Arama

Popüler aramalar

‘’Arka Bahçe‘’

Gençlik başımda ziyan!Yıl 1993... İsveç’in başkenti Stocholm’de yapılacak Dünya Güreş Şampiyonası öncesi Grekoromen Milli Takımı belirleniyor. Dönemin teknik heyeti ile Güreş Federasyonu Başkanı Sadettin Tantan arasında hangi sporcuların milli mayoyu giyeceği konusunda ihtilaf yaşanıyor. Milli takım kurmayları, Ata sporu tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşamasına rağmen, başarısızlıkları tescilli tecrübeli güreşçilerin götürülmesinden yana. Başkan Tantan ise bir yıl önce Dünya Gençler Şampiyonu olan Hamza Yerlikaya ile Şeref Eroğlu’nun takıma alınmasını istiyor. Teknik heyet, “Bu iş çoluk-çocukla olmaz, onlar rakipleri karşısında ezilirler” diyerek direniyor. Bunun üzerine Sadettin Tantan masaya yumruğunu vuruyor: “Başarısız da olsalar bu iki genç milli takıma girecek.” Sonuç: Henüz 17 yaşında olan Hamza Yerlikaya Stocholm’de altın madalyayı boynuna geçiriyor. Sonrası malum.Türk güreşi bugün de karanlık bir dönemden geçiyor. Ancak aradan geçen 13 yılda Tantan gibi masaya yumruğunu vuracak dirayetli bir federasyon başkanı çıkmadığı için gençler kategorisinde Dünya ve Avrupa kürsülerine çıkan güreşçiler bir türlü büyüyemiyor! Aynı sorun sporun diğer branşları için de geçerli. Halterde Taner Sağır, boksta Atagün Yalçınkaya ile umutlandık. Ancak ne var ki, Taner’e doping lekesi bulaşırken, Atagün de son Dünya Şampiyonası’nda hayalkırıklığı yarattı. Gelelim hayatımızı teslim alan futbola: Son İsviçre hezimetiyle birlikte Türk futbolunun geleceği için karamsar senaryolar yazılmaya başlandı. Temeli 1992-93 yıllarında atılan bugünkü jenerasyonun miadını doldurduğu, yola artık yeni bir nesille devam edilmesi gerektiği konusunda hemen hemen bütün futbol otoriteleri hemfikir. Gelgelelim, milli takımın kaynağını oluşturan ligimizde nehir tersine akmakta. Yıldız, genç ve ümit milli takımlarda harikalar yaratan gençler, başta üç büyükler olmak üzere kendi takımlarında, değil forma giymek, ilk 18’e bile girememekte. Bunda en büyük kusur, hiç tartışmasız futbolumuzu emanet ettiğimiz yabancı hocalarda. Onları anlamak mümkün. Zira, onlardan istenen tek şey; başarı. Kendilerini ne olursa olsun başarmak zorunda hissediyorlar. Bu, aynı zamanda kendi kariyerleri için de gerekli. Ve dolayısıyla risk almıyorlar. Uzun vadeli değil, kısa vadeli planlar yapmak zorunda kalıyorlar. Burada asıl sorgulanması gereken yönetimlerin tutumu. Onlar da ne yazık ki, bir sezon sonunda elde edilecek şampiyonluğu, takımlarının geleceğine tercih ediyorlar. Bu nedenle takımın başına getirdikleri yabancı hocaların her tasarrufuna onay veriyorlar. İşlerine karışmamak adına, yanlışlarına göz yumuyorlar. Lucescu gibi, Daum gibi, Gerets gibi hocaların Türk futbolunun geleceğini yoketmesine kayıtsız kalıyorlar. Ülkemizde 4 yıl görev yapan Lucescu’nun Türk futboluna armağan ettiği bir tane genç futbolcu var mı? Keza Daum’un?.. Ya Gerets? Elinde hazır malzeme olmasına rağmen, hala yoluna jubilesi gelmiş futbolcularla devam etmesi nasıl izah edilebilir? PAF Ligi’ni hallaç pamuğu gibi atan gençlere bir kez olsun dönüp bakmayan Belçikalı’nın sizce Türk futboluna verebileceği bir şey var mı? Zarardan başka... Biz ise onları derhal ülkelerine postalamak yerine baştacı yapıyoruz. Neden? Çünkü takımlarını şampiyon yaptılar! Veya yapacaklar! Hala Luce’nin özlemiyle yanıp-tutuşan var. Fatih Terim’in yerine milli takımın başına layık görenler bile mevcut! Bakın size istatikçimiz Aslıhan Çil’den aldığım kısa bir bilgiyi aktarıyorum: Bu sezon, Fenerbahçe’de Olcan 1 maç 33 dakika, Can Arat 3 dakika, Galatasaray’da Zafer 2 maç 9 dakika, Özgürcan 1 maç 13 dakika, Beşiktaş’tan Nail 1 maç 16 dakika, Trabzon’dan Ufukhan 1 maç 90 dakika takımlarında forma giymişler. Akdeniz Oyunları’nda final oynayan milli takımın iki yıldızından Galatasaraylı Arda hala PAF’ta, Cafercan ise kiralık gönderildiği Rize’de zebil-ziyan oldu. Oysa o takımı finale onlar getirmişti, toplam 9 golün 6’sını atarak... Asistleri de cabası. Dünya 3.’sü olan A Milli Takım’ın temelinin Terim tarafından bir Akdeniz Oyunları’nda atıldığını hatırlatırsak, olayın vahameti kendiliğinden ortaya çıkar sanırım. Türk futbolunun, Ünal Karaman’ı 17 yaşında İngiltere’ye karşı Wembley’de oynatan Coşkun Özarı, Okan Buruk’a 17 yaşında 10 numarayı teslim eden Mustafa Denizli, Emre Belözoğlu’nu 16 yaşında Şampiyonlar Ligi maçında Westfallen’e çıkaran Fatih Terim gibi cesur, dirayetli, idealist ve vizyon sahibi hocalara ihtiyacı var. Tabii masaya yumruğunu vurup Hamza Yerlikaya’yı 17 yaşında mindere çıkarttıran Sadettin Tantan gibi yöneticilere de... Ey sporumuza yön verenler!.. Atatürk, “Ey Türk Gençliği” diye başlayan hitabesinde ülkeyi gençlere emanet edebiliyor da; siz, neden bir formayı dahi emanet etmekten korkuyorsunuz?Bilmem ki anlatabildiler mi? Futbolun sadece bir oyun olduğunu... Pahalı olsa da, ruhu parayla kirlense de, endüstri haline gelse de, mafyanın oyuncağı, diktatörlerin afyonu olsa da, uğruna kavgalar, savaşlar yapılsa da, kan aksa da, zaferler ve hüsranlar tattırsa da... Futbol sadece ve sadece bir oyun. Bir eğlence. Mesele futboldan keyif alabilmekte. Tıpkı Galatasaraylı Tomas ile Fenerbahçeli Anelka gibi... Yusuf Dursun’un objektifine yansıyan görüntü futbolun en yalın hali aslında. Bizi birbirimize düşman eden derbileri aslında nasıl abarttığımızı adeta gözümüzün içine sokuyor. Biri yüzde yüz golü kaçırmış, diğeri tesadüfen o topu kalesinden çıkarmış. Maçın kader anlarından biri. Ama onlar eğleniyor, şakalaşıyor. İşte futbol bu!..

30 Kasım 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Duvar tenisi!‘’

Bu ahvalde oynanan karşılaşmanın tek hakimi Konyaspor’du. Maçın başında yedikleri gole rağmen kontrolü ellerine aldılar. Oyunu rakip sahaya yıktılar ve sürekli gol aradılar. Ancak ne var ki her türlü varyasyonu denemelerine karşın rakip kalede değil gol, fazla pozisyon bile bulamadılar. Bunda çok top ezen Ceyhun’un berbat futbolu, Murat Hacıoğlu’nun etkisizliğinin yanısıra Malatya defansının olağanüstü mücadelesiyle kaleci Fevzi’nin kurtarışlarının rolü büyüktü. Malatyaspor’un futbolunu görünce neden son sırada oldukları daha iyi anlaşılıyor. Sadece mücadele gücüyle ligde tutunmak mümkün değil. Bu kadar top kaybeden, doğru dürüst bir tane organize hücum geliştiremeyen kontratağa kalkarken kaptırılan toplarla kontra yiyen Malatyaspor öyle görünüyor ki, devreyi iple çekiyor. Lig arasında isabetli transferler yaparlarsa kümede kalabilirler. Aksi taktirde bu oyun anlayışı ve kadro yapısıyla A Kategorisi’nde bile iş yapamazlar. Son söz Ceyhun’a; Onca yeteneklerine rağmen neden büyük bir futbolcu olamadığını dünkü davranışlarıyla bizlere gösterdi. Hırçınlığı ile centilmence giden maçı germesi, son dakikalarda yerde yatan rakip futbolcu nedeniyle topu taca atan takım arkadaşı Tayfun’a tepki göstermesi, yedek kulübesinden seyirciye el hareketi yaparak tribünleri galeyana getirmesi Ceyhun’un neden büyük futbolcu olamadığını yeterince açıklıyor sanırım. Ceyhun bir zahmet aynaya bakmalı...

27 Kasım 2005, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka bahçe‘’

Ben sizden değilimÇünkü nerede bir kargaşa, anarşi, manüplasyon, provokasyon ve karanlık varsa, siz oradasınız. Vatan ve millet adına! Taksim’77, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, Gazi Mahallesi’ndeki provokatif olaylarda da siz vardınız, Susurluk’ta da, Şemdinli’de de... Heryerdesiniz. Siyasette, ekonomide, sporda... Şikede, bahiste... Her taşın altından siz çıkıyorsunuz. Puslu havada, kuytularda... Güç de sizde, gayriresmi iktidar da... Her yana uzanan kollarınız var. Kollayanınız var. Değdiniz her şeyi yakıp yıkıyorsunuz, yokediyorsunuz. Vatanseverlik sizin tekelinizde! Herkesin, bu vatanı sizin sevmeniz gerektiği gibi sevmesini istiyorsunuz. Oysa vatan sevgisi, paraya, oya, ranta, kişisel, grupsal ve ideolojik çıkarlara tahvil edilemez. İstismar da edilemez. Üstüne iktidar da kurulamaz. Vatan sevgisi koşulsuzdur, karşılıksızdır. Almadan vermektir. Malını, kanını, canını, herşeyini... Çanakkale’dekiler gibi, Afyonkarahisar’dakiler gibi, Erzurum’dakiler gibi, Sarıkamış’takiler gibi, Gaziantep’tekiler gibi, İzmir’dekiler gibi, Güneydoğu’dakiler gibi... Bu ülkeyi ayakta tutmak için toprağını kanıyla sulayan tüm şehitler gibi... Bir emirle ölüme atlamaktır vatan sevgisi. İstenince bu dünyadaki herşeyden vazgeçmektir vatan sevgisi. Kendinden dahi... Onun üzerine pazarlık dahi yapılamaz. Gerçek vatansever eylemleriyle devletine, ülkesine, halkına zarar vermez. Devleti soymaz. Çalıp-çırpmaz. Vergi kaçırmaz. Yeraltına inmez. Hileye-hurdaya kaçmaz. İhaleye fesat karıştırmaz. Rüşvete, şikeye, bahise bulaşmaz. Kendini ayrıcalıklı görmez. Devletin imkanlarını sonuna kadar kendi emrine tahsis etmez. Halkı tahrik etmez. Kardeşi, kardeşe kırdırmaz. Ülkesinin imajını, itibarını yerle bir etmez, geleceğini karartmaz. Gerçek vatansever ülkesinin menfaatlerini herşeyin üzerinde görür. Ülkesine hizmet eder. Kendini eğitir, yetiştirir, çağdaş dünyaya ayak uyduracak düzeye getirir, akil adamı, meslek sahibi olur. Bilgi üretir, fikir üretir, emek üretir, kaynak üretir, değer üretir. Ürettikleriyle ülkesini muasır medeniyetler seviyesine taşır. Gerçek vatanseverin sevgisi hastalıklı değildir. Severken öldürmez. Sevmeyeni sevmez belki ama onu da yoketmez. Onun da sevmesi için çaba sarfeder, yol gösterir. Gerçek vatanseverin sevgisi, Yunus Emre sevgisidir. Hoşgörüsü, Mevlana hoşgörüsüdür. İsyanı, Pir Sultan isyanıdır. Gerçek vatansever insanı baz alır. İnsanı sever, yüceltir. İnsana ve insan haklarına değer verir. Bilir ki, insana yapılan yatırım, ülkesinin geleceğine yapılmış yatırımdır. Gerçek vatansever, kendinden olmayanların haklarına, düşüncelerine, fikirlerine, yaşam tarzına saygı gösterir. Onları baskı altına almaz, şiddet uygulamaz, kendi doğrularına inanmaları için zorlamaz. Haktan, hukuktan sapmaz. Adildir, barışçıldır.Gerçek vatansever konukseverdir. Bu özelliğini Anadolu insanının yüzyıllardır sürdürdüğü hümanist gelenekten almıştır. Evine gelen yabancıya, “Tanrı misafiri” der. Evini, gönlünü açar. Yedirir, içirir, yatırır, gönlünü hoş tutar. Düşmanı bile olsa!Oysa siz ne yaptınız? Ülkenize gelen konuklara değil izzet-i ikramda bulunmayı, dünyayı dar ettiniz. Cennet vatanı, cehenneme çevirdiniz. İsviçre Milli Takımı’nı nasıl sindiririz de tur atlarız diye organizasyon düzenlediniz. Havalimanına adam topladınız, yumurta attırdınız. Gümrükte gavur eziyeti çektirdiniz. Küfür ettirdiniz, tacizde bulundurdunuz. Statta üzerlerine taş, sopa yağdırdınız. Koridorda futbolcu dövdürdünüz. İsviçre’de bize yapılan kepazeliklere misliyle cevap verdiniz. Oradaki medeniyeti, refahı, huzuru, insan haklarını, gelir adaletini, evrensel hukuku, çevre bilincini hiç örnek almadınız da, bir kaç densiz futbolcunun, seyircinin kötü eylemini derhal benimsediniz. “Onlar yaparsa, biz daha fazlasını yaparız” dediniz. İyi olanına dirsek çevirdiniz, kötüyü derhal beyninize nakşettiniz. Güya bütün bunları ülkenizin menfaatleri için, vatana hizmet etmek iddiasıyla yaptınız. Ama bu ülkeye telafisi imkansız maddi-manevi zararlar verdiniz. Yakın-uzak geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye’yi yalnızlığa ittiniz. Artık anlamalısınız. Sizin yöntemleriniz geçerli değil. Bu vatan sizin sevdiğiniz gibi sevilmez. Sizin sevginiz gerçek sevgi değil. Eğer öyleyse, ben sizin sevdiğiniz gibi sevmiyorum bu ülkeyi. Sevilmesini de istemiyorum. Binlerce yıllık geçmişi olan bu toplumun daha fazla ayağa düşürülmesini içim kaldırmıyor artık. Buna isyan ediyorum. Medeniyetler beşiği bu vatana daha fazla ayak bağı olmayın. Düşün Türkiye’nin yakasından. Ve kendi karanlığınızda kaybolun...Bakan, şimdi bakan olduTürk sporu tarihinin en karanlık ve başarısız günlerini yaşıyor. Futbolda geldiğimiz nokta belli... Basketbolda, voleybolda, güreşte, boksta yaşadığımız hezimetler de ortada. Halterin ise durumu malum. Doping skandalları, şike-bahis çeteleri, bu tür karanlık organizasyonlarda adı geçen sporcular, spor adamları, antrenörler... Tablo gerçekten ürkütücü. Suçu sisteme atıp, işin içinden derhal sıyrılmak mümkün. Ancak ne var ki, sistem soyut bir kavramdır. İçini dolduran ise insandır. Yani sorumlu belli: Yönetenler. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, kabinede en ağır görevleri üstlenmiş bakanlardan biridir. Koltuğunun altında bir kaç karpuz taşır. Üstelik başarıyla yapar bunu. Dürüsttür, ilkelidir. Spor onun iştigal alanlarından sadece biridir. Dolayısıyla pek fazla vakit ayıramaz. Ancak son zamanlarda spor sahalarında, salonlarında daha sık görülür, daha fazla sporla ilgilenir oldu. İyi de yaptı. Son çıkışı ise, tam bir masaya yumruk vurma olayı. Ve bundan böyle sporda ağırlığını hissettireceğinin de bir göstergesi. Türk sporunun böyle bir çıkışa ihtiyacı vardı. Dahası silkelenmeye. Sayın Bakan, şu anda silkeleme işlemini gerçekleştirdi. Sıra geldi dökmeye. Eğer bazı siyasi baskıları bertaraf edip, başarısız spor adamlarını koltuğundan uzaklaştırırsa çöken bir sistemi bir parça olsun tamir eder. Ondan sonrası ise yeniden inşaa etmektir. Her ne kadar imkansız görünse de... Ama unutulmamalı ki, tıpkı o reklam sloganında olduğu gibi; hiç bir şey imkansız değildir.

23 Kasım 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Kocaman bir alkış‘’

Tribünlere astıkları Mevlana pankartları ve o pankartlarda yazılı özdeyişlere sadık kalarak 90 dakika takımlarını centilmence destekledikleri, dahası bir avuç Ankaragücü taraftarının tahriklerine kapılmadıkları, hatta küfürlü tezahüratlara, “Sizi Allah’a emanet ediyoruz” tezahüratıyla karşılık vererek statlarda bir ilke imza attıkları için... Sonra bir alkış da Konyaspor takımına... Oynadığı pozitif futbolun yanısıra, kontratakta Ankaragücü defansını eksik yakalamalarına rağmen, El Saka’yı uyararak topu taca attırdıkları ve bu davranışı alkışladıkları için...Alkışın büyüğü ise elbette Aykut Kocaman’a... Karakterini ve ruhunu takımına yansıttığı için... Birey, özgün karakteri, kişiliği ve dünyaya karşı duruşuyla anılır. Topluluklar ise liderleriyle... Konyaspor da, lideri Aykut Kocaman gibi... Sakin, ölçülü, kontrollü, centilmen, ne istediğini bilen, kendinden emin... Yeşil-Beyazlı takım dün de Ankaragücü karşısında kendi klasiğini sahaya yansıttı. Ceyhun’un yokluğuna rağmen üstünlüklerini rakiplerine kabul ettirdiler. Zafer Demir’in organizatörlüğünde ayağa çabuk paslarla sürekli hücumu düşündüler, gol aradılar. Yüksek pas yüzdesiyle oynadılar. Zaman zaman arka arkaya 15-20 pas yaptıkları görüldü. Ligimizde arka arkaya 3 pası yapamayanları düşündüğümüzde Konyaspor’un kalitesi kendiliğinden ortaya çıkar sanırım. Skorun 2-0’da kalmasının nedenleri arasında, Murat Hacıoğlu’nun gününde olmayışını, Belal’in pozisyonları cömertçe harcayışını, kaleci Orkun’un kurtarışlarını ve Ceyhun’un eksikliğini gösterebiliriz. Konyaspor,devre arasında yapacağı bir iki takviyeyle ikinci yarının flaş takımı olabilir. Ankaragücü’ne gelince... Gelmesek iyi olur. Bu oyun anlayışı ve kadro yapısıyla işleri zor. Umut kalitesinde en az dört oyuncuya ihtiyaçları var. Aksi takdirde...

21 Kasım 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Yeni Hasan Şaş‘’

Aslında sabaha kadar oynasalar berabere bitecekmiş gibi bir maçtı Gençlerbirliği-Erciyes arasındaki karşılaşma... Ancak değil bir yıldız, yıldız adayının bile bir maçın kaderini nasıl etkileyeceğine tanık olduk, dün gece... Gençlerbirliği’nin 21 yaşındaki futbolcusu Mehmet Çakır, önce bir asistle kilidi açtırdı, ardından da frikikten attığı golle maçın kopmasına neden oldu. Genç futbolcunun yaptıkları sadece bunlarla sanırlı değildi. Ayağına aldığı her topla Erciyes savunmasını dağıttı, tek başına rakip takımın yarısı kadar kaleye şut attı, pres yaptı, çarpraz koşularla defansın dengesini bozdu, ara paslarıyla Isaac’ı gol pozisyonlarına soktu. Stili Hasan Şaş’ı andıran, ancak ondan daha efektif oynayan Mehmet Çakır, öyle görünüyor ki, halefinden sonra Ankara’nın Türk futboluna armağan edeceği ikinci yıldız olacak. Tabii, bundan önceki yıllarda saman alevi gibi parlayıp sönen Anadolulu diğer yıldız adaylarının yaptıkları hataları tekrarlamazsa...Futbol ulemalarının yıllarca görmezden geldiği Mesut Bakkal ile birlikte kimlik değiştiren Gençlerbirliği, süratle eski şaşaalı günlerine dönüyor. Top rakipteyken sahanın her yerinde pres yapan, ikili-üçlü sıkıştırmalarla rakibini bozan Başkent temsilcisi, topa sahip olduğunda ise büyük bir süratle atağa çıkıyor. Hücuma çıkarken topu kaptırdıklarında ise yaptıkları taktik faullerle fazla büyümeden tehlikeyi önlüyorlar. Bu oyun tarzı, hiç kuşkusuz Mesut Bakkal’ın ustası Ersun Yanal’ın Türkiye’ye armağanı. Ancak hakemlerin bu kadar faule töleranslı davranması, sakın Gençler’in eski yöneticisi olan MHK Başkanı’nın kerametinden olmasın! Erciyes’in iki misli faul yapan Gençlerbirliği’ne çıkan kart sayısı, iki sarı. Kayseri ekibine ise iki sarı bir kırmızı! Bunda bir hikmet var!

20 Kasım 2005, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bu söz, özellikle milliyetçi-muhafazakar kesimde büyük infial uyandırdı. Türkiye’nin dinine ve milli geleneklerine bir saldırı olarak yorumlandı. Avrupa’nın asıl hedefinin, biz Türkler’i asimile etmek olduğu şeklindeki görüşler havada uçuştu. Değişime ihtiyacımız olmadığı, böyle şeye asla izin vermeyeceğimiz vurgulandı. Chirac lanetlendi!Oysa yapılan, bize dışarıdan boy aynası tutulmasından başka bir şey değildi. Yıllardır, bazı aydınlarımızın bıkmadan, usanmadan dile getirdiği değişim-dönüşüm söyleminin bizim dışımızdaki biri tarafından tekrarlanmasıydı Chirac’ın sözleri...Özellikle 80’li yılların ortasından itibaren hız kazanan değerler erozyonunun, toplumu nasıl içinden çıkılmaz bir noktaya getirdiğini bilmeyenimiz yok. Ancak ne var ki, “değişim” sözüne karşı allerjimiz de devam ediyor. Batı medeniyetiyle kucaklaşmaya çalışıyoruz ama; kırmızı ışıkta gaza basmaktan, sokağa çöp atmaktan, kaldırımları işgal etmekten, yola tükürmekten, klakson çalmaktan, havaya silah sıkmaktan, devleti soymaktan, rüşvet alıp-vermekten, kamu kurumlarına eşini-dostunu yerleştirmekten, bir hiç uğruna adam vurmaktan, çoluk-çocuğa şiddet uygulamaktan, bebeleri sokağa terketmekten, dokunulmazlık zırhına bürünmekten, görevi ihmalden, hileli mal satmaktan, ürünlere aşırı kar koymaktan, bilimi dışlayıp hurafelere inanmaktan, statlarda birbirimize girmekten, küfürleşmekten, ikiyüzlü adalet anlayışından vazgeçemiyoruz. Yani alışkanlıklarımızdan... Yani allı-pullu padişah kaftanı gibi üstümüze giymeye çalıştığımız yoz kültürden... Bir türlü vezgeçemiyoruz. İşte değiştirilmesi gereken bunlardır. Bizi çağdaş dünyanın dışına iten ilkelliklerdir terketmemiz gereken. Hatta gerekmekten ziyade, hepimiz vatandaşlık görevi olarak benimseyip, uğruna mücadele vermeliyiz, bizi çağdaş uygarlık düzeyine taşıyacak bir kültür devrimi için... Bunun ne kadar zorunlu olduğu, son günlerde yaşadığımız milli hezeyanla bir kez daha ortaya çıktı. İsviçre’de bize karşı yapılan bazı densizliklere misliyle karşılık vermek için seferber olduk. Havalimanında gelen yolculara hizmet vermesi için maaş alan personel, İsviçreli futbolculara tacizde bulundu. Gazetecilerin bile sokulmadığı terminale nasıl girdiği belli olmayan militan gruplar kafileye küfür ve hakaretler etti, yumurtalı saldırı düzenledi. Aradaki koruma duvarına rağmen darp girişimleri oldu. Futbol Federasyonu’nda, “Milli Takım Sorumlusu” gibi üst düzey bir görev üstlenmiş şahıs, yaptığı holiganca açıklamalarla kitleleri tahrik etti. Şu ana kadar çıkan ve bugün de çıkması muhtemel olayların fitilini bizzat ateşledi. Avrupa ve Dünya’nın karşısına, “Türk” kelimesi ile özdeşleşmiş geleneksel konukseverliğimizle değil de, bir kez daha barbar yüzümüzle çıktık. Futbolun bir oyun olduğunu yine unuttuk. Geçmişte bu tür taşkınlıklarımız karşısında ne kadar ağır bedeller ödediğimizi bildiğimiz halde yüzümüzü kızartacak davranışlar sergilemekten çekinmedik. Evet, futbol yalnızca sahada oynanmaz. Ve sadece 90 dakika da değildir. Öncesi vardır, sonrası vardır. Saha içi vardır, saha dışı vardır. Ama her platformda kazanmanın yolu, köklü bir değişimden geçiyor. Toplumsal dönüşümü sağlayamadan sahada kazanılan başarılar, anlık ve dönemsel olmaktan öteye gitmiyor. Tıpkı tatlı bir tını olarak anılarımızda kalan Galatasaray’un UEFA zaferi gibi...BİR ANI...BİR ANI...Geçtiğimiz yaz yapılan Akdeniz Oyunları’nda futbol takımımızın ev sahibi İspanya ile yaptığı ve lideri belirleyecek grup maçını izlemek için stada girdiğimizde dakikalar 60’ı gösteriyordu. Tabela da 1-0’ı... Bir an önce yerimizi alalım diye basın tribünü yerine seyircilerin içine girdik. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başlamıştık ki, Milli Takımımız bir frikik atışı hazırlığı yapıyordu. Topun başında Galatasaraylı Cafercan vardı. Diğer gazeteci arkadaşlara, “Bir dakika durun şunu seyredelim, Cafercan toplara iyi vuruyor” dedim. Bekledik. Cafercan bir sol kesme yaptı ve beraberlik golümüzü attı. Biz havalara zıpladık. Naralar attık. Ellerimizle “çak” yaptık. İspanyol seyircilerin arasında olduğumuz ancak sakinleşince aklımıza geldi. Şaşkın şaşkın bize baktıklarını farkettiğimizde hayrete düştük. Bazıları ise aşırı sevincimiz karşısında tebessüm ediyordu. Ne bir kötü bakış, ne bir kötü söz, ne küfür, ne taciz... Golden sonra Türk gazetecisi olduğumuzu söyleyerek aralarına oturduk ve birlikte maçı izledik. Hatta birbirimize ikramda bile bulunduk. Maç 1-1 bitttiğinde de her iki takımı ayakta alkışladılar. Biz ise, karşılaştığımız muamele karşısında alışık olmadığımız duygularla stadı terkettik.NOT: Bu anı, bugünün mana ve önemi üzerine aklıma geldi. Belki nafile bir çaba içindeyim ama yine de hatırlatmak benim için bir boçtur.

16 Kasım 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Demokrasi bize lüks!Yunanca “halk” kelimesinin karşılığı olan “demos” ile “idare” manasına gelen “kratos” kelimelerinden meydana gelmiş olan “demokrasi” teriminin karşılığında Türk Dil Kurumu sözlüğünde şunu yazar: Halkın egemenliğine dayalı yönetim biçimi. Yani, halkın temel hak ve hürriyetlerinin korunması, halk kitlesinin görüş, kanaat ve çıkarlarının ülke yönetimi ve işleyişi üzerinde etkili olması anlamına gelen demokrasi, ne yazık ki, bir ütopya olmaktan öteye gidememiştir. Tıpkı, insanlığa evrensel barışı, refahı ve mutluluğu vaadeden diğer sistemler gibi... Bugün batı toplumlarının denemeye çalıştığı, ancak bir türlü tam olarak hayata geçiremedikleri demokrasinin ülkemizdeki serüveni ise kavga, kargaşa, darbe, acı, yokluk ve gözyaşı doludur. Cumhuriyetin ilanından itibaren yönünü batı medeniyetine çeviren Türk toplumu, zaman zaman demokrasinin ucundan tutmaya çalıştıysa da, her seferinde legal-illegal güçler tarafından hedefinden uzaklaştırılmıştır. Bunun elbette çeşitli nedenleri vardır ve siyaset ile toplum bilimcilerin ilgi alanına girer, ancak en önemli sebeblerinden biri, toplumun bir demokrasi kültürüne sahip olamayışıdır. Demokrasi, her seferinde bu topluma birileri tarafından lütuf olarak sunulmuştur. Ve lütufta bulunanlar, günü geldiğinde verdiklerini geri almakta beis görmemişlerdir. Dolayısıyla demokrasi, geleneksel değerlerimiz ve evrensel hedeflerimiz arasında hiç bir zaman yerini alamamıştır. Kökleşememiştir. Sahiplenebileceğimiz, uğruna herşeyimizi feda edebileceğimiz bir amaç değil, çeşitli menfaat gruplarının elinde bir araç olmuştur. Bizlere demokrasi diye yutturulan seçimler, zümre oligarşisisinin egemenliğini sağlama almaktan öteye gitmemiştir. Halk, sadece lobilerin, cemaatlerin, çıkar gruplarının iktidarına payanda vazifesi görmüştür. İşleri bittiği zaman hurdalığa atılabilecek bir payanda... Mamafih, hiç bir zaman demokrasiyi özümseyemeyen, benimseyemeyen ülkemiz, batı toplumlarını felakete sürükleyen “diktatörlük” deneyimini de tam olarak yaşamamıştır. Buna müsaade etmediği için değil, ortam oluşmadığı için... Belki de demokrasinin kıymetini bilmememizin en büyük nedeni budur. Yıllarca Faşizm rejimi altında inim inim inleyen, iç-dış savaşlarda tarumar olan Avrupa’nın demokrasi ülküsüne sıkı sıkıya sarılması büyük ölçüde bundandır. Yokluğu da gördüler, varlığı da... Keza tutsaklığı da yaşadılar, özgürlüğü de... Gerek yönetim biçiminde, gerekse toplumsal ilişkilerimizde yaşamımıza sokamadığımız demokrasi, doğaldır ki, spora da pek sirayet etmemiştir. Ülke yönetiminde bugüne kadar tam olarak vücut bulamayan diktatörlük, federasyon ve kulüp idarelerinde her zaman “geçer akçe” olmuştur. Hatta takımların teknik yönetiminde dahi... Geçmişte de zaman zaman tanık olduğumuz bu durumun şimdiki en bariz örneği Fenerbahçe’dir. “Cumhuriyet” olarak anılan bu güzide camiamız, bugün Başkan Aziz Yıldırım’ın faşizan yöntemlerine razı duruma gelmiştir. Baskı, korku, sindirilmişlik öylesine hakim olmuştur ki, muhalefet bir buz kalıbı gibi giderek eriyip kaybolmuştur. Eski başkanlar tarafından bile “Fenerbahçe tarihinin en başarılı başkanı” olarak lanse edilen Aziz Yıldırım’ın yönetim tarzı, giderek diğer kulüplere de model olarak gösterilebilmektedir. Üstelik sözkonusu kulüplerin kendi camiaları tarafından... Başarının tek anahtarı olarak “tek adamlık” görülmektedir. Hatta Sayın Yıldırım’ın her seferinde azarladığı, aşağıladığı, horladığı basın bile, kendisine gizliden gizliye hayranlık duymaktadır. Her sözü bir kanun gibi enine boyuna tartışılmakta, günlerce sayfaları işgal edebilmektedir. Aziz Yıldırım’ın tarzı giderek başka alanlara da sirayet etmektedir. Bazı hakemler futbolcuları azarlamakta, bazı teknik direktörler işi öğrencilerini darp etmeye kadar götürmektedir. Bazı kulüp başkanları hoşgörüsü nedeniyle yetersiz bulunmakta, bazı federasyon başkanları da, hiçe saydıkları camialarını adeta kendi uzantıları gibi görmektedir. Bu gidiş, çok tehlikeli bir gidiştir. Hemen her branşta duraklama dönemine giren Türk sporunun bugün, her zamankinden daha fazla katılıma, paylaşıma, çok sesliliğe ve birlikte üretime ihtiyacı vardır. Bugün ülkemiz koşullarında başarılı olan Aziz Yıldırım’ın yöntemini, demokrasi bilincinin eksikliği, kendini değersiz ve yetersiz hissetme, güce tapınma gibi nedenlerle tek kurtuluş reçetesi olarak görenler, Dünya futbolunun en büyük markaları Barcelona, Manchester United gibi örnekleri de unutmamalıdır. Evet, en temel demokratik hak olan seçimlerde bile elimizdeki gücü değerlendiremiyoruz, kullanmasını, seçmesini bilmiyoruz ama yine de demokrasi hedefinden şaşmamalıyız. Çünkü bu hepimize gereklidir. Aziz Yıldırım’a da, ona özenenlere de...Kansere bir umut da siz olunKemik kanseri teşhisi konulduğunda 18 yaşında olan Kanadalı Terry Fox’ın sağ bacağı, 1977’de dizinin 15 cm. üstünden kesilir. Hastanede kaldığı sürede kanser hastalarından etkilenen Fox, geliri kanser araştırmalarına bağışlanmak üzere Kanada’yı bir uçtan bir uca koşmaya karar verir. 1980 yılında başladığı bu yolculuğu “Umut Maratonu” olarak adlandıran Fox, 143 gün boyunca her gün ortalama 42 kilometre koşar. Kanser akciğerlerine de sıçrayınca koşuyu bitirir. 28 Haziran 1981’de 21 yaşındayken hayata veda ettiğinde tek bir isteği vardır: Umut Maratonu’nun devam etmesi. Talihsiz gencin son arzusunu yerine getirmeyi bir görev olarak kabul eden Kanadalılar, her yıl dünyanın bir çok yerinde Terry’nin, “kanserin tedavisinin bulunması”na ilişkin hayalini canlı tutmak için “Umut Maratonları” düzenliyor. Bugüne kadar düzenlenen Terry Fox Koşuları ile kanser araştırmaları için dünya çapında 340 milyon Amerikan Doları’nın üzerinde para toplanmış. Bu etkinlik 2002 yılından itibaren ülkemizde de yapılıyor. Koşudan sadece geçen yıl 20.000 ABD Doları gelir elde edilmiş. Katılımın ücretsiz olduğu koşuda isteğe bağlı olarak yapılacak bağışlardan toplanan paranın tamamı Türk Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu’na bağışlanıyor.Umut Maratonu 2005, önümüzdeki pazar günü (13 Kasım) saat 12.00’de İstanbul Teknik Üniversitesi Maslak Kampüsü’nde gerçekleştirilecek. İsteyenin koşacağı, isteyenin yürüyeceği, isteyenin de bisiklete bineceği yarışta toplanacak para, belki de yarın sizin ya da bir yakınınızın tedavisinde bir umut olarak geri dönecek. Ne dersiniz? Hayat bu...

09 Kasım 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Cennetimiz, cinnetimiz...İstiklal Marşımızın en anlamlı dizeleridir, şu dizeler: “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda,Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda...”Ama artık öyle mi? Şimdi sadece şehitler mi fışkırıyor, uğruna feda olduğumuz bu cennet vatanın topraklarından? Bu kadar rezillik, ilkellik, şiddet hangi ülkenin coğrafyasında boy veriyor? Mehmet Akif Ersoy bugünleri görse o dizeleri yazabilir miydi acaba? Günlerdir çocuk yuvasında yaşanan zalimliğin görüntüleriyle allak bullak oluyoruz. Ve nedense çok şaşırıyoruz! Ya da şaşırıyormuş gibi yapıyoruz. Çocukluğumuzda hangimiz geçmedik ki o karanlık dehlizlerden? Hangimizin evinde, okulunda, atölyesinde, sokağında, kuran kursunda, kışlasında yaşanmadı o şiddet? Yuvalarımız, birer şefkat yuvası mıydı gerçekten? Bugünkü şiddetin sorumlusu büyükler, aynı şiddetin sarmalından geçen dünün çocukları değil miydi? Bugünün çocukları da yarınki şiddetin müsebbibi olmayacak mı? Onlar da yarının çocuklarına işkence yapmayacak mı? Neden kendimizi kandırıyoruz? “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “Nush ile uslanmayanın hakkı tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”, “Sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Dayak cennetten çıkma” gibi atasözleri hangi topluma ait acaba? Realite şu: Bu toplumun mayası şiddetle yoğrulmuş, harcı şiddetle karılmış. Şiddet ekiyoruz, şiddet biçiyoruz. Hepimizin çocukluğunda bugünkü ilişkilerimizi şekillendiren şiddete dayalı travmalar yok mudur? Cumhurbaşkanlarının, başbakanların, milletvekillerin, parti başkanlarının, şirket yöneticilerinin, işçilerin, memurların, kulüp idarecilerinin, hakemlerin, futbolcuların birbirleriyle sağlıklı iletişim kuramamasının altında yatan temel neden nedir sizce? Çocukluğumuzda maruz kaldığımız şiddetin izlerini hayat boyu taşımıyor muyuz?Ve bu harala-gürelede gözlerden kaçan kulüp altyapıları... Sporcuların ilk eğitimlerini aldığı kulüp altyapılarının, yatılı okullardan, çocuk yurtlarından farkı var mı? Başta futbolcular olmak üzere, günümüz sporcularından altyapılarda şiddete, tacize uğramayan kaç kişi vardır? Onların orada şefkatle, sevgiyle eğitildiğini söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki hayır. Bütün eğitim kurumlarında olduğu gibi, altyapılarda da çocuklarımızı zebil-ziyan ediyoruz. Sonra da onlardan donanımlı birer yetişkin, başarılı birer sporcu olmalarını bekliyoruz. Lafı fazla uzatmadan bundan dört yıl önce bu köşede yayınladığım yaşanmış bir hikayeyi günümüz gerçeğiyle birebir örtüştüğü için tekrar sunma gereği duyuyorum:Bir altyapı hikayesiBulunduğu küçük taşra ilçesinin en yetenekli güreşçilerinden biri olarak gösteriliyordu. Düğünlerde herkes onun çayıra çıkacağı anı dört gözle bekliyordu. Yalnız kendi yaşıtlarını değil, büyüklerini de dize getiriyordu. Güçlü fiziği, acı kuvvetiyle rakiplerini adeta yerden söküp atıyordu. Ancak büyük bir güreşçi olması için uzman antrenörlerin elinde eğitilmesi gerekiyordu. Oğlunun bir gün mutlaka yıldız bir sporcu olacağına inanan babası, bir yakınının tavsiyesi üzerine elinden tuttu ve bağlı bulundukları ilin Güreş Eğitim Merkezi’ne götürdü. Zaten sporcu sıkıntısı çeken merkez, güreşçi adayını derhal kabul etti. Ertesi gün çalışmalara başlamıştı. İlk günün şaşkınlığını atlattıkça bulunduğu ortam hakkında yavaş yavaş fikir sahibi olmaya başlamıştı. Kendisine eğitim veren antrenörler hiç de öyle uzman filan değildi. Hepsi, il müdürünün akrabalarıydı ve güreşle o kadar da ilgileri, alakaları yoktu. Hatta içlerinden biri, bir çok suçtan sabıkalıydı. Üstelik küçük sporculara çok kötü muamele yapıyorlardı. Küfür, hakaret, dayak, aç bırakma, odaya hapsetme gibi olaylar her gün yaşanan olağan şeylerdi. Kendini bir anda hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir kabusun içinde bulmuştu. Bir gün dayanacak gücü kalmadığını hisseddip eşyalarını topladı ve merkezden kaçarak evine gitti. Babasının meraklı ve endişeli soruları karşısında önce sustu. Ardından ağlamaya başladı ve kısık bir sesle, “Baba ben güreşçi olmak istemiyorum, ne olur beni bir daha o cehenneme gönderme” dedi. Yıkılan hayallerinin enkazını kaldırması için uzun bir süreye ihtiyacı vardı. Üzerine yeni hayaller inşa etmek için... NOT: Tüm FANATİK okurlarının geçmiş Cumhuriyet ve bugünkü Ramazan Bayramları’nı kutlarım.

03 Kasım 2005, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI