Arama

Popüler aramalar

‘’Analardır adam eden adamı...‘’

Bir huzursuzluk, bir kasavet, bir umutsuzluk... Yaşam enerjinizin kaybolması, ölüm arzusu gibi bir şey... Durduğunuz yerde duramazsınız. Gitmek istersiniz, firar etmek; uzaklara, meçhule, dönüşü olmayan bir yerlere doğru... Gözden kaybolmak, sizi siz yapan köklerinizden kurtulmak, benliğinizi unufak edip toz zerrecikleri haline getirmek, ardından havaya savurmak... Yok olmak. Belki de hiç olmamış olmak...Aşkların, sevdaların, dostlukların, ağaçların, kuşların, çiçeklerin, börtüböceğin, yeryüzünün, gökyüzünün, uzayın sonsuzluğunun, hayatın manasızlaştığı andır o an... Eşyanın, tüm şeylerin anlamsızlaştığı an... Herşeyin hiçbir şey olduğu an... Dip noktası.Nicedir bu ülkede ‘o an’lar o kadar sık yaşanır oldu ki... Her yeni başlayan gün, her doğan güneş, yeni yeni acı sürprizler getiriyor beraberinde... ‘Bu kadar da olmaz, pes artık’ dediğimiz anda, o kadarına bile rahmet okutan yeni bir rezilliğin, kepazeliğin içinde buluveriyoruz kendimizi... Yeryüzünün en güzel coğrafyası dev bir bataklığa dönüşüyor, her geçen gün. Neyi tutsanız elinizde kalıyor. Lime lime dökülüyoruz. Çürümüşlük, kokuşmuşluk hayatlarımızın en ücra köşelerine kadar sinmiş. Her taraf leş kokuyor. Her yer, her şey pejmürde olmuş sanki...Ama ille de statlar... İnsanın insanlıktan çıktığı, canavarlaştığı statlar... Kin ve nefretin ekilip biçildiği statlar... Kardeşin, kardeşi kırdığı statlar... Cehenneme dönen statlar... Terör yuvası haline gelen statlar... Tıpkı Beşiktaş İnönü Stadı gibi... Pazar günü oynanan Fenerbahçe maçında açılan ve karşılaşma boyu asılmasına göz yumulan iğrenç pankartlar, bu ülkede sporun, futbolun, dostluğun, iyiliğin, güzelliğin, ‘fair play’in, erdemin ruhuna fatiha okutmuştur. Bir zamanlar elele, omuz omuza Metin Oktayların, Lefterlerin, Baba Hakkıların seyredildiği futbol mabedi, taraftar adı altında tribünleri işgal eden kokarca sürüsü tarafından utanç mabedine çevrilmiştir. Tanrı’nın ayaklarının altına cenneti serdiği anaların namusuna pervasızca dil uzatan bu zavallılarla aynı havayı solumak, aynı şehrin kaldırımlarını çiğnemek, aynı bayrak altında yaşamak ne acı... Oysa onların da anaları var. Diğerleri kadar kutsal. Diğerleri kadar cennetin üstünde birer abide... Diğerleri gibi çocuğunu doğuran, büyüten, emek ve sevgi veren, üstüne titreyen... Onların da anaları var. Küfür edilmemesi gereken... Küfür edilmesine tahammül edilemeyen... Herkesin bir anası var. Elleri öpülesi, baştacı edilesi, sarılıp koklanası, pamuklara sarmalanıp saklanası... Herkesin bir anası var. Yardan, serden vazgeçersiniz de ondan vazgeçemezsiniz. Onlar canımızdır, kanımızdır, hazinemizdir, biricik varlığımızdır. Tanrı’nın kutsal bir emanetidir. Biz onların birer parçasıyız. Eliyiz, ayağıyız, ruhuyuz. Bizi biz yapan değerler bütünüdür analarımız. Ve bizi adam edendir analarımız.Tıpkı Nazım’ın o eşsiz dizelerinde dile getirdiği gibi:Analardır adam eden adamıAydınlıklardır önümüzde gider.Sizi de bir ana doğurmadı mı?Analara kıymayın efendiler.Adalet önce kendi içimizde olmalı...Toplum olarak en büyük şikayet konularımızdan biri de adalet mekanizmamızın dumura uğramış olmasıdır. Adaleti tesis eden kurumları sık sık eleştiririz de, bir türlü kendimizi bu konuda sınamayı düşünmeyiz. “Acaba ben adil miyim? Adilsem ne kadar adilim?” gibi sorulardan hep ürkeriz. Kendi yalnızlığımızın laberintlerinde kaybolduğumuz anda, kendi adalet anlayışımızı sorgulamak istemeyiz. Zira o sorunun cevabınının ruhumuzda yaratacağı sarsıntıyla başetmeye hazır değilizdir.Kendimiz haksızlığa uğradığımız anda feveran ederiz, tüm hukuk kurullarını harekete geçirmeye çalışırız, ancak başkalarına aynı haksızlığı yapmaktan da geri kalmayız. İki yüzlü ahlak anlayışı gibi iki yüzlü adalet anlayışıdır aslında bizi kimliksizliğe iten.Herşeye rağmen işini dürüstçe, adil bir şekilde yapmaya çalışanlara da tahammülümüz yoktur. Onları ya alaya alır, ya da dışlarız. Eğer onların üzerinde bir otoriter konumdaysak, derhal defterini düreriz. Buna gücümüz yetmiyorsa, gücü yetenleri devreye sokarız. Çünkü onun varlığı, kendi değersizliğimizin mihenk taşıdır ve bununla yüzleşmeye katlanamayız.Dünya Anti - Doping Ajansı’nın (WADA) Türkiye’deki doping kontrolörü Serap Yücel’in ismini önce Süreyya Ayhan olayında duyduk. Bu olayda bağlı bulunduğu uluslararası kuruluşa karşı olan sorumluluk bilinciyle hareket eden Sayın Yücel, kendi sporcusunu kollamamakla suçlandı. Süreyya Ayhan’ın suçlu olduğunu ilan eden Serap Yücel’e o zamanlar bir çok kesimden eleştiri geldi. Adil davrandığı için... Serap Yücel geçtiğimiz günlerde de üç haltercinin doping numunesi vermekten kaçtığı için suçlandığı olayda bir kez daha gündeme geldi. Yücel, bu ikinci vak’ada da dürüst davranmış ve sporcularımızın aleyhine rapor vermişti. Pek alışık olmadığımız bu durum karşısında muktedirler tabii ki boş durmadı. Kendimize özgü yöntemlerle üzerine gidildi. Ve sonunda Serap Yücel istifa etmek zorunda kaldı. Görevini adilce, dürüstçe, çok iyi yaptığı için baştacı etmemiz gereken bir uzmanı biz kaldıramazdık elbette... Milliyetçi, şoven duygularla hareket edip suçu örtbas etseydi, yani bizden biri olsaydı, sporcularımız kurtulmuştu. Bir kaç madalyamız daha olurdu. Sonra yetkililer de çıkar ne kadar başarılı (!) olduğumuzu gerine gerine anlatırlardı.Bizi bu kafalar mahvetti...

21 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Anka Kuşu‘’

Futbol otoritelerinin ısrarla üzerinde durduğu Hakan-Ümit-Necati üçlüsünü sahaya süren Gerets’in dün akşam seyrettiğiniz Heinz için Altan’ı kızağa çekmesi ise Belçikalı teknik adamın adalet anlayışı konusunda kuşku yaratıyor. Altan bu maçta sakat olduğu için yoktu ancak sağlam olsa da bir şey fark etmeyeceğine Sivas maçında tanık olmuştuk. Bizim gördüğümüz Heinz, “İkinci Walsh vakası” gibi. İngiliz futbolcuya Seba’nın asker arkadaşı yakıştırması yapılmıştı. Heinz da Gerets’in tavla arkadaşı olmalı! Transferi için kapısında yatılan bir oyuncu böyle mi olmalı? Yazık değil mi Galatasaray’ın olmayan dolarlarına.Sarı-Kırmızılı ekip yol yorgunluğu, ani iklim değişikliği, Heinz’ın silik futbolu, Hasan Şaş’ın etkisizliği, yumuşak karnı Cihan ve Orhan Ak’a rağmen umduğundan kolay bir galibiyet aldı. Ancak özellikle ilk yarıda kalesinde verdiği pozisyonları unutmamalı.Vestel Manisa’ya gelince; gerçekten de para ile saadet olmuyormuş...

19 Eylül 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Bugün dünden daha yorgunumVe çok daha öfkeli. Patlamaya hazır bir yanardağ gibiyim. İçim fokur fokur kaynıyor. Bir anda parlamak, alev topu olmak ve bu köhne zihniyetin üstüne yağmak istiyorum. Yakıp yıkmak, bir daha geri gelmemecesine cehennemin dibine postalamak istiyorum, hayatı bizlere zehir eden bu ilkel, çağdışı anlayışı...Bunlar hayatımızın içine zuhur ettiğinden ve bizleri çepeçevre sarmalayarak kımıldayamaz hale getirdiğinden beri sık sık öfke nöbeti geçiriyorum. Ve sonra saldırıya başlıyorum. Ama gücüm yetmiyor. Karşımda yeldeğirmenleri var. Yoruluyorum. Takatim kesiliyor. Düşüyorum. Toprağın hasretle tuttuğu bir bitki gibi düştüğüm yerde kalakalıyorum. Yorgunluk ve çaresizlik duygusu beni daha da öfkelendiriyor. O öfke, kan oluyor, can oluyor, kendimi yeniden yaratıyorum. Ama tekrar yoruluyorum. İnsan hayatının bit pazarına düştüğü bu ülkede yaşamak yoruyor beni. Bu vurdumduymazlık, bu çapaçulluk, bu işbilmezlik, bu koyu cehalet beni bitap düşürüyor. İşbilmez, çapsız, yeteneksiz muhterisler tarafından cehenneme çevrilen bu cennet vatanda ayakta kalmak için ya hep olacaksın, ya da hiç... Hep olacaksın; duyarlı, ilgili, güçlü, korkusuz, sapasağlam, sert; çelik gibi, kayış gibi, elmas gibi... Vurulsan da, yorulsan da, düşsen de, her seferinde kendi küllerinden doğacaksın. Veya hiç olacaksın; boşvereceksin herşeye, ilgilenmeyeceksin, kendini koyvereceksin, salacaksın, akıntıya bırakacaksın. Hissizleşeceksin.Ya da çekip gideceksin, uzaklara, ait olmadığın yerlere...Başka çaresi yok. Ya dayanacaksın, ya yanacaksın.Sürprizi olmayan bu ülkede insan belki herşeye alışır da, bu kadar bedava ölümlere alışmak mümkün olmuyor. O ölümlere sebep olan kahrolası zihniyete de... Balkonda kuş gibi avlanan çocuklara, mıcırlara cansız düşen bedenlere, depremde çürük binaların molozuna karışan cesetlere, dağlarda bir fidan gibi kırılan askerlere, kamyon altında sonlanan hayatlara, yüzme yarışında ziyan edilen gençlere... Ve bütün bunlara sebep olanlara... Kader diyerek geçiştirenlere... Hiç bir şey olmamış gibi koltuğunda oturmaya devam eden pişkinlere... Hesap vermeyenlere... Hesap sormayanlara... İlgisiz ilgililere... Vicdanı nasırlaşmış yetkililere... Alışmak mümkün değil. Ben alışamıyorum. Yoruluyorum. Öfkeleniyorum. Yorgunluğumla öfkem arasında diyalektik bir bağ var sanki. Biri bitiyor, biri başlıyor. Biribirini tetikliyor. Siz de alışmamalısınız. Yorulmalı ve öfkelenmelisiniz. Kımıldamalı, silkinmeli, ayağa kalkmalısınız. İsyan etmelisiniz.Sizi değersizleştirenlere, kelepirleştirenlere, hayatlarınızı ucuzlatanlara karşı başkaldırmalısınız. Ve onurunuza sahip çıkmalısınız. Çünkü çocuklarınızı, gençlerinizi ellerinizden alıyorlar. Hayatınızı çalıyorlar.Haydi...Bana şerefsiz diyen şerefsiz!!!Yazar ile okur arasında görünmez bir bağ vardır. Bazen yazar okur olur, bazen de okur yazar. Yer değiştirirler. Bu gereklidir de... Bilgi ve fikir alışverişi bakımından. Bu dinamik süreçte yazarın okurunu eleştirdiği pek görülmez, ancak okurlar sık sık yazarları eleştirirler. Akıllı bir yazar olumlu ya da olumsuz bu eleştirilere açık olmalı, birşeyler almalıdır. Ben de her köşe yazarı gibi eleştiri alırım. Ve bu eleştirilere önem veririm. Hatalarımı düzeltirim. Yazdıklarımızla herkesi memnun etmemiz mümkün değil. Zaten etmemeliyiz de... İşte bu memnun olmayan bazı okur müsveddeleri vardır, attıkları mailde, çektikleri faksta küfür ve hakaret ederler. Bunlara cevap vermem. Ancak bu prensibimden siz okurlarımdan özür dileyerek bir kereliğine vazgeçiyorum. Çünkü çok hassas bir konuda yanlış anlaşıldığımı düşünüyorum. Bana hakaret eden o okur gibi aynı milliyetçi duyguları taşıyan belki yüzlerce, binlerce okur da yanlış anlamış olabilir diye düşünüyorum.Geçtiğimiz hafta sonu Diyarbakırspor-Kayserispor maçının kritiğine gelen bir mail şöyle: “Kürtleri savunmak sana mı kalmış lan! Spor gazetesinde siyaset yazma, spor yaz şerefsiz! Yoksa biz sana yazdırmasını biliriz.” İmza: Yok.Bu zavallının karşı çıktığı o yazının giriş kısmı aynen şöyleydi: “Havalimanından Diyarbakır’a adımınızı attığınız anda sokaklarda yoksulluktan dimağı kurumuş yüzlerce, binlerce çocukla karşılaşıyorsunuz. Sadece bu bile Güneydoğu sorununun bir çok bileşkenden oluştuğunu ortaya koymak için yeter sanırım. Ancak ne var ki olayı salt etnik farklılığa ve asayiş sorununa indirgemeye çalışan zihniyet, bunu futbol sahalarına da sokmayı başardı ne yazık ki. Statlarımızda atılan “PKK dışarı” sloganları Diyarbakırlı futbolcuların en büyük rahatsızlıklarından biri. Oysa dün gece sahadaki 18 Diyarbakırsporlu futbolcudan sadece kaleci Murat aslen Diyarbakırlı. Kaldı ki tümü Diyarbakırlı olsa bile bu onların kürt kimliği nedeniyle statlarda terörist yaftasıyla taciz edilmesini gerektirmez.”Bana bu satırları yazdıran etmen ise Diyarbakır tribünlerinden yükselen şu tezahürattı: “Bizi PKK’lı saydınız siz, terörist değiliz taraftarız biz.” Benim o yazıyla vermek istediğim mesaj gayet açık: Spora siyasetin, etnik farklılığın sokulmaması. Son yıllarda özellikle Diyarbakırspor’un maçlarında ırkçı sloganlar atılıyor. Bundan yalnız Diyarbakırsporlu futbolcular değil, Diyarbakır halkı da rahatsız. Ki, yukarıda sözünü ettiğim tezahüratı yaparak bunu açıkça dile getiriyorlar. Avrupa’da değil ırkçı tezahürat, iması bile en ağır şekilde cezalandırılıyor. Aslında bir davul tokmağı atıldı, bir serseri sahaya atladı diye Beşiktaş’a verilen saha kapama cezası, maçın sonlarında yapılan ırkçı tezahürat nedeniyle verilmeliydi. Ama o günlere gelmek için bir kaç fırın ekmek daha yememiz gerekecek.Şimdi derdimi anlatabildim mi, bana şerefsiz diyen, tehdit eden ahmak! Hem ahmak, hem korkak. İsmini veremeyecek kadar korkak...Yazdığının altına imza atamayacak kadar yüreksiz...

14 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Etnik futbol!‘’

Statlarımızda atılan ‘PKK dışarı’ sloganları Diyarbakırlı futbolcuların en büyük rahatsızlıklarından biri. Oysa dün gece sahadaki 18 Diyarbakırsporlu futbolcudan sadece kaleci Murat aslen Diyarbakırlı. Kaldı ki tümü Diyarbakırlı olsa bile bu onların Kürt kimliği nedeniyle statlarda terörist yaftasıyla taciz edilmesini gerektirmez.4 ay sonra taraftarıyla buluşan Diyarbakırspor sanki dolu tribünlere oynamayı unutmuş gibiydi. Boş tribünler önünde ve deplasmanlarda rakiplerine kök söktüren Yeşil Kırmızılı futbolcular Kayseri karşısında 90 dakika boyunca organize olmaktan uzaktı. Bunda seyirci baskısının yanı sıra Kayserisporlu futbolcuların sahanın her yerinde rakibe uyguladığı presin de rolü vardı.Kale önü tehlikelerinin pek fazla yaşanmadığı ilk yarının golsüz sona ermesini Diyarbakırspor defansını maç boyu hallaç pamuğu gibi atan sahanın yıldızı Gökhan Ünal önledi. İkinci yarıda ise ev sahibi ekibin şuursuz atakları Kayseri defansında eridi. Buna bir de Jupi’nin gereksiz yere gördüğü kırmızı kart eklenince Diyarbakırspor için yapacak pek fazla şey kalmadı.Hakem Tolga Özkalfa fazla etki altında kalmadan maç yönetti. Ancak verdiği 4 kritik karar hep ev sahibi aleyhineydi. Bu da tribünlerin galeyana gelmesine sebep oldu. Diyarbakır seyricisi aldığı 3 maç cezayı unutmuş gibi sahaya yine yabancı madde yağdırdı. Her türlü uyarıya rağmen... Ne yazık ki biz böyleyiz. Artık bir değil bir kaç musibet dahi yetmiyor ders almamıza...

11 Eylül 2005, Pazar 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Ben seni nedensiz sevdimAslında “neden”in olduğu yerde sevgi yoktur. Menfaat ilişkisi vardır. Sevgide “neden”, “niçin” sorularının karşılığı hiç bir zaman olmaz. “Çünkü” diye cevap veremezsin, “neden seviyorsun”, “niçin o” sorularına... “Bilmiyorum” dersin, sadece “bilmiyorum”. Gerçekten de bilemezsin. Cevabı olmayan sorular bütünüdür; sevgi, aşk... Koşulsuz bağlanmaktır. Ruhunu, benliğini, bedenini kayıtsız şartsız teslim etmektir. Öncesini, sonrasını, geçmişi, geleceği düşünmeden... Ve nihayetinde bir süreçtir. Başı ve sonu olan... Bazı aşklar vardır; ömrü bir tırtıl kadardır. Başlar ve derhal biter. Bir varmış, bir yokmuş misali... Yaz aşkı gibi, tatil kaçamağı gibi... Ama öyle aşklar da vardır ki, yıllar boyu sürer. Ömür tüketir. Sen bitersin, o bitmez. Seni öylesine sarmalamıştır ki, son nefesini verene kadar gönüllü tutsağısındır onun. Onunla yatarsın, onunla kalkarsın, onunla yaşarsın, onunla ölürsün. Yediğin yemekte, içtiğin suda, soluduğun havada, gördüğün düşte, kurduğun hayalde, döktüğün gözyaşında, titreyen kalbinde, çektiğin acıda, beyninin kıvrımlarında, ruhunun derinliklerinde, kılcal damarlarında, sevincinde, tasanda, hüznünde hep o vardır. Hayatın anlamı, bütünüdür o...İşte taraftarlık da kelimenin tam anlamıyla budur. Kulübün sırtından rant sağlayan holiganlar ve tribün çeteleri değil elbette taraftarlıktan kastım. Gerçek takım taraftarından sözediyorum. Takımlarının gönüldaşlarından... Almadan verenlerden, karşılık beklemeden sevenlerden... Galibiyette içi yaşama sevinciyle dolan, mağlubiyet halinde acı çeken, ama yenilse de, yense de takımlarına tutkuyla bağlı olanlardan... Onlar ki; kah yönetici olurlar transfer yaparlar, kah teknik direktör olurlar taktik verirler, kah futbolcu olurlar gol atarlar, gol tutarlar. Yağmurda, çamurda, karda, kışta, kıyamette asla takımlarını yalnız bırakmazlar. Her maç öncesi tatlı bir heyecan sarar bedenlerini, yürekleri bir kuş gibi pır pır eder. Evde, işte, sokakta, sinemada, duşta, alışverişte; bulundukları heryerde geçmiş ya da gelecek maçı yaşarlar. Bir an bile akıllarından çıkmaz. Sık sık mutlu geleceğin hayallerini kurarlar, şampiyonluklar, kupalar kazandırırlar takımlarına... Biraraya geldiklerinde hayallerini anlatırlar birbirlerine... Gözlerinin içi parlar, anlatırlarken... Kötü bir varsayım dile getirildiğinde ise, içleri ürperir, bedenleri titrer. Tahtaya vururlar; tık, tık, tık... “Allah korusun” derler.Sosyologlar, filozoflar, psikologlar, psikiyatristler, din adamları bu işi çözmek için onyıllardır kafa yorarlar. Gözlem yaparlar, deneye tabi tutarlar, kendilerince bir takım açıklamalar getirirler. Lakin bugüne kadar kesin sonuca varan çıkmamıştır. Çıkmayacaktır da... Tıpkı aşkın kimyasını, mantığını çözen birinin çıkmadığı gibi...Her taraftar için tuttuğu takım bir aşktır. Nedeni, niçini olmayan umarsız bir aşk. Gerçek aşk. Bu öylesine güçlü bir bağdır ki, insan büyük tutkuyla bağlandığı bir başka insanı terkedebilir de, sevdiği takımını terkedemez. O sevgi onunla birlikte mezara kadar gider.Tribünlere huzur getirmenin yolu, bu gerçeği algılamaktan geçiyor. Yani, takımlarına büyük bir aşkla bağlı olan tutkulu taraftar ile kulüp yandaşlığını ranta çevirerek menfaat sağlayan asalakları birbirinden ayırmaktan...Ne kadar özgürlük o kadar başarı...Bir topluma gelişmişlik yolunda ivme kazandırmanın yolu, özgür bireyler yetiştirmekten geçer. Okulda, evde, kulüplerin altyapısında... Her nerede olursa olsun, çocuğu yasaklarla hayata hazırladığın anda, ürkek, korkak, özgüveni eksik, yetenekleri körelmiş, tutucu bireylerin oluşturduğu kapalı bir toplumun temelini atmış olursun. Ve o toplumun demokrasi içinde geleceğe uzanması mümkün değildir. Demokrasi elbette sınırsız özgürlük değildir. Bilakis, başkalarının özgürlüklerini ihlal etmemek için ortaya konan kurallar bütünüdür. Günlük yaşantımızı, çalışma koşullarımızı, eğitimimizi düzene sokan da bu kurallardır. Kural yoksa, demokrasi de yoktur. Ancak ne var ki, barış ve huzur içinde birarada yaşamımızı, çalışmamızı, yetişmemizi sağlayacak bu kuralları koyarken, bazen kantarın topuzunu öylesine kaçırıyoruz ki, otorite adı altında faşizme kayıyoruz. Hemen hemen her Türk, özellikle okul yaşantısında çeşitli faşizan yöntemlerle karşı karşıya kalmıştır. Okullarımızın hala bu konuda oldukça sabıkalı olduğunu söyleyebiliriz. Çalışma hayatımız da farklı değildir. Bilhassa küçük işletmelerde ustalarının burnundan getirdiği çıraklar, kendilerini yeterince geliştiremedikleri gibi, yıllar sonra kendisinin yanında yetişecek olan bir başka çırağa hayata zehir edecek bir yetişkine dönüşüyor. Bu kısırdöngünün en büyük tahribatı da, sıradan faşizmin içselleştirilmesidir. Bütün bunları anlatmamın nedeni ise, Trabzonspor’un altyapı koordinatörü Mustafa Akçay’ın küçük futbolculara koyduğu kurallardır. Bu kuralların büyük bölümüne itirazımız yok. Gerekli de... Ancak şapka, küpe, zincir takılmayacak, düşük bel pantolon giyilmeyecek, uzun saç bırakılmayacak, cep telefonu taşınmayacak, bordo-maviden başka renk t-shirt giyilmeyecek gibi yasaklarla çocukların kişisel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması, tam da yukarıda açmaya çalıştığımız sıradan faşizmin içselleştirilmesinin tipik bir örneği. Merak ediyorum. Sayın Akçay acaba sabahları tesislerin kapısında traş makinesiyle bekleyip, saçı uzun olanların kafasında tren yolu açmayı da düşünüyor mu?Kemaliyelilere selam olsun...Sevgili Kemaliyeli öğrenci okuyucularım... Duydum ki, benim yazılarımı okullarınızda panolara asmışsınız. İlginize, sevginize ne kadar teşekkür etsem azdır. Son iki yılda çeşitli kuruluşlardan sekiz ödül kazandım. Ancak aldığım en büyük, en anlamlı ödül, sizin bu teveccühünüz oldu. Beni Kemaliye’ye davet etmek istemişsiniz. Bunun için mailler atmışsınız. Ama maillerinize cevap alamayınca doğal olarak üzülmüşsünüz. Şunu bilmelisiniz ki, cevaplayamamamın nedeni maillerinizin bana ulaşmaması.Ersin Danacı öğretmeniniz durumdan haberdar edince ben de üzüldüm. Bundan sonra daha sağlıklı ve sık iletişim kurmak dileğiyle... Yüreğiniz aydınlık, yolunuz açık olsun...

07 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Fair Play bir yaşam biçimidir‘’

Sıra İspanya Ligi’ne gelmişti. Atletico Bilbao - Real Sociedad maçının özet görüntüleri verilirken kamera bir kaç kez seyirciye zumlandı. Bir tuhaflık vardı. Alışık olmadığım bir durumdu. “Acaba yanlış mı gördüm” diye düşünerek biraz daha dikkatli baktım. Gördüklerim doğruydu. Bask derbisinde iki takım taraftarları maçı birarada seyrediyordu. Birden içimi tarifi imkansız bir hüzün kapladı. Geçmiş gözümün önünde canlandı. Kendimi biranda anılar labirentinde buldum. Postal ve palet darbeleriyle bölük pörçük olan hatıralarım canlandı gözümde. Zaman tüneline girdim. 70’li, 80’li yıllara gittim. Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı arkadaşlarımla hep birlikte derbi maçlarına gittiğimiz yıllara... İnönü Stadı’nın tribünlerinde birarada maç seyrettiğimiz, kimsenin kimseyi kırmadığı, küfretmediği, birbirimize tatlı şakalarla takıldığımız, maç bitiminde de hep birlikte soluğu Bacanak’ta aldığımız yıllara... Maç keyfini doyasıya yaşadığımız yıllara... Safran kokulu, naif yıllara... İstemsizce gözlerimden bir kaç damla yaş boşaldığı anda spikerin sesiyle kendime geldim. Düşsel yolculuğum sona ermişti. Genç spiker yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle, “Görüntüleri farkettiniz değil mi? İki takım taraftarı biraradaydı sayın seyirciler. İşte Fair Play bu” dedi.Evet, Fair Play tam da oydu. Ama sadece o değildir. Fair Play daha derinlerde bir şeydir. Salt karşılıklı centilmenlik gösterisi değildir. Bir duruştur, bir bakış açısıdır, bir tarzdır, bir dünya görüşüdür, bir düşünce sistematiğidir, bir felsefedir Fair Play. Adalet duygusudur, dürüstlüktür, saygıdır, sevgidir, tevazudur, erdemdir Fair Play... Haktır, hukuktur, kendin olmaktır Fair Play...Asalettir, yüce gönüllülüktür, yardımseverliktir, haddini ve özür dilemesini bilmektir Fair Play...Medeniyete açılan kapıdır, çağcıl olmaktır, bencillikten arınmaktır, başkalarıyla birarada barış ve huzur içinde yaşamaktır Fair Play...Sadece spor karşılaşmalarında değildir Fair Play... Hayatın her alanındadır. Ve bir kurallar manzumesidir.Kırmızı ışıkta geçmemektir, kaldırımları işgal etmemektir, sokağa çöp atmamaktır, yere tükürmemektir, yüksek sesle konuşmamaktır, klakson çalmamaktır, donla denize girmemektir, havaya silah sıkmamaktır, rüşvet alıp vermemektir, devleti soymamaktır, yandaşlarını, eşini-dostunu kayırmamaktır, yolsuzluk-ursuzluk yapmamaktır, görevi suistimal etmemektir, çalışanının hakkını yememektir, ekmek yediği yere ihanet etmemektir, patronunun gözünü oymaya kalkmamaktır, dostunu-arkadaşını satmamaktır, dünyanın kendi çevresinde döndüğünü sanmamaktır Fair Play...Fair Play bir yaşam biçimidir.Fair Play herşeydir.Fair Play hayattır.Bir kum tanesi gibi avucumuzun içinden kayıp giden ve ayaklarımızın dibine dökülen hayat... Ve bir daha asla bize ait olmayan o harikûlade hayat...Yine yeniden Eric Gerets...Yarattığı sinerjiyle Galatasaray yandaşlarını 2000’li yıllara geri götüren Eric Gerets, bu köşeye sık sık konuk olacak gibi... Teknik adamlığıyla değil, adamlığıyla tabii... Aslında bu konuyu geçen hafta yazacaktım, ama yerim kalmadığı için bugüne kaldı. İki hafta önce Gerets’in, basın toplantısında kendisine Almanca soru soran meslektaşımıza, “Burası Türkiye, Türkçe soru sorun, herkes anlasın ne sorduğunuzu” diyerek ders verdiği olayı nakletmiştim. Gerets’in bu kez ders verdiği kesim, Galatasaray taraftarı ve hepimiz...Yer, Ali Sami Yen Stadı... Galatasaray’ın, güzel bir futbolla Malatyaspor’u farklı yendiği maçın sonu. Hakemin bitiş düdüğüyle birlikte tribünlerden “I love you Gerets” tezahüratları yükseliyor. Belçikalı teknik adam seyircinin sevgisine karşılık vermek için yerinden hareketleniyor. Biz o esnada yumruk şov filan bekliyoruz. Fakat Belçikalı teknik adam alışık olmadığımız bir şeyi yapıyor. Yanına yardımcıları Erdal Keser ile Stumpf’u alıyor. Birlikte seyircinin önüne gidiyorlar. Ve Gerets yardımcılarının ellerini tutarak havaya kaldırıyor ve seyirciyi birlikte selamlıyorlar. “Ben” değil, “Biz” mesajını en kestirme bir şekilde veriyor taraftara Belçikalı teknik adam. “Bir başarı varsa, bu sadece bana ait değil, bu bir ekip işidir. Sevgiyi ve alkışı ben ne kadar hakediyorsam, yardımcılarım da o kadar hakediyor” diyor, taraftara...Taraftar bu mesajı derhal alıyor ve ellerini patlatırcasına alkışlıyor Gerets ve yardımcılarını...Ama asıl bu mesajı alması gerekenler acaba alıyor mu? Yendiği zaman ne kadar iyi taktik verdiğini ve futbolcularını nasıl motive ettiğini gerine gerine anlatıp, yenildiğinde ise bütün faturayı oyuncularına kesen çapsız, basiretsiz hocalar... Yani, kendi narsizminde boğulanlar.

31 Ağustos 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Efsanenin sonu mu?‘’

Geçtiğimiz yıllarda Afrika’nın cangıllarından ve orta Avrupa’dan bulup getirdiği futbolcuları vitrine süren ve büyüklere astronomik rakamlarla satarak kasasını dolduran efsane futbol adamı bu sezon aynı maharetini gösterememiş anlaşılan. Dün gece ilk onbirde sahaya çıkan 4 yabancı oyuncu da sıradan bir futbolcu görüntüsü verdi. 18 yaşında olduğu iddia edilen ve Cavcav’ın son keşfi olarak piyasaya sürülmek istenen Isaac’ın acemiliklerine teknik direktör Ziya Doğan bile ancak 45 dakika sabretti. Diğerlerini ise değinmeye bile gerek yok. Ligde henüz golü olmayan Gençlerbirliği’ni kanımca bu sezon zor günler bekliyor. Dün gece Gençlerbirliği’ni net bir skorla yenen Kayserispor ise deyim yerindeyse taş gibi bir takım. Birinci lig tecrübesi olan futbolcuları kadrosuna katarak iyi harmanlayan Ertuğrul Sağlam takımına tempolu bir futbol oynatıyor. Büyük takımlar tarafından bugüne kadar neden farkedilmediğini bir türlü anlayamadığım Fatih Ceylan ile Mehmet Topuz ve dün gece gününde olmasa da yordanov gibi etkili isimlere sahip ev sahibi ekip bu sezon çok can yakacağa benziyor. Kayserispor’da dikkat çeken diğer iki isim ise defansta Azeri Reşat ile geçen sezon sürekli kulübeye mahkum edilen golcü Gökhan’dı.Kayserispor-Gençlerbirliği maçında gözümüze çarpan bir diğer husus ise iki takım futbolcularının ve tribünlerin iyi niyetiydi. Hal böyle olunca da ortaya Avrupa’da gıpta ile izlediğimiz görüntüler çıkıyor. Galiba ülkemizde de bazı şeyler yavaş yavaş değişiyor.

29 Ağustos 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Her şey bir düşle başlarİnsanın yazgısını belirleyen en önemli etmenlerden biri, büyük düşünmesi, hayal kurması, hayallerinin peşinde koşabilmesidir. Yani standardın dışına çıkması, stardartüstü olmasıdır. Tarih boyunca, standartüstü olmayı başaranların birçoğu yaşadıkları çağlarda “hayalperest” diye alaya alındı, bir kısmı lanetlendi, cezalandırıldı, ölüme mahkûm edildi. Oysa, savundukları aykırı fikirlerle kendi yazgılarını belirleyen bu bir avuç azınlık, kurdukları hayalleri gerçeğe dönüştürerek aynı zamanda insanlığın yazgısını da değiştirmeyi başarmışlardır. Yazının bulunmasıyla başlayan uygarlık tarihinin kilometre taşlarını döşeyen bu düşünürler, bilim adamları-kadınlarıdır. Standardın, katı kurallar ile yasak ve günahlardan oluşan o görünmez, kalın duvarlarını yıkarak, özgür dünyanın temellerini atan ölümsüzler... Aristo’dan Galileo’ye, Leonardo da Vinci’den Madam Curie’ye, Edison’dan Einstein’a, Pasteur’den Fleming’e, Voltaire’den Sartr’a kadar yüzlerce dahi, geçmiş yüzyıllarla kıyaslanamayacak kadar değişen, kolaylaşan hayatımıza imza atarak, isimlerini ilelebet insanoğlunun ortak hafızasına kazımışlardır. Bunlara, aralarında Atatürk’ün de olduğu bir kaç büyük devlet ve siyaset adamı da eklenebilir elbette...Gündelik yaşantımızın vazgeçilmez bir parçası olan sporda da durum farklı değildir. Türkiye bugün hala dünya üçüncüsü apoletini omuzunda taşıyorsa, UEFA ve Süper Kupa sahibi bir kulübümüz varsa, Şampiyonlar Ligi finaline evsahipliği yapabiliyorsak, Formula 1 organize edebiliyorsak; bu, büyük düşünen, bir avuç büyük spor adamı sayesinde olmuştur. Futbolumuzu, Avrupa ve Dünya’nın zirvesine çıkaran sürecin baş mimarları hiç kuşkusuz, Mustafa Denizli ile Fatih Terim’dir. Denizli ve Terim, Derwall ile Piontek’ten edindikleri bilgi ve birikimin üstüne katarak kendi ekollerini yaratmış ve ardından kurdukları hayallerin peşinden koşmuşlardır. Statüko bekçilerinin her türlü eleştiri ve saldırısına göğüs gererek inandıkları yolda yürümüş, futbolumuzu 20 yıl önce hayal bile edilemeyecek bir noktaya getirmişlerdir. Onların ki, Türk sporcusunun ufkunu açan, özgüvenini kazandıran, bir düşünce devrimiydi... Bir daha asla geri dönülmeyecek bir devrim...Denizli, Terim, Erdem ve Tahincioğluİstanbul’un 2000 Olimpiyat Oyunları’na adaylığıya başlayan süreçte henüz amacımıza ulaşmış değiliz. Yakın bir zamanda ulaşacak gibi de görünmüyoruz. Ancak bu sürecin bize kazandırdıklarını da kimse inkar edemez. Gerek tesis, gerekse olimpik bilinç olarak... Bunun mimarı da rahmetli Sinan Erdem’dir. Erdem, ölene kadar kurduğu olimpiyat düşünün peşinde koşmuş, fitili ateşlemiştir. Ve bu yoldan geriye dönüş yoktur. İstanbul bir gün mutlaka olimpiyatı düzenleyecek... İşte o zaman, Sinan Erdem’in ülke sporunda açtığı çığır daha iyi anlaşılacak. Türk sporunda büyük düşüncenin son ürünü ise, bir haftadır birlikte yatıp kalktığımız Formula 1 organizasyonudur. Çok değil daha üç yıl önce, bir tanesinin bile herhangi bir etkinlik için ülkemize gelmesi olay olan dünyanın en iyi pilotlarını kanlı canlı izledik. Dünya da bizim yaptığımız organizasyonu, İstanbul’u ve Türkiye’yi... Bu muhteşem fikrin babası ise Otomobil Sporları Federasyonu Başkanı Mümtaz Tahincioğlu’ndan başkası değil. Göreve geldiği andan itibaren Formula 1’i telaffuz etmeye başlayan Tahincioğlu, ilk olarak Dünya Ralli Şampiyonası’nın bir ayağını Türkiye’ye getirerek, ne kadar kararlı olduğunu gösterdi. Ardından Formula 1 için kolları sıvadı. Kurduğu hayalin peşinde yalnız kendi koşmadı. Devleti, yerel yönetimleri, işadamlarını da ikna ederek ortak bir hedef oluşturdu. Ve sonunda başardı. Tıpkı, büyük düşünen diğer büyük adamlar gibi.Ülke sporunun daha nice Terim, Denizli, Erdem ve Tahincioğlu gibi liderlere ihtiyacı var.Potansiyeli olanlara sesleniyorum: Kırın kabuğunuzu, hayal kurun. Kurmaktan utanmayın, söylemekten de, peşinde koşmaktan da... Ve düşlerinizi öldürmeyin.

25 Ağustos 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI