurumu’ndaki karşılığı şöyle: 1- Bir toplum içinde kişilerin benimsedikleri, uymak zorunda bulundukları davranış biçimleri ve kuralları. 2- İyi nitelikler, güzel huylar. Bu soyut tanıma karşılık Alman düşünür Friedrich Nietzsche ise “ahlâk”a farklı bir bakış açısı getirir: “Ahlâk, duyu aldanmasından, var olmaktan, tarihten, yalandan kaçıştır. Tarih ise, duyulara ve yalana inançtan başka hiçbir şey değildir.”Yunanlı filozof Aristo da, “ahlâk”ın, kuşaktan kuşağa aktarılan alışkanlıklar ve davranışların tekrarından oluştuğunu savunur. Bir de İtalyan Nicollo Machiavelli’nin, “amaca giden her yol mübahtır” şeklinde özetlenebilecek, “Machiavelist ahlâk anlayışı” vardır. Ki, günümüz toplumlarında oldukça itibar gören, benimsenen anlayış da budur. Her ne kadar, batı toplumları kendi iç ilişkilerinde bu anlayışı reddetse de, başka kültürlerle olan diyaloglarında, rekabetlerinde ve ulusal çıkarlarının ön plana çıktığı durumlarda kolaylıkla “Machiavelist” olabiliyorlar. Kendimize dönersek... Tersine bir süreç yaşadığımız kesin. Çünkü geçmişte dışarıya satabileceğimiz övünç malzemelerimizden; doğruluk, dürüstlük, oyunu kuralına göre oynama, rakibe saygı gibi değerlerimizi birer birer terkettik. Dahası, bu değerlere hala sıkı sıkıya sarılmaya çalışanlar, bugün alay konusu olabiliyor, “dinozor” denilerek aşağılanıyor. Üstelik, onları da aynı potanın içinde eritmek için olağanüstü bir çaba sarfediliyor. “Machiavelist ahlâk anlayışı”, ülkemizde her alanda alabildiğine egemenliğini ilan etmiş durumda. Ekonomide, siyasette, toplumsal ilişkilerde ve ille de sporda... Hatta bu konuda o kadar ileri gittik ki, Machiavelli’ye rahmet okutacak düzeye geldik. Teşvik primi, şike, mafya, hakem ayarlama, rakibe verdiği kiralık oyuncunun oynatılmaması için sözleşmeye madde ekletme, ekletmediyse şifahen rica etme, rakibin en önemli oyuncusuna maç öncesi transfer teklifi götürme, kazanınca kendine mal etme, kaybedince, federasyona ve hakemlere yüklenme, yarıştaki diğer tüm unsurları karalama, maniplasyon yaparak tribünleri tahrik etme, beslediği amigoları istediği kişi ya da kuruma saldırtma, genç takımlardaki oyuncuların yaşını büyütme gibi bayağı ve adice yöntemler, Türk sporunun içine düştüğü bataklığın en belirgin özellikleri... Gün geçmesin ki, bazı kulüpler ve yöneticileri bu yöntemlerle gündeme gelmesin? Bulak’ın duyulmayan feryadıGeçtiğimiz hafta, üç büyüklerin yarattığı transfer gürültüsü arasında duyulmayan bir ses vardı. Denizlispor Teknik Direktörü Giray Bulak’ın, Gaziantep’e kaybettikleri maçın ardından yaptığı açıklamalar, ilk bakışta yenilen bir antrenörün hezeyanı gibi görünüyordu, ama aslında bu Türk futbolunun kanayan yaralarından birinin dile getirilmesiydi. Hem de alışık olmadığımız türden. Çünkü, “bir gün o kulüpte görev alırım” düşüncesiyle çöpü halının altına süpürmeyen cesur bir teknik direktörün isyanıydı, sözkonusu olan... Gaziantep Yönetimi’ni belden aşağı vurmakla suçlayan Bulak, özetle şunları söylüyordu: “Gaziantep Yönetimi, maç öncesi kaptanımız Timuçin’e transfer teklifinde bulundu. Biz talep ettiğimiz 500 milyardan 250 milyara kadar düştük. Ancak oyuncumuza 1 milyar 200 milyon veren Antepliler, 150 milyardan yukarı çıkmadı ve transferden vazgeçti. Dolayısıyla haftaboyu transferi düşünen bu oyuncumu maça motive edemedim. Bize böyle bir taktik uyguladılar. Bunlar çok ucuz yöntemler. Onlara yakıştıramadım.” Gaziantep cephesi, bu suçlamalar karşısında tepki vermedi. Suçlanan yönetimin başında Türkiye’nin en ilkeli başkanlarından biri olan Celal Doğan’ın bulunması, olayın en trajik yönü üstelik. Sayın Doğan! Susmak kabullenmektir, bilirsiniz. Bugün suçlanan Gaziantep, yarın suçlayan konumuna düşebilir. Zira, bu ve buna benzer yöntemleri uygulamayan kulüp hemen hemen yok gibidir. Bu, bir Türkiye gerçeğidir. Herkesin kendine, kendi meşrebine ve çıkarına göre savunduğu ikiyüzlü bir ahlâk anlayışı, ne yazık ki, en kılcal damarlarımıza kadar nüfuz etmiş durumda. Bizim canımızı acıttığında ortalığı ayağa kaldıracağımız eylemi, işimize geldiği zaman başkalarına karşı hiç düşünmeden uygulayabiliyoruz. İşte, asıl sorun da burada...Güreşe bulaşan virüs!Her zaman, her platformda çeşitli çevreler tarafından dile getirilir. Zaman zaman bu köşede de yazarız, çizeriz, eleştiririz. Dünyada örneğine ancak Küba ve Kuzey Kore gibi kominist ülkelerde rastlanan bir yapılanma mevcuttur, Türk sporunda... Ve bu yapılanma içinde, tüm branşlar alabildiğine devletin, dahası siyasetin müdahalesine açıktır. Türkiye’de siyasilerin, dünya durdukça rahat bırakmayacağı bir branş vardır: Güreş. Çünkü Ata sporudur. Çünkü, taşrada en sevilen branşdır. Çünkü en ilgisizi bile Türk güreşçilerinin başarısı ve başarısızlığı durumunda olanlara dikkat kesilir. Çünkü, aslında güreş, Türk halkının, zaman zaman ihmal etse de, evinde hep onu bekleyen ezeli ve ebedi sevgilisidir. Güreşten hiç bir zaman vazgeçmeyen siyaset, bugün bir kez daha Ata sporunun önünü tıkamakta. Güreşin önünde çözüm bekleyen dağ gibi sorunlar olmasına karşın, yeni seçilen federasyon, daha yönetim kurulunu bile belirleyemedi. Nedeni de siyasilerin baskısı. Başkan Recai Ustaoğlu, yönetime kendi adamlarını sokmak isteyen vekillerin tazyiki altında bunalmış durumda. Ne yapacağına, kimi alacağına bir türlü karar veremiyor. Zaman hızla akıyor. Ve güreşin kaybedecek tek bir saniyesi bile yok. Sayın Vekiller! Bir kez olsun kendi çıkarlarınızı değil, Türk güreşini düşünün. Ve çekin elinizi Ata sporundan!..

02 Şubat 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Mükremin Abi!.. Sahip olma, ol!Bunun içinse, herşeyi elde etmek, onlara egemen olmak, kar tutkusu, açgözlülük ve ihtiras gibi insanı insan olmaktan çıkaran, birbirine düşman yapan “sahip olmak” dürtüsünün terkedilmesi gerekmektedir. Fromm, “olmak” kavramını ise, anlamak, olgunlaşmak, özgürleşmek, evrensel değerler ve insani duygularla donanmak şeklinde açıklar. Yani kısaca, insanın sadece “insan” olması, insanlık ülküsünü benimsemesi... Göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısacık ömrümüzde mal, mülk, para, şöhret ve iktidar sahibi olabiliriz... Ama bu, hiç bir zenginliğin yerini tutamayacağı “olmak” idealiyle taçlandırılmadığı takdirde insanı esir alır ve zamanla sahip olduklarımız, bize sahip olur. Olmak yerine sahip olmayı seçenler, ellerindeki sanal kudretin büyüsüyle, öylesine kendilerini kaybederler ki, şişen egolarıyla birlikte; yaşamlarını bencillik, tatminsizlik, görgüsüzlük, yalan ve riya üzerine kurarlar. Gözleri, kendilerinden ve kendi sınırsız isteklerinden başka hiç bir şeyi, hiç kimseyi görmez. Dostlukları, arkadaşlıkları, aşkları da, kendi ihtiyaçlarının doyurulması üzerinedir. Küçük bir tatmin için önlerine gelen herşeyi yakıp yıkarlar. Narsizmin doruklarında gezerler. Dünya onların etrafında döner. Diğerlerinin hiç bir önemi yoktur onlar için. Başkaları, başka zümreler, başka meslek grupları, anlık bir hazza kurban edilebilir. Son yıllarda o kadar çoğaldılar ki; heryerdeler. Evlerimizde, odalarımızda, işyerlerimizde, sokaklarda, statlarda, salonlarda, sahnelerde... İçimizde, yanıbaşımızda, nefes alışımızda... Şöhretini, üçkağıtçı ve serseri bir mahalle kabadayısı tiplemesine borçlu olan sanatı kendinden menkul “Mükremin Abi” Yılmaz Erdoğan, CNN Türk’e verdiği bir mülakatta, “Halk spor basınından tiksiniyor” diye buyurmuş. Mükremin Abi’nin, hangi halktan sözettiğini bilemiyoruz tabii... Gözlerini nefret bürüyen, paçalarından cehalet akan varoş lümpeninden mi, Beyoğlu’nun arka sokaklarında pavyonculuk, değnekçilik, erketelik, kapkaç, gasp, uyuşturucu satıcılığı, pezevenklik yapan Anadolu safrasından mı, devlete vereceği üç kuruşluk vergiyi kaçırmak için bin bir katakulli yapan, ardından da gece alemlerinde su gibi para harcayan magazin sayfalarının züppelerinden mi, televizyonlardaki, ucuz, bayağı, sefil magazin programlarıyla afyonlanan, umarsız, ümitsiz, geleceksiz ortalama çoğunluktan mı... Yoksa şoven duygularını okşayarak prim yaptığı yoksul kürt köylüsünden mi, aynı yoksulluğun girdabındaki, “kan kusup kızılcık şerbeti içtim” diyen Egeli, Akdenizli, Karadenizli, Trakyalı kasabalıdan, çiftçiden mi, büyük kentlerin kenar mahallerinde iki - üç çocukla hayata tutunmaya çalışan dargelirli dürüst vatandaştan mı...Halk dalkavukluğuMükremin Abi! Hangi halktan sözediyorsun? Hangi halk spor basınından tiksiniyor? Halk dediğin homojen değildir ki... Katman, katmandır, bölük, pörçüktür. Boğaz’ın kenarında sırça köşklerde oturan Türk burjuvazisi de halktır, Diyarbakır surlarının dibinde çöpten beslenen biçareler de... Hepsinin, duyguları, düşünceleri, dünya görüşleri, hedefleri, hayat felsefeleri farklı farklıdır. Ve hepsi bizimdir, bu toprağın, bu coğrafyanın insanlarıdır. Birbirinin benzeri politikacıları “en güvenilmezler” kategorisinde ilk sıraya koyup da, yıllardır onları iktidar yapan da bu halktır, tabut içinde geri alacakları evlatlarını Güneydoğu bataklığına davul zurnayla uğurlayan da... Yılmaz Erdoğan’ı baştacı yapan da bu halktır, çaçaron kaynanana Semra Hanım’ı da... Bir yüzü doğuya, bir yüzü batıya, bir yüzü moderniteye, bir yüzü orta çağa dönüktür bizim halkımızın... İyilikle, kötülüğün, güzellikle çirkinliğin, sevgiyle nefretin harmonisidir, kaostur, karmaşadır, bizim halkımız... Birinin sevdiğini diğeri sevmez, birinin nefret ettiğini, öbürü bağrına basar. Duyguları tek değildir. O nedenle bu halk spor basınından tiksinmez. Sevmez de belki, ama nefret de etmez. Bu senin için de geçerlidir. Senin de sevenin vardır, sevmeyenin vardır. Ama birisi çıkıp da, “Halk Yılmaz Erdoğan’dan nefret ediyor” diyemez. Bizim içimizde de her meslek grubunda olduğu gibi çürük elmalar vardır. Onları zaten en fazla biz eleştiririz. Ama namuslu, dürüst, idealist gazeteciler çoğunluktadır spor basınında. Yağmur, çamur, kış, kıyamet demeden, sizlere haber ve fotoğraf yetiştirmek için statlarda, salonlarda telef olan çilekeşlerdir, spor medyası... Kıt kanaat geçinmesine rağmen, kalemini satmayanlardır, gazete mutfağında bayram, seyran demeden, gecesini gündüzüne katarak, sizlere haber yetiştirmeye çalışan emekçilerdir, spor medyası... Kulüplerin kirli çamaşırlarını ortaya döken, stat terörüne savaş açan, kampanya yapan da bu spor medyasıdır. Bugün kim ne biliyorsa, bu spor medyası sayesinde biliyor. Sen de öyle... O nedenle kendi nefretini halka mal etme Mükremin Abi... Popülizm yapmak gibi ucuz bir yolu tercih edeceğine, “Ben spor medyasından tiksiniyorum” deseydin, bizleri yine rencide ederdin ve elbette seni bağrımıza basmazdık, ama nefret de etmezdik. Duygularını dürüstçe dışa vurduğun için de saygı duyardık.Unutma! Saygınlık için, “herşeye sahip olmak” değil, önce “olmak” gerekir...Basın bülteni!Dünyanın en popüler sporlarından biri olan teniste, bir kızımız güneş gibi parlıyor. Yıllardır hasret kaldığımız bir tenis yıldızına kavuşmak üzereyiz. İpek Şenoğlu, puan toplamak için yeryüzünün her köşesine giderek uluslararası turnuvalarda mücadele veriyor. Geçen yıl ABD Açık’ta korta çıkarak “Grand Slam” de mücadele eden ilk Türk tenisçisi olan Şenoğlu, geçen hafta da sezonun ilk Grand Slam’i Avustralya Açık’ta sınav verdi. Ancak gelgelelim, İpek’in bu önemli sınavını biz medya mensupları babası Doğan Bey’in gazetelere geçtiği elle yazılmış faksla okurlara duyurabildik. Ortada bir Tenis Federasyonu var. Üstelik özerk. Bir Türk kızının “Grand Slam”deki mücadelesini takip etmeyecek, basına ve kamuoyuna duyurmayacak kadar duyarsız, kayıtsız. Teniste neden bu kadar geride olduğumuzun cevabı gayet açık, öyle değil mi?

26 Ocak 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Hayalleri havuzda boğulan çocuklar!Yolu varoşlara düşenler bilir. İşgalin, talanın, çarpık yapılaşmanın simgesi olan varoşların en belirgin özelliklerinden biri de, sıvasız, boyasız, çatısız, derme çatma yapılmış, eciş - bücüş binaların arasında sıkışıp kalan arsalardır. Bu arsalar varoş çocuklarının oyun ve eğlence yeridir. Çocuklar, muhtemelen bir gurbetçi olan sahibinin, zamanın birinde satın alıp da bir daha uğramadığı bu son yeşil toprak kırıntılarında çocukluklarının tadını çıkarır. Erkek olanları top oynar, kızlar ise ip atlar. Cıvıl cıvıl, rengarenktir varoş arsaları... Orada hayatı bir başka özümsersiniz. Sonra bir gün arsa sahibi ortaya çıkar. Bir müteahhitle anlaşır. Ardından hafriyat başlar. Beton dökülür, temel atılır. O beton yalnızca kentin son yeşilliklerinden birine değil, çocukların hayallerinin üstüne de dökülmüştür. Bu ülkenin çocukları hep hayalleri öldürülerek büyür. Kuşaklar boyu; kâh ebeveynler, kâh öğretmenler, kâh politikacılar, kâh belediyeler, kâh hükümetler, kâh müteahhitler, kâh antrenörler, kâh spor yöneticileri, çeşitli yöntemlerle hayallerimizi katleder. Gelenekler ile modernite arasında sıkışarak kimliğini yitiren çağdışı sistem, bizi, bir yanı eksik kalmış, iğdiş edilmiş birer yetişkin olarak hayata hazırlar. Kendi çocuklarının da hayallerini yoketmeye programlanmış milyonlarca yetişkin... Bundan yaklaşık 10 gün önce İstanbul Burhan Felek Yüzme Havuzu’nda Uluslararası Lüksemburg Turnuvası için milli takım seçmeleri yapıldı. Çocuklar, gençler, ebeveynler havuzu tam bir festival alanına çevirdi. Sporcular, Ay - Yıldızlı boneyi takmak için havuzda kıyasıya bir rekabetin içinde ter dökerken, tribündeki aileleri de, çocuklarına destek verdi, onların heyecanına ortak oldu. Yarışlar sonucu, 4 kulüpten 9 yüzücü Milli Takım’a seçildi ve heyecan içinde yılın ilk önemli uluslararası sınavı olan Lüksemburg Turnuvası’nı beklemeye başladı. Bekleyişlerinin nafile bir bekleyiş olduğunu bilmeden... Çünkü teşkilatın onlara bir sürprizi vardı. Haluk Toygarlı’nın istifasının ardından iyice başıboş kalan Yüzme Federasyonu, bir kaç sporcunun evraklarını tamamlayamamış ve vize alınamamıştı. Böylece, 2005’e umutla hazırlanan, büyük şampiyonalara hazırlık niteliğindeki önemli bir organizasyonda madalya alma hayali kuran milli sporculara oturup gözyaşı dökmek kalmıştı. Yüzme branşı devlete bağlı. Devlette ise devamlılık esastır. Kişiler gelir, gider. Aslolan kurumlardır. Bir federasyon, böylesine başıboş bırakılabilir mi? Sayın Mehmet Atalay! O milli takıma seçilen sporculardan biri sizin çocuğunuz olsaydı, neler hissederdiniz? Çocuğunuz size gelip, başını göğsünüze dayasa ve hüngür hüngür ağlayarak yıkılan hayallerinden, boşa giden emeğinden bahsetse, onu nasıl teselli ederdiniz? Federasyonunuzdaki o kadar memur ne iş yapıyor, genel sekreteriniz o koltukta niçin oturuyor? Bir avuç yüzücünün evraklarını hazırlamak bu kadar zor mu? Türkiye’yi dünyaya rezil etmenin faturasını kim ödeyecek? Yüzmeyi ayağa kaldırmanın planlarını yapıyorsunuz, yüzücüleri yarıştırmazsanız, onları bürokrasinin, ihmalin kurbanı yaparsanız, bunu nasıl başaracaksınız? Bu ihmalin faturasını birileri ödemeli. Sorumlu kimse, bulunmalı. Aksi takdirde kendi geleceğimizi yoketmeye devam ederiz. Çünkü hayallerini öldürdüğümüz çocuklarımız, bizim geleceğimiz. Onlara güvenecek dağ, sığınacak liman bırakmıyoruz.10’un adı Altan AksoyBaşta Galatasaray olmak üzere Türk futbolu bir 10 numara kargaşası içinde... Dünyanın her tarafına yöneticiler, menacerler, antrenörler gönderiliyor, oyuncu izlettiriliyor. Aranan hep aynı: 10 numara. Bu formatta olduğuna inanılan veya herhangi bir menacerin allayıp pullayıp sunduğu futbolculara çuval dolusu döviz dökülüyor. Bir kaç hafta sonra ise takke düşüyor, kel görünüyor. Yanlış transfer politikaları sonucu paralar çarçur oluyor. Kendi değerlerine sahip çıkmayan bir ülkede yaşadığımızı, bu köşede sık sık dile getiririz. Pratik hayatta da hemen her gün bunun örnekleriyle karşılaşırız. Hangi alanda olursa olsun, geleceği inşaa edecek olan bir çok yetenek, çarpık düzenin acımasız dişlileri arasında unufak olur. Bu, durum sporda, özellikle de futbolda daha da belirgindir. 10 numaralı formayı hakedecek futbolcu sayısı, yalnız ülkemizde değil, dünyada da çok azdır. Kime sorsanız, Pele, Maradona, Platini, Hagi, Baggio ve Zidane’a ekleyecek başka isim bulmakta zorlanır. Ülkemizde ise bir Sergen fenomeni var. O da yeteneklerini inkar ederek yaşadığı için belirsiz bir geleceğe doğru pupa yelken ilerlemekte... Yıllarını Anadolu’nun tozlu yolarında harcayan Konyasporlu Altan Aksoy ise, 10 numara formatındaki bir başka futbolcumuz olup, ısrarla görmezden geliniyor. Kimbilir, belki yanlış menacerle çalışıyor! Onu tanıyan herkesin, kalitesi için bir kaç cilalı sözü vardır. Geçen yıl Zafer Biryol’un, “Gol Kralı” olmasındaki temel etken, Altan imzalı asistlerdi. Her iki ayağını çok iyi kullanmasına, kolay adam eksiltmesine, etkili frikik atmasına, çok yönlü hücum varyasyonlarına sahip olmasına, süratine, kıvraklığına, oyun zekasına, asistlerine ve gollerine rağmen, ne var ki “Anadolu Virtiozu” Altan, bir türlü büyük kulüplerin dikkatini çekmiyor. Özellikle de, transfer fiyaskolarıyla yakında fıkralara konu olması kuvvetle muhtemel Galatasaray’ın... İnsan ne kadar yakından bakarsa, o kadar az görürmüş. Ama Altan gibi bir oyuncuya bu kadar ihtiyacı olan Sarı-Kırmızılı yöneticiler bakmıyor bile!

19 Ocak 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI