Arama

Popüler aramalar

‘’Herkesin oyunu kendine...‘’

Futbol müsabakalarında tribünleri dolduranların ne sahada oynanan oyunla, ne de takımlarıyla pek fazla ilgisi bulunmuyor. Onlar, çoğunlukla kendi oyunlarını oynamaya geliyorlar statlara. Oynayacak oyunu olmayanlar da gelmiyor. Tıpkı, dünkü Kayseri-Konya maçında olduğu gibi.Kayserispor geçen hafta sahasında Samsun’a 6, hafta içinde de kupa maçında deplasmanda Trabzon’a 3 gol atmış, ligin en iyi futbol oynayan ve en fazla gol atan takımlarından biri. Üstelik tarihinde hiç olmadığı kadar zirveye asılmış durumda. Ancak ne var ki, tribünler boş. Gelenler de tiyatro izler gibi maç seyrediyor. Birkaç çoluk çocuk dışında ne bir heyecan var, ne de coşku. Lokum gibi deplasman yani!Bu minval üzere başlayan karşılaşmanın ilk yarısında zaman zaman yükselen bir tempo ve karşılıklı ataklar vardı. Rakibine oranla biraz daha etkili gözüken Konyaspor’un Kamerunlu oyuncusu Bebbe, yakaladığı net pozisyonları değerlendiremeyince ilk 45 dakikada denge bozulmadı.İkinci yarıda ise üstünlük Kayserispor’a geçti. Bunda sahanın yıldızı kaptan Bülent Bölükbaşı’nın inanılmaz hırsı ve mücadele gücünün payı büyüktü. Arkadaşları da kendisine ayak uydurunca Kayseri’nin geliyorum diyen golü, sezonun flaş ismi Gökhan’ın şık vuruşuyla geldi. Sonrası ise bildik görüntüler. Bastıran Konyaspor, kapanan Kayserispor, ceza alanı içi karambolleri, vakit geçirmek için yerde yatıp sedyeyle çıktıktan sonra sedyeden ok gibi fırlayıp oyuna giren oyuncular, yorgunluk, itiş-kakış, acemice pas yanlışları, kontrolü elinden kaçıran hakem... Ne de olsa, o da kendi oyununu oynuyor. Tıpkı diğer meslektaşları, kulüp yöneticileri, federasyon, kurullar, murullar gibi...

31 Ekim 2005, Pazartesi 03:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Florya’da bir kardelen: ÖzgürcanGünler başdöndürücü bir hızla ilerliyor. Yıllar göz açıp kapayana kadar geçiyor. Ömrümüz durmaksızın aşağıya akan bir kum saati gibi süratle tükeniyor. Mamafih, her yeni doğan gün, dünü aratıyor. Geçip giden günlerle birlikte sahip olduğumuz evrensel değerler de, bir kuş misali avucumuzun içinden uçuyor, gökyüzünün sonsuz maviliğinde gözden kayboluyor. Bir daha geri gelmemecesine... Siyasette, ekonomide, sanatta, sporda... Yani gündelik yaşamda... Ama ille de sporda... Kabalık, hoyratlık, üçkağıtçılık, yalan, riya hayatlarımızı öylesine teslim almış ki, fırtınaya yakalanan dümeni kırılmış bir yelkenli gibi dalgalı denizin ortasında bir oraya bir buraya savruluyoruz. Bata çıka bir meçhule doğru ilerliyoruz. Alacakaranlığın içinde kaybolmuş ömrümüze doğacak güneşlerin hayaliyle, tükenmeye yüztutan umutlarımızı yeşertmeye çalışıyoruz. Lakin, fırtınalar, kasırgalar, boralar, tayfunlar hiç bitmiyor. Biri biterken, biri başlıyor. Sanki sonsuza kadar sürecek bir kara kışın bağrındaymışız gibi...Gibi ama, bazen kara kışı bitirecek baharı müjdeleyen kardelen çiçekleri de dağlarda ışkın vermiyor değil hani... Bizleri o koyu karanlığın içinden çıkaracak... Güneşli günlere, aydınlık yarınlara taşıyacak... Tıpkı Galatasaray’ın da yarınlarının teminatı Özgürcan Özcan gibi...Pırıl pırıl bir jenerasyonun en ışıltılı yüzü Özgürcan Özcan, zehir soluyan, zehir kusan büyüklerinin miras bırakmak istediği zehirli bir geleceğin panzehiri olarak ortaya çıktı. Elle-faulle atılan gollerin, “profesyonellik” olarak yutturulmaya çalışıldığı, haramı helal kılarak taze dimağların iğdiş edildiği bir futbol ortamına bir rahmet gibi yağdı. Kendisine bir değer gibi sunulan yoz kültürü elinin tersiyle itti. İçinden gelen sesi dinledi. Bin yıllık bir medeniyeti bugünlere taşıyan öz değerlerine sahip çıktı. Çıkmakla kalmadı, kendi neslinin rehberi, ışığı oldu. Tonlarca çığın altında can çekişen Türk futbolunun kardelenidir Özgürcan Özcan. Üstelik dağlarda değil, kentin göbeğinde boy veren narin bir çiçektir. Koparılmaması, sıkı sıkı korunması, gözümüz gibi bakılması gereken...Ani bir refleks sonucu elinle attığın golü hakeme iptal ettirdin, böylelikle bizleri de çok mutlu ettin, gururlandırdın. Daralan ruhlarımızı farahlattın.Aşkolsun sana çocuk, aşkolsun...Ve yolun açık olsun...Galatasaray’ı asıl bekleyen tehlike...Bana yakın oturan üç tane erkek yeğenim var. Biraz benden, ama çoğunlukla da Galatasaray’ın UEFA Kupası’na uzandığı süreçten etkilenerek sıkı birer Galatasaraylı oldular. Ancak ne var ki, geçtiğimiz günlerde evimizi ziyarete geldiklerinde ilkokul 2’ye giden 8 yaşındaki en küçük yeğenim Ahmet’in Galatasaray’ı bırakıp Fenerbahçeli olduğunu büyük üzüntüyle öğrendim. Oysa Galatasaray’ın görkemli yıllarında yaşının küçük olması itibariyle kazanılan başarıları algılayamayacağı için en fazla onda zorlanmış, ancak forma vb. küçük rüşvetlerle (!) onu Galatasaraylı yapmayı başarmıştım. Kendisine neden takım değiştirdiğini sorduğumda aldığım cevap son derece ilginç ve bugünkü Galatasaray Yönetimi’nin kulağına küpe olacak cinstendi: “Sınıfta bütün çocuklar Fenerli ve ben Galatasaraylı olduğum için benimle oynamıyorlar, aralarına almıyorlar. Ben de yalnız kalmamak için Fenerli oldum!” Bundan 6-7 yıl önceki süreç, bugün tersine dönmüş durumda. Şimdiki yönetimin asıl en büyük tahribatı bu olacak gibi gözüküyor: Yeni nesli Fenerbahçe’ye kaptırmak... Yani geleceği kaptırmak...Miras hızla tüketildi. Zarar oldukça büyük ve telafisi çok zor gibi...Bir nesli kaybetmek, yarınları kaybetmektir.Öyle değil mi, Sayın Canaydın?!!

26 Ekim 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Arka Bahçe‘’

Yara!!!O zamanlar bir futbol semti olan Rami’nin terkedilmiş kışlasının içindeki toprak sahaya adım attığımda, bir futbolcu adayı değil, okul harçlığını çıkarmaya çalışan küçük bir su satıcısıydım. Saha kenarında benim gibi ekmeğini sudan çıkarmaya çalışan onlarca yoksul çocukla birlikte devre arasının olmasını sabırsızlıkla beklerdik. Hakemin düdüğüyle birlikte sahaya dalar ve birbirimizle amansız bir yarışa girerek futbolcuların önüne seğirtirdik: Abi benden al, abi benden al!.. Şanslı olanlar futbolcu abilerin ellerine su döker, yüzlerini yıkamalarını ve serinlemelerini sağlardı. Ardından da maçın sonunu beklerdi, sattığı suyun parasını almak için... İyi abiler eksik ziyade parayı verirdi. Ama çoğu, ‘s..... lan’ çekerdi. Bazen hızını alamayan olur, bir tekme de bizlere atardı. Futbol topu misali!İlk işe çıktığım gün o meşum ifadeyi duymuştum, takımın en iyi futbolcusu olan o abiden... O gün, ekmek kavgamda ilk yaralandığım gündü. Sonra defalarca s..... çekildi bana, hem o futbolcu abiler, hem onlar gibiler, hem de hayat tarafından... Ve ben her seferinde yaralandım. Bir yaram kapanmadan, bir diğeri açıldı. Futbol sahasında yaşadığım bu travma, yaraladığı kadar, nasıl olmamam gerektiği konusunda beni eğitmişti, aynı zamanda... Adil olmayı, başkalarının hakkını yememeyi öğrenmiştim, hakkım yenilerek ve gururum incinerek... Bugün ne zaman haksızlığa uğramış bir insan görsem, o eski yaram bir inceden sızlayıverir. O mağdur kişinin hüzünlü yüzünde kendi mahzun çocukluğumu görürüm. Adaletin her geçen gün hayatımızın içinden çekilmesi, sayıları gün be gün artan zalimlerin pervasızlığı, toplumda mağdur insan sayısını o kadar arttırdı ki... Ruhlarımız açılan yeni ve sızlayan eski yaralarla lime lime oldu. Yaralı toplumun yaralı bireyleri olduk.Hakan Şükür’e saldırmanın dayanılmaz hafifliği...Bugün yaralarımı sızlatan mağdur kişi ise, beni hayatın acımasız yüzüyle tanıştıran o futbolcuyla aynı mesleği yapıyor. Üstelik mesleğinin zirvesinde olan bir isim o... Bu ülkede yapılmayanları yapan, ilkleri gerçekleştiren, kırılmadık rekor bırakmayan, Edirne’yi geçmemizde başrolü oynayan, dünyanın her yerinde tanınan, bilinen, takdir gören Türk futbolunun gerçek bir fenomeni... Hakan Şükür.Onun Türk futboluna katkısını bu köşeye sığdırmanın imkanı yok. Koca bir ülke, onun ve arkadaşlarının Avrupa’yı silkelediği dönemde sokaklara döküldü. Onlarla gururlandık, onlarla onurlandık. Hakan Şükür’ün, ülkesine kattığı futbol değerlerinin yanına bugüne kadar hiç bir futbolcu yaklaşamadı, uzun yıllar da yaklaşacak gibi görünmüyor. Ancak ne var ki, böylesine görkemli bir kariyere sahip olmasına karşın, ne İsa’ya yaranabiliyor, ne de Musa’ya... Başka bir ülkede olsa baştacı edilecek olan Şükür, kendi ülkesinde yerden yere vuruluyor. Yaptığı en küçük hata, onu yıpratmak için misliyle geri dönüyor. Onun varlığına tahammül bile edilemiyor. Kimi dini inancı, kimi, kişiliği, kimi ait olduğu renkleri, kimi de kıskançlığı nedeniyle onu hedef alıyor. Bu ülkeye verdiklerinin, aldıklarından bir kaç misli fazla olması kimsenin umurunda bile olmuyor. Onun harcadığı emeğe, akıttığı tere göz göre göre saygısızlık yapılıyor, haksızlığa, hakarete uğruyor. Üstelik bırakın ülkesini, kendine bile faydası olmayan bir güruh tarafından... Son olarak, cezası nedeniyle milli takıma alınmayan Hakan Şükür’ün yerine forma şansı bulan Halil Altıntop’un, Almanya karşısındaki başarılı futbolu üzerine, ulemanın biri şöyle buyurmuş: Halil, Hakan’ı bitirdi! Hangi lobinin gücüyle elde ettiği belli olmayan köşesinde, zaman zaman futbola bulaşan ve kendini Fenerbahçe’nin haklarını savunmakla yükümlü gören bu kerameti kendinden menkul yazar, aklı sıra iki futbolcuyu karşıya getirerek hem Hakan’ı, hem de Galatasaray’ı yıpratacak. Bu kişinin, kişi olarak hiç bir değeri, anlamı yok benim için. Ama o, bu ülkede köşe başlarını tutan bir zihniyetin temsilcisi. Her daim haktan, hukuktan, adaletten bahsedip de, en büyük haksızlıkları, ihtirasları ve çıkarları uğruna kendileri yapan, halkı, halka malolmuş insanları aşağılayan çarpık bir zihniyetin... Kendilerini Fransız entelijansiyasının Türkiye’deki muadili olarak gören ve sırf bu nedenle halkın içinden çıkan Hakan Şükür’ü bitirmeye çalışırken, aslında kendi kendilerini bitirdiklerinin dahi farkında olmayan zavallı bir zihniyetin...Bunların Hakan Şükür vb. yaptığı haksızlıklar beni daima yaralar. Ama ben yaralı halimle bile bunların karşısında dimdik durmayı öğrenmişimdir hayattan... Ve dururum da...Hakan Şükür de durmalı...

12 Ekim 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Bütün mesele insan oldum diyebilmekte‘’

Aklımızı hırsımızın önüne geçirebilmek... Kendimize reva görmediğimizi başkalarına da görmemek... Hak ararken, diğerlerinin haklarını gaspetmemek... Narsizmimizin doruklarından inebilmek... Hatalarımızla yüzleşebilmek... Eğer kolay olsaydı, birbirimizin gözünü bu kadar oyar mıydık? Birbirimizi gömmek için tırnaklarımızla böylesine derin çukurlar kazar mıydık? Sevgisizliği ilke haline getirir miydik? Haset ve kıskançlık, ölümcül bir virüs gibi içimizi çürütür müydü? Bütün camialar cadı kazanı gibi kaynar mıydı? Türk sporu bu kadar tepetaklak olur muydu? Son bir ay içinde halterde, basketbolda, güreşte, voleybolda yaşanan başarısızlıkların, skandalların arkasında yatan asıl nedenleri incelediğimizde, karşımıza çıkacak manzara sizce de belli değil mi? Sistemsizliğin ve çapsız yöneticilerin yanısıra, hiç bir camiada bir ekip ruhu yaratılamaması, birbirine düşman bireylerin, kendi kişisel çıkarlarını ait oldukları camianın çıkarlarının üzerinde görmesi, ilişkilerin yalan ve riya üzerine kurulması, asıl neden değil midir? Gerçek ortada değil mi? Birbirimizi neden kandırıyoruz? İtiraf etmekten neden korkuyoruz? Aslolan; insan kalitesinin, belki de tarihimiz boyunca hiç olmadığı kadar düşmüş olmasıdır. Aslolan; insan oldum diyebilmekte, hiç zorlanmadığımız kadar zorlanmamızdır.Aslolan; günlük yaşamımızda maskelerle dolaşarak, iyi huylu, temiz insanı oynarken, aynanın karşısına geçtiğimizde, başımızı kaldırıp bakmaktan ürkecek kadar başka bir yaratığa dönüşmemizdir.Aslolan; yüzyıllardır bizi ayakta tutan değerlerimizden giderek uzaklaşmamız, her geçen gün biraz daha bencil, biraz daha hasis, biraz daha kibirli, biraz daha hoşgörüsüz, biraz daha sevgisiz-saygısız olmamızdır.Küçük bir iğne darbesiyle bu kadar cerahatın, pisliğin ortaya saçılmasının başka bir izahı var mı? Yıllardır kapanmayan bu yaralara şimdi kim apse yaptırdı? Israrla gerçeklere sırtımızı dönerek, biriken çöpü halının altına süpürerek, eyyam yaparak, doğru teşhis koymayarak, sorumluluktan kaçarak, kamplara bölünerek, cepheleşerek, belden aşağı vurarak Türk sporunu yoğun bakıma soktuk. Musalla taşına koymamıza ramak kaldı. Hepimiz suçluyuz. Ama az, ama çok... Bu oyunda kimse siyah ya da beyaz değil. Herkes gri. Kiminin tonu açık, kiminin koyu... İngiliz yazar Rudyard Kipling’in “EĞER” şiirini hatırlamanın şimdi tam zamanıdır: Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğüve bunun sebebini senden bildikleri zaman...Eğer sen kafanı dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen...Eğer kimse sana güvenmezken, sen kendine güvenirve onların güvenmemesini de haklı görürsen...Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan,veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsenya da senden nefret edilir de, kendini nefrete kaptırmazbütün bunlarla beraber ne çok iyi, ne de çok akıllı görünmezsen...Eğer hayaller kurabilir ve hayallerine esir olmazsan,Eğer düşünebilip de düşüncelerinin kölesi olmazsan,Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşırve bu iki hokkabaza da aynı şekilde davranabilirsen;Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafındanahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görürve eğilip, yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen,Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilirve bir yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsenve kaybedip yeniden başlayabilir,ve kaybın hakkında tek kelime dahi söylemezsen...Eğer kalp, sinir ve damarlarını eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen,ve kendinde onlara “dayan” diyen bir iradeden başka bir güç kalmadığı zaman bile dayanabilirsen...Eğer kalabalıklarla beraberken erdemlerini koruyabilirya da krallarla gezip halka ait huylarını kaybetmezsen...Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse...Eğer, aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen...Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, katedilen mesafeye değer, altmış saniye ile doldurabilirsen...Yeryüzü ve üstündekiler senindir.Ve dahası oğlum, sen İNSAN oldun demektir...Yanlışa sahip çıkılmaz Sema Hanım!..Ard arda patlayan doping skandallarına geçtiğimiz günlerde bir yenisi daha eklendi, bildiğiniz gibi... Fenerbahçeli yüzücü Sibel Piroğlu’nun Türkiye Yüzme Şampiyonası sırasında verdiği idrar numunesi pozitif çıktı. Ortada, bilerek ya da bilmeyerek yapılmış bir doping vak’ası var. Burada yapılması gereken tek şey, eğer itiraz edilmişse B numunesinin de açılmasını beklemek. Yüzme Federasyonu Başkanı Sema Küçüksöz’ün olay sonrası verdiği demece bakılırsa itiraz edilmiş ve kesin sonuç B numunesinin açılmasından sonra açıklanacak ve ona göre sporcu ceza kuruluna sevkedilecek. Ardından dereceleri alınacak, şampiyon olmasına katkıda bulunduğu takımının puanları silinecek, muhtemelen şampiyonadaki takım sıralaması değişecek. Buraya kadar herşey normal. Normal olmayan, Sema Hanım’ın sporcusuna sahip çıkarak basını yargısız infazla suçlaması. Bir sporcuya, kaybetmemek için sahip çıkılması anlaşılabilir bir davranış. Ve doğrudur da... Onu ömür boyu hatasıyla yargılayamayız. Ancak Sema Hanım açıklamasıyla bu olayda taraf durumuna düşüyor. Oysa onun konumu tarafsız olmasını gerektiriyor. Zira Piroğlu’nun ceza alması iki ezeli rakibi; Fenerbahçe ve Galatasaray’ı yakından ilgilendiriyor. Sporcu ceza alırsa Fenerbahçe’nin puanları silinecek, Galatasaray şampiyon olacak. Alması da kuvvetle muhtemel. Zira, Sema Hanım da çok iyi biliyor ki, A numunesi pozitif çıktığı takdirde, B numunesinin de aynı sonucu vermediği bir olaya bugüne kadar rastlanmadı. Burada Sema Küçüksöz’ün yapması gereken, her ne şekilde yapılmışsa yapılsın, dopingin üzerine gitmek ve gönül verdiği renkleri üzerinden çıkararak bütün kulüplere aynı mesafede durmaktır. Bir zamanlar yöneticiliğini yapmış olsa da...

06 Ekim 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Taklacı kuş!‘’

12 yıldır dünya minderlerini kasıp kavuran Hamza Yerlikaya, her zaferi sonrasında iri ve ağır cüssesine rağmen havada takla atarak seyirciyi muhteşem bir rituelle selamlıyor. “En iyisi, en değerlisi, en büyüğü benim” diyor. “Asrın Güreşçisi” ünvanını boşuna haketmediğini dosta - düşmana ilan ediyor. 17 yaşında kariyer merdivenlerini tırmanmaya başlayan Hamza, 29’una kadar 2 Olimpiyat, 2 Dünya, 7 de Avrupa Şampiyonluğu elde ederek, güreşseverleri tam 11 kez taklalarıyla selamladı. Şampiyon, 12. taklasını da dün attı. Üstelik finaldeki rakibi olan ev sahibi güreşçinin seyircisi önünde... Her türlü baskıya, uğultuya, hakem oyunlarına rağmen Hamza Yerlikaya, Varna’daki Avrupa Şampiyonluğu’nun ardından aynı yıla bir de Dünya Şampiyonluğu sığdırarak son yıllarda yerle yeksan olan Türk güreşinin onurunu kurtardı. Kurtarmakla kalmadı, ulaşılmaz, erişilmez olduğunu bir kez daha kanıtladı. Tüm müsabakalarında rakiplerine karşı ezici üstünlük sağlayan “Asrın Güreşçisi”, tüm şampiyona boyunca mağrur, gururlu, kendinden emindi. Güzeller güzeli Budapeşte’den de bir Kral geçti. Güreş ülkesi Türkiye, son 10 yıldır Hamza Yerlikaya ile anılıyorsa, bu boşuna değil. O taklalar da boşuna değil. Anlayana da, anlamayana da, anlamak istemeyene de...

03 Ekim 2005, Pazartesi 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Spor hayattır‘’

İşte Aydın Polatçı’nın ki de böylesi bir hikaye. Anadolu’nun çorak ikliminde hayat serüvenine başlayan Polatçı adını ilk duyurduğunda 1998 yılıydı. Bratislava’da Avrupa Şampiyonu olduğunda henüz 18 yaşındaydı. Dev cüssesi ve acı kuvveti nedeniyle otoriteler tarafından minderin yeni Karelin’i olarak ilan edilmişti bile... Ancak Anadolu saflığını üzerinden atamayan Polatçı, başarıyı hazmedemeyince inişli-çıkışlı bir grafik çizmeye başladı. Bir türlü istikrar yakalayamadı. Önce Zekeriya Güçlü ile milli mayo rekabetine girdi. Bu savaşta ikisi de yıprandı. Ardından trend avcısı sporcu simsarlarının eline düştü. Sponsor olunacağı vaadiyle kandırıldı. Uzun süre kendisini sömürenlerin oyuncağı oldu. Borç batağına itildi. Kendini bir türlü mindere veremedi. Borçlarını ödeyebilmek için çalmadık kapı bırakmadı. Çareyi yağlı güreşte buldu. Bir kaç kuruş için kıraç bölgelerdeki çayırlarda gelecek aradı. Gel-gitli sporculuk serüvenine bütün sıkıntılarına rağmen bir Avrupa Şampiyonluğu ile birer Olimpiyat ve Dünya üçüncülüğü sığdırdı. Ne var ki bunlardan çok daha fazlasını yapabilecek kapasiteye sahip olmasına karşın, bir türlü kendi olamadığı için beklenen patlamayı yapamadı.Zamanla minderden uzaklaşan ve ağırlığını çayıra veren Polatçı için Recep Kara’nın çıkışı yolun sonu gibiydi. Kara’ya her platformda kaybeden ve Ay-Yıldızlı mayoyu kaptıran Aydın Polatçı, minderden kopmuştu ki, rakibinin talihsiz sakatlığı onu yeniden milli takıma kazandırdı. Ancak bu kez de Akdeniz Oyunları şampiyonluğuyla yurda dönerken, uçakta hostesi taciz ettiği iddiaları ile gündeme geldi. Bu olay onu hiç olmadığı kadar yıprattı. Kendini aklayana kadar yoğun çaba sarfetti. Yeniden kafasını güreşe verdiğinde ise Dünya Şampiyonası kapısını çalmıştı.Aydın, hikayesinin devamını Budapeşte minderinde yazdı ve tarihe bir çentik attı. Hem kendi, hem de ülkesi adına...Bu hikayeden çıkarılacak çok dersler var. Önce kendisi o dersi almalı, ardından sporun içindeki tüm unsurlar. Ve tabii ki genç kuşaklar.

29 Eylül 2005, Perşembe 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Müjde doping çıkmayacak!‘’

Darısı haltercilerin ve atletlerin başına!.. Şaka bir yana meselenin özü başka. Beni tanıyan, tanımayan herkes iyi ve dürüst insan olduğumu iddia eder. Ben de öyle olduğumu iddia ederim! Peki bu benim, Kemal Derviş’in yerine Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü’nün başına geçmem için yeterli karineler midir, sizce? İyi ve dürüst insan olmak erdem midir? İyilik ve dürüstlük bir insan için artı değer mi olmalıdır? Onu diğerlerinin bir adım önüne geçiren... Olmamalıdır. Zira iyi ve dürüst olmak erdem değil, insan olmanın bir gereğidir. Eğer kendimizi insan sınıfına sokuyorsak bu iki özelliğe zaten sahip olmalıyız. Sahip değilsek o zaman kimse insanlıktan söz etmesin.Nicedir, içi çürümüş kof bir ağaç gibi yıkılmayı bekleyen toplumumuzda, ‘iyi ve dürüst’ kavramları insanlara Tanrısal nitelikler katıyor. İyi ve dürüst olmasından başka hiç bir niteliği olmayan insanlar salt bu iki özelliğe sahip oldukları için Türkiye’de makam-mevkii sahibi oluyor. Hatta başbakan bile olabiliyorlar! Haketmedikleri halde... Bilgi, birikim, tecrübe, akıl, zeka, liderlik, karizma, empati, ihtisas, yetenek gibi niteliklerle donanmış bir birey olmak, bir yerlere gelmek için yeterli olmuyor ne yazık ki... Sahtekarlığın, riyakarlığın, dolandırıcılığın, hırsızlığın kol gezdiği bir ülkede dürüstlüğe özlem duyanlar; dürüst bir insan gördüler mi, mal bulmuş mağribi gibi saldırıyorlar. Haklılar belki, ama yanılıyorlar işte. Siyasi kadrolaşma, adam kayırma, ahbap-çavuş ilişkisi meslenin ayrı ve daha önemli bir boyutu. Ve başlı başına bir yazı konusu...Güreş Federasyonu Başkanı Recai Ustaoğlu’nun, Serbest Güreş Milli Takımı Başantrenörü İsmail Nizamoğlu ve ekibindeki diğer antrenörlerin iyi ve dürüst olduğuna şüphemiz yok. Ama gelinen nokta, sahip oldukları bu özelliklerin, Türk güreşini yönetmek için yeterli olmadığını gösteriyor. Zira bu iş organizasyon ister, planlama ister, strateji ister, öngörü ister, uluslararası ilişkilerde beceri ister, kararlılık ister, cesaret ve güç ister...Olayın vahametini daha iyi kavramanız açısından size iki örnek vereyim: Takımdaki en büyük madalya umudu Ahmet Gülhan’ın hayati önem taşıyan müsabakasında kenardaki iki antrenörden biri (!) kafilenin masör-malzemecisiydi. Şimdi, ‘hem masör, hem malzemeci, hem de antrenör nasıl olur’ dediğinizi duyar gibiyim. Ben de işte yukarıda bunları anlatmaya çalıştım. Keza, Fatih Çakıroğlu’nun aynı önemdeki müsabakasında ise antrenörler karşılaşma başladıktan 1 dakika 15 saniye sonra minder kenarına geldi. Yani Fatih müsabakanın dörtte birinden fazlasında antrenörsüz güreşti. Nasıl, iyi mi?Türk güreşi son sürat uçuruma yuvarlanıyor. Bunun önüne geçmek için devrim gibi kararlar gerek. Ama ne var ki, karar mercii de yukarıda saydıklarımızdan pek farklı değil ki...Ne yazık ki öyle... Acı ama gerçek...

28 Eylül 2005, Çarşamba 04:30
YAZININ DEVAMI

‘’Gürsoy'dan ahde vefa‘’

Sahip olduğu değerleri büyük bir hızla tüketip, ardından unutması nedeniyle sık sık balık hafızasına atıfta bulunulan Türk toplumunun, son yıllarda yaşadığı erozyonda en büyük tahrifatı ‘ahde vefa’ görmüştür. Hatta bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki, tarihe karışmakta olan bir ulusu yeniden ayağa kaldıran Atatürk, bir takım aymazlar tarafından bugün yaşanan çöküşün, neredeyse tek sorumlusu olarak ilan edilebilmiştir. Yıllarca bir kuruma-camiaya hizmet veren, yücelmesi için emek sarfeden, ardından da günün birinde ayrılmak zorunda kalan bir kişiye karşı sergilenen tutum, o kurumun-camianın gerçek değerini ortaya koyar. Yani mihenk taşı, yine sözkonusu kurumun-camianın tavrıdır. Türk sporunun son sürat uçuruma yuvarlandığı, hezimetlerle, doping, şike, bahis skandallarıyla, en kutsal varlıklarımızın tribünleri işgal eden vandalların salyalı ağızlarında sakız yapılmasıyla, puslu ve zifiri karanlık bir gecede yolunu kaybeden bir yolcuya döndüğümüz şu günlerde; pek görmezden gelinen bir ışık huzmesi yansıdı gazete sayfalarına, az da olsa... Galatasaray İkinci Başkanı Ergun Gürsoy, Hagi’nin, Ümit Karan ve Saidou’yu göndermesiyle ilgili sorulan bir soru üzerine şu açıklamayı yaptı: “Hagi’yi yalnız bu tasarrufuyla değerlendirmeyin. Onun bu takıma kattıklarını kimse unutmasın. O bizim tarihimize kazınmış bir isimdir. Hagi’nin her zaman gönlümüzde ayrı bir yeri vardır.”Sık sık tatsız polemikleriyle gazete sayfalarına konuk olan Ergun Gürsoy’un bu alkışlanacak tavrı, ne yazık ki hakettiği ilgiyi ve değeri görmedi. Oysa, birlikte çalıştıkları dönemde bir türlü anlaşamadığı, belki de kavgalı ayrıldıkları Hagi hakkında Karadenizli heyecanıyla ağır eleştiriler yapabilir, basının istediği malzemeyi verebilirdi. Ama o, bu ucuz yolu seçmedi. Kendine, bir Galatasaraylı’ya yakışanı yaptı. Ahde vefa gösterdi. Camiaya ait olan bir değere sahip çıktı. Hagi’nin sevabının, günahından daha çok olduğunun altını çizdi. İnsanların bu şekilde anılması gerektiğini vurguladı. “Sonuçta hangimiz hata yapmıyoruz ki” mesajını verdi. Olması gereken ve bir çoğumuzun bir türlü yapamadığı buydu.Ergun Gürsoy, gerçek bir Galatasaraylı’nın, dahası asil bir Türk’ün nasıl olması gerektiğini dosta düşmana gösterdi.Galatasaray da onu, tarihinde hakettiği yere koyacaktır. Koymalıdır.

23 Eylül 2005, Cuma 04:30
YAZININ DEVAMI