‘’Yalancı bahar!‘’
Küme düşme korkusunu iliklerine kadar hisseden Kayseri Erciyes ile Gaziantep karşılaşması, ligin en iyi forvetlerinden biri olan Cenk’in kaçırdığı akılalmaz bir gol pozisyonuyla başladı. Centilmen golcü, boş kale yerine topu auta attığında skorboard henüz 50. saniyeyi gösteriyordu. Bu pozisyon bize sanki bol pozisyonlu ve gollü bir karşılaşlaşma müjdeliyordu. Ama ilerleyen dakikalarda gördük ki, o pozisyon da yalancı baharmış! Puan kaybetme endişesiyle iki takım da öylesine kontrollü bir anlayışla sahaya yayılmıştı ki, gol veya goller ancak sahadaki yıldız oyuncuların bireysel becerilerine kalmıştı. Ev sahibi takımda Agali ve Timuçin’in yokluğunda görev alan Gökhan ile Mutlu ilk yarı boyunca Cenk’e ayak uyduramayınca Erciyes, rakip kalede etkisiz kaldı. Gaziantep’te ise, Kırmızı-Siyahlı takımı kafasında bitirdiği her halinden belli olan Lazarov’un sürekli hakemi aldatmaya yönelik oyunu, El Taib’in silik futbolu, Veysel’i ileride yapayalnız bıraktı. Buna rağmen yeni transfer Melliti’nin sürüklediği ataklarda konuk takım gole daha yakın olan taraftı.İkinci yarıda ise Erciyes daha istekli ve arzuluydu. Seyircisinin de desteğiyle tempoyu yükselten ev sahibi ekipte Mutlu oyuna ağırlığını koydu ve yeteneklerini gösterme fırsatı buldu. Takımına kazandırdığı penaltıda da takipçiliği ve inatçılığıyla kaleci Hasagiç’i hataya zorladı.Bu skorla Gaziantep için kabus dolu günler başlarken, Erciyes biraz olsun rahat bir nefes aldı. Ama dünkü güneşe onlar da aldanmamalı! Bu hava daha çok kar yapar!Hakem Fırat Aydınus zorluk derecesi yüksek karşılaşmada kontrolü elinde tuttu. Penaltı kararı doğruydu, ancak kırmızı kart bize biraz ağır geldi. Onda da 4. hakeminin kararına uydu. Yönetiminin karşılığını da alkışlarla sahayı terkederek aldı. İşte biz böyleyiz. Hiç bir zaman bir işin ortasını bulamayız. İşimize gelirse alkışlarız, işimize gelmezse de polis kalkanlarıyla göndeririz. Kayseri’de dün güzümüze çarpan diğer ayrıntılar ise, iki-üç sezon öncesinin yıldız adayı Antepli Faruk’un perişan hali, rakip yerdeyken topu taca atmadaki ölçünün kaçırılması ve hakemlerin maçın başında sanki devlet sırrından bahsediyorlarmış gibi ağızlarını kapatarak konuşmasıydı. Belki de haklılar! Zira ilkesiz ve çapsız televizyon haberciliği onları bu hale getirdi.
‘’Benim kendimle sorunum var!..‘’
Nereden başlasam bilemiyorum.En iyisi sizden başlayayım: Siz kim misiniz? Siz kendinizi bilirsiniz!Ben sizi anlayamıyorum, anlamakta zorlanıyorum. Her dönem her şeyden şikayet ediyorsunuz, ama düzenin değişmesi için hiç bir şey yapmıyorsunuz. Size sınırlı ölçüde de olsa seçme ve seçilme özgürlüğü, yönetime müdahale etme hakkı verilmişken, bunu bile kullanamıyorsunuz. On yıllardır aynı isimleri, aynı kadroları iktidara taşıyorsunuz, sonra da “ne olacak bu memleketin hali” diye birbirinize umutsuzca soruyorsunuz. Üzerinizde bir atalet, bir miskinlik, bir yorgunluk ki, kıpırdayacak gibi gözükmüyorsunuz. Siyaset erkinin oy toplamak, iktidarlarını sürdürmek için size verdiği ufak rüşvetlere, boş hayallere kanıyorsunuz, ardından da hakkın, hukukun, adaletin olmadığından yakınıyorsunuz. Bu düzen sanki hepinizin bir parça işine geliyor gibi... Her dönem bir kısmınıza küçük mutluluklar sunuluyor, gözünüzü boyamak için. Verdikleriyle yetiniyorsunuz. Hakkınızın bu olduğuna inanıyorsunuz, inandırılıyorsunuz. Kendi hak ve özgürlüklerinizin sınırlarını bile onlara çizdiriyorsunuz. Çoğu zaman başkalarından alıp size veriyorlar, alıyorsunuz, kabulleniyorsunuz. Sizden alıp başkalarına verdiklerinde de ağlıyorsunuz. Oysa onların iktidarı bunun üzerine kurulu; bunun da farkındasınız. Lakin sıranızı bekliyorsunuz! Toplumsal hayatımızın her alanında aynı manzaralar. Politikada, ekonomide, eğitimde, sanatta, sporda... Zaten hepsi de iç içe geçmiş değil mi? Birini, diğerinden ayırtedebilir miyiz? Bir ramazan kumanyası karşılığında meclise vekil seçiyorsunuz, sonra da sizi daha fazla fakirleştirmelerini seyrediyorsunuz. Arada bir cılız sesler çıkarıyorsunuz, sonra yine kendiniz bastırıyorsunuz. Çünkü size en önemli düstur olarak tevekkül öğretilmiş. Belediyede iş sahibi olmak, ihale düşürmek ya da kaçak inşaat yapmak, kat çıkmak, kooperatifin en güzel evini almak, sahnede küçük bir rol kapmak, odalarda, sivil toplum kuruluşlarında makam, mevkii edinmek, mücadele verdiğiniz liglerde şampiyonluğa ulaşmak veya kümede kalmak için yöneticiler seçiyorsunuz, ardından da çağın dışında kalmaktan şikayet ediyorsunuz. Bir zamanlar sizi perişan edenlere, arkalarından teneke bağlayarak koltuktan indirdiklerinize, kapalı kapılar arkasında yapılan gizli pazarlıklarla yeniden “umut” diye sarılıyorsunuz. Hakemler hakkınızı yediğinde, sizden alıp başka takımlara verdiğinde feryat figan ediyorsunuz, fakat aynı düdükler rakiplerinizin aleyhine çalındığında, müstehzi bir yüz ifadesiyle “ama” diye başlayan cümleler kuruyorsunuz.Sürekli kirlilikten söz ediyorsunuz, ancak bir türlü kendi evinizin önünü süpürmüyorsunuz. Sanki sizin kavganızmış gibi muktedirlerin iktidar kavgasına taraf oluyorsunuz, çıkarları çakışıp kolkola girdiklerinde de kendinizi aldatılmış hissediyorsunuz.Aynı sesleri, aynı renkleri, aynı popüler figürleri, aynı pespaye kavgaları, aynı bayağılıkları baştacı ediyorsunuz, reytinglerde zirveye çıkarıyorsunuz, sonra da yeni neslin ne kadar dejenere olduğundan dem vuruyorsunuz.Akşamları evlerinizde oturup mafya dizileriyle kendinizden geçiyorsunuz, ardından sabahları sokağa çıktığınızda canınızı yakan çetelere lanet okuyorsunuz.Taraf ya da ait olduğunuz parti, takım, cemaat, lobi, grup vs. şaibeli bir şekilde kazandığında, iktidarı ele geçirdiğinde, rakiplerin de bir zamanlar aynı yöntemi uyguladığını hatırlatarak, yapılan haksızlığı meşruiyet zeminine oturtmaya çalışıyorsunuz.Her daim hoşgörüden, saygıdan, sevgiden, tevazuudan bahsediyorsunuz, ama yapılan en küçük eleştiriye, karşı fikre bile tahammül edemiyorsunuz, yakıyorsunuz, yıkıyorsunuz, yok ediyorsunuz. Bu nasıl bir toplum modeli, nasıl bir anlayış, nasıl bir mantalite, nasıl bir riyakarlık?.. Anlayamıyorum, kavrayamıyorum, işin içinden çıkamıyorum. Sizin kurduğunuz, büyüttüğünüz bu düzene adapte olamıyorum. Siz her geçen gün çoğalıyorsunuz... Siz çoğaldıkça ben biraz daha eksiliyorum. Eksildikçe öfkeleniyorum, hırçınlaşıyorum, hem sizinle, hem kendimle kavga etmeye başlıyorum. Benim kendimle sorunum var!..Benim sizinle sorunum var...
‘’Keskin sirke...‘’
Rakibin gerilimini gören Gençlerbirliğili futbolcular da zaman zaman tahrik edince, Yeşil-Beyazlılar tam bir kontrolsüz güce döndü.Yedikleri ilk golden sonra oyunu tamemen rakip kaleye yıkan Konyaspor, bir çok pozisyodan yararlanamadı. Bunda Okan’ın etkisizliğinin yanısıra, takımının en çalışkan ismi olarak göze çarpan Tayfun’un son vuruşlardaki beceriksizliğinin rolü büyüktü. Konyaspor’da bi başka göze çarpan eksiklik de, orta alan oyuncularının Kais dışında hücuma pek fazla katkı sağlayamamasıydı. Tayfun-Okan ikilisinin arkasında oyun kurucu olarak görev alan Murat Hacıoğlu da, geçmiş yıllardaki klasından uzak bir görüntü çizince, Konyaspor’un yapacak fazla bir şeyi kalmadı. Bebbe’yi son 25 dakikada oyuna süren, kritik gollerin adamı genç Volkan’ı ise hiç düşünmeyen Aykut Kocaman, belki de son kozunu oynayıp gol için kendisi sahaya çıkmalıydı! Ama futbolun gerçekleri içinde böyle bir fantaziye yer yok tabii... Ligin flaş takımı Gençlerbirliği tam bir deplasman stratejisi içinde oynadı. Rakiplerinin aksine sakin, kontrollü ve ne istidiğini bilen bir görüntü içindeydiler. Golü bulana kadar oyuna hükmettiler. Öne geçtikten sonra da geride kalabalıklaşarak Konyaspor’a boş alan bırakmamaya çalıştılar. Buna rağmen kalelerinde tehlike yaşadılar ama şans da yanlarındaydı. Konya’nın ilk yarıda direklerden dönen iki topu nedeniyle devreyi önde kapadılar. İsaac ve Risp, takımlarının en iyisiydi. Bu skor, Gençler’i UEFA yarışına sokarken, Konya için de tehlike çanlarının çalması anlamına geliyor. Ligimiz belki kalitesiz ama kümede kalma mücadelesi olağan hızıyla sürüyor ve ligin sonu bazı sürprizlere gebe gözüküyor.
‘’Arka Bahçe‘’
Vatan size minnettar!Tabiatın, düğüne hazırlanan bir gelin gibi süslenerek yaza kucak açtığı mayıs aylarından biriydi. Yakın bir dostumla Boğaz kıyısında yürüyüşe çıkmıştım. Hem sohbet ediyor, hem de gece yağan yağmurdan dolayı Aşiyan sırtlarından Boğaziçi’ne doğru süzülen toprak kokusunun tadına karıştığı baharı yudumluyorduk. Bir kaç metre önümüzde genç bir çift sarmaş dolaş yürüyordu. Kendilerini aşkın büyüsüne öylesine kaptırmışlardı ki, dış dünyayla ilgileri yok gibiydi. Güneşin iliklerimizi ısıtan sıcaklığı, sağ tarafımızda uzanan caddenin bazı yerlerindeki su birikintilerini henüz kurutmaya yetmemişti. Genç aşıklar, bu birikintilerden birinin yanından geçtiği esnada birden bire siyah bir otomobil belirdi. Süratliydi. Tam gençlerin hizasına gelmişti ki, direksiyonu aniden sağa kırdı ve su birikintisinin içine girdi. Sıçrattığı su, iki genci baştan aşağı ıslatmıştı. Gençler neye uğradığını şaşırmıştı. Oldukları yerde kala kaldılar. Bir tepki bile veremediler. Otomobil aynı hızla yanlarından uzaklaşırken direksiyondaki hayvan dikiz aynasından marifetine bakıyor ve pis pis sırıtıyordu. Aynadaki surat bana yabancı gelmemişti. O lanet sureti bir yerlerden tanıyordum. Bir nesli tarumar eden darbe yıllarında tezgahından geçtiğim işkencecimin silüetiydi aynadaki yüz. Ve kuşağımın diğer işkencecilerinin...O kahrolası yıllarda kalın duvarların arkasında icraat yapan işkenceciler, psikopatlar bugün sokaklara taştı. Yetiştirdikleri yeni nesillerle birlikte hayatlarımızı teslim aldılar. Koca ülkeyi ele geçirdiler. Hak, hukuk, adalet onların istekleri doğrultusunda tecelli ediyor. Tecelli ettikçe de onlar gemi azıya alıyor. Kırmızı ışıkta geçen, hatalı sollama yapıp can alan da onlar, sokağa çöp atan, tüküren, havaya silah sıkan, doğayı, hayvanları, insanları katleden de... Kitleleri birbirine düşüren her türlü provokatif olayın altında imzası olanlar da onlar, çürük inşaatları yaparak, o inşaatlara izin vererek evlerimizin en ufak sallantıda başımıza yıkılmasına neden olanlar da... Gasp, kapkaç, haraç çeteleri kurarak nice hayatları söndüren de onlar, ev, işyeri, otomobil, adam kurşunlayan, kurşunlatan da... Devletin içine sızan, olanaklarını sonuna kadar kullanan, ülke kaynaklarını eşine-dostuna, yandaşlarına peş keş çeken de onlar, tehditle ihale alıp milletin parasını iç eden de... Bozuk gıda satarak halkın sağlığıyla oynayan da onlar, rüşvet ağı, şike, bahis organizasyonları kurarak haksız kazanç sağlayan da... Milliyetçilik, din gibi kavramları istismar eden de onlar, halkı eğitimsiz ve yoksul bırakarak cehaletin üzerine iktidarlarını kuranlar da... Normal vatandaş gibi aramızda geziyorlar, ama aslında fünyesi çekilmiş bomba gibiler. Patlayana kadar farkedilmiyorlar, patladıkları zaman da iş işten geçmiş oluyor zaten. Nerede bir kuralsızlık, kargaşa, anarşi, provokasyon varsa, orada onları görüyorsunuz. Namusuyla çalışan, kazanan, yaşamını idame ettirmeye gayret eden dürüst vatandaşlara hayatı zehir etmek, bu ülkeyi çağın dışına itmekle görevlendirilmişler sanki... Eylemlerinin cezasını kendileri çekmiyor, bedelini bir memlekete ödetiyorlar yıllar boyunca... Onlar her dönem kılıktan kılığa giriyor. Kah işkenceci oluyorlar, kah provokatör... Kah mafya oluyorlar, kah maganda... Kah rüşvetçi oluyorlar, kah şikeci... Kah çeteci oluyorlar, kah hortumcu... Kah holigan oluyorlar, kah yönetici müsveddesi... Kah yağmacı oluyorlar, kah direksiyondaki azrail... Biri hepsi, hepsi biri... Yok birbirlerinden farkı. Hepsi aynı kapıya çıkıyor. Cehenneme çevirdikleri bir ülkenin zebanileri gibiler. Ve en kötüsü de, yaptıklarıyla her daim öykünüyorlar, gurur duyuyorlar. Son marifetlerini yine futbolda sergilediler. Olanları tekrarlamaya gerek yok. Futbol emekçilerinin on yıllardır tırnaklarıyla kaza kaza zirveye çıkardığı Türk futbolunu bir çırpıda başladığı noktaya getirmeyi başardılar. Futbolcu kılığındaki tetikçileriyle, saha içine dışına yerleştirdikleri siyah takım elbiseli, kirli sakallı adamlarıyla Dünya ve Avrupa Şampiyonu olabilecek çaptaki A Milli Futbol Takımı’nın canına okudular, sonra da kenara çekildiler. Savunmaları ise kulaklarımıza hiç yabancı değil: Ne yaptımsa ülkem için yaptım.Ya, öyle mi efendilerimiz!.. O halde...Türkiye sizinle gurur duyuyor!Baki kalan şu gök kubbede hoş bir sedaBundan yaklaşık iki yıl önceydi. Fotomuhabiri arkadaşım Murat Akbaş ile birlikte “Kayan Yıldızlar” yazı dizisi için eski Fenerbahçeli Kemalettin Şentürk’le Gaziantep’te buluşmuştuk. O zaman 3.Lig takımlarından Osmaniyespor’da futbolculuk yaşamını devam ettirmeye çalışıyordu. Yaklaşık dört saat konuştuk. Kendisini, kaptanlığına kadar yükseldiği Fenerbahçe’den, Anadolu’nun en ücra köşelerinden birine sürükleyen olaylarla ilgili çok ilginç şeyler anlatmıştı bize, tecrübeli futbolcu. O, Metin Kurt’tan sonra siyasi tavrı yüzünden futbol dünyasından dışlanan ikinci futbolcuydu. Gözümüze sokulmaya çalışılan gamsız, bencil, cahil, züppe futbolcu prototipinin dışında biriydi. Okuyordu, düşünüyordu, üretiyordu, karşı çıkıyordu, tavır koyuyordu. Muktedirler için tehlikeliydi. Bertaraf edilmesi gerekiyordu. Ettiler de... Röportajında söylediği bir cümle onun hikayesini çok iyi özetliyordu: “Her karanlıkta bir mum yansa aydınlığa çıkarız diye düşünüyordum. Ama mum olmanın bedelleri varmış. Halen ödüyorum.”Son olarak formasını giydiği Kırıkkalespor’da sessiz, sedasız futbolu bırakmış Kemalettin. Futbol dünyamız bir değerini daha yitirdi. Uzun yıllar yeri dolmayacak bir değer... Yolu açık olsun.
‘’Arka Bahçe‘’
Normal ne, anormal ne? Biz neyiz, kimiz?Normalliğin yalnızca kültürden kültüre değil, aynı kültür içinde zamana, sosyal sınıflara ve cinsiyete bağlı olarak da değişkenlik gösterdiğinin altını çizen Horney, şu olguya da vurgu yapmadan duramaz: “Her kültürün, kendi duygu ve dürtülerinin ‘insan doğası’nın tek normal ifadesi olduğu inancına dört elle sarılması için yeteri kadar neden vardır.”Normallik ve anormallik kavramları üzerinde şüphesiz başka bilimadamları da çalışmalar yapmış, çeşitli açıklamalar getirmiştir. Hepsinden alıntı yapmamıza imkan yok. Ancak varılan sonuç, üç aşağı beş yukarı aynıdır: Her kültürün, her toplumun kendine özgü bir normallik ve anormallik anlayışı vardır. Bu kavramlar, aynı zaman diliminde yaşanılmasına rağmen yeryüzünün doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine öylesine değişiklikler gösterir ki, tek bir “doğru” bulmak mümkün değildir. Hatta bırakın toplumları, aynı toplumun bireyleri arasında bile bu iki kavram büyük farklılıklar gösterebilir. Özellikle de bizim gibi kaosun ve kargaşanın eksik olmadığı dinamik toplumlarda... 80’li yıllardaki iletişim devrimiyle kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sonucu dünyaya açılan Türk toplumunun çok büyük bir kesimi bu değişime ayak uyduramamıştır. İyi eğitimli, elit bir azınlık batı normlarını benimserken, işsizlik ve yoksulluk nedeniyle köyden kente akın eden çoğunluk, çağdaşlıkla geleneksel değerler arasında sıkışıp kalmıştır. Ne çağdaş olabilmiş, ne de geleneksel kalabilmiştir. İki arada bir derede savrulup giden köylü-kentli kalabalığı, bu sancılı süreçte geçmişten günümüze kendini var eden, ayakta tutan tüm geleneksel değerlerini yitirirken, “kuralsızlık” tek kural olarak egemenliğini ilan etmiştir. Bugün, kırmızı ışıkta duranın arkadaki araçlar tarafından taciz edilmesi, emeğiyle, namusuyla para kazananlarla alay edilmesi, dürüstlüğün, erdemin aptallık olarak nitelendirilmesi, çalanlara “helal olsun” denmesi, devletine ve toplumuna karşı olan yükümlülüklerini yerine getiren sade vatandaşın horlanması, itilip kakılması, buna mukabil hırsızın, ursuzun, vurguncunun, zorbanın saygı görmesi, devlet otoritesinin yerini mafyanın alması, boşuna değildir. Geçmişte bizim için anormal olan, bugün artık normal kabul edilebiliyor. Keza normal olan da, anormal!Cenk İşler’in centilmenliği Fatih Tekke’nin silahı!..Bundan iki hafta önce İnönü Stadı’nda oynanan Beşiktaş-Kayseri Erciyes maçında Cenk İşler’in gole giderken, yerde yatan rakip oyuncu nedeniyle topu taca göndermesi üzerine, bilen bilmeyen kalem erbabı, yorumcu morumcu ahkam kesti. Her hafta tv ekranlarından evlerimize zehir püskürten bir takım amigolar, çok duygulanmış numarasına yatarak titrek sesleriyle Cenk İşler’in davranışını kutsadı. Bazı ulema abiler de hep akıntıya karşı kürek çekme ve farklı olma dürtüsüyle sözkonusu futbolcumuzun jestinin altında kurnazlık aradı! Aynı günlerde Fatih Tekke’nin, silahını havalimanında emanete teslim ederken görüntülenmesi ise neredeyse bir infiale neden oldu. Kendi belinde, evinde silah bulunduran, hatta bununla kalmayıp özel korumalarla gezen bir takım yazar çizer, mal bulmuş mağribi gibi Fatih Tekke’nin silahını, kalemine diline doladı. Milli Takım’ın santrforu ağır eleştirilere uğradı, neredeyse lanetlendi. Meğer Fair Play’i ne çok severmişiz!Bazı okurlarım ve dostlarım, bu tür konularda hassas olduğumu bildikleri için Cenk İşler’i ve Fatih Tekke’yi yazmadığım için beni eleştirdi. Hepsine verdiğim cevap tekti: Normal de ondan.Evet, Cenk İşler’in yerde yatan oyuncu nedeniyle topu taca atması da normal, Fatih Tekke’nin belinde silah taşıması da... Fatih’in neden silah taşımak zorunda kaldığı zaten ilerleyen günlerde belli oldu. Devlet otoritesinin ortada olmadığı, adaletin tecelli etmediği bir düzende bireyler kendi başının çaresine bakar. Fatih de öyle yaptı. Yani normal olanı. Kendini güvende hissetmediği için, silaha sarıldı. Fatih Tekke bugünün Türkiyesi’nde değil de, barışın, huzurun ve devlet otoritesinin olduğu bir ülkede silah taşısaydı, o zaman yaptığı anormal, hatta suç olurdu. Gelgelelim Cenk İşler’in davranışına... Erciyesli futbolcunun bu davranışının da bir özelliği yok. Çünkü o, yapması gerekeni yaptı. Çünkü biz toplum olarak yapmamız gerekeni yapmadığımız için Cenk’in hareketi hepimizin içini titretti. Belki de kendi gerçeğimizle yüzleştirdi ve utandırdı bizleri...Burada normal olan Cenk, anormal olan da bizleriz. Bizler günlük yaşantımızda haketmeden kazanç elde etmeyi bir şiar olarak benimsememiş olsaydık, Cenk’i alkışlardık elbette ama, bu kadar da kutsamazdık. Şayet biz normal olsaydık, o maçta Cenk’in topu taca atmasını değil de, aynı pozisyonda bir kaç Beşiktaşlı futbolcunun atağı devam ettirmesini konuşurduk. Zira, gerçekte anormal olan oydu... Ve hepsi de bizim gerçeğimiz...
‘’Rafael...‘’
Ligde defans-orta saha bütünleşmesini en iyi yapan takımlardan biri olan Sivasspor dün bu özelliğini yitirmiş gibiydi. Hakkı’nın yokluğunda defans kurgusu arızaya uğradı. Orta alanda Hakan yalnız kaldı. Bu oyun anlayışı karşısında Ceyhun ve Rafael yürüye yürüye gol pozisyonlarına girdiler. Özellikle Rafael Sivasspor defansına karşı gerek havadan, gerekse yerden büyük üstünlük sağladı. Düşe kalka attığı ilk gol sonrası iki de asist yapıp maça damgasını vurdu. Brezilya’nın en vasat futbolcuları bile ligimizin kader adamı olabiliyor. Bu da Türk Ligi’nin kalitesi bakımından önemli göstergelerden biri olsa gerek.Kümede kalma savaşı veren Samsunspor maça adeta 1-0 önde başladı. Erken buldukları gol sonucu Sivasspor oyun disiplininden kopunca işleri kolaylaştı. Defansta iyi organize oldular. Orta sahayı iyi parsellediler. Solda Celil sağda da Tamer ile kanat bindirmeleri yaptılar. Sivas’ın üzerine az ama öz geldiler. Savunmada Kenan tecrübesiyle öne çıktı. Orta alanda da Adnan enerjisi ve tekniği, yeni transfger Guaye de uzun boyu ve güçlü fiziğiyle etkili oldu. Senegalli oyuncu sanki Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi NBA’den gelmiş gibi!Cezalı Sivasspor karşılaşmayı Yozgat’ta oynayarak kendi kendine bir ceza daha verdi. Zira her ne kadar yağan kar temizlenmiş olsa da buz tutan zeminde futbolcular ayakta durmakta zorlandı ve tehlikeli anlar yaşandı. Bu tür zeminler her zaman evsahibi takımlar için dezavantajdır.Dünkü maçın bir başka ayrıntısı ise Sivas başkanı Mecnun Odyakmaz’ın seyirciye fırça atmasıydı. İkinci Samsunspor golü sonrası protokol tribününde sevinen Samsunsporlular, Sivasspor taraftarından küfür yiyince başkan Odyakmaz devre arasında kendi taraftarını uyararak susturdu. Mecnun başkan Aziz Yıldırım ekolünün Sivas versiyonu gibiydi ama yaptığı doğru ve faydalıydı. Umarım onun hareketi başka başkanlara da örnek olur.
‘’Arka Bahçe‘’
Batıyı dize getirerek batıya pencere açılır mı?Kıt kanaat geçinmesine rağmen babamın hemen her gün eve getirmeyi alışkanlık edindiği Tercüman Gazetesi’ni alır almaz derhal arka sayfasını çevirir, tüm spor haberlerini dikkatle okurdum. En çok da Galatasaray ve Metin Kurt’la igili olanları... Cim Bom’un Brian Birch’le fırtına gibi estiği yıllardı... Ülke siyasi ve sosyal çalkantılarla karanlık bir geleceğe doğru son sürat ilerlerken, gazete sayfalarından yoksul odama taşan her Sarı-Kırmızı destan içimi titretir, hülyalı başımı döndürdü. Pazar günlerinin ise ayrı bir önemi ve anlamı vardı benim için. Bahçeli bir evde yanyana oturduğumuz rahmetli dayımın küçük transistörlü radyosundan haftanın maçlarını büyük bir heyecanla dinlerdik. Yayındaki herhangi bir maç aniden kesilip, Galatasaray’ın karşılaşmasına bağlantı yapıldığı anda kalbim duracak gibi olurdu. Ani bağlantılarda mutlaka gol haberi verilirdi. Attık mı, yedik mi acaba?.. Genellikle atardık. Ve genellikle kazanırdık. Çocuk dünyama bir güneş gibi doğan Galatasaray’ın bana yaşattığı o sevinç ve gururla, bütün bir haftam mutluluk içinde sular seller gibi geçerdi. İşte benim deli gönlüm Galatasaray aşkıyla böyle doldu. Üç yıl üst üste gelen şampiyonluğun ardından fetret devri başladı. Birch’ün yumruğu kalkmaz oldu. Çocukluk kahramanım Metin Kurt bir meçhule doğru yolculuğa çıktı. Ama içimdeki Cim Bom aşkı her geçen yıl biraz daha büyüdü. Yeni bir şampiyonluk görmek için 14 yıl bekledim. Bu ülkede kimileri için bir ömür, kimileri için bir ömrün yarısı, kimileri için çeyreği sayılacak bir zaman diliminde sevinç ve gururun yerini kahır, üzüntü ve keder aldı. Ama Galatasaray sevgisi hep bakiydi. Sonra malum yıllar geldi. “Avrupa Fatihi” payesini aldığımız zafer ve gurur yılları... Dağa taşa “Cim Bom” yazıldığı yıllar... Ali Sami Yen’den yükselen coşkunun Asya’nın steplerinden, Afrika’nın cangılına kadar tüm yeryüzüne yayıldığı, sevinç gözyaşlarının sel gibi aktığı yıllar... Lakin rüya fazla sürmedi. Süreç iyi değerlendirilemedi. Kurum, kurumsallaştırılamadı. Camia içi çekişmeler, bölünmeler, atışmalar, yanlış hesaplar, vizyonsuzluk, ufuksuzluk, muhafazakarlık, riyakarlık, kibir, haset, koca camiayı için için çürüttü. Yüzyılda elde edilen kazanımlar, bir kaç yıl içinde heba edildi. Ve trend tersine döndü. Yıllarca alaturka yöntemlerle yönetilen Fenerbahçe yapılan hatalardan ders alarak kurumsallaşma yolunda dev adımlar attı ve yükselişe geçti. Ezeli rakibi yükselirken, Galatasaray düştü. Tahterevalli misali! Gelinen son nokta hepimizin malümu. Aynı günlerde gazetelerde çıkan iki haberi tekrar görüşlerinize sunuyorum sevgili okurlar: “Galatasaray uçağında rezalet. Amigonun biri Necati’yi yumrukladı. Futbolcular karşılık verdi. Uçak kalkamadı. Takım Konya’da mahsur kaldı. Bir yönetici amigolarla futbolcular arasında arabuluculuk yapmak istedi. Karakola gittiler. Şikayetçi oldular. Sonra geri aldılar!”“Fenerbahçe yönetimi Şükrü Saraçoğlu’na kreş yapmaya karar verdi. Aileleri stada çekmek isteyen Sarı-Lacivertli yönetim, küçük çocuğu olanların stada gelebilmesi ve daha rahat maç seyredebilmeleri için çocuklarını bırakabileceği bir kreş yaparak hizmete sokacak.”Bu tablo bir Galatasaraylı olarak benim içimi acıtıyor. Ezeli rakibimize gıpta ediyorum. Evet, biz Galatasaray olarak UEFA ve Süper Kupayı aldık. Bunu yaparken, tüm Avrupa’ya diz çöktürdük. Rakiplerimizi eze eze yendik. Ülkemizin dünyadaki en büyük markalarından biri olduk. Ama Batılı olabildik mi? Bırakın Batılı olmayı, hala “Batı’ya açılan pencere” olduğumuz iddiasında bulunabilir miyiz? Yukarıdaki iki habere bakarak sizce iki ezeli rakipten hangisi batıya açılan pencere? Batı medeniyet demektir. Medeniyet ise ayrıntılarda gizlidir. İşte iki ayrıntı: “Aylarca parasını alamayan futbolcuya dayak”, “Stada kreş”.Bu yazıyı içim kan ağlayarak yazdım. Ama gerçek bu. Gerçeklerden kaçılmaz. Aksine yüzleşmeliyiz. Ben yazmalıyım. Siz de okumalısınız. Özellikle de Galatasaraylılar! Okudukları bir kırbaç gibi yüzlerinde şaklamalı. Ve hepsinin benim gibi içi acımalı. Ki, yeniden doğalım...Onur sadece bir erkek ismi değildirBugün kime sorsanız, “niçin yaşıyorsun” diye... Alacağınız cevapların yüzde doksanı, “onurum ve gururum içindir”. Ama gelgelelim pratik hayat böyle söylemiyor. Kaybettiğimiz yüzlerce hasletimiz içinde en başta gelenidir; onurumuz ve gururumuz. Onur ve gururun yerini pişkinlik ve yüzsüzlük aldığı içindir ki, her türlü arsızlık, hayasızlık artık bizlere normal gelebiliyor. Hani, neredeyse kültürel tarihimize yazacağımız bir özdeyiş haline gelen o meşhur klişemiz var ya, “Çalıyor ama iş yapıyor” şeklinde... İşte o misal!..Kanıksadık, içselleştirdik, her türlü çirkefliği... Çalsın, çırpsın, talan etsin her tarafı... Yeter ki kapımızın önüne asfalt döksün! İşte biz koltuk erbaplarına böyle tapındıkça, onlar da gemi azıya alıyor. Yapıştıkları makamdan kazımak için süngü şekline sokulmuş ispatula gerekiyor! Lakin akıntıya karşı yüzen alabalıklar da yok değil ülkemizde... Yaptığı hatayı kabullenip, bedelini medenice ödeyen. Başkaları cezalandırmadan, kendi cezasını kendi veren... Ya da çürümeye karşı bayrak kaldırarak “ben sizden değilim” diyen... Veya dünya arenasında aldığı görevde adil olamayacağını görerek 23 yıllık koltuğunu terkeden... Etik adına, ahlak adına... Aslında onları kutsamak istemiyorum. Ama sayıları o kadar az ki... İsimlerini bir kez daha zikretmek zorunda hissediyorum kendimi. Muktedirlere inat!Mehmet Özdilek, Selahattin Aydın, Uğur Erdener, Metin Tokat... Onurun dahi ağlatılabildiği bir ülkede dimdik ayakta durabildiniz. Onurunuzla birlikte... Sağolun, varolun...
‘’Arka Bahçe‘’
Bugün yazacak bir şeyim yokLügatımdaki tüm kelimeler terketti beni bugün. Cümlelerim uzun ve belki de dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktı. Cenk meydanında süngüsü düşmüş askerler gibiyim. Savunmasızım. Soyutlandım; ait olduğum toplumdan, dünyadan, dünyamdan, hatta kendimden bile. Çekip gidesim geliyor, bir dağ başına. Çoğalan kalabalıklarda iyice debreşen yalnızlığımı da sırt çantama koyarak... Kekik kokan yamaçlardaki bir çoban kulübesine sığınmak; oradan hiç çıkmamak, kendimle, doğanın dinginliğiyla başbaşa kalmak, sessizliğe sığınmak istiyorum. Orada kelimelerime yeniden kavuşmayı, düşgücümle yeni dünyalar kurmayı arzuluyorum. Beni de içine çekip alacak mavi dünyalar... Zira artık, bu aculluk, çapaçulluk, şark kurnazlığı, çapsızlık, kalitesizlik, bayağılık, kabalık, vurdumduymazlık karşısında pes etmek üzereyim. Yazdığım her kelime bir bumerang gibi geliyor beni vuruyor sonunda. Cümlelerim sabun köpüğü gibi boşlukta kayboluyor. Hiç bir şeyin değişmediğini, değişmek bir yana eskisinden daha beter hale geldiğini görmek bana tarifsiz bir hüzün veriyor. Bir girdaba dönüşen bu kısırdöngünün içinde boğuluyor gibiyim. Çaresizce çırpınıyorum.Bugün 25 Ocak... Uğur Mumcu katledileli 13, Gaffar Okkan şehit edileli 5 yıl olmuş. Onların uğruna hayatlarını kaybettiği değerlerin artık esamisi bile okunmuyor. Okunmak bir yana, katilleri baştacı ediliyor, şanlı kahramanlar gibi dolaşıyor aramızda. Hukukun yerini zorbalık, barışın yerini çatışma aldı. Son barış adamı Aydın Güven Gürkan’ın ölüm haberi gazetelerde sağ alt köşelerde yer bulabildi. İşte bir kara kış daha gelip geçiyor. Saydınız mı? Kaç yoksul kömür sobalarından hayatını kaybetti. Hangi belediye, hangi yetkili kaçak ve kalitesiz kömürlerin, standarda uymayan sobaların ve bacaların neden olduğu bu bedava ölümlerden sorumlu tutuldu? Hiç. Kuzey Kore ve Tayland’dan sonra kuş giribine kurban veren üçüncü ülke olmanın utancını hala üzerimizde taşıyoruz. Kurban bayramındaki vahşet, ilkellik, yollarda trafiğe kurban olanların görüntüleri hafızalarımızdan silinmedi henüz. Keza, salgın hastalığı önleyeceğiz diye diri diri yakılan, gömülen biçare kuşların feryatları da... Ucuzlayan yalnız insan hayatı değil ki... Hayatın ta kendisi.Varsa yoksa siyaset. Birilerini iktidar yapan, iktidarın nimetlerinden faydalandıran, ülke kaynaklarını eşine dostuna, yandaşlarına peşkeş çektiren siyaset... Çepeçevre bizleri saran, nefes alamaz hale getiren, bunca çirkefin, hukuksuzluğun, densizliğin yaşandığı bir ülkede “diş fırçalarında domuz kılı var mı” diye soruşturma önergesi verebilen politikacılar üreten ucuz siyaset... Değdiği her yeri kirleten, yakıp yıkan siyaset... Son 20 yıldır Türk sporunu da teslim alan, allak bullak eden siyaset... Siyaset demek, illüzyon demek. İllüzyonistler o kadar gözümüzü bağlamış ki “Haluk Ulusoy siyaseti yendi” denebiliyor. Sanki arkasındaki güçler; Melih Gökçek vs. siyasi değilmiş gibi... Ve Türk futbolunun en şaibeli başkanı yeniden baştacı edilebiliyor. Bu nasıl bir ülke böyle? Süleyman Demirel gidiyor, bir süre sonra umut oluyor ve tekrar geri geliyor. Haluk Ulusoy görevden alınıyor, umut oluyor, tekrar getiriliyor. Neyse... Daha fazla sıkılmak istemiyorum. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir.Konuk yazar:Hak, hukuk, guguk!Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Ceza Kurulu... Özellikle son birkaç aydır aldığı kararlarla spor kamuoyuna saç baş yolduran kurul. 15 günde bir toplanan, davalardaki dosyaları inceleyen ve sürekli erteleme kararı alan kurul! “Bilinçli bir şekilde doping kullanmamıştır. Cezaya gerek görülmemiştir” diyecek kadar pişkin bir kurul. Adam öldürsen, sonra da istemeyerek yaptım desen, buna bile ceza verilmesini istemeyecek bir kurul. Son vukuatları ise milli atlet Tezeta Dengersa hakkında bir türlü verilemeyen ve 8 kez ertelenen, en sonunda Uluslararası Atletizm Birliği’nin (IAAF) bile canını sıkan kararsızlık...Geçtiğimiz yıl mart ayında Avrupa Salon Şampiyonası’nda ikinci olarak tarihi bir başarıya imza atmıştı. Ancak daha sonra doping kullandığı gerekçesiyle hakkında kesin karar çıkana kadar pistlerden uzaklaştırıldı. Testler yapıldı, sonuçlar açıklandı, yalan dendi, yanlış dendi, ama olan yine Türk atletizmine oldu. Elvan Abeylegesse’ye 5 bin metrede Dünya rekoru kırdıran antrenör Ertan Hatipoğlu, Tezeta’ya da aynı başarıyı yaşatacaktı. 3 bin metre engellide Türkiye’nin ikinci Dünya rekoru geliyordu. Ancak sağolsun Ceza Kurulu’muz (!), buna izin vermedi. Türkiye’nin doping konusunda en uzman merkezi Hacettepe’nin milli atlet için verdiği temiz kararını bile resmen hiçe saydı. İlker Peksezer’in başkanlığını yaptığı Ceza Kurulu, bugün Tezeta için 9. kez biraraya gelecek. Bir sporcu için 8 kez toplanan kurul, nasıl olur da tüm belge ve bilgilerin ortada olmasına rağmen karar veremez. Yoksa Süreyya Ayhan davasından sonra Türkiye’ye savurduğu tehditler yüzünden IAAF’tan mı korktular!.. Olamaz herhalde. Yıllarca okullarda dirsek çürütmüş, tüm prosedürleri, kuralları yutmuş, uzmanlaşmış insanlar, alacakları kararın arkasında dururlar. Onların aldıkları karar yanlış olamaz! O kadar kitap, bilgi!..Sonuç ne olursa olsun, yarın Tezata’ya ceza verilmeyeceği de açıklansa, Türkiye kendisine Avrupa ve Dünya Şampiyonaları, hatta olimpiyatlarda madalya getirecek bir atleti kaybetmek üzere. Neden mi, bir kızı olan Tezeta, şu anda Etiyopya’da ailesiyle birlikte. Antrenmanlarını yapıyor mu, beslenmesine dikkat ediyor mu? Kim biliyor?.. Antrenörü bile emin değil. Çünkü Ay-Yıldızlı arma ile Dünya rekoru kıracak düzeydeki bir atlet, spordan soğutulmuş durumda.Acaba bu tablonun oluşmasına sebep olanlar, yine kamera karşısına çıkıp, “Türk sporu en iyi şekilde yönetiliyor” diyebilecek mi? Kim bilir? Hala siyasetin spora karışmadığını iddia ediyorlar... Bu yalanı da yedirirler!Sedat Hardal









































