Arama

Popüler aramalar

‘’Buz kestik‘’

Her ne kadar ligdeki konumları ve hedefleri farklı olsa da futbol felsefeleri birbirine benzeyen Ziya Doğan ile Werner Lorant’ın karşı karşıya geldiği bir maçta gol ya da goller beklemek zaten fazla iyimserlik olurdu. Zira, iki teknik adamın oynamayı değil de, oynatmamayı hedefleyen aşırı kontrollü, defansif bir oyun anlayışına sahip olduğu bir gerçek. Dün de, kendi klasiklerini sahaya yansıttılar. Oyunu orta alanda kilitlediler. Koca 90 dakika boyunca yaratılan gol pozisyonları bir elin parmakları kadar bile olmadı. En net pozisyon 54. dakikada yaşandı. İkincisi de 65’te. Hepsi bu...Elbette bunda zeminin buzla kaplı olması, futbolcuların, değil pas yapmak ayakta dahi durmakta zorlanmalarının önemli rolü vardı. Ancak Malatya’da Bilal, Sivas’da Balili gibi sonuca etki edecek kreatif oyuncuların kenarda oturduğunu söylersek, sahadaki görüntünün bir tercih meselesi olduğu daha iyi anlaşılır.Sonuçta adeta gol atmamaya koşullandırılmış futbolculardan oluşan iki takımın mücadalesinde golsüz beraberlik beklenen bir skordu. Fakat bu skor, kümede kalma mücadelesi veren diğer takımların kazandığı bir haftada Malatyaspor için büyük kayıp oldu. Sivas için ise farkeden birşey olmadı. Zaten Lorant da, bunu bildiği için en iyi oyuncusu Andersson’u 80’de oyundan aldı. Son 10 dakikayı forvetsiz oynadı. İstediği bir puandı, onu da aldı.Sahanın en başarılı ismi ise hakem Bülent Yıldırım’dı. Çok kart çıkardı, ancak tümü isabetliydi. Oyunun kontrolünü elinde tuttu, yönetimiyle ilerisi yıllar için ümit verdi. Yardımcıları da ona ayak uydurdu.Dünkü ayazda içimizi ısıtan görüntüler ise Sivas tribünlerindeydi. Bir avuç Sivasspor taraftarı Afrika yellerini andıran danslarıyla İnönü Stadı’na renk kattı. Futbol bu işte: Oyun, temaşa, eğlence, keyif...

23 Ocak 2006, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

memedalibey!.. Eline, beline, diline...Anadolu halklarının, birbirlerinin haklarına saygılı, birarada, barış ve huzur içinde yaşamalarının formülüdür; yüzyılların imbiğinden süzülüp, tarihi yarımadada kök salan bu epik felsefe... Bir başkasının malına, canına, namusuna el atmamak, dil uzatmamaktır, hatta yan gözle dahi bakmamaktır; eline, beline, diline sahip olmak.Kendini bilmektir, kendin olmaktır, ait olduğu toplumun öz değerlerine sahip çıkmaktır; eline, beline, diline sahip olmak.Erdemdir, namustur, haktır, adalettir, öz saygıdır, yüce gönüllülüktür, tevazuudur, insan ve doğa sevgisidir; eline, beline, diline sahip olmak.Tarih boyunca atlattığı bin bir badireye rağmen bu çileli halkı ayakta tutan en önemli düsturdur; eline, beline, diline sahip olmak. İnsanı insan, milleti millet yapan değerler bütünüdür, paylaşmaktır, dayanışmadır, konukseverliktir; eline, beline, diline sahip olmak.Depremde tarumar olan kardeş halkın acısıyla yüreği yanıp, “Ben fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. 2 milyon lira (2 YTL) ekmek paramız vardı. Bunun size 1 milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu 1 milyonla depremdeki çocuklara ekmek alın. Bu para helaldir. Pul parası da vereceğim için paranın hepsini gönderemedim. Özür dilerim” diye mektup yazan ve ekmeğinin yarısını afetzedelere gönderen vicdanlı, onurlu evlatlar yetiştirmektir; eline, beline, diline sahip olmak. Hacı Bektaşi Veli’dir, Mevlana’dır, Yunus Emre’dir, Şeyh Bedrettin’dir, Karacaoğlan’dır, Pir Sultan’dır, Aşık Veysel’dir; eline beline diline sahip olmak. Halkları kaynaştıran, bütünleştiren, iç-dış düşmana karşı aynı cepheye toplayan, omuz omuza savaştıran harçtır, sihirdir, keramettir, iksirdir; eline, beline, diline sahip olmak.Ve bugün dört tarafı sarılmış, kendisini geçmişten bugüne taşıyan bütün değerleri elinden alınmak istenen, her türlü kültürel saldırıya karşı açık düşürülmüş bir toplumun sımsıkı sarılması gereken en önemli silahtır; eline, beline, diline sahip olmak.Galatasaray’a hakaret etmek espri midir?Ama bu savaşı önce kendi içimizde vermeliyiz. Kimlere karşı mı? Başta, modernite adı altında içimizi boşaltmaya, batıya çağ atlatan evrensel değerleri değil de, yoz kültürünü topluma empoze etmeye çalışan popüler figürlere karşı... Ne kendine, ne ait olduğu topluma, ne de o toplumun değerlerine zerre kadar saygısı olmayanlara karşı... Sonra onları baştacı eden koyu cehalete, akılsızlığa, bilinçsizliğe karşı...İşte bu popüler figürlerin önde gelen isimlerinden; televizyonlarda yaptığı suyuna tirit programlarla hemen her akşam evlerimize arz-ı endam eden ve halkımızı eğlendiren (!) memedalibey, (nam-ı diğer, Mehmet Ali Erbil), geçtiğimiz günlerde Sergen’e, “Siz Efes Kupası’nı aldınız, biz de (Fenerbahçe) ligi alırız, Galatasaray ise Babaeski’yi alır!” diye buyurmuş. Aklınca espri yapmış! Futbol yaşamının en zor günlerinde kapağı attığı ve ekmeğini yediği bir camiaya karşı yapılan bu adice saldırı üzerine Sergen de, bir keyiflenmiş, bir keyiflenmiş ki, kahkahayı basıvermiş. Birlikte bir güzel eğlenmişler! Eğlenirken de objektiflere poz vermişler. Sporda dostluğa, barışa, huzura, Fair-Play’e her zaman ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde Galatasaray’a dil uzatan zeka küpü (!) memedalibey, yalnız Sarı-Kırmızılı camiayı değil, Babaeski halkını da yaralıyor. Ve bu, onun ilk vukuatı da değil üstelik. Programından ödül kazanan izleyiciye hakettiği ödülü sırf Galatasaraylı olduğu için vermeyerek açıkça holginazmi ekranlara taşımıştı bir süre önce...Ama bütün bunlar onun umurunda değil. Şımarıklık, küstahlık onun gıdası. Ne de olsa mahallenin delisi! Ne söylese gider! Zaten şöhretini de buna borçlu değil mi? Eline, beline, diline sahip olmamak...Oysa tutkunu olduğu Fenerbahçe’yi anlamlı kılan, ezeli rakibi Galatasaray değil midir? Galatasaray olmasa Fenerbahçe’nin, Fenerbahçe olmasa Galatasaray’ın hiç bir önemi, anlamı olmaz. Türk sporunun bu iki lokomotifi, sadece rakiptir. Düşman yapmak isteyenlere inat rakip olarak kalacaklardır. Onlar, Türkiye’nin boynuna asılı madalyonun iki yüzüdür. Gün gelir biri çevrilir, gün gelir diğeri... Bunu, toplumun gözü önünde olan biri olarak her hareketine, ağzından çıkan her kelimeye dikkat etmesi gerekirken, ısrarla padişah soytarısı gibi davranan memedalibey de anlamak, öğrenmek, kafasına sokmak zorundadır. Bu toplum, köyün delisini her zaman hoşgörür ama öz değerlerine dil uzatanları affetmez. Galatasaray da bu ülkenin öz değerlerinden biridir. Ve memedalibeyin ayağına dolanacaktır. Er ya da geç...memedalibey, memedalibey!.. Güner Ümit’i unutma.

18 Ocak 2006, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Ey Türk Gençliği sakın milli olmayın!Yanlış anlamayın lütfen. Her alanda milli olmak bir vatandaşlık görevidir. Ekonomide, siyasette, sporda, sanatta, bilimde, teknolojide... Milli olun. Aşın kendinizi ve ait olduğunuz coğrafyayı. Ülkenizi gururla temsil edin dünya arenasında. Çalışın, üretin. Ürettiğiniz değerleri başta ülkeniz olmak üzere insanlığın hizmetine sunun. Milli olmak aidiyetimizin omuzlarımıza yüklediği bir sorumluluktur. Dahası, bir borçtur. Ülkemizden aldıklarımıza karşılık ödememiz gereken bir borç... Her Türk sporcusu, altyapıda eğitimine başladığı çağlardan itibaren milli olma hayaliyle yaşar. Bilir, en büyük hazzın ülkesine hizmet olduğunu. Yarışırken, rakibini geçmenin, yenmenin yanısıra Ay-Yıldızlı armayı göğsüne takmanın da savaşını verir. Bu savaşta bazen yenik düşüldüğü de olur. Ancak ders almasını bilenler için her yenilgi, aslında bir yenilenme fırsatı doğurur. Kendini yenileyenler yoluna devam eder, bunu başaramayanlar da tarihin karanlık dehlizlerinde kaybolur. Milli olma serüveninde iş burada bitmez elbette... Ülkesini temsil etme hakkını kazananın sorumluluğu biraz daha artar. Çarpışacağı cephe genişler. Hem içerideki, hem dışarıdaki rakiplerinin yanısıra, bir de karşısına statüko çıkar. Giydiği formayı burnundan fitil fitil getirmek için pusuda beklemektedir, çağdışı zihniyet... Aslında milli sporcunun en büyük rakibi de bu ilkel anlayıştır. Sahayı, salonu rakiplerine dar edebilir ama zaferini kendisine zehir edenlerin-edeceklerin ördüğü kalın duvarlara toslayarak, sere serpe yere uzanıverir. Yedi düvele meydan okur da, muktedirlere gücü yetmez! Çünkü güç de onlardadır, iktidar da... Seslerini duyurmak isteyenlerin attığı çığlık da boşlukta kayboluverir. Çaresiz bir başlarına kalıverirler. Yapayalnız. Tıpkı bugün sistemden tekme yiyeyerek kaderine terkedilen Kırkpınar Başpehlivanı Recep Kara gibi...2004 yılında Kırkpınar’da zirveye çıktıktan sonra performansını artırarak sürdüren ve son Dünya Şampiyonu Aydın Polatçı’yı ekarte ederek milli mayoyu sırtına geçiren 21 yaşındaki Recep Kara, Bulgaristan’ın Varna kentindeki Avrupa Şampiyonası’nda ağır bir sakatlık geçirir. Müsabaka sırasında diz yan bağları kopan talihsiz güreşçi, İstanbul’a dönüşte özel bir hastanede ameliyat edilir. Gelgelelim, Kara’ya sakatlığından daha ağır darbe vuran gelişmeler bundan sonra başlar. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün 13.08.1991 tarih ve 21959 sayılı “Milli Takım Mensupları’nın Sigortalanması” hakındaki yönetmeliğe göre Recep Kara’nın tedavisi devletin güvencesi altındadır. Fakat ne var ki, bu mekanizma talihsiz güreşçinin ameliyatı ve uzun tedavi sürecinde bir türlü işletilmez. Kara’ya yurtdışına gidip tedavi olmasını ve devletin her şeyi karşılayacağını söyleyen yetkililer, özel hastanenin çıkardığı 13 bin YTL tutarındaki faturayı ödemeye yanaşmaz. Yaklaşık 6 ay bekleyen hastane bu kez talihsiz güreşçinin kapısını çalar ve paranın ödenmemesi halinde yasal işlem başlatacağını bildirir. Federasyon ve Genel Müdürlük’te gerekli merciilere başvurusunu yapan Recep Kara’ya verilen cevap ise, Türk sporunun hal-i pür melalini özetler niteliktedir: “Devlet hastanesi yerine özel hastaneye gittiğin için bu parayı ödeyemeyiz. Masraflarını kendin karşıla. Paran yoksa, yeni transfer olduğun kulübün ödesin.” Ve kapılar yüzüne kapanır. O da kendi cebinden paranın büyük bir kısmını öder. Kalanı için ise vade ister. Hastane de ona bu opsiyonu tanır. Hatta bir de güreşçiye acır ve yüzde 20 indirime gider. Kara şanslıymış! Ödeyecek parayı bulmuş. Ya bulamasaydı?.. Kendisine yeni rakipler çıkacaktı, hiç kuşkusuz: İcra memurları. İşte böyle sayın seyirciler...Şimdi gelin de milli olun! Öyle ya... Her şeyin bir bedeli vardır. Milli sporcu olmanın ise bin bir bedeli vardır! Ve size bunu ödetirler. Er ya da geç... Bundan kaçamazsınız...Sarışın, çipil gözlü çocuk...Bir masal prensi gibiydi, 1995 yılının Mayıs’ında Şükrü Saraçoğlu’nun çimlerine düştüğünde... Önünde uzun bir gelecek ve parlak bir kariyer vardı. Türk futbolunun en önemli yıldızlarından biri olabilecek fırsatı eline geçirmişti. Kendine has stili, kıvraklığı, ters çalımları, oyun zekası, aniden çıkardığı sert ve isabetli şutlarıyla taraftarın sevgilisi olmaya adaydı. Lakin buna hazır mıydı? Hazır olmadığının anlaşılması için sezonun başlaması yeterliydi. İlk bir kaç haftalık tutukluğunu çaylaklığına bağlayanlar oldu, nafile bir iyimserlikle... Fakat o bir türlü toparlanamadı. Geldiği kulüpteki performansına bile ulaşamadı. Futbolu hep geri gitti. Zira şöhret ve para başını döndürmüş. Kendisine bir kene fibi yapışan arkadaş çevresi onu sömürmeye ve ait olmadığı bir dünyanın içine çekmeye başlamıştı. Yaşantısı çok bozulmuştu. Giderek bu bozukluk psikolojisine de yansıdı. Hiç bir şeye uyum sağlayamadı. Hırçınlaştı. Önce taraftarıyla olan gönül bağı koptu. Ardından da kulübüyle yolları ayrıldı. Fenerbahçe’nin forması ona çok bol ve ağır gelmişti. Çıktığı Anadolu yolculuğunda da aradığını bulamadı. Bir ara Çin’e kadar uzandı futbol serüveni. Ancak hiç bir yolculuk, hiç bir arayış, sığındığı hiç bir liman onun derdine derman olamadı. Hep kaybetti. Zira o kaybetmeye programlanmıştı, adeta...Ve sonunda bu kayıp yaşama uygun bir finali sahneye koydu. Altın vuruşu yaptı. Kanında esrara rastlanmıştı. Cezası en az iki yıldı. Henüz 30’lu yaşlarındaki bir genç adam için fazlaca trajik bir hayat ve son. Ama ne var ki, o bunu seçti.Altyapılarda büyük futbolcu olmanın hayallerini kuranlar, Tarık Daşgün’ün hayatını iyi okumalı, analiz etmeli ve ders almalı.Çünkü bu dersi, yeryüzünün hiç bir okulunda okutmazlar adama...

11 Ocak 2006, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Çocuktan al dersi!Candan Erçetin’in buğulu sesiyle söylediği içli bir şarkıda şu sözler yer alıyor: Kazanmak neye yarar kaybeden olduğunda... Bundan yıllar önce takım tutmayan bir ahbabımıza sebebini sorduğumda bana şaşkınlık veren bir cevap almıştım: Çünkü kaybedene üzülüyorum. Yalnız spor değil, hayatın da bir yarış olduğu gerçeğini gözönüne alırsak, kazanmak ve kaybetmek bu işin doğasında var. Bir taraf kazanıyorsa, diğer taraf kaybedecek. Biri sevinecek, biri üzülecek. Zaman gelecek kazananla kaybeden yer değiştirecek. Dolayısıyla sevinç ve hüzün de...Yakın tarihimizde yaşanan siyasi ve sosyal çalkantılar nedeniyle sahip olduğu tüm değerleri erozyona uğrayan ülkemizde son yıllarda yükselen trend ise; ne pahasına olursa olsun her maçı kazanmak zorunda olmak. Bu zorunluluğu kim dayatıyorsa!.. Gerçekleşmesi mümkün olmayan böylesi bir hayal, ne yazık ki her sporcunun beynine bir “ideal” olarak nakşediliyor. Tüm amacı üstyapıya sporcu yetiştirmek olan altyapılarda dahi taze dimağlar sadece ve sadece kazanmaya koşullandırılıyor. Çapsız ve eğitimsiz yetiştiriciler tarafından çocuk yaşta zehirlenen sporcu, biraz palazlanıp arenaya çıktığı zaman da bir terminatöre dönüşüyor. Ve kazanmak için de her yolu deniyor. Çünkü bu tuhaf oyunun bir parçası olan seyirci ve medya da buna koşullandırılıyor. Sadece kazananı yüceltiyor, alkışlıyorlar. Kaybedeni yuhalıyor, yerin dibine sokuyorlar. Sanki kaybetmek kabahatmiş gibi! Oysa kazanmanın ne önemi, ne anlamı var, kaybeden olmasaydı? Kazananı yücelten aslında kaybedenin varlığıdır. Ve biz toplum olarak bu bilinçten uzak olduğumuz için sahalarımız, salonlarımız her geçen gün yangın yerine dönüyor. Ne kazanmasını biliyoruz, ne kaybetmesini... Ne de kaybederken, kazanmasını... Ama çok iyi bildiğimiz ve uyguladığımız bir şey var ki, o da; kazanırken kaybettiğimizdir. Başvurduğumuz akıldışı ve gayri sportif yöntemler nedeniyle elde ettiğimiz kazanımların birer “pirus zaferi” olduğunu anlamamız için ise, bir gün rakibimizin de aynı yöntemlerle kazandığını görmek yetiyor çoğunlukla. Bu şekilde kaybetmek başlangıçta acı veriyor hepimize. Lakin sonra alışıyoruz. Zira oyunun kuralı bu. Bugün sen, yarın ben!.. Elde ettiğin başarının ne kadar değersiz olduğunu biliyorsun, ancak bu oyunu sürdürmek hoşuna gidiyor. Saha dışında güçlü olduğun sürece mesele yok. Fakat rakibin senden daha güçlü olduğunda da feveran, kavga, küfür ve anarşi... Kendi cehennemimize kendimiz odun atıyor, körük tutuyoruz. Bu ateşin hepimizi yakacağını bildiğimiz halde... Her geçen gün harını yükselttiğimiz ateşin dumanı öylesine etrafımızı sarmış ki, yanıbaşımızda oluşuveren “Halil İbrahim Çeşmesi”ni göremiyoruz. Bu dağdağanın ortasında içimize huzur verecek, daralan ruhlarımızı ferahlatacak, geleceğimize ışık tutacak enstantane, Bolu’daki bir atletizm yarışında yaşandı ve bizler bunu farketmedik. Atatürk’ü Anma Kros Müsabakaları’nda kıyasıya bir yarışın içine giren iki ilkokul öğrencisi Ertan Altın ile Uğur Akman, son metrelere geldiğinde elele tutuşup birlikte finiş çizgisini geçiyor. DHA’dan Ersin Ercan da denklanşöre basıyor ve bu unutulmaz sahneyi ölümsüzleştiriyor. Gözlerimize adeta mil çekilmiş gibi, bizler bunu görmüyoruz, atlıyoruz. Oysa o resim, “kazanmak için her yol mübahtır” felsefesini yıllardır çocuklarımıza aşılamaya çalıştığımız biz büyüklerin gerçek yenilgisinin resmidir. Bu ilkel anlayışı çöp sepetine atan asaletin ifadesidir o davranış ve o fotoğraf... Suratımıza atılan bir Fair Play tokadıdır, çocukların yaptığı... Bizi silkelemesi, kendimize getirmesi gereken...Çocuk aklının bize vermek istediği ancak hiç bir zaman alamayacağımızı düşündüğüm mesaj ise gayet net ve açık: Kazanmak herşey değildir.Hüzün ve gururBu satırlar biraz kişisel olacak. O nedenle beni mazur görün sevgili okurlar. Ancak hayatın garip cilveleri vardır ya; arka arkaya gelir... Gülerken ağlarsınız, ağlarken gülersiniz. Yeni yıla adım attığımız şu günler işte benim için böyle oldu. Hüznü ve sevinci birarada yaşadım. Önce içim buruldu, ardından gururlandım. Ağladım ve güldüm. Hayatın boynuma taktığı madalyonun iki tarafını da aynı anda gördüm. Yılbaşına girerken, 40 yıllık ömrümün dörtte birini beraber geçirdiğim mesai arkadaşım, sevgili ağabeyim, büyüğüm Zeki Kuban’la yollarımız ayrıldı. Acı tatlı hatıralar gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti. Ne çok alışmışız birbirimize ve ne çok sevmişiz. İnsan bu dünyada her şeye alışabiliyor da, adı ne olursa olsun ayrılığa alışmak çok zor oluyor. Her gün birlikte olduğunuz, birşeyleri paylaştığınız insanın ansızın gidivermesi, bir yanınızın eksilmesine yol açıyor. Hayatınızda yarattığı boşluğun içinde kaybolveriyorsunuz adeta... Lakin, eksik ziyade yolunuza devam etme zorunluluğunuz var. Gidenin de... Sana bundan sonraki yaşamında sağlık ve huzur diliyorum Zeki Abi.Fanatik Basket Gazetesi’nin her ay düzenlediği “Ayın Basketbol Yıldızları” ödül töreni 2006’nın ilk günlerinde yapıldı. Törende engelliler sporuna yaptığı katkı nedeniyle sevgili kardeşim, yardımcım Sedat Hardal’a da bir plaket verildi. Plaketi sunmak onuru ise, İsmet Badem ile Ümit Avcı’nın yaptığı bir jestle bana verildi. Bugüne kadar birine verdiğim ilk ödüldü bu. Benim için tarifsiz bir duyguydu. Kendi yetiştirdiğim insanın ödül alması ve ona bunu benim vermem... Hani derler ya; anlatılmaz, yaşanır. Çok gururlandım. Hayatımda aldığım en anlamlı ödül buydu. Yolun açık olsun Sedat kardeşim...

05 Ocak 2006, Perşembe 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Okan Koç! Tarık'ı unutma!‘’

İnsanı hem aciz kılan, hem de içinde taşıdığı umudun sürekli canlı kalmasını sağlayan, kendi yazgısını mutlak surette kontrol altına alamayışıdır. Ne var ki, insan iç ve dış dinanmiklerin birlikte belirlediği yazgısını kontrol altına alamayabilir ama yaşamının belli dönemlerinde yaptığı hamleler, verdiği kararlarla değiştirebilir. Kendi hayatının efendisi olarak. Ancak bu o kadar kolay değildir, elbette. Akıl, zeka, bilgi, öngörü, vizyon gerekir, insanın kendi hayatına sahip olabilmesi için. Bizim gibi geleneksel değerlerin hakim olduğu kaderci toplumlarda yetişen bireyler için ise durum daha da karmaşıktır. Akıl ve bilimden çok geleneklerin, hurafelerin, törelerin hüküm sürdüğü toplumlarda insanın çevresine örülen kalın duvarları ve kendini aşması pek mümkün değildir. Yeterli eğitimle donatılamadığı, donatılsa bile sahip olduğu bilgiyi doğru kullanamadığı için... Meslekleri ile eğitimlerini birlikte yürütme imkanı olmayan futbolcular, bu konuda en talihsiz kesimdir. Bunun üstüne bir de insani altyapı eksikliğini eklerseniz, bir futbolcunun bırakın kendi hayatının efendisi olabilmesini, başkalarının kölesi olması kaçınılmazdır. Futbolcuyu adeta kapatarak kendi oyuncağı haline getiren bu başkaları, kah menacer, kah antrenör, kah yönetici, kah eş - dost - arkadaş - ahbap kimliğinde karşımıza çıkmaktadır. Futbol dünyamızdaki sömürü mekanizması yıllardır bu şekilde işlemekte, yüzlerce yıldız futbolcu adayı da bu mekanizmanın çarkları arasında unufak olmaktadır. Bu futbolcuların son örneği Beşiktaş’tan Galatasaray’a geçen Okan Koç’tur. Ancak o, diğerlerine nazaran biraz daha şanslıdır. Zira ikinci hayatı yaşayabileceği bir ortama kapağı atmış durumdadır. İtiraf etmeliyim ki, Okan Koç, Okan Buruk’tan sonra beni heyecanlandıran ikinci futbolcudur. Ne yazık ki, yukarıda saydığım nedenler, kendi hataları, yanlış yönlendirmeler sonucu, bugün dünya çapında bir yıldız olabilecekken, boşa geçen yıllarını telafi edebilmek için Florya’da yeniden doğmaya hazırlanıyor. Verdiği demeçler yaşadıklardından ders aldığı yolunda. Umarım öyledir. Zira Galatasaray onun son şansıdır. Bu şansı değerlendiremediği takdirde, bir zamanlar İstanbul’u ayağa kaldıran Tarık Daşgün’ün kaderi onu bekliyor. Tarık gibi ansızın kayıverip boşlukta kaybolan bir yıldız olmak mı, yoksa Türk futboluna adını altın harflerle yazdıran bir fenomen olmak mı? Karar kendisinin... İşe bir devrim yaparak kendi hayatına sahip çıkarak başlarsa, yolu zaten yarılamış olacaktır. Aksi takdirde...

31 Aralık 2005, Cumartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Kaleci ile golcünün kesişen kaderleriOysa Şükrü Saraçoğlu’nun yeşil çimlerine yazılan bu trajedide hayata dair herşeyi bulabilmek mümkün. Bir yanda, aylardır sabırsızlıkla doğumunu beklediği bebeğine tam kavuştuğunu düşünürken, ölüm haberini alan ve buna rağmen takımıyla maça çıkan bir kaleci, diğer yanda ise uzun yıllar forma hasretiyle yanıp tutuşan genç bir golcü... Aslında galibi baştan belli olan bir randevu... Hayat birine en acımasız yüzlerinden birini gösterirken, diğerini sonsuz nimetlerinden biriyle ödüllendiriyor. Birine bu dünyada bir insanın yaşayabileceği en büyük acılardan birini tattırırken, diğerine yıllarca sabırla beklemenin karşılığını fazlasıyla sunuyor. Ama birinden alıp, diğerine vererek...Saraçoğlu’nun çimleri, aynı anda hem Semih’in alınteriyle, hem de Süleymanou’nun gözyaşlarıyla sulanabiliyor. İkisi birlikte bir iksir oluşturuyor, oynanan oyuna ruh katıyor. Hayatın futbol topuna düşen izdüşümü sanki, sahnelenen bu trajik oyun... Bizler ise sonradan öğreniyoruz, sahne arkasını... Kendimizi kazanan tarafın büyüsüne öylesine kaptırmışız ki, bir-iki yazarın dışında kayıtsız kalabiliyoruz yaşanan drama... Öyle ya!.. Nasıl olsa bu dram, bizim dramımız değil. Ama bize uzak da değil ki!.. Bir gün bizim de kapımızı çalacak. Biz de kaybedeceğiz. Biz kaybederken, belki birileri kazanacak. Bizim kayıplarımızın, acılarımızın üzerine basarak...İstese de, istemese de...Süleymanou’ya ve Denizlispor camiasına başsağlığı, rakibinin acısına kayıtsız kalmayan Semih’e meslek hayatında daha nice başarılar dilerken, sözü burada yazarlık yeteneğinin benden daha iyi olduğuna, ancak benim kadar şanslı olmadığına inandığım sevgili kardeşim Yusuf Turhan’a bırakıyorum. Dünyanın iki ayrı coğrafyasından çıkarak kaderleri Kadıköy’de çakışan bu iki adamın hikayesini bir de onun içli ve dokunaklı satırlarından sizlere sunmak istiyorum. 2006 yılının tüm insanlığa barış ve huzur getirmesi dileğiyle...Zafer ve gözyaşıO günü sabırsızlıkla ve büyük bir özlemle bekliyordu. Güneşin acımasızca yakıp kavurduğu kuru bir yaprak tanesinin, gökyüzünden yağmur damlasını beklediği gibi... Uzun zaman sonra ilk kez fırsat bulduğu formasını kendi evinde, taraftarının önünde sırtına geçirecek ve yeniden doğuşunu ilan edecekti.Ama aylardır kendisininkine benzer bir bekleyişin içinde olan rakibi onun kadar şanslı değildi. Birlikte nice güzel yılların hayalini kurduğu, biricik kızını henüz daha bir kaç günlükken kaybetmiş, daha adını bile koyamadığı, sarılıp öpemediği taze fidanının acısını yüreğine gömmüştü. Haber kendisine maçtan bir gün önce gelmişti. Bu tarifsiz ıstırabını takım arkadaşlarıyla bile paylaşamadan, iki direğin arasına bırakıvermişti yorgun bedenini...Hayat buydu işte...Forma hasretiyle yanıp tutuşan rakibi de, yıllardır içini yakan acısını bu maçta dindirmek için çıkmıştı sahaya... Acıların çarpışmasıydı sanki, sahadaki oyun... Umutlarını, düşlerini binlerce kilometre uzaktaki vatanı Afrika’da bırakarak sızısını dindirmek için o naif gövdesini kalesine siper eden yaralı yürek, tutamadığı ya da ellerinden kayıp giden her meşin yuvarlakta rakibinin acılarına son veriyor; gole ve başarıya susamış kara sevdalı genç adamın hayalini gerçeğe dönüştürüyordu. Yediği her gol sonrası biricik yavrusu için döktüğü gözyaşlarıyla bir başka kaybeden olan rakibinin yarasına adeta merhem oluyordu. Ne acımasız bir oyun bu böyle! Bilerek veya bilmeyerek başkalarının acısının üzerine basıp yükselmek, sevincini ve zaferini onların gözyaşlarıyla beslemek...Bazıları çektileri acılarını yüreklerine gömerek hayata tutunmaya çalışırken, örümcek ağına düşen bir kelebeğin çırpınışı gibi direnirken, bazıları da zafer ve gururlarını onların ıstıraplarının üzerine bina etmiyor mu?Oyunun kuralı bu olsa gerek... Hangi zaferin, hangi dirilişin, hangi doğumun, hangi ayağa kalkmanın hamurunda acı ve gözyaşı yok ki...Ne var ki anlaşma böyle... Kural koyucu hayatın kurallarını koyu ve net çizgilerle belirlemiş: Biri gülecek, biri ağlayacak, biri sevinecek, biri üzülecek, biri doğacak, biri ölecek... Çok acımasız ve yakıcı...Ve kahredici...

28 Aralık 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Başka bir çocuk yapın benden size hayır yokAklınıza geldikçe içiniz ürperir, tüyleriniz diken diken olur. Tarifi imkansız bir hüznün sarmalında bulursunuz kendinizi. Sanki Shakespeare’in bütün trajedileri toplanmış, o bir kaç kelimeye sığmış gibidir. Bir yerlerde, birilerinin çektiği acının yüreğinizin taa en derinliklerine kadar değdiğini hissedersiniz. Kasılırsınız. Boş bakışlarla belli belirsiz oraya buraya bakarsınız. Gözlerinizi ufka dikersiniz. Göğsünüzde bir şeyler düğüm olur. Yutkunmak istersiniz, yutkunamazsınız. Bir an varlığınızı, hayatınızı sorgulama gereği duyarsınız. Her şeyin ne kadar boş ve anlamsız olduğu kanısına kapılırsınız. Tersyüz olursunuz. Öyle ki, belki de hiç bir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktır. İşte bu yazının başlığına çıktığım ifadeler, bir kaç gündür bende böylesine derin bir etki yarattı. Allak bullak oldum. Kırk yıllık ömrümde beni bu kadar sarsan bir söz daha duymadım.Bu kahredici sözler, bundan yaklaşık iki hafta önce sonsuzluğa kanat çırpan 16 yaşındaki Deniz Bayındır’a ait. CHP Milletvekili Hüseyin Bayındır’ın tek çocuğu olan Deniz’in hikayesini gazetelerden, televizyonlardan duymuşsunuzdur. Beynindeki tümör nedeniyle iki kez ameliyat olan, fayda etmeyince İsrail’e giderek kök hücre nakli yaptıran, ancak buna rağmen hayata tutunamayan talihsiz Deniz, ilk ameliyatından önce bu dünyada kendisine kısacık bir rol biçildiğini hisseder ve annesine şöyle der: “Başka bir çocuk yapın, benden size hayır yok.”Galatasaray yenildi Denizim de öyle...Bu sözleri Sabah Gazetesi’nde çıkan Eylem Bilgiç imzalı röportajda okuduğum günden beri, bir insanın hiç bir zaman alt edemeyeceği ölüme karşı nasıl bu kadar metanetli olabileceğini, dik durabileceğini kavramaya çalışıyorum. Nasıl bu kadar asalet sahibi olabileceğini de tabii... Yenildiğini anladığı anda bile geride bıraktıklarının mutluluğunu düşünecek kadar eşine az rastlanır bir asalet... Ve bu trajedide sporun bir başka yüzüne daha tanık oluyorum; biricik evlatlarının kum tanesi gibi avuçlarının içinden kayıp gitmesini önlemeye çalışan çaresiz anne-babanın, futbol sevgisiyle, renk aşkıyla çocuklarını hayata bağlama çabasına... Tıbbın bütün imkanlarının denendiği ama fayda etmediği umarsız bir hastalığı oğlunun Galatasaray sevgisi ile yenmek isteyen baba Hüseyin Bayındır bakın neler yapmış: “Yoğun bakımda yatıyordu. Galatasaray-Fenerbahçe maçı vardı. Ben de Galatasaray yenerse, Denizim de yener, gözlerini açar diye inandım. Oynanırken, onun kulağına maçı dakika dakika fısıldadım. Ama maalesef Galatasaray yenildi. Deniz de son raundda yenildi.”İşte böyle efendiler... Futbol sadece sizin bildiğiniz ve bizlere empoze ettiğiniz gibi bir oyun değildir. Futbolun bin bir çeşit yüzü vardır. Tıpkı hayatın olduğu gibi...Sizler bu naif oyunu ranta çevirirken, iktidarınızı onun üzerine kurarken, tepemizde tepişirken, birbirinizin boğazını sıkarken, birbirlerini kessinler diye holiganlar, çeteler beslerken, tribünleri yangın yerine çevirirken, toplumu kamplara bölerken, televizyon ekranlarını, gazete sütunlarını kirletirken; renk aşkı, Denizler için hayat iksiri, biçare anne-babalar için umut oluyor. Çünkü onların sevgisi, gerçek sevgidir. Katıksızdır, saftır, karşılıksızdır. Ve o kadar güçlüdür ki, ihtiyaç duyulduğu anda damarlarda kan, bedenlerde can olur. Ve sizin kudretiniz o aşkı yüreklerden söküp atmaya yetmez. Cansız bedende kefen, tabutta örtü olur, yine de size yenilmez...

21 Aralık 2005, Çarşamba 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Terim aşkına!‘’

Ziya Doğan, maçı kazanacak bir hamleyle ikinci yarıya başladı. Toth’un yerine Taner’i sahaya süren ve çift forvete dönen Ziya Hoca bunun karşılığını almakta gecikmedi. İlk yarıda defansın arasına sıkışıp kalan Okan, kendine boş alanlar buldu. Bilal’in organizatörlüğünde gelişen Malatya ataklarında Gaziantep defansı zor anlar yaşamaya başlamıştı ki, Okan’la aradığı golü buldu. Ardından yine Bilal’in nefis ara pasında Okan kendine yakışanı yaptı ve maçı kopardı. Bu maç gösterdi ki, bu tip oyuncular kolay kolay vazgeçilecek futbolcular değil. Sahadaki varlığı bile iki gol çıkarıyor. Atılan her iki golde de Bilal’in payı büyüktü. Sahanın en iyisi olarak dikkat çeken Bilal, yeniden yapılanmaya gideceğini ve geleceğin Milli Takımı’nı kuracağını açıklayan Fatih Terim’e de böylelikle göz kırpmış oldu. Öyle tahmin ediyorum ki, Fatih Hoca da bu mesajı almıştır. Lazarov’un yokluğunda Gaziantep pençesi sökülmüş aslan gibiydi. Güneydoğu temsilcisi, El Taib’in geliştirdiği ataklarda bitirici bölgede etkisiz kaldı. Defansı geçtiği anda da kaleci Fevzi’ye takıldılar. Öyle görünüyor ki, Fevzi fırtınalı geçen yıllardan sonra futbol hayatının en olgun dönemini yaşıyor. Kaçan penaltıda ise ilahi adalet tecelli etti. Çünkü Okan yerde yatarken El Taib topu dışarı atmadığı gibi ısrarla pozisyonu zorladı. Sonunda da penaltıyı yarattı. Kendi kullandı. Ve topu dışarı attı. Zaten haketmemişti ki...

18 Aralık 2005, Pazar 03:30
YAZININ DEVAMI